« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Kas

2007

GÜZEL AHLÂKLAR HAKKINDA

M. Zahit KOTKU 01 Ocak 1970

Bir aynaya bakmadan insanın kendi yüzünü ve arkasını görmesi mümkün olmadığı gibi, iç alemindeki kusurlarını görme basiretine sahip olması da, ancak peygamberlere mahsustur. Nâdiren, Üveysî denilen doğrudan doğruya Rasûl-ü Ekrem SAS'in mânen terbiyesinde yetişen bazı evliyâdan gayrisi, hep bir usûl ve sülûke tâbî olarak yetişmektedirler. Bu hususta en büyük âmil, insanın ahlâkan tekemmül etmesidir.

Onun için biraz da ahlâk-ı hasenenin lüzûmundan bahs etmek isterim. Filvâki, ahlâk-ı hasene ile tahallûk etmemiş bir kara yüzlünün bundan bahse kalkması her ne kadar doğru bir şey değilse de, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin afv ü mağfiretine sığınarak, hadis-i şeriflerde beyan buyrulan güzel ahlâklardan bazılarını beyan etmeyi münâsib görmekteyim.

"Amellerin tartılacağı o günde (ahiret günü) mizanda, ahlâk-ı haseneden daha ağır gelen bir amel olmayacaktır." (Râmûz, 383/4)

"Ahlâk-ı hasene sahibi bir kimse, o güzel ahlâkı sayesinde, çok oruç tutan ve çok namaz kılan bahtiyar kimselerin erişdiği derecelere nâil olacaktır." (Râmûz, 383/4)

Buhàri ve Müslim rivayetlerinde de:

"Ahlâk-ı hasene sahibi olanlar, muhakkak sizlerin en hayırlılarınızdandır." buyrulmuşdur.

Hazret-i Aişe validemizden gelen bir rivayette de:

"Mü'minlerin iman cihetinden en kâmili, olgunu, ahlâkan en güzel ve ehline yâni efrad-ı ailesine karşı en şefkatli ve merhametli olanıdır." buyrulmuştur. (Feyzül-Kadîr, 2/2483)

Güzel ahlâklar sayesinde ahiretin yüksek ve şerefli mevkilerine erişileceği müteaddid hadislerle beyan olunmuştur. Efendimiz SAS Hazretleri:

"Agâh ve mütenebbih olunuz ki sizlere ibadetin kolayını ve bedene de ehven gelenini bildireyim mi?.. Bunlar; sekîne, edeb ve vakar dairesinde sükûta mülâzemet ve ahlâk-ı hasenedir." buyurmuşlardır. (Feyzül-Kadîr, 3/2759)

Diğer bir hadis-i şerifte de buyruluyor ki:

Burada her şeyde ihlâsın lüzumu ile imanda da en mühim şeyin ihlâs olduğu bildirilmekte; dünya ve ahiret saadet ve kurtuluşunun muhakkak kalblerinde imanlarını ihlâsla yaşatanlar ve kalblerini her türlü gıll u gışdan àrî ve her türlü mezmum ahlâklardan berî ve bâhusus kibir, gurur, ucüb, riya, hırs, hased, gazab, şöhret ve emsâlinden temizleyenler için olduğu belirtilmektedir. (Feyzül-Kadîr, 4/6098)

Ayrıca:

"İhlâs, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin haram kıldığı bütün günahlardan uzak durmakla olur." buyrulmuştur. (Râmûz, 435/3)

Kalbini mânevi günahlardan ve insanların mânen helâkine sebeb olan ahlâk-ı mezmume-i bâtıneden sâlim kılan, dilini daima doğruluğa alıştıran, zikr-i lisânî ve zikr-i kalbî devletine nâil olan ve bu sûretle de nefsini mutmain kılan yâni emmârelikten, levvâmelikten, mülhimelikden kurtarıp, mütmainne derecesine ulaştıran ve ahlâkını da müstakim kılıp, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in sünen-i seniyyelerine tamamıyla ittibâ edenler, sàlihîn ve kâmilîn zümresindendirler. Bu gibi zevât-ı muhteremelerin bu güzel yollarını izlemek ve onların peşinden ayrılmamak devlet ve saadetini Cenâb-ı Hak cümlemize nasib ve müyesser eylesin, âmin...

Câbir RA'ın rivayetinde ise:

"Bana en sevgiliniz ve kıyamet gününde meclis cihetinden en yakınınız, ahlâkan en güzel olanınızdır." buyrulmuştur.

Bu husustaki hadisler müteaddiddir. Ebû Zer RA Hazretleri'nin rivayetleri ise şâyân-ı dikkattir:

"--Yâ Ebâ Zer! Sana iki haslet için delâlet edeyim mi ki, bunlar bedene hafif, mizanda ise diğer amellerden ağırdır." deyince:

"--Buyurun yâ Rasûlallah!" dedim.

Buyurdular ki:

"--Hüsnül-hulka ve uzun sükûta müdâvemet ve mülâzemet eyle! Nefsim yed-i kudretinde olan Hak Celle ve A'lâ'ya yemin ederim ki, bütün mahlûkat bu iki amelin misli gibi amel edemezler. Yâni, her ne kadar çok amelleri olsa dahi, yerinde sükûtun ve ahlâk-ı hasenenin sevabına erişmeleri mümkün olmaz."

Görülüyor ki, Efendimiz SAS Hazretleri gerek ahlâk-ı hasenenin, ve gerekse onun bir cüz'ü olan sükûtun lüzûmunun beyanı üzerinde ne kadar titizlikle durmuşlardır. Bütün hayırların bunlardan neş'et ettiği ve kezâlik bütün şerlerin de kötü ahlâklardan ileri geldiği herkesçe müsellemdir. İnsanlara ve bâhusus müslümanlara verilen hayırların en büyüğü ahlâk-ı hasene olduğunu beyan sadedinde, Usâme RA'ın rivayet ettiği şu hadis-i şerif de şâyân-ı dikkattir:

"Bizler Rasûlullah'ın huzurlarında terbiye, nezaket, edeb ve hayâlarımız icabı, hiç birimizin sesi çıkmaz, sâkin ve sâkit, gûyâ başımızın üzerinde bir kuş varmış gibi oturmakta iken, dışarıdan gelenlerden bazı kimseler:

'--Yâ Rasûlallah! Allah'ın kullarından Allah-u Teàlâ'ya en sevgili olan kimdir?' diye sordular; cevaben:

'--Ahlâkan en güzel olanıdır.' buyurdu."

