ŞEYH GALİB (ö. 1213/1799)
M. Muhsin Kalkışım 01 Ocak 1970
Klasik Türk şiirinin son dönem büyük şairlerinden.
1171’de (1757) İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhânesi yakınlarındaki bir evde dünyaya geldi. Doğumuna “eser-i aşk” ve “cezbetu’llah” terkipleri tarih düşürülmüş, kendisine mevlevîhânenin şeyhi Kûçek Mehmed Dede ile halefi Seyyid Ebûbekir Dede’nin tavsiyesiyle Mehmed Esad adı konulmuştur. Dedesi Mevlevî olduğu gibi babası Mustafa Reşid Efendi de Peçuylu Ârif Ahmed Dede’den inâbe almıştır. Annesi Emine Hatun’dur. Divanında ve Hüsn ü Aşk’ında belirttiğine göre ilk eğitimini babasından aldı. 1780’de Galata Mevlevîhânesi’ne şeyh olan Hüseyin Efendi’den istifade etti. Arapça’yı Hamdi Efendi’den, Farsça’yı Hoca Neş’et’ten öğrendi. Neş’et Efendi kendisine “Esad” mahlasını verdiyse de dönemin Esad isimli şairleriyle karıştırılmaması için daha sonra “Galib” mahlasını kullanmaya başladı (Divanında “Esad” elli, “Esad Galib” iki ve “Galib” mahlasları 463 defa geçmektedir).
Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’nde bir müddet çalıştıktan sonra ailesinin pek tasvip etmemesine rağmen 1198’de (1784) Konya’ya gidip Mevlânâ Dergâhı’nda çileye girdi ve Çelebi Seyyid Ebûbekir Efendi’nin sohbetlerinde bulundu. Babası Mustafa Reşid Efendi oğlunun İstanbul’dan ayrılmasına tahammül edemediğinden Çelebi Efendi’ye başvurmuş, o da “tekmîl-i çillenin Yenikapı Dergâhı’nda ikmalinin muktezâ-yı merdî ve hüner” olduğunu söyleyerek genç dervişi İstanbul’a gönderdi. Galib çilesini 1201’de (1787) Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tamamlayarak “dede” oldu. Bu arada Ali Nutkî Efendi ile Aşçıbaşı Şerif Ahmed Dede’den epeyce faydalandı. Daha sonra Ali Nutkî Efendi’den hilâfet aldı. 1203’te (1789) Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l-behiyye fî tarîkati’l-Mevleviyye adlı eserine Ali Nutkî Efendi’nin izniyle es-Sohbetü’s-sâfiye adıyla bir hâşiye yazdı. Öte yandan Yûsuf Sîneçâk Dede’nin Sütlüce’deki türbesi yanında bir ev satın alarak 5 Receb 1204’te (21 Mart 1790) buraya yerleşti ve Yûsuf Sîneçâk’in Cezîre-i Mesnevî adlı eserini şerhetti. Galata Mevlevîhânesi şeyhi Halil Nûman Dede’nin görevinden azli üzerine yerine Konya Şems Dergâhı türbedarı Şemsî Dede tayin edildiyse de İstanbul’a gelirken Kütahya’da vefat ettiğinden 1791’de Konya Âsitânesi şeyhi Mehmed Emin Çelebi’nin emirnâmesiyle 9 Şevval 1205’te (11 Haziran 1791) Galata Mevlevîhânesi şeyhliği Galib Dede’ye verildi. Bu tayin dolayısıyla III. Selim’le olan dostlukları gelişti. Galib Dede aynı zamanda Türk mûsikisi bestekârı olan, “İlhâmî” mahlasıyla şiirler yazan ve hat sanatıyla da uğraşan hükümdara Galata Mevlevîhânesi’nin tamiri için bir kaside takdim edince padişah onun arzusunu yerine getirerek tekkeyi tamir ettirdi (1792). 