Düşünür, yazar
Karl Heinrich Marx
Yahudi asıllı Alman felsefecisi. 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu ve 1883’te Londra’da öldü. Babası, felsefeye meraklı bir avukat olup, 1824’te Protestanlığı kabul etti. Yüksek tahsilini Bonn ve Berlin Üniversitelerinde yaptı. Tahsili esnasında Hegel’in felsefesinin tesiri altında kaldı. Bu arada Feuerbach ile tanıştı.
Önce öğretmenlik sonra gazetecilik yaptı. Başyazarlığını yaptığı ve Köln’de çıkan Rheinische Zeitung adlı propaganda gazetesinin kapatılması üzerine Paris’e gitti. Burada Fransız sosyalistleriyle tanıştı. Daha önce tanıdığı ve zengin bir fabrikatörün oğlu Friedrich Engels’le dostluk kurdu. Bu beraberlikleri ölene kadar devam etti. Marx, Engels’in tesiriyle sosyalizmi benimsedi. 1847’de Fransız sosyalistlerinden ve anarşizmin öncülerinden Proudhon’un Sefaletin Felsefesi (Philosophie de la Misere) isimli kitabına karşılık olarak Felsefenin Sefaleti (Misere de la Philosophie)ni yazdı. Proudhon’u, mülkiyetin tekamülünü ekonomik açıdan değil, hukuki yönden ele aldığı için tenkit etmektedir. Marx’a göre cemiyette en yabancılaşmış sınıf işçi sınıfı olup, onun “kurtulması” özel mülkiyetin kaldırılmasına bağlıdır. Tarihi tekamül de özel mülkiyetin kaldırılması yönünde olup, Proudhon’u bunu görememekle suçluyordu. Marx, kitabında mülkiyetin gelecekte alacağı şekli de izah etmektedir.
1848’de arkadaşı Engels ile birlikte Komünist Manifestosu’nu (beyanname) yayınladı. Burada komünizmin kurulması için düşündüğü çareleri sıralamaktadır. İhtilalci fikirleri sebebiyle Almanya’dan kovuldu ve Fransa’ya, oradan da Londra’ya kaçtı. Burada ölene kadar Engels’in maddi yardımları sayesinde yaşadı. Onun ölümüyle yarım kalan eseri Das Kapital’i (Sermaye) burada yazdı. Bu eserinde kapitalizmin temellerini ve bu sistemi çöküşe götürecek kendi bünyesindeki tezatlarını izah etmektedir. 1864’te Birinci İşçi Enternasyonalinin liderliğini yapan Marx, Çarlık Rusyasının aleyhinde ve İngiliz emperyalizminin lehinde yazılar yazdı. Çünkü sosyalizmin ilk önce İngiltere’de kurulacağını zannediyordu. Çarlık Rusyasına karşı hürriyet mücadelesi veren Şeyh Şamil’i methetmesi de sadece bu sebeptendir. Nitekim 13.9.1851’de Engels’e yazdığı bir mektubunda şöyle demektedir: “Türkleri komünal hayata sokmak mümkün değildir. Onları vatan sevgisinden, dinlerinden, gelenek ve dillerinden koparmadan ihtilale sürüklemek imkansızdır.”
1853 yılında yazdığı Şark Meselesi (Question d’Orient) isimli eserinde de Yunan Devletini kuran Rumların da, Ruslar gibi slav asıllı olduğunu belirtmekte, Çarlık Rusya’sının Balkanlarda yaşayan Osmanlı azınlıkları arasındaki faaliyetlerini izah etmektedir. “Rus memurları Türkiye’yi dolaşarak Ortodoks Rus Çarının Hıristiyan Rumların hamisi ve reisi olduğu fikrini telkin ettiler. Bilhassa güney slavlarına Rus çarını, bütün slav ırkını bir idare altına alarak, Avrupa’nın en hakim milleti yapacak mutlak kudretin sahibi olarak gösterdiler. Rum patrikhanesine bağlı olan papazlar, bu fikirleri yayacak bir gizli cemiyetin en faal üyeleriydiler. Osmanlı Devletine karşı nerede bir isyan hareketi başlasa Ruslar fiilen ve nakden bu isyana yardım ederlerdi.” demektedir.