Abdullah ibn-i Amr ibn-i As RA dan rivayet olunmuştur ki, Muaz ibn-i Cebel RA sefere çıkmak murad buyurduklarında Peygamber SAS Efendimizden vasıyyet istemişler. Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne hiç bir şeyle şirk koşmadan kulluk eyle!" buyurmuşlardır.

Tekrar tavsiyesini artırmasını isteyince:

"--Bir kusur ve kabahat işlediğinde derhal arkasından bir iyilik yap!" buyurmuşlardır. Zira,

"İyilikler kötülüklerin günahlarını giderir." Yine Muaz RA Hazretleri biraz daha vasiyyet rica etmişler. O zaman Efendimiz SAS Hazretleri:

"--İstikàmet üzere hareket et ve ahlâkını da güzel eyle!" buyurmuşlar. (Feyzül-Kadîr, 1/993)

İmam Mâlik'in Muaz RA'den bir rivayetinde: Hayvana bineceğim ve üzengiye ayağımı koyduğum zaman, Rasûlüllah SAS Efendimiz'in bana son nasihati şu olmuştur:

"--Ey Muaz, insanlarla iyi geçinecek kadar güzel bir ahlâka sahip ol!"

İmam Tirmizî'nin Ebû Zer RA den rivayetinde:

"Nerede olursan ol Allah'dan kork! Hata ve kusurlarının peşinden bir iyilik işle ki, o günahları mahvetsin ve insanlarla ahlâk-ı hasene ile ülfet et!" buyrulmuştur. (Râmûz, 13/4)

Ahlâk-ı hasenenin günahları, suyun karı ve buzu erittiği gibi eriteceği ve kötü ahlâkların da hayırlı amelleri sirkenin balı bozduğu gibi bozacağı, ifsad edeceği İbn-i Abbas RA dan rivayet edilmişdir.

Ebû Davud ve Tirmizî'nin beyanlarında şöyle buyrulmuştur:

"Mü'minlerin iman cihetinden ekmeli, en kâmili ve olgunu, ahlâkan en güzel olanıdır. Sizlerin en hayırlınız ailesine hayırlı olanınızdır. Siz kendinizi insanlara mallarınızla beğendirib sevdiremezsiniz. Belki onlara karşı tatlı dil, güler yüzle ve güzel ahlâkınızla daha çok ve daha iyi ülfet ve ünsiyet edersiniz. Zira bir Müslümana ahlâk-ı haseneden daha efdal bir şey verilmemiştir."

İnsanlar, başkaları tarafından görülmesini istemediği şeyi, yalnız kalınca da yapmamalıdır.

İmam Tirmizî, Ahmed ibn-i Hanbel, Taberânî ve İbn-i Hibban Hazretleri'nin ayrı ayrı rivayetlerinde, Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri:

"--Sizin en sevgiliniz ve ahirette de en yakınınız ahlâkan en güzel olanınızdır. Ve yine en mebğuzunuz ve ahirette de bana en uzak olanınız, ahlâkan en kötü olanınızdır." buyurmuş olmakla bu kötü huylardan burada üç tanesini beyan buyurmuşlardır. Bunlar da: "Sersârûn, mütefeykıhûn ve müteşeddikn"dur, deyince:

"--Yâ Rasûlallah! Sersarûn ve müteşeddikn'u biliyoruz, fakat mütefeykıhn nedir?" diye sormuşlar.

Efendimiz SAS de:

"--O, mütekebbir demektir." buyurmuşlardır.

Sersârûn, zorlukla ve çok konuşan; müteşeddikn" da, sözlerinde mübalağa ederek fesahat taslayandır. Mütefeykihûn da tıpkı müteşeddikn gibi ağzını lafla doldurub, belağat ve fesâhatini izhar ile, başkalarının üzerine üstünlük taslayan kibirli kimsedir. Zâten çok konuşmak, haddi zatında hiç iyi bir şey olmamakla beraber, bir de tekellüf ve belağat ve fesâhat satacağım diye böbürlenmek ve üstünlük taslamak, elbette ki kimsenin beğenmediği mezmum sıfatlardan ve huylardandır.

Allah CC Hazretleri cümlemizi kötü huylardan muhafaza buyursun ve iyi huylarla huylandırsın, âmîn...

Her şey ve her fenalık ve kötülük için tevbe etmek mümkündür. Kötü ahlâklı insan tevbe ettiği zaman, mutlaka ondan daha şerlisini işler. Allah katında kötü ahlâktan ve fenâ huydan daha büyük bir günahın olmadığı da, ayrıca beyan olunmuştur.

Efendimiz SAS Hazretleri de dualarında:

(Allàhümme innî ezü bike mineş-şikàkı ven-nifâkı ve sûil-ahlâk.) diye, kötü ahlâktan Cenâb-ı Hak'ka sığınmışlardır. (1)

(1) [Allahım, ayrılığa düşmekten, ikiyüzlü olmaktan ve kötü huylardan sana sığınırım!] (Feyzül-Kadîr, 2/1548)

Evliyâların sıfatlarını beyan eden bir hadis-i şerifte de şöyle anlatılmıştır: Onlar çok konuşmak ve kelimelerin mânâlarını derinleştirmek ve incelemek gibi huylara sahip olmadığı gibi, hiç bir bid'ati de işlemezler. Aynı zamanda çok laf etmekten son derece kaçınırlar ve sözlerin derinliğine de dalmazlar. Yapmış oldukları güzel amellerini de beğenmeyerek kendilerini müahaze ederler. Bununla beraber son derece sehàvete sahip ve mâliktirler. Öyle ki, icabında mallarını fedâ ettikleri gibi, canlarını da fedâdan zerre kadar sakınmazlar.

Sonra gönüllerinde hiç bir kimse için gıll ü gış, hıyânetlik ve dargınlık, kin ve hased gibi şeyler de bulunmaz. Bütün zâhiri ve mânevî günahlardan ve ahlâk-ı mezmûmelerden de hiç birisi üzerlerinde bulunmaz. Riyâ, kibir, kin, gazab, hırs, hased, ucüb ve gıybet gibi çirkin ve mezmum olan huylardan da beridirler. Selâmet-i sadr ile tavsif olunan bunlardır. Yarın ahiret gününde:

[O gün ne mal fayda verir, ne de evlât... Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler, o günde fayda bulur.] sırrına mazhardırlar. Mal ve evlâtların hiç birisinden fayda beklemeyip, ancak kalb-i selîme mâlik olan bahtiyarlardır.