4 Ağustos 1792 tarihinde yapılan ilk mukabele vesilesiyle Şeyh Galib’in kaleme aldığı on sekiz beyitlik tarih manzumesi Galata Mevlevîhânesi’nin kapısına yazılmıştır. Hükümdarın tekke ile ve Şeyh Galib’le alâkası 1793’te mevlevîhâneye bir şadırvan, 1794’te semâhâne içine bir mahfel-i Hümâyun yaptırmasıyla devam etti, ayrıca 1795’te semâhâneyi yeniden tamir ettirdi. Şeyh Galib’in bunlar için kaleme aldığı tarih manzumeleri divanında yer almaktadır. Semâhâne için yazılan dokuz beyitlik tarih manzumesi binanın kapısına da yazılmıştır. Ayrıca Humbarahâne-i Cedîd’de yapılan Yenicami’deki mesnevîhanlık da Şeyh Galib’e verildi ve padişah burada icra edilen mukabelelere genellikle katıldı. III. Selim’in Şeyh Galib’e olan ilgisi kendisine Cevrî hattıyla yazılmış bir Mesnevî hediye etmesi, 1793’te kardeşi Beyhan Sultan’la birlikte 300 altın sarfederek divanını ciltletip tezhip ettirmesi yanında 10 Safer 1209’da (6 Eylül 1794) çıkardığı bir fermanla mesnevîhanlıkların inhâsının da Şeyh Galib’e verilmesiyle sürdü. Şeyh Galib’in devrin sosyal ve siyasî hadiselerine de uzak durmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Nizâm-ı Cedîd teşebbüsüne karşı Konya Mevlânâ Dergâhı şeyhi Mehmed Çelebi’nin rehberliğinde bir muhalefetin yürütüldüğü fakat Şeyh Galib’in bunu desteklediği Başbakanlık Arşivi’ndeki kayıtlardan anlaşılmaktadır.
1209’da (1794) annesi Emine Hatun’un, 1211’de (1796) müridi ve “yâr-ı gar”ı Esrar Dede’nin vefatı Şeyh Galib’i derinden üzdü; Esrar Dede için bir mersiye kaleme aldı. Bir yıl sonra hastalanan Şeyh Galib’in hastalığına dair çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür. Genç yaşta şeyh olması, geniş bilgisi, sarayın kendisine teveccühü, akranı arasında nisbetsiz bir saygınlığının bulunması sübjektif kanılara yol açmıştır. En son şiiri olan Hamdullah Efendi’nin verdiği “henüz” redifli Farsça gazele yaptığı nazîrede ölümünün yaklaştığını ima eden beyitler vardır. Şeyh Galib 27 Receb 1213 (4 Ocak 1799) tarihinde vefat etti. Ali Enver, Semâhâne-i Edeb’de cenazenin yıkanması sırasında babası Mustafa Reşid Efendi’nin ağlayarak, “Ah oğul! Bu tahtaya o kara sakal yakışmıyor” dediğini nakleder. Şeyh Galib’in kabri, Beyoğlu ilçesinde bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet gösteren Galata Mevlevîhânesi bahçesinde, içinde ayrıca dört sandukanın bulunduğu İsmâil Ankaravî Türbesi’ndedir. Şeyh Galib’in Şerife Âişe adında bir şeyh kızıyla evlendiği, bu evlilikten Zübeyde isminde bir kızı, Ahmed ve Mehmed isimlerinde iki oğlu olduğu, Şer‘î Siciller Arşivi’nde bulunan tereke kayıtlarından ve şairin ölümü dolayısıyla padişahın bir fermanla çocuklarına Gümrük Mukataası’ndan 30’ar akçe maaş tahsis ettiğine dair belgeden anlaşılmaktadır. Esrar Dede’nin divanında kızı Zübeyde’nin doğumuna düşürülmüş bir tarih de bulunmaktadır.