Marx’ın fikirlerinin dünyada büyük bir taraftar kazanması, bünyesinde insan tabiatının hırs, kin, şehvet gibi vahşi tarafları ile ekonomik olayları ve siyasi çalkantıları sınırsız bir şekilde istismar etmesinden ileri gelmekteydi. Marksizm ve ondan doğan fikir akımları, dünyanın kurulu düzenindeki bütün otoritelere karşı daima düşmanlık ve anarşinin temelinde yatan psiko-sosyal dinamikleri besleyen fonksiyonlara sahib olmuştur. İnsan tabiatına ters, tatbiki imkansız düşünceler fiiliyatta isyankarlık ve inkar felsefesi olarak kendini göstermektedir. “Yığınlaştırma” çalıştığı cemiyet uğruna ferdin hak ve hürriyetlerine değer vermemektedir. Ona göre insan, hiçbir özelliği olmayan “ekonomik hayvan”dır. Tek değer emektir.
Günlük hayatın ve pratiğin yalanladığı teorileri, kendisinden sonra devamlı gözden geçirilmektedir. Bunu ilk olarak Edward Bernstein yaptı. Günümüzde en çok tartışılan yorumlar Jean Paul Sartre ve Althausser’e aittir. Eurocommunism ise Marksizmi Avrupa şartlarına uydurarak sosyalist tabanı genişletmek maksadına yöneliktir. 1975’lere kadar tartışılmış, ancak pek rağbet görmemiştir. 1990 yılından itibaren Marx teorisi tamamen iflas etmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
MARXİZM NEDİR?
Tarihi maddeciliğin on dokuzuncu yüzyıldan itibaren yeniden düzenlenmiş şekli. Karl Marx ve Friedrich Engels’in “diyalektik metodu”, iktisat tarih, insan, cemiyet, ilim ve sosyal hadiselere tatbik ederek meydana getirdikleri felsefi görüşlerin, ideolojik dünya görüşü.
Marx ve Engels, Alman felsefecilerinden hegel’in diyalektiğini, İngiliz iktisatçılarından Adam Smith ve Ricardo’nun ekonomi-politiğini, Fransız sosyalistlerinden Saint Simon, Forrier ve Prudhon’un fikirlerini, Ağustino Thirry ve Guizot’un tarihle alakalı görüşlerini kullanarak Marxist felsefenin temellerini ortaya koydular.
Engels’e göre diyalektik, “tabiata, insana, cemiyete ve umumi düşünceye ait hareket ve tekamülün mantığıdır.” Diyalektik, Marxizmin metodu olup, Hegel’in felsefesinden alınmıştır. Buna göre her varlık, kendi içinde zıddını taşımakta, bir arada bulunan iki zıddın birbiriyle mücadelesinin belli bir safhasından sonra, ortaya yeni bir varlık çıkmaktadır. Yani tez-anti tez mücadelesinden sentez doğmakta, o da anti tezi ile mücadele ederek, bir senteze varılmaktadır. Bu tez-anti tez mücadelesi sürüp gitmekte, hareketin gelişme ve değişmesinin motoru sayılmaktadır. Diyalektik metoda göre bu mücadele sırasında kemmiyet birikimleri belirsiz bir şekilde meydana gelirken, belli bir safhadan sonra “sıçrama”, “patlama” ve “ihtilaller” neticesinde keyfiyet değişikliklerine yol açmaktadır. Ancak Hegel’in diyalektiğinde vetire (süreç) “idea”dan (ruh) kaynaklanırken Marxizmde maddeden doğduğu öne sürülür. Maddenin diyalektik mantığa göre gösterdiği değişmeler neticesinde varlıklar meydana gelmektedir. Buna göre maddenin gelişimi ve değişimi atomdan moleküle, ondan canlı hücreye, bitkiye, hayvana, insana ve cemiyete doğru olmaktadır. Bu noktada Darwinizm’i (evrimi) aynen benimseyen Marxizmin meşhur ideoloğu Marx, Sermaye (Das Kapital) isimli eserini Darwin’e ithaf etmiştir.
Marxizm’e göre her şey maddeden kaynaklanmakta, madde spontane bir kuvvete sahip temel belirleyici olarak görülmektedir. Hegel’in diyalektik metodu ile hadiseler buna göre yorumlanarak, diyalektik materyalist felsefe meydana getirilmiştir. Engels, Hegel’den aldıkları diyalektik metodu kendi görüşleri istikametinde nasıl kullandıklarını; “Hegel’in diyalektiği başı üzerinde duruyordu, biz onu ayakları üzerine oturttuk.” sözleriyle izah etmeye kalkmışsa da, bu aynı zamanda Marxizmin temelindeki kaosu gösteren bir itiraftır.
Diyalektik, materyalizmi tarihe tatbik eden Marxizme göre tarih, sınıflar mücadelesinden ibarettir. Bu mücadelede, maddenin hakim olduğu üretim ilişkileri (ekonomi) temel belirleyici unsurdur. Üretim ilişkileri, cemiyetin ekonomik yapısını tayin etmekte, sınıflar arasındaki mücadelede cemiyetin ekonomik gelişmişlik seviyesine göre olmaktadır. Üretim ilişkileri “alt yapı”yı; bunun dışında kalan din, hukuk, düşünce, ahlak, devlet gibi müesseseler “üst yapı”yı teşkil etmektedir. “Üst yapı”yı “alt yapı” belirlemekte, “alt yapı”daki değişiklikler “üst yapı”da da bağlılık ilişkisi sebebiyle değişikliğe sebeb olmaktadır. Üretim ilişkilerine göre belirlenen sistem en gelişmiş seviyesine ulaştıktan sonra, diyalektik metodun öngördüğü kuralları sebebiyle yıkılıp, yeni bir cemiyet nizamı ve üretim ilişkileri ortaya çıkacaktır. Bunda tez-anti tez mahiyetindeki temel mücadele, sınıflar arasındadır. Kapitalizmin teşekkülü ve tekamülünden hareketle tarihi izaha çalışan Marxizme göre sınıflar, üretim vasıtalarına sahib olanlarla olmayanlardan müteşekkildir. Cemiyetler ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist safhalardan geçerek sosyalist ve komünist bir nizama doğru gitmektedirler. Hür olmak, diyalektik materyalist felsefeyi benimseyerek bu vetirenin (usulün) idrakine varmaktır. Bu yolda hareketi hızlandırıp, her türlü vasıtaya müracaat ederek, makyavelist metodu da kullanmak esastır (Hedefe ulaşmak için her yolu mubah görmek). Marxizmin üzerinde durduğu kanunların hemen hepsi daha önceleri, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, o çağın ileri sanayi ülkesi olan İngiltere’de Ricardo, Smiht ve Petty gibi iktisatçılar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. Fakat Marxizm düşüncesini, sistemli bir şekilde açıklayan, bir Alman Yahudisi olan Marx’tır (1818-1883). Marx, bu görüşünü bir İngiliz fabrikatörünün oğlu olan Frederik Engels (1820-1895) ile birlikte geliştirmiştir.
Marxizm görünüşte kapitalizmle libaralizmin izah ve tenkidine yönelik bir felsefe olarak doğdu. Kapitalizmi inceleyerek geçmişe yönelen Marx, kendi devrini ele alarak, buradan hareketle geçmişe dair iddialar ileri sürmüştür. Buna göre serbest emeğin piyasaya arz edilmesi ve sermayenin belli ellerde toplanması neticesinde teşekkül eden kapitalist nizamda, üretim vasıtalarına sahib olan burjuva sınıfı ile buna sahib olmayan proleterya sınıfı arasındaki farklılıklar tedricen artmaktadır. Kar hadleri, sistemin işleyişinden ileri gelen bir mecburiyetle düşmekte, proleterya sınıfının satın alma kapasitesinin azalması da noksan tüketime yol açmaktadır. Marx bunu izah ederken, İngiliz iktisatçılarından, hususiyetle Adam Smith ve Ricardo’nun görüşlerinden faydalanmıştır. Bu görüşleri geliştirip kendisine ait artı değer teorisini ortaya koyarak kapitalist sömürüyü açıklamaya çalışmıştır. Yeni bir sistemin doğması için, eski sistemin son haddine kadar gelişip olgunlaşması gerekmektedir. Kapitalizmin en ileri safhasında ortaya çıkan bu buhran, Marxizme göre üretim araçlarına sahip olmayan sınıfın siyasi iktidarı ele geçirmesiyle çözülecektir. Köleci ve feodal toplumlarda da benzer usul işlemiştir. Proleterya sınıfı iktidarı ele geçirdikten sonra, sınıfsız bir cemiyet nizamı olan komünizme varmak için önce proleterya diktatörlüğüne dayanan bir devlet kurularak, eski sömürücü sınıfı ve “kalıntıları”nı tasfiye ederek özel mülkiyete son verecektir. Böylece siyasi literatürde “ihtilal” denilen hadise ile yeni bir senteze varılmış olunacaktır. Sosyalizmin en yüksek safhası olan komünizmde ise “Devlet de ortadan kalkacak, zıt ideoloji ve menfaatler, sınıflar, bunların mücadelesi kaybolup her türlü üretim ve değer kendiliğinden dağılacaktır.” görüşüyle Marxist felsefenin son sözünü söylemiş olurlar.
Marxizmde son gaye ise, devletsiz bir toplum meydana getirmektir. Zira bu anlayışa göre gerçek hürriyet, ancak devletsiz bir toplumda gerçekleşebilir. Devletsiz bir toplum düşünülemiyeceğine göre, Marxizmin bu görüşü hayalden öteye geçememiştir.
Marxizme göre sosyalizm ve komünizm ulaşılması mecburi olan bir safhadır. Marx ve Engels, sosyalist safhayı, mutlaka gerçekleşecek bir nizam olarak görmüş, bu bakımdan “ütopik sosyalistler”den ayrılmıştır.
Marxizmde iki tür devlet anlayışı mevcuttur: Birincisi sınıf ayrılıklarını ortadan kaldıracak, burjuvaziyi “tasfiye” ederek sınıf mücadelesine son verecek, proleterya diktatörlüğüne dayanan devlettir. İkincisi de “hakim güçler”in baskı vasıtası, siyasi gücü olan, tahakküm unsuru devlet anlayışıdır. Ordu, polis, hukuk, kanunlar, hapishaneler, onun baskı vasıtasıdır. Marxizmin siyaset anlayışı, bu devleti ele geçirmektir. Diyalektik usul, devletin ele geçirilip, sınıfsız, eşitlikçi bir yapıya sahip, üretim ilişkilerinin teşekkül ettiği komünist nizamın kurulmasıyla sona erecekti. Bundan sonra komünist cemiyet tarihi bir durgunluk içine girecektir. Tarihi durgunluğa ermiş cemiyette sadece proleterya sınıfı kalacağı için, tez-anti tez mahiyetindeki mücadelenin yerini neyin alacağı ise, meçhuldür.
Marxizme göre, nihai safha olan komünizmle ilkel-komünel toplumun sınıfsız, eşitlikçi yapısına geri dönülmüş olacaktır. Bazı tarih yorumcularının hayali sözlerine dayanılarak, yeryüzünde ilk önce mevcut olduğu iddia edilen bu toplumda herkes ihtiyacına göre ürettiği için sömürü ve artı-eksi değere el koymak söz konusu değildi. Özel mülkiyetin doğuşu, birbirleriyle mücadele eden iki sınıfın teşekkülüne sebeb olmuştur. Köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkileri meydana çıkarken, üretim vasıtalarına malik olanlar aynı zamanda siyasi iktidara ve devlete de sahiptirler. Marxizmde, böyle bir farklılığın mevcudiyeti ve komünist safhada bunların ortadan kalkacağı iddia edilmektedir.
Marxizmde dinin yeri yoktur. Marxizme göre din, insanın kendi gücünü anlamaya başladığı sırada, kendi gücünü tabiatta görmesi sonucu doğmuştur. Marxizme göre, insanın kendi dışında gördüğü ideali haline gelmiş hayali Allah olmuş ve insan, kendi kafasından meydana getirdiği hayale tapmaya başlamıştır.
Diyalektik metod, yaratma fikrini reddettiği, her şeyi maddedeki gelişmelere bağladığı için Marxizm dine karşıdır. Marx, “Din afyondur!” ve “Bütün tanrılara kinim var!” diyerek bu tavrı açıkça belirtmektedir. “Doğru” ve “yanlış” diye iki değeri kabul etmeyip, her şeyin izafi olduğunu iddia etmektedir. Manevi ve mukaddes kavramlar reddedilmektedir. Ancak Marksizmde, bunların yerine konulmaya çalışılan bazı mistik hususiyetler mevcut olup gücünü ve taraftarlarını bu sağlamaktadır. Diyalektik materyalizm her hadiseyi mücadele, çatışma ve çoğu kere de tesadüflerle açıklamaktadır. Hegel’in diyalektiğinde tez-anti tez arasında bir uzlaşma söz konusu olduğu için, Marxizm bunun “burjuva karakterli” olduğunu söylemektedir. Marxizm, hareketin kaynağını maddeye bağlarken, modern fizik, bunun dışarıdan geldiğini söylemektedir. Kuvvetin tanımı, diyalektiğe ters düşmektedir. Hegel’de ve Marxizmde “idea” ile “madde” ne olduğu meçhul bir “veri” olarak kabul edilmektedir. Günümüzde maddenin enerjiye dönüşüp yok olabildiği kesin olarak ispatlanmış, maddenin asıl gerçek ve kalıcı olduğu iddiaları haklılık kazanamamıştır. Marxizmde maddenin devamlı değiştiği kabul edilmekte, ancak bu değişiklikleri yaratan ve hiç değişmeyen bir mutlak varlığın mevcudiyeti inkar edilmektedir. Hegel’in ve Marxizmin diyalektik metodu her türlü kullanışa müsaittir, tezi ele alarak istenilen senteze varmak mümkündür. İzah edilemeyen hususlar tesadüflerle açıklanmakta, yaratılış inkar edilmektedir.
Marx’ın görüşünün aksine, kapitalist iktisadi düzeni ortadan kaldıracak olan ihtilal, ileri derecede sanayileşmiş batı Avrupa memleketlerinde değil, ekonomisi geniş ölçüde ziraata dayanan Rusya’da vuku buldu. 1917 yılında Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler, silahlı bir ayaklanma yaparak iktidarı ele geçirdiler. Resimlerini büyük bir terör içinde yerleştirmeye başladılar. Bu terörün sonunda 15 milyon insan öldürüldü. Bu zulüm ve idamlar, Stalin’in 1924 yılında Rusya’nın başına geçmesinden sonra daha da şiddetlendi.
Marxizm, Rusya’dakinden biraz farklı şekilde Çin’de de Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Keza, 1944’ten itibaren Halk Demokrasileri adı altında orta ve doğu Avrupa’da Marxizm tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu devletler arasında Yugoslavya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Küba Arnavutluk, Romanya ve eski Doğu Almanya sayılabilir.
1990’da başta Rusya olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri Marxizmi ve Sosyalizmi terk etmişlerdir. Marxizm, ideoloji ve pratikte iflas ederek, cazibesini ve inandırıcılığını kaybetmiş bir doktrindir.