Yukarıda zikrolunan güzel huylarla birlikte, mezmum olan ahlâklardan da uzak kalırlar ve bütün mü'minlere karşı da son derece merhametli, rahim ve şefkatli ve hem de imamlarına karşı hürmetkâr olup evliyâ-yı umûra da nasihatlardan geri kalmazlar. Büyük küçük demeyip herkese karşı şefkat ve merhametle nesàyih ve irşadda bulunurlar. İşte bu gibi bahtiyarların hürmetine rahmet-i ilâhî nâzil olur, topraklardan bereketli mahsüller hasıl olur. Düşmanlara karşı zafer de yine bunların hürmetine ihsân olunur.

GÜZEL AHLÂKLAR

Şimdi sizlere az da olsa güzel ahlâklardan bahsedeceğim. Ma'lûmunuzdur ki bu hususta söylenen hadis-i şerifler pek çoktur. Mü'minlerin en mükemmeli, ahlâkan en güzel olanıdır. En evvel lâzım olan şey ehl-i sünnet akaidi üzerine iman ve îtikaddır. Tabii bunlar olmayınca, diğer güzel huyların hiç kıymeti kalmaz. Bu hususun izahı ayrı bir bahiste bildirilecektir. Güzel ahlâkların başlıcaları, meşâyih-ı kiramdan Muhammed el Müfti el-Hàdimî KS'nun kitabında şöylece sıralanmıştır:

İhlâs, ihsân, tevâz, zikr-i minnet, nasihat, tasfiye, gayret, gıbta, sehà, îsar, mürüvvet, fütüvvet, hikmet, şükür, rızà, sabır, havf ve recâ, el-buğzu fillâh, el-hubbu fillâh, tevekkül, humûl, nazarında zem ve medhin müsâvîliği, mücâhede, hayırlı amellere sa'y, ölümü anma (hatırlama), işlerini Hakk'a teslim, ilim talebi, gönül selâmetliği, şecâat, hilim, rıfk, tevbe, ahde vefâ, va'dini yerine getirme, zühd, kanaat, hayırlara çalışmak, rikkat-ı kalb, şevk, hayâ, Allah'ın emirlerine ta'zim, el-ünsü billah, Allah'a kavuşma arzusu, vakar, zekâvet, istikàmet, edeb, ferâset, sadâkat, murâkabe, murâbata, muhasebe, muàtebe, kinini yenmek, ibadet için çok yaşamayı istemek, huşû, yakîn, ubûdiyyet, mükâfât.

KÖTÜ AHLÂKLAR

Salik için gerekli olan, muhakkak bütün işlerin azimet tarafını tercih edip, ruhsatlardan sakınması, uzaklaşması, ve bütün işlerinde Allah-u Teàlâ'nın rızasını istemesi ve Rasûlüllah SAS Efendimiz'in sünen-i seniyyesine ittibâ etmesidir. Öyle ki, azimetlerle amel, kendisinin tab'ına uyması ve adet kabilinden olmaması, dünya adamlarının yollarına gitmemesi de gerekir. Çünkü onlar bütün işlerinde Allah'tan gàfildirler. Onların gidişleri de dünya ve ahiret bakımından sonu iyi olan bir yol değildir.

Binâen aleyh ahiret yolcusu olan erbab-ı kemâlin, nefsani sıfatlardan, şeriatte mezmum, hakikatte habis olan mezmum sıfatlardan uzaklaşması lâzımdır. Bu kötü sıfat ve ahlâklar şunlardır:

Fâsid akîdeler, günahları irtikâb, tevbeyi terk, farz, vacib ve sünnetleri bilmemek, ibadete tenbellik, kibir, ucüb, kin, hased, adâvet, riyâset sevgisi, riyâ, öğünmek, hîle, hıyânet, müdâhene, hasislik, hırs, tama', harama ve mübaha meyil, şehvete meyil, çalgı dinlemek, günah yerlerinde bulunmak, hırsızlık, iftira, sövme, dövme, gıybet, kovuculuk, yalancılık, başkalarıyla istihzâ, hakaret etmek, gazab, incitme, gönül kırma, buğz, gayz, dargınlık, mücadele, imtihan, feryad ü figan, oburluk, tufeylîlik, tenbellik, sihirbazlık, sertlik, zulüm, dünya sevgisi, israf, aşırı sevinme, ahde vefasızlık, şakalaşma, tezeyyün (aşırı süsleme), rüşvetçilik fitne sevgisi seviye birliği istemek, kötü arzuları temennî, tl-i emel, arka dönme, hayâ azlığı, korkaklık, efrâd-ı ailesini kıskanmamak, ganîmet malından çalmak... vs.

Bu gibi mezmum sıfatların hepsi mânevî necislerdir. Bu necisleri hàmil olarak Hakk'a takarrüb hiç bir sûretle mümkün olmaz; zàhiri necasetlerle ibadete yaklaşmanın mümkün olmadığı gibi. Bunun için her sâlike nefsini bu kötü ahlâklardan temizlemesi ve sakınması lâzımdır ki, ind-i ilâhîde olan fevz ü felâha nâil olsun.

İYİ AHLÂKLARDAN HİLİM

İyi insan olabilmek için insanların yanında ve ind-i ilâhîde ve meleklerin katında razı olunan ahlâk-ı hamidelerle ahlâklanmak lâzımdır.

Efendimiz SAS buyurmuşlardır ki:

"Ahlâklar hazine-i ilâhîde mahfuzdur. Cenâb-ı Hak kuluna hayır murad ederse, onlardan bir ahlâkı ona ihsân eder."

Allah'ın razı olduğu ahlâkların başında hilim ile tevâz gelir. Bu iki ahlâk bütün iyi huyların menşei ve eşrefidir.

Hilim; vakar ve sekinet sahibi olmak ve yavaşlıkla beraber, ukbet etmek istedikde acele etmemek, teenni ile hareket etmektir. Bu hareketlerden netice olarak afv ve ihsan gibi büyüklükler doğar. Elbette bu, herkes indinde makbul ve memduhdur.

Hilmin seyyidül-ahlâk olduğu cümlenin ma'lûmudur. Hilim, ahlâk-ı hamidelerin en iyisidir; ve hilm, gayzını, kinini yenmekten efdaldır. Zîrâ, gayzın yenilmesi tekellüfle, zorlanarak hasıl olur. Hilim ise, hiç zorlanmaya ve tekellüfe lüzum kalmadan tabii haliyle meydana gelendir. Gayzını yutmak ve onu yenmek, bir çok zaman şiddetli mücadelelere vâbestedir ve nihayet kendine hilim sıfatı gelerek i'tiyat halini alır; bir daha hiç bunalmadan, yorulmadan, hadiseleri hilm-i tabiisiyle karşılar. Bu ise aklın kemâline delâlettir. Aklın diğer huylar üzerindeki istilasıdır. Bu sebeble gayzın kuvveti tabii olarak kırılır ve akla teslim olmaktan başka çare bulamaz.

Lâkin önceden bu hali kazanabilmek için tehallüm edinilen vasfı, ancak çalışmak, zorlanmak ve hilim sahiplerine hizmet etmekle elde etmek mümkündür. Zîrâ ilim, nasıl ki bir çok seneler erbâbına hizmet etmekle kazanılırsa; hilim de böylece erbabına hizmet etmedikçe lâyıkı vechile yapılmayacağı, herkesin meşhudu ve ma'lûmudur. Meselâ; bir merkebi bile nallayabilmek için, bir nalbanta hizmet etmeden yapmağa kalksanız, hayvanı mutlaka ya topal veya sakat edersiniz. Bu kadar basit görülen şeyler bile bir hizmete muhtaç oluyorsa, hilim denilen bu güzel huyu iktisab edebilmek için de, muhakkak hilim sahiplerine hizmet etmek lâzımdır.

Bir zât ilme merak etmiş. Evini barkını ihmal edip bir çok seneler gurbet illerinde ilim elde etmeğe çalışmış ve nihayet memlekine dönerken yolu üstünde bulunan kâmil bir zâta uğramış, Halini ona arz etmiş. O zât:

"--Evlâdım kazandığın bu ilimle etrafına lâyıkı vechile faydalı olman mümkün olmaz. Her halde benim nasihatlerimi ehemmiyetle dinlemen gerekir." deyince;

"--Buyurun efendim, sizi dinliyorum!" diyerek önünde diz çökmüş.

Fakat üstâz-ı kâmil ona:

"--Yok, öyle hemen bir şeyler söylemekle olacak şey değildir bu!.. Sen bakalım burada bize de biraz hizmet et de, biz sana lâyık olduğun zamanda müsaade ederiz." diyerek onu alıkoymuş.

İki sene hizmetinde devam ettikten sonra, hilmin ve sâir güzel ahlâkların ne demek olduğunu anlamış ve kendine hâl edinmiş olunca, evine dönmesine müsaade etmiştir. Evine vardığında ilk karşılaştığı çok mühim bir vaziyetten, ancak o kâmil zâta olan hizmetleri neticesinde elde ettiği hilim ve sabır sayesinde kendisini kolayca kurtarmıştır.

İlim teallümle olduğu gibi, hilim de tehallümledir Hayır temenni edenlere hayır verilir. Şerlerden korunmak isteyenler de korunur. Binâen aleyh, hilmin iktisâbı evvelâ tekellüfle, şiddetle mukàbele ve zorlanmakla; zoru zoruna dedikleri gibi, uzun zamanlar mücâhede ve mücadelelerle mümkündür. Yoksa hemen kolayca elde edilebilmesi mümkün değildir.

Maamâfî bazı zevât-ı muhtereme bu huylar, hilkaten, cibillî olarak, andan doğma verilmiştir. Fakat bunlar müstesnâ kimselerdir. Velîlikleri ezelde tahakkuk eden bahtiyarlardır. Bizlerse hiç de öyle değiliz; her iyi huyu kazanabilmek için mutlaka erbâbı olan ahlâk-ı kâmile sahiplerine lâyıkı vechile hizmette bulunmalıyız. Bu sebeptendir ki:

"--İlmi taleb ediniz; fakat ilimle beraber sekine, vakar ve hilmi de taleb ediniz! İlim öğrendiğiniz üstadlarınıza ve ilim öğrettiğiniz talebelerinize karşı yumuşak olunuz; sakın cebâbire, zàlim, gaddar, kimselerden olmayınız!" diye ne güzel tavsiyelerde bulunulmuştur.

Sonra cehliniz ilminize gàlipolur da hiç bir fayda temin edemezsiniz. Zîrâ tekebbür ve cebbarlık, gazab sıfatını kamçılar da hilimden ve yumuşaklıktan sizleri alıkoyar.

Bakınız şu dua ne kadar güzeldir:

"--Yâ Rab! Beni ilim, gınâ ve hilimle zînetlendir. Takvâ ikrâm eyle, afiyetle de cemallendir."

Hem dâimâ Cenâb-ı Hak'tan yükseklik isteyiniz. O yükseklik ise; sana darılıp ayrılanlara, senin gidip ziyaret etmekliğin ve seni hayırlardan men edene, senin vermekliğindir. Sana câhillik edene karşı da, zorla, nefsini, gazabını, kinini yenerek, yumuşak davranmaklığındır.

Beş şey bizlere peygamberlerin sünneti olarak verilmiştir. Bunlar: 1. Hayâ, 2. Hilim, 3. Cemaat, 4. Misvak, 5. Güzel kokudur.

Hazreti Ali KV Efendimiz der ki:

"--Müslim kişi hilmi sayesinde sàim ve kàim olanların derecesine ulaştırılır. Müslüman kardeşlerine karşı olan haklarını, onlara bağışlayan kimseler de, hiç şüphesiz mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olurlar."

Gazablarını yenerek hilim ile muamele eden kimselerden, Cenâb-ı Hakk'ın azabını men edeceği; Rabbine karşı özür dileyenlerin özrünü Cenâb-ı Hakk'ın kabul edeceği; kardeşlerinin aybını saklamakla, onların da ayıblarını Cenâb-ı Hakk'ın örteceği bildirilmiştir.

Sizlerin en kuvvetliniz, en hilimle, yumuşaklıkla, afv ile muamele edeninizdir. Gücü, kuvveti yettiği halde yine afv ile muamele eden de, hilim sahibidir.

"--Her kim gücü yettiği halde, yâni hasmına lâyık olduğu cezayı verebilecek kudrette olduğu halde affedip ona hilimle muamele ederse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde, onun kalbini rıza-yı ilâhîsiyle dolduracaktır." Bir rivayette de, "Allah-u Teàlâ onların kalblerini emn ü iman ile dolduracaktır." diye buyrulmuştur ki, ne büyük bir devlettir.

İnsanın gazabını, Allah-u Teàlâ'nın rızasını taleb ederek yenmesi, büyük ecre sebep olur. Her kim kàdir olduğu halde gazabını yenerse, hem kalbi iman ile doldurulur, hem de yarın kıyamet gününde bütün halkın arasında kendisine yüksek bir imtiyaz verilerek, cennet hurilerinden istediği kadarı emrine verilir.

Lokman Hekim oğluna nasihatinde demiş ki:

"--Oğlum! Sakın bir kimseden yüzsuyu dökerek bir şey isteme! Kinini, gayzını, gazabını yen ki, senin de gizli, mahcub olacağın esrarların, kabahatlerin meydana çıkmasın... Ve yine kendi kadr ü kıymetini bil ki, hayatın ve yaşayışın sana fayda versin."

Bu sebepten buyrulmuş ki:

"--Bir an bile olsa hilimle muamele etmek, bir çok şerleri def eder."

Bütün ilim ehli ittifak edip demişler ki:

"--Gazab halinde hilimle hareket, amellerin efdalidir."

Bütün büyükler bu hususlarda hep bizlere örnek olmuşlar ve kendilerine karşı yapılan haksız ve yanlış hareketleri, müsamaha ile karşılayıp affettiklerini ve onlara güç ve kuvvetleri yeter olduğu halde dahi ceza yapmadıklarını bizzât göstermişlerdir.

Hilim bahsi, İmâm-ı Gazâli KS Hazretleri'nin İhyâ-yı Ulûm'unda bir çok örneklerle doludur. Bâhusus, Hazret-i Ömer RA gibi bir zâta karşı söylenen sözler hiç affolunmaz cinsten olduğu halde, o büyük insan hep nefsini yenerek, gazabını yutarak afv ve müsamaha ile muamele buyurmuştur. Hatta bazılarına da çok büyük hediyelerle karşılık vererek taltif buyurmuşlardır. Bunlardan birisi kendi torunlarıdır ki, aleyhinde konuşmasına muttali olunca, ona gayet güzel bir elbiselik kumaş ile bin dirhem verilmesini emir buyurmuşlardır.

Bu konuda Hazret-i Ömer RA'in bir sarhoşa verdiği ders dikkate şayandır. Bir gün huzurlarına bir sarhoşu getirmişler. Adam Hazret-i Ömer'e RA karşı münasebetsiz ve tahrik dolu sözler söylemiş. Böyle iken Hazret, sarhoşu affetmiş ve salıvermiş. Bu hareketine şaşıranlar, neden böyle yaptığını sormuşlar. Cevaben:

"--Eğer o sırada ben ona ceza verecek olsaydım, sırf nefsime uyarak, ona kızdığım için cezalandıracaktım. Ben ise hiç bir kimseyi nefsim için cezalandırmayı uygun görmem." buyurmuşlardır.

Hiç şüphe yok ki, bu hadiseler bizler için pek büyük birer ders-i ibrettir. Hemen öyle kızdığı vakitte ağzından çıkanı kulağı duymayacak derecede mukàbelede bulunmanın; sonra gücüne, kuvvet ve kudretine güvenerek o zavallıyı perişan etmenin, elbette muvâfık bir hatt-ı hareket olmadığını her akl-ı selim sahibi teslim eder.

Yine ma'lûmdur ki, bu gibi hareketler aklın zayıf, nefis ve şehvetin gàlipolmasından ileri gelir ki, bunlar insan sıfatı değildir. Bu gibi hareketler ancak hayvanlara yakışır. Çünkü insan mümtaz bir mahlûktur. Allah-u Teàlâ onlara, hiç bir mahlûka vermediği akıl, zekâ, vicdan, ruh yüksekliği, merhamet, şefkat, acıma ve yardım etme, hürmet, saygı ve sâire gibi üstün vasıflar vermiştir. Halbuki diğer mahlûkların hiç birisinde böyle bir şey göremezsiniz. Onlar ancak şehvetlerinin esiri olduklarından, canları nasıl isterlerse öyle hareket ederler. Kuvvetleri nisbetinde de birbirlerine musallat olurlar. Acımak, merhamet etmek, günah, ayıb diye bir şey bilmezler.

Onun için insanın kıymeti çok büyüktür. Hele ince ruhlu, kâmil ve olgun bir Müslümanın hali... Sana biri sövsün, çirkin sözler söylesin; sen de ona karşı çeşitli hediyeler vermekle mukabele et... Bak zalimi, kötü ahlâk sahibini nasıl yola getiriyorlar? Halbuki ağır cezalar yapabilirlerdi ve haksız da değillerdi.

Kötü huy ve kötü ahlâk sahibi böyle sert cezalarla hemen ıslah-ı nefs etsin; bu olmaz. Fakat onun kapalı olan insanlık damarlarını okşamak sûretiyle, --ne de olsa bir insandır-- bakarsınız ki hem mahcup olur, hem de bir daha böyle adîliklere teşebbüs etmeğe çekinir. Binâen aleyh, ona iki türlü ikram edilmiş oluyor: Birisi cezadan kurtuluyor, diğeri ise kendisi intibaha davet edilmiş oluyor. Bu da çok büyük bir nasihat ve ders-i ibrettir.

Üç şey, üç huy, üç haslet kimde bulunursa o kimsenin Allah'a imanı kemâl derecesindedir: Birincisi: Razı olduğu zaman, rızası onu bâtıla götürmüyor. İkincisi: Kızdığı zaman, gazabı onu Hak'tan çıkarmıyor. Üçüncüsü: Gücü yettiği vakitte bile, kendisinin hakkı olmayan bir şeyi almıyorsa, o en bahtiyar kimse demektir.

Selman-ı Farisi RA nasihat isteyen bir kişiye buyurmuşlar ki:

"--Kızma!"

Adam her halde gazub bir kimse olsa gerek ki:

"--Kızmadan yapamam!" demiş.

"--Öyleyse, kızdığın vakit eline ve diline hakim ol!" buyurmuş.

Yâni nefsini yenmesini bil, gazabına esir olma, insan gibi hareket et! Çünkü insanlar hayvanlar gibi değildirler, öldükten sonra hayvanlar gibi helâk olup gitmeyecekler. Belki cennet ve cemâlullah ile müşerref olacaklarından, her halde ve mutlaka nefislerine hakim olmaları iktizâ eder. Zîrâ o ahiret saadeti, cennet ve cemâlullah, öyle para ve pul ile alınır bir şey değildir. Belki insanlığın ve müslümanlığın îcâbına göre hareketlere vâbestedir.

İnsan şöyle biraz düşünecek olsa kâfîdir. Bizim yaratılışımızın esası, kökü şu kara topraktır. Halbuki bu toprak biraz evvel güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Hayatı sönmüş, boşluğa atılmıştı. Bak Cenâb-ı Hak ona nasıl tekrar hayat verdi. Bizim hayatımıza sebep olan bütün gıdalarımız da orada yetişiyor. Sonra biz de onları yiyoruz. Kan olup şu vücudumuzun hayatiyetini devam ettiriyor. Bir de bakıyoruz ki, her bir a'zâmız ayrı ayrı görevde... Hikmetine aklımız bir türlü eremez.

Kimi göz olmuş kâinâtı seyreder. Kimi kulak olmuş hadiseleri dinler. Kimi burun olmuş envâi çeşit kokulardan koku alır. Hele o akıl; ona ne akıl erer, ne de fikir! Olmuşu, olacağı anlar ve sezer, insana istikamet verir. Ne acaib bir nîmet!..

O topraktan yine kimi et, kimi deri, kimi yağ, kimi barsak, kimi mide, ciğer, kalb, el, ayak; neticede şu eşine rast gelinmez, kâinatı içine almış zübde-i mahlûkat oluyor. Biraz hastalansa, ya donacakmış gibi üşür veya sıtmalı hastalarda olduğu gibi ateşler içinde yanar. İşte iki kuvveti de mutedil olarak insanda cem eden Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri, cennet ve cehennemi de onun için halk etmiştir.

Sakın inkârcılar gibi inkâra kalkma! Kendini düşün, hem pek iyi düşün! Senin gibi çok üstün bir mahlûku şu topraktan yaratan, madde ile mâneviyatı sende toplayan, hiç görülmedik esrar ile seni dolduran Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu kuvvet ve kudreti karşısında insana lâyık olan şey; ona teslim olup, sözlerini kabul edip emirlerine imtisal etmek ve yasaklarından kaçmaktır. Çünkü her söylediği binlerce ve belki de yüzbinlerce hikmetlerle doludur. İşte sen bu gün meydandasın. Bak sana bu gün gökleri bile fethetmiş, yer ve gök hepsini senin emrine vermiştir.

Ey insan daha ne istiyorsun?.. İşte, sen sözünü dinlediğin takdirde, o hazırlamış olduğu cenneti ile beraber, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayale bile gelmeyen envai çeşit nîmetleri ile seni taltif edecektir. Buna mukàbil, münkirler için de o azab evi olan cehennemi yaratmıştır ki, bu kadar envâi çeşit sayısız, hesapsız nîmetlerle kendisini özemiş bezemiş olduğu halde, nankörlük edip onu tanımayanlar ve yolunda gitmeyenler için, böyle cezaya elbette ki lüzum vardır.

Cenâb-ı Hak bizleri lütf u keremiyle, Hakk'ı tanıyan ve Hak yolunda ömrünü ifnâ edip, Hakk'ın rızasına nail olduğu halde cennet ve cemâliyle müşerref olan kullarından eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

Biz yine mevzuumuza dönelim:

Kur'an-ı Kerim'in içinde Hak kelâmındaki "Rabbâniyyîne, selâmen, hevnen, kehlen, kirâmen..." gibi kelâmlar hep hilim sıfatıyla tefsir edilmiştir. Sonra bir duada:

"--Ya Rab! Bana o zaman erişmesin, ben de o zamana erişmeyeyim ki, o zamanda ilim sahiplerine uyulmaz ve hilim sıfatıyla muttasıf muhterem kişilerden utanılmaz." buyrulmuştur.

O zamanda insanların kalbleri, insanlık ve İslâmlıkdan uzak, tıpkı Acemlerin kalbleri gibi olacak ki, bu her ne kadar lisanları Arab lisanı üzerine ise de, kalblerinin İslâmlıktan uzak oluşu dolayısıyla sözlerinin kıymeti yoktur demektir.

Eşca' isminde bir zât, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz Hazretleri'ne kabilesi namına elçi olarak gelmişti. Efendimiz SAS Hazretleri ona hitàben buyurdu ki:

"--Yâ Eşca'! Sende Allah ve Rasûlünün sevdiği iki huy vardır."

"--Anam babam sana fedâ olsun, onlar nedir?" diye sorduklarında:

"--Onlar hilim ve teennîdir." buyurdular.

Bunların cibillî olup olmadığını tekrar sorduğunda:

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri, seni o iki cibilliyette halk buyurmuştur." dediler.

Bunun üzerine Eşca', Rasûlünün sevdiği bu iki huy ve ahlâkı kendisine ihsân ettiği için, Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne hamd ü senâda bulunmuştur.

Bu demektir ki, hilim ve teennî ile hareket her halde ve herkes için pek lüzumlu ve ehemmiyetle üzerinde durulmağa lâyık ve şâyestedir. Onun için, her müslümanlık davasında bulunan kimselerin, bu huyları iktisab edip kazanmaları lâzımdır.

Her kimde şu üç şeyden birisi bulunmazsa onun amellerini bir şeyden saymayınız ve kıymet vermeyiniz:

Birincisi: Kendisinde Allah-u Azze ve Celle Hazretleri'ne karşı meàsî (isyan) işlemesine mânî olan bir takvâ yoksa.

İkincisi: Akılsız ve sefih kişilerden kendisini men edecek bir hilmi yoksa.

Üçüncüsü: Halk ile güzelce geçinebilecek iyi bir ahlâka sahip değilse.

Bu sûretle bizlere takvânın, hilmin ve güzel ahlâkın lüzumu ne güzel duyurulmuş olmaktadır. Bize düşen hemen kuşaklarımızı sıkarak, mücadele ve mücâhede-i nefs ile bu huyları kendimize tabii olarak mal etmeğe çalışmaktır.

Yarınki kıyamet gününde, --ki bunda hiç şüphemiz yoktur-- bütün mahlûkatın toplandığı o ahiret günüde, bir münadi nida edip ehl-i fazlı sorar. Onlar da derhal toplanıp cennete doğru sür'atle giderlerken, melekler kendilerini karşılayıp, böyle sür'atle cennete doğru gidişlerinin sebebini sorar. Onlar da cevaben:

"--Bizler ehl-i fazlız." derler.

Melekler de:

"--Sizin o fazlınız nedir?" derler.

Onlar cevâben:

"--Bize zulm olunduğu vakit sabr eder, bir kötülük yapıldığı zaman da afv ü mağfiret ederdik; bizlere câhilâne muamele olunduğu zaman da, hilim ile mukàbele ederdik." derler.

O zaman melekler de:

"--Buyurun cennete giriniz. Orası böyle iyi işler ve ameller işleyenlerin ne güzel yeridir." diye onları taltif buyururlar.

Hazret-i Ömer RA buyururlar ki:

"--İlmi öğreniniz ve ilimle beraber sekîne, vakar ve hilmi de teallüm ediniz!"

Ne güzel bir tavsiye! Zîrâ sekîne, vakar ve hilmden àrî olan ilimden, matlub olan fayda hasıl olmayacağı açıkça beyan buyrulmuş oluyor.

Hazret-i Ali KV'nin şu sözleri ne kadar kıymetlidir:

"--Hayır, malın ve çocukların çokluğunda değildir. Belki hayır, sizin ilminizi çoğaltmakla beraber, hilminizi de artırmanızdadır." buyurmuşlardır.

Bununla beraber Allah-u Teàlâ'ya karşı yaptığını ibadetle sakın insanlara karşı övünme! Yâni, "Ben geceleri bu kadar ibadet eder, gündüzleri de şöyle oruç tutarım!" deme!

Bir iyilik veya iyi bir amel işlediğin vakit, Allah-u Teàlâ'ya hamd ü senâ eyle! Bir seyyie, bir günah veya hoş görülmeyecek bir fenalık işlediğin zaman da, hemen arkasından Allah-u Teàlâ'dan mağfiret dile.

Hasan-ı Basrî KS Hazretleri de:

"--İlmi taleb ediniz ve onu vakar ve hilimle ziynetlendiriniz!" tavsiyesinde bulunmuştur.

"--Hilmin ilk mükâfâtı câhillere karşı bütün insanların, hilim sahibinin yardımcısı olmasıdır." diye Hazret-i Ali KV Efendimiz söylemişlerdir.

Muâviye RA de:

"--Bir kişi rey sahibi olamaz, tâ hilmi cehline gàlip olmadıkça..." diyor.

Demek ki, hakîkat-i reyin yaşın onsekiz olmasıyla değil, aklın kemâle gelmesiyle gerçekleşmiş olacağını bildiriyorlar ki, pek mühimdir ve üzerinde durulmağa değer. Daha sonra da şunları ilâve ediyor:

"--Sabrı da şehvetine gàlip gelmesi gerektir."

Tabii, bu da pek kolay değildir, ancak ilmindeki kuvvet ve kemâle vâbestedir. Şu halde rey sahibi demek, hilmi cehline, sabrı da şehvetine gàlip olan demektir ki, o da ancak ulemâ-yı zevil-ihtirâma mahsustur. Bunun ne kadar doğru olduğunu, zamanlar bize pekâlâ göstermektedir.

Bu günün reyi, ma'lûm olduğu vechile, onsekiz veya yirmi yaşını dolduran kadın erkek her insana; gerek câhil, gerek alim, gerek hasta, gerek ihtiyar, gerek sakat herkese şâmildir. Halbuki bu zavallıların çoğu, evinin idaresinden bile àciz, aklı hiçbir şeye ermeyen kimselerdir. Kim nereye çekse o tarafa gitmeğe meyyal, hani akan suyun içindeki ufak taş, kumların suyun önünde yuvarlandığı gibi, idarecilerin önünde yuvarlanıp giderler ki, böylelerinin memleket için çok büyük zararlar îras edeceğinden şüphe yoktur.

Bu günkü profesörlerimizin bile, dince ma'lûmatları olmadığından, "Şeriat isteyenleri şöyle yaparız!" diye, küfre kadar kendilerini sürükledikleri görülegelmektedir. Halbuki, dünya işlerinde bile lâyık olduğumuz seviyeye, senelerden beri bir türlü ulaşamadığımız bir gerçektir. Her gelen idarecinin ilk vazifesi, iş başındaki eski sâkıt idareye mensup, senelerin tecrübesine sahip iş adamlarını hemen değiştirmek ve yerlerine kendi adamlarını oturtmak oluyor ki, çok yanlış bir zihniyet olsa gerektir.

Çünkü hiçbir memurun, hiçbir idarenin adamı olmaması ve yalnız milletin işlerini görmeye mâtuf, seçilmiş, tecrübeli ve ahlâkan temiz kimselerden olması gerekir. Ancak bulunduğu yerin ehli değil de, vazifesini hakkıyla yapamıyorsa, o zaman tabii daha lâyıklısı aranır. Fakat idarecilere alet olamazlar. Dünkü mağlup Japon ve mağlup Alman'a, hele komşumuz, dünkü yavrumuz Bulgar'a ne dersiniz?.. Hepsi de bizi fersah fersah geçmişlerdir. Dünya işlerinin bu durumu, aklın kemâline değil zaafına alâmettir.

Ve yine Muâviye RA'a birisi soruyor:

"--En cesur ve şecâatli insan kimdir?"

O da cevaben:

"--Hilmiyle câhilin cehlini reddedendir." diyor.

Tekrar:

"--En cömert kimdir?" diyor.

Cevâben:

"--Dinin salâhı için, dünyasını verendir." buyuruyor.

Enes RA, kendisine şetmeden bir adama şöyle demiş:

"--Eğer sözlerin yalan ve iftira ise, Allah seni mağfiret etsin... Eğer sözlerinde sàdık isen, yâni ben senin dediğin gibi kötü bir adam isem, Allah beni mağfiret etsin..."

Ne güzel cevap!

Muâviye RA, Gurabe isminde bir emire, kavminin halinden ve onları ne şekilde idare ettiğinden sormuş. O da cevâben şöyle demiş:

"--Câhillerini hilimle karşılar, isteyenlere istediklerini veririm ve onların hacetlerini görmeye ve bitirmeye çalışırım."

Bakınız reîsül-müfessirîn olan Hazret-i Abbas'ın oğluna biri sövmüş. O da mukàbeleten:

"--Bu adamın hacetlerini sorun da verelim!" demiş.

Bunun üzerine o zavallı başını önüne eğerek mahcûbiyet ve pişmanlıkla af dileyerek çekilip gitmiş.

Bakınız insanlık ne kadar güzel bir şey, eğer ona, söyledikleriyle mukàbele edilseydi, neticede kimbilir ne çirkin ve korkunç hadiseler çıkabilirdi.

Şu da bir başka canlı misâl:

Ümmetin efdali, Peygamber SAS Efendimizin kaynatası ve İslam milletinin ilk halifesi Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk RA, Rasûlüllah SAS Hazretleriyle beraber oturdukları bir sırada bir adam gelip, Hazret-i Ebû Bekir RA'a karşı itâle-i lisanda bulundu. Bir müddet Hazret-i Ebû Bekir hiç sesini çıkarmadı. Fakat nihayet dayanamadı. Mukabeleye yeni başlamıştı ki, Hazret-i Fahr-i Kâinat SAS Efendimiz ayağa kalktı. Giderken, Hazret-i Ebû Bekir RA:

"--Ya Rasûlallah! O adam bana o çirkin sözleri söylerken oturup duruyordunuz. Şimdi ise ben mukabeleye başlayınca, neden kalkıp gidiyorsunuz?" demeleri üzerine, Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Yâ Ebâ Bekir! O, size karşı sözlerini söylerken bir melek ona cevap veriyordu. Şimdi ise, siz hakkınızı müdafaaya kalkıp konuşunca; melek gitti, yerine şeytan geldi. Ben de meleğin olmadığı ve şeytanın bulunduğu yerde oturamam." buyurmuşlardır.

Ne kadar şâyan-ı dikkat değil mi?.. Her ne kadar bu gibi insanlara mukabele etmek, cevap vermek mümkünse de, --ki buna ruhsat da vardır-- efdal olanı susmaktır. "Câhile en güzel cevap sükûttur." demişlerdir. Susmak zillet değildir, zelil ancak zàlimlerdir.

Halil ibn-i Ahmed diyor ki:

"--Sana kötülük edene karşı iyilik yapıp ihsanda bulunmak, onunla senin aranızda bir perdedir ki, onun fenalığı sana tesir etmez ve onun pişman olmasına sebep olur. "

İnsan her ne kadar bu hilim sıfatı ile muttasıf değilse bile, zorla kendini halim yapmağa çalışması lâzımdır ki, dünya ve ahiret saadetine nâil olsun. Çünkü hilim ile, bir müddet sonra o kimsenin sana köle olacağına şüphen olmasın.

Şu beş haslet kimde olursa bütün güzel huyları kendisinde toplamış olur: Bunlardan birincisi hilim... İkincisi, kimseye eziyet etmemek... Üçüncüsü, kişiyi Allah'tan uzak eden kötü hareketlerden, işlerden, halâs etmek, kurtarmak... Dördüncüsü, bir kişinin nedâmete ve tevbeye dönmesine sebeb olmak... Beşincisi, zemden sonra medhe vesile olmak... Bunların hepsinin, şu dünya metaının birazını vermekle mümkün olmadığı dâimâ görülegelen şeylerdendir.

Vehb diyor ki:

"Merhamet edene merhamet olunacağı gibi, sükut edenler de selâmete erişirler. Câhilin dünyada nasibi nedâmettir. Şerre haris olanlar hiçbir zaman rahatlık ve selâmet bulamazlar. Mücadeleyi terk etmeyenler, dâimâ şetm olunurlar. Şerlerden kaçmayanlar da günahlardan kurtulamazlar. Şerleri kerih görenler ise korunurlar.

Allah-u Teàlâ'nın vasiyyetine uyanlar hıfz olunurlar. Allah'ın gazabından korkanlar, emin olurlar. Allah-u Teàlâ'nın velîsi olduğu kimseler, her türlü fenâlıklardan men olunurlar. Allah'tan istemeyenler, dâimâ fakir kalırlar. Allah'ın mekrinden emin olanlar, rezil, rüsvay olurlar. Allahu Teàlâ'ya sığınanlar da her zaman her yerde ve her işte zafere ulaşırlar. Ves-selâm..."

Bir adam Malik İbni Dinar (Rh.A)'e:

"--Sen benim için şöyle böyle söylemişsin?" deyince; o da:

"--Ne mümkün? Sen bana bu takdirde nefsimde daha ekremsin demektir. Eğer ben sana böyle bir şey söylediysem ,bütün hasenatımı sana hediye etmiş ve bağışlamış olurum." demiştir.

Bazı ulema buyurmuşlardır ki:

"Hilim, aklın en yüksek derecede kemâline işarettir."

Hele İsâ Aleyhisselâm'a, yahudilerden bir cemaat fenâ ve şer sözler söyledilerse de, o bunlara mukàbeleten hep hayır söylemiştir. Demişler ki:

"--Onlar sana ne diyorlar; sen de onlara ne söylüyorsun?"

Buyurmuşlar ki:

"--Herkes kendi hazinesinde ne varsa, onu harcar."

Görülüyor ki, kötü ve fenâ sözler sahibinin fenâlığına; iyi ve hayırlı sözler de, sahibinin iyiliğine alâmettir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, bunlar hep imandan sonraki şeylerdir. Yoksa imansız olan bir kimsenin şöyle iyi ahlâkı, böyle iyi huyu var demek, cömertliğinden bahsetmek bizim sadedimizin dışındadır. Onlar ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, nihayet yerleri cehennemdir. Zîrâ imansızların yeri cehennemdir, ves-selâm.

"Hilim, her eleme şifadır." da denilmiş; içe de şifa dışa da şifâ...

Aziz kardeş! Şimdi senden benim ricâm şu: Bunları okudun ya, bakalım kendini bu terazi ile bir tart, ona göre hal ve hareketlerini güzelce ayarla! Doktor insanın kendisi olmadıkça, dışardan gelen doktorun tavsiyesinin ne kıymeti olur? İlaçları vaktinde almazsan, perhizlere ve tavsiyelere riayet etmezsen, doktor sana ne yapsın?..

Bu konuda İmam Şafiî'nin şu sözleri şâyân-ı dikkattir. Buyurmuşlar ki:

"--Kızılması lâzım gelen bir yerde kızmayan hımardır, yâni merkebdir. Razı olması istenen bir yerde razı olmayan, şeytandır."

Pek güzel bir sözdür. Günah ve ma'siyetlere göz yummak ve bunları müsamaha ile karşılamak elbette akıl kârı değildir.

Barışılması istendiği halde barışmamak da affolunmaz bir kabahattir. Burada aklıma bir hikâye geldi.

Vaktiyle firavunlardan biri hamamda yıkanırken, şeytan aleyhilla'ne ona kendisinin kim olduğunu sormuş. Firavun, hiç görmediği bir kimse olduğu için, "Bilmiyorum!" diye cevap vermiş. Şeytan:

"--Öyle ise sen nasıl tanrılık davası yapıyorsun; daha karşısındakini bilmiyorsun?" demiş.

Sonra da kendini takdim ile:

"--Acaba senden ve benden daha kötü bir kimse var mıdır? Sen tanrılık davası yapan firavun ben de, rahmet-i ilâhîyyeden kovulmuş bir şeytanım."

Yine cevabını kendisi şöyle vermiş:

"--Evet, senden ve benden daha fenâ ve kötü adam odur ki, kendisinden özür dileyip af isteyenin özrünü kabul etmez.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak cümlemizin kusur ve günahlarını affeyleyip, rıza-yı ilâhîsine muvafık amellere ve bu hilim sıfatıyla ahlâklanmak şerefine, sizleri de bizleri de muvaffak eylesin... Âmin...

Asıl hüner her şeyi yerli yerinde yapabilmektir. Bu da kuvvetli bir ilim ve mağlub olmaz nefislerle mümkündür. Azgın nefislerde her