Nedîm ile lirizmde, Nâbî ile hikemî tarzda en güzel örneklerini veren klasik şiirin artık tekrara ve taklide düştüğü bir dönemde yetişen Şeyh Galib’in divan şiirinin son büyük şairi olduğunda hemen bütün tenkitçiler birleşir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbî eleştirisiyle gerçekte şair değil ilk defa şiir geleneği hedef alınmıştır. Hayâlî Bey, Nef‘î, Fehîm-i Kadîm, Neşâtî ve Fasîh Ahmed Dede’den etkilenen Şeyh Galib’in klasik mazmunları kullanmakla beraber şiirde bilinçli şekilde yeniliği aradığı kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Çoğu alışılmış tarzı devam ettiren gazel ve kasidelerinin dışında özellikle terciibend, terkibibend, müseddes ve tardiyyelerindeki hayaller, soyut ve somut kavramları birbirine yaklaştıran terkipler kendisinden bir asır sonra bunları deneyecek olan Edebiyât-ı Cedîde şairlerini müjdeler. Şeyh Galib gelenekten intikal eden, alışkanlıkların yönettiği bir şiir mekanizması yerine çok defa tesadüfî olmayarak seçtiği vezinleri, kafiyeleri, iç sesleri (aliterasyon ve asonans), girift mazmunları ve itinalı diliyle divan şiirinde son büyük hamleyi yapmıştır. Bu hamlede sebk-i Hindî akımına mensup şairlerin etkisi önemlidir. Başta Şevket-i Buhârî olmak üzere Hint, Afgan ve Türk edebiyatlarında güçlü taraftarları bulunan sebk-i Hindî mektebine bağlı şairlerin en önemli özellikleri anlamın bilmeceye dönüşecek kadar derin, girift, zarif ve ince olmasına özen göstermeleri, hayal güçlerini son sınırına kadar kullanarak anlamı şaşırtıcı güzellikte imajlarla ve duyulmadık mazmunlarla zenginleştirmeleridir. Galib bir rubâîsinde mazmunlarını anlamayanları ayıplamayacağını, çünkü bunların her birinin “güher-i gayb-ı hüviyyet” olduğunu ve akıl dalgıcının bu incileri bulup çıkaramayacağını söylerken aslında sebk-i Hindî’yi tarif etmektedir. Şeyh Galib’in divanındaki şiirlerin tamamı değilse bile büyük bir kısmı bu tarife uyar. Onun sebk-i Hindî anlayışına uygun biçimde yazdığı, “hâyîde edâ”dan (eskiden beri söylenen, çok duyulmuş bayağı söz) uzak, girift bir anlam örgüsüne sahip, zarif, fakat zaman zaman yadırganacak derecede hayallerle ve ince bir lirizmle bezenmiş şiirler gerçek Galib’i ortaya koyar. Şeyh Galib çağdaşlarına meydan okurken şiire Şevket-i Buhârî’nin penceresinden bakmaktadır ve Nâbî’nin Hayrâbâd’ının etkisini ortadan kaldırmak amacıyla yazdığı Hüsn ü Aşk’taki bütün hayaller “hayâl-i Şevket” gibi ince şekilde işlenmiştir. Daha sonra III. Selim’i övmek için yazdığı kısa bir mesnevide yaklaşık aynı kelimeleri kullanıp Şevket adını bir bakıma ince hayallerin sembolü olarak zikreden Galib bu İranlı şaire ömrünün sonuna kadar mânevî bir bağlılık duymuştur.
Şeyh Galib, altı ay gibi kısa bir sürede yazdığı Hüsn ü Aşk’ın sonundaki “Fahriyye-i Şâirâne”de poetikasının temel ilkelerini anlatmıştır. Yaşadığı devirde ciddiye alınacak tek şair bile bulunmadığını, kendi bulduğu hazineyi yine kendisinin tükettiğini söyleyerek sözde sultanlığını ilân eden Galib yepyeni bir şiir anlayışı getirmekle kalmamış, geniş ilhamı ve engin hayal gücü sayesinde çok özel bir şiir iklimi kurmuştu ve daha ilk mısralarından itibaren okuyucuyu bir ışıklar ve renkler dünyasına götürüyordu. Tanpınar bu sebeple onun şiirini “avize gibi renk ve ışık dolu” şeklinde tarif etmiştir. Hüsn ü Aşk’ın bir başka bölümünde sözü yaşadığı dönemin şiir ortamına getiren Galib, bu ortama hâkim olduklarını düşündüğü “müteşair”leri (şairlik taslayanlar) birkaç gruba ayırarak alaylı bir dille eleştirir. Birinci gruptakiler eski neslin şiiri de beraberinde götürdüğünü, kendilerinin onlardan geriye kalmış birkaç şair olduklarını, bunun için değerlerinin bilinmesi gerektiğini söyleyerek birbirlerine dalkavukluk ederler. Bunlar, inşâ gücünden mahrum olduklarını gizlemek için öteden beri dünyada söylenmedik söz kalmadığını ileri sürmekte, bikr-i mazmûnu inkâr etmektedir. Şairlik iddiasındaki ikinci grup kâtip sınıfındandır. Münşeât-ı Râgıb’ı ezbere bilen ve sözlerini ıstılahlara boğarak konuşan bu şairler gerçek şiire güçleri yetmediğinden mey, mahbub, şarap vb. şeylerle dolu tatsız manzumeler üretirler. Üçüncü grup medreselilerdir. Onlardan hiç şair çıkmayacağını düşünen Galib yazdıklarından söz etmeyi bile gereksiz görür. Telhis’teki belâgat kaidelerini bu kaideleri açıklamak için verilen örneklerle birlikte ezberlemeyi şairlik iddiasına kalkışmak için yeterli sayan bu takımın saf şiiri küçümsediğinden söz ederken “şehd-i nazm” (şiir balı, halis şiir) tabirini kullanan Galib sembolistlerin anladığı mânada saf şiiri onlardan çok önce farketmiş görünmektedir.
Hüsn ü Aşk’ta çağdaşlarını eleştirirken, “Şiir ne değildir?” sorusunun cevabını arayan ve poetikasını bu eleştiriler üzerine kuran Şeyh Galib’e göre yeni söz söyleme imkânı kalmadığı iddiası doğru değildir. Varlıkta değişme ve yenilenme varsa sözde de olmalıdır. Zira kullarına söz feyzini ihsan eden Allah feyyâz-ı sühandır ve feyz-i sühan sonsuzdur; sözlerin önceden gelenler tarafından tüketilmiş olması ve kendilerine söz feyzi ihsan edilmiş şairlerin söylenmişi tekrar söylemeleri düşünülemez. Şeyh Galib bu fikrini açıklarken “bikr-i mazmûn, mazmûn-ı nev” gibi tabirler kullanır. Ona göre halis şiir bir çeşit vahiydir ve elbette bu cevher taze edâ gerektirir. Gerçek şairin hayal şahini en çapraşık yollarda bile yönünü kaybetmez, dedikodu devine çarpılmadan şiir ceylanını avlayıverir. Şiirde yeni bir yol açmaya çalışan Galib’in kendisinden öncekilerle hesaplaşma ihtiyacını duyması tabiidir. Bu yönüyle eski şiire en güçlü eleştirinin Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa’dan çok önce Galib’den geldiği söylenebilir. Bu eleştiri gücü sayesinde, eski şiirin zaman zaman güçlü şairleri bile “hâyîde edâ”ya mahkûm eden zincirlerinden kurtularak gerçekten “nev” sıfatını taşıyan bir yol açmıştır. Şeyh Galib şiirinin yeniliği, farklılığı ve bünyesinde taşıdığı özellikler sebebiyle gündemden hiç düşmemiş, çağdaşlarından başlayarak günümüze kadar çok sayıda şairi derinden etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.
Eserleri. 1. Divan. 1781 yılında henüz yirmi dört yaşında iken divanını tertip eden Şeyh Galib daha sonra yazdığı şiirlerle eserini 5500 beyite çıkarmıştır. Muhsin Kalkışım (1992, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) ve Abdülkadir Gürer (1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü) tarafından birer doktora çalışmasına konu edinilen divanın çoğu İstanbul kütüphanelerinde olmak üzere kırkın üzerinde nüshası mevcuttur. Türkiye dışında ise Kahire, Londra ve Paris’te altı nüshası bulunmaktadır. 1252’de (1836) ta‘lik hattıyla basılan divanda yirmi dokuz kaside, bir terciibend, dört terkibibend, yedi müsemmen, sekiz müseddes, on yedi tahmîs, dört muhammes, bir tard ü rekb, altı murabba, altı şarkı, on üç mesnevi, bir bahr-i tavîl, bir tezkire, 372 gazel, 130 kıta, altmış üç rubâî, doksan beş beyit ve beş mısra yer almaktadır. Bunlar arasında III. Selim için on bir kaside, yirmi dört tarih, bir terciibend, bir şarkı, iki mesnevi ve altı beyit bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki bir nüshasında (Hazine, nr. 941) hece vezniyle kaleme alınmış bir türkü vardır. Divandaki tarih manzumeleri üzerine Muhsin Macit yüksek lisans tezi (1989, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) hazırlamıştır. 2. Hüsn ü Aşk*. 1783’te kaleme alınan, 2041 beyit ve dört tardiyyeden oluşan tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevidir. Eserde tasavvuf yolundaki bir sâlikin seyr ü sülûk-i rûhânîsi anlatılmaktadır. Otuzun üzerinde yazma nüshası ve muhtelif neşirleri bulunan Hüsn ü Aşk (meselâ Bulak 1252; İstanbul 1304, 1341) Tâhirülmevlevî (İstanbul 1339), Vasfi Mahir Kocatürk (İstanbul 1944), Orhan Okay - Hüseyin Ayan (İstanbul 1975) ve Muhammed Nur Doğan (İstanbul 2002) tarafından yayımlanmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı ise Şeyh Galib’in el yazısıyla olan nüshanın tıpkıbasımını yapmış, eseri yeni harflere aktararak sadeleştirmiştir (İstanbul 1968). 3. Şerh-i Cezîre-i Mesnevî. Yûsuf Sîneçâk’in eserine 1790’da yazılmış bir şerh olup müellifin Türkçe tek mensur eseri olması bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Şeyh Galib bu eseri yazarken Yûsuf Sîneçâk’in Sütlüce’deki kabrine bakan evde ikamet ediyordu. Yûsuf Sîneçâk, Mesnevî’den 366 beyit seçerek bir antoloji meydana getirmiştir. Daha önce Abdullah Bosnevî, Mehmed İlmî Dede ve Cevrî İbrâhim Çelebi’nin şerhettiği eserin bu yeni şerhi mübtedîler için kaleme alınmıştır. Şeyh Galib bu eseri, üstadı Ali Dede Efendi’nin teşvikiyle ve içinde bulunduğu kültür ve mâneviyat ortamına karşı bir minnet borcu düşüncesiyle yazmıştır. Şerh, genel anlamda bir müntehabât olmakla birlikte Mesnevî’den seçilen beyitler kendi aralarında bir konu bütünlüğü oluşturmaktadır. Yazar eserin “Tenbih” bölümünde bu hususa özellikle değinmekte ve yerine göre beyitlerin iki vecih üzere açıklandığını belirtmektedir. Eser üzerine Mehmet Malik Bankır doktora (Şerh-i Cezîre-i Mesnevî: İnceleme-Metin-Sözlük, 2004, İÜ Sosyal Bilimler Ensitüsü); Mahmut Aslantürk yüksek lisans tezi (Şerh-i Cezîre-i Mesnevî: İnceleme-Transkripsiyonlu Metin-İndeks, 1996, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) hazırlamış, şerh ayrıca Turgut Karabey, Mehmet Vanlıoğlu ve Mehmet Atalay tarafından neşredilmiştir (Erzurum 1996). 4. es-Sohbetü’s-sâfiye. Trabzonlu Şeyh Köseç Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l-behiyye fî tarîkati’l-Mevleviyye adlı Arapça risâlesine yine Arapça yazılan bir ta‘likattır. Şeyh Galib, Mevlevî âdâb ve erkânından bahseden bu küçük risâleyi 1789 yılında kaleme almıştır. Ahmet Remzi Akyürek tarafından es-Sohbetü’s-sâfiye’nin en-Nushatü’ş-şâfiye fî tercemeti’s-sohbeti’s-sâfiye ismiyle yapılan Türkçe tercümesini İbrahim Kutluk yayımlamıştır (TDED, 1948, III/1-2, s. 21-47). Şeyh Galib ayrıca Esrar Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’sindeki şiirleri derlemiştir.