« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Ara

2006

MİLLET VE DİN

Mehmed NİYAZİ 13 Aralık 2006

Nuh Tufanı’na, Babil Kulesi’nin inşaatına, Hz. İbrahim’in Peygamber oluşuna, Hz. Musa’ya yazılı kanunların bildirilişine dair verilen tarihlerden anlaşıldığı üzere Hz. Adem’in yaratılmasıyla, Hz. İsa’nın doğumu arasında Kitab-ı Mukaddes’in İbranice metninde 4004 yıl, Yunanca metninde ise 5500 yı geçtiği hesaplanmaktadır. Tarihi araştırmalar geliştirilince, bu rakamların doğru olmadıkları anlaşıldı. Dünyanın sabit, güneşin onun etrafında döndüğü gibi, diğer doğru bilinen yanlışlar da ortaya çıkınca elde edilen bilgilerden haberdâr olanların dinlerine inançları kalmadı; din onların hayatında sadece bir kültür unsuru olarak devam etti. Dolayısıyla “ümmetler devrini tamamladı, milletler dönemi başladı” görüşünü ileri sürdüler.

Rönesansla doğmaya başlayan ilimler, kiliseye sırt çevirerek geliştikleri için ilk başta dinin yerini alacakları zannedildi. Hıristiyanlığın insanlığı kurtaracağı inancı karşısında, ilmin kurtaracağı inancı doğdu. Saint-Simon’dan beri ileri sürülen, bütün cemiyetlerin teolojik ve metafizik safhadan geçtikten sonra, pozitivist bir zihniyete ulaşacakları görüşünde de bilhassa Aguste Comte ısrarlıydı. Geleneksel dinlerin modern insan ihtiyaçlarını tatmin edemeyeceğine inanan Comte, pozitivist bir dinin esaslarını kurmaya çalıştı; “Pozitivizm ilmihali” adında bir kitap da yazdı. Nasıl ki teolojik dönemde cemiyete din adamları hâkim ise, pozitivist dönemde ilim adamları hâkim olacaktı. Marksistlerin metodunu benimsemeyen Comte, zora baş vurmaya taraftar değildi. Bu tarihî bir gelişme idi; ister istemez er geç gerçekleşecekti. Geleneksel dinlere saygılı olmasına rağmen Durkheim da cemiyetin artık rasyonalist döneme girdiğine inanıyordu; kanaatine göre de modern cemiyetin ahlâkı dine değil, ilme dayanacaktı. Böylece de yüz yıllardan beri din adına birbirlerini boğazlayan milletler barış dönemine gireceklerdi.

Avrupa’yı kendilerine örnek alan diğer milletler de, Aguste Comte’un ve Durkheim’in görüşlerini medeniyetin temel esasları saydılar. Batıya yönelen milletlerin aydınları da genellikle ilmî ve teknik gelişme ile pozitivizmin ilim ve ahlâk telakkisini aynı görüyorlardı. Halbuki dinî duygu insanın fıtratında gizlidir. İnsan, hayatında değişen değerlerin karşısında değişmeyen değerler arar; doğum ve ölüm arasında sıkışıp kalmaktan kurtulmak, ebedî olmak ister. Tarihte ilim seviyesi hiç mertebesinde cemiyetler görülmüş, ama dinsiz cemiyetler görülmemiştir. Sovyetler Birliği’nde cemiyetin bütününden tecrit edilerek dinsiz yetiştirilmek istenen bir topluluk, eski dinlerini unutmuş, fakat bu kere puta tapmaya başlamış. Bunlar bize insanların dinlerden bir başka sisteme değil, bir dinden diğer dine, adı din olmasa da, o fonksiyonu ifa eden bir başka sisteme geçtiğini, din duygusunun veya ihtiyacının hiçbir zaman yol olmadığını göstermektedir. İnsan fıtratından dolayı din, insanlık tarihi ile yaşıttır; son insana kadar devam edeceği de açıktır.

İslâm memleketlerinde, bilhassa bizde fazla söylenmese bile, içinde bulunduğumuz iç açıcı olmayan şartların İslâmiyet’ten doğduğunu zannedenler az değildir. Bunlar Türklerin, Arapların, Acemlerin en parlak devirlerini, İslâmiyet döneminde yaşadıklarını unutuyorlar; ama hemen ilâve etmek gerekir ki bu parlak dönemlerini gene Müslüman oldukları dönemde kaybettiler. Gelişmeye engel olsaydı, parlak dönemini İslâm oldukları devirlerde yaşayamazlardı. Geri kalışlarını, ciddi bir araştırma yapmadan, üstünkörü bir şekilde herhangi bir sebebe bağlamak yanlıştır. Bu, tarih göz önünde bulundurularak ilmî tahlillerle ortaya çıkarılacak bir husustur.

Dinlere verilen değerin azalmasının, iddia edildiği üzere, barışa sebep olmadığı insanlığı kana bulayan her iki dünya savaşından da anlaşılmıştır; çünkü bu dönemlerde bilhassa Batılılar eskisi gibi dindar değillerdi ve emsali görülmemiş kıyımlara sebep olan bu iki savaşın sebeplerinin din olmadığı herkesin bildiği bir gerçektir. Aslında din bizatihi kesinlikle savaş unsuru değildir.; ya iyi algılanmamasından, yahut emperyalist emellere âlet edilmesinden dolayı savaş unsuru olarak görünmektedir. Hıristiyan olmasını teklif eden Fransız misyonerlerine Siyam Kralı’nın şu cevabı verdiği rivayet edilmektedir: “Tanrı bütün dünyada tek bir dinin hâkim olmasını isteseydi, bunu kolayca yapabilirdi; ama o birbirinden farklı pek çok dinlere müsamaha gösterdiğine göre anlaşılıyor ki her biri kendi yolunda ibadet eden çok sayıda kullarının varlığından gayet memnundur.” Bu sözler gerçek dindarlar gibi, ona teklifte bulunan misyonerleri de düşündürmüş olmalıdır; çünkü Siyam Kralı’na bir şey yapmak için güçleri yoktu. Ama misyonerlerin üç yüz yıl sonra emperyalist hırslarla gelen torunları ellerindeki ateşli silahlarla kendilerini Tanrı’nın yerine koyarak çeşitlilikten değil, yeknesaklıktan hoşlandıklarını ispat ettiler. Mütedeyyin bir Müslüman olan El-Biruni’nin de “Potanjali” tercümesinin önsözüne yazdıkları Siyan Kralı’nın söylediklerinden farklı değildi: “İnsanların fikir ve inanışları türlü türlüdür ve cihanın mamurluğu da bu inanışların çeşitliliğine bağlıdır.”

İlim duyu organlarıyla kavranabilen, din ise sezgi veya vahiy yoluyla edinilen bilgilerin kaynağıdır. Konuları da farklıdır. İlim doğruluğu veya yanlışlığı araştırılabilen hipotezlerle meşgul olur. Meselâ kâinatı Allah’ın yarattığına inanmakla, bir patlamayla oluştuğuna inanmanın arsında bugün sahip olduğumuz ilmin mantığı bakımından bir fark yoktur. Her iki iddia da doruluğu veya yanlışlığı araştırılamayan birer inançtır. Yalnız birisi vahiy, diğeri materyalist kaynaklıdır.

İlim dine ait hususları konu edinirse, özelliğini yitirir, ilim olmaktan çıkar. Aynı husus din için de geçerlidir. Bunun içindir ki Marksizm gibi ideolojiler, duyu organlarımızla kavrayamayacağımız konuları da ilmin sahasına dahil ettiklerinden ilmîlik sıfatını yitirmiş, din olmak iddiasında bulunmasalar bile, öyle bir sıfata bürünmüş, dinin yerine geçmişlerdir. İlme dair konular sınanabilir, denenebilir hususlardır. İlimler de bir noktadan sonra postulatlara dayanır; ama elde ettikleri deneye tâbi tutulabilir.

Aynı ahlâk normlarına inanmak, insanların bir arada yaşamasını sağlar. Ahlâk normları elle tutulup, gözle görülmezler; onlara sadece inanılır; iyilikleri sezilir. Kaynağında din vardır. Bunun için cemiyet hayatının esas temeli dindir. Milletler de cemiyet halinde yaşamak zorunda olduklarından, dinî bir hayatlarının olması mutlaka gerekir. Dolayısıyla din ile millet ne birbirinin alternatifi ne de çatışan iki unsurdur. Milletin bünyesinde din mündemiçtir; bir başka söyleyişle milleti oluşturan unsurların en vazgeçilmezi dindir. Farklı cemiyetlerin birbirlerine sempati ve antipatilerinin altında dinin de önemli rol oynadığı düşünülürse, iddia edildiği üzere ümmet devrinin sona ermediği kabul edilir.

Dinleri kaynaklarına baktığımızda, oralarda da bir realite olarak milletleri görmekteyiz. Tevrat’ın Sıfri-Tekvin Kitabı’nın X faslında Nuh peygamberin oğullarının adları zikredildikten sonra, şu meâlde bir cümleye rastlıyoruz. “Türlü sahalarda lisanlarına, soylarına, milletlerine göre yerleşen kavimler bunların torunlarıdırlar.” (Genese,X-5)

Kur’ân’da da milletlerin varlığına işaret eden âyetler bulunmaktadır. “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir. Hakikat bunlarda âlimler için elbette ibretler vardır.” (Er-Rum Sûresi, âyet:22) Âyete dikkat edilince, milletlerin sadece varlığına işaret etmekle kalınmadığı, “O’nun âyetlerindendir” hükmüyle de önemi belirtildiği anlaşılıyor. Dillerimizin ve renklerimizin birbirine uymaması Allah’ın birliğine delâlet ettiği gibi, “…bunlarda âlimler için elbette ibretler” bulunduğunun belirtilmesi bizleri düşündürmelidir. Herhalde dinî açıdan milletin önemli bir realite olmasındandır ki, Hucurat Sûresinin on üçüncü âyetinde işaret edilen millete Furkan Sûresinin elli dördüncü âyetinde de şöyle temas edilmiştir: “O öyle bir Allah’tır ki sudan (meniden) bir beşer yarattı ve onu soy-sop yaptı. Rabbin her şeye kâdirdir.” Sadece milletten değil, … milletin vazgeçilmez bir unsuru olarak belirtmeye çalıştığımız vatanın önemi de ihmal edilmemiştir: “Kuvvetlerin ve basiretlerin sahipleri olan kullarımız İbrahim’i, İshak’ı, Yakub’u da an. Çünkü biz onları katıksız bir hasletle (yarattık) ki yurtlarını hatırlamaları ve onun için çalışmaları (için) hâlis insanlar yaptık.” (Genese, X-5)

İmam-ı Ahmed’in rivayet ettiği hadislerden biri de şöyledir: “Hz. Nuh’un üç oğlu vardı. Sam, Arab’ın babası, Ham, Sudan’ın babası ve Yafes, Türk’ün babasıdır.” Çok yaygınlaşmış şu hadisten milliyetçiliğe kapı açıldığını da rahatça anlıyoruz: “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” Hatta İbn Haldun biraz daha ileri giderek Mukaddime’sinde dinin yaşayabilmesi için kuvvetli bir soy asabiyetine ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Sosyal olayları ilmî açıdan değerlendirip, bir toplumun, millî benliğini idrak ettiği zaman, dinî hayatının da güçlendiğini anlayabilirsek, milliyet duygusunun dini zayıflatan bir unsur değil, tersine canlandıran, kuvvetlendiren bir dinamik olduğunun şuuruna varırız.

Ama hemen ilâve etmek gerekir ki, milliyetçilik, milletlerin arasına nifak tohumları ekecek cinsten ise, İslâmiyet bu tip milliyetçiliğe cevâz vermez; zira İslâmiyet insanları “tarak dişi gibi eşit” kabul etmekte, onların mensup olduğu milletlerin birini diğerine tercih etmemektedir. El-Biruni’nin belirttiği üzere cihanın mamurluğunda hatta sosyal seviyenin gelişmesinde muharrik unsur oldukları için milletlerin muhafazasının gerekli görüldüğüne hükmetmek mümkündür.

Gerek Kitab-ı Mukades’te, gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde varlığından bahsedilmesi, din bakımından milletin sun’î değil, tabii bir realite olduğunu bizlere göstermektedir. Bu sosyal realiteyi din adına görmezlikten gelmemeli veya onu dinle bağdaşmayan, ümmetleri bölen bir unsur olarak telakki etmemeli, onun varlığındaki hikmeti anlamaya çalışmalıyız.

Milliyetçilik hareketlerinde de din devamlı göz önünde bulundurulmuştur; milletin mayasına rengini veren, kitlelere şahsiyet üniforması giydiren unsurların başında din gelir. Bazen durumun nezaketinden dolayı milliyetçilerin dine karşı tavır değişikliklerini de müşahede etmek mümkündür. Meselâ Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık savaşı veren Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar millet ve milliyetçilikleri adına kiliselerden istifade ettikleri halde, Avrupa’da Hıristiyan imparatorluklarına başkaldıranlar milletlerindeki etkisini düşünmeden kiliseyi de reddediyorlardı; zira içinde yaşadıkları imparatorluklar dine, hatta mezhebe dayalı bir mahiyet arz ediyorlardı. Fakat bu kiliseyi reddediş, milletlerin bağımsızlık sürecinde idi; bağımsızlık kazanıldıktan sonra kilise, cemiyetlerinde gerekli yerlerine oturtuldu.

Her milletin hayatında din mutlaka vardır, ama önemi farklıdır. Dinlerin muhtevası da milletlerin hayatını çok etkilemiştir. Brahma-Budizm’in millet hakkındaki görüşleri pek net değildir, ama fazla itibar etmedikleri anlaşılmaktadır. Sosyal konularla ilgilenmekten ziyade insanın iç dünyasına, metafizik âlemine yönelirler. Her kültür bölgesi gibi bu kültür bölgesinin de milletleri etkilediğinde hiç şüphe yoktur.

Son dönemlerde Musevîlik, Yahudilikle âdeta özdeşleşti. “Lânetli-seçilmişlik” etki tepkisiyle, kendi dünyalarına kapanmış bir hal aldıklarından, Yahudi kökten gelmeyen Musevî de olsa, Yahudilerin ümmet şuurları onları pek kapsamamaktadır.

Günümüzde insanlığın kaderine Batılı ve Batıdan kültür itibariyle beslenen milletler hâkimdir. Bu kültür bölgesi Yunan felsefesinin, Roma Hukukunun, Hıristiyan zihniyetiyle yoğrulmasından ortaya çıkmıştır. Hamurlarına gerçek karakteristik vasfını veren Hıristiyan zihniyetidir. Sevgi üzerine kurulan bu din, kendisine tâbi olmayanların her adım atışında günâha battığını ilân etmektedir. İşte bu noktada, insanlığa duyulduğu iddia edilen sevgi despotluğa dönüşmüş, yüzyıllarca hâkim olduğu bölgelerde insanları Hıristiyanlığı veya ölümü seçmek durumunda bırakmıştır. İkinci bir problem de Hıristiyanlığın somut (müşahhas) Tanrı anlayışına dayanmasından doğmaktadır. Bu somut anlayışından dolayı Batılı daha çok üç boyutlu dünyamızda varlığını ispat etmiştir. Batılı, maddeye hâkim olmakla insanını rahat bir hayata yaklaştırmıştır. Ama insanının ruhî meselelerine arzu edilen seviyede çözüm getirememiştir. Batı’nın sıkıntısı metafizik konulardadır; insanını etkileyen bu hususun uzun vadede maddî âlemine de yansıması muhakkaktır.

Maddeye sahip olmayan insanın dünyasını, maddeyi ele geçirmek hırsı doldurabilir; çünkü arzulanan bir nesnenin elde edilmeden, insana neler vereceği yeterince tahmin edilmemektedir. Fakat maddeye sahip olduktan sonra, ferdin hırsı ortadan kalkmakta, maddeye hâkimiyet başlamaktadır. Bu hâkimiyetin insana her şeyi vermediği anlaşılınca, insanı bir boşluk sarmaktadır. Batının hayran olacağı bir medeniyet çağımızda dünyanın bir başka yerinde bulunmadığı için bu durumun henüz ne derecede buhranların kaynağı olduğu dikkatleri çekmemektedir. Ama alkole, uyuşturucuya düşkünlük, ailenin zafiyet geçirmesi ferdî bunalımlara ışık tutmaktadır. Kültür ve medeniyetinin taşıyıcısı insan yara alınca, o kültür ve medeniyetin de sarsılması kaçınılmazdır. On dokuzuncu yüzyılın Avrupa’sıyla yirminci yüzyılın Avrupa’sını mukayese edersek, kültür ve medeniyette Batı’nın nasıl durgunlaştığını açık bir şekilde görürüz.

Hem Hıristiyan mistizmindeki somutluk yüzünden, hem de Hıristiyanlığa sırt dönerek bilimler geliştiğinden birimlerle ölçülemeyen ilgi ve ilişkiler Batı’nın ilmî mahfillerinin şuur ve vicdanına yabancı kalmış ve bilimine girmemiştir. Hatta uzun yüzyıllar maddenin dışında bir şeye inanan bir bilim insanı, ilim dünyasında bütün saygınlığını yitirirdi. Metafizik bir hususa inanmak ilimle bağdaşmaz kabul edilirdi. Bu telakki bugün için biraz yumuşamış ise de, zamanımızda bile bilimleri birimlerle tayin ve tarif edilmiş bir dünyanın içinde yaşamaktadır. Birimlerle tanımlanamayan insanî meseleler onlar için pek söz konusu değildir. İnsanlığın bu eksikliğinin giderilmesinde Türk milleti, İslâmiyet’in soyutluğu ile yoğurulan tarihî dönemlerinde sahip olduğu insanî vasıfları geliştirerek günümüzde devam ettirmesi kaydıyla büyük katkılarda bulunabilir. Tabii bunda başarısı, bilimlerin çağdaş seviyelerine sahip olması, her bakımdan ileri ülkelerle boy ölçüşebilir duruma gelmesiyle yakından ilgilidir.


Millet ve Türk Milliyetçiliği, sh: 157-164

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,38 M - Bugn : 31025

ulkucudunya@ulkucudunya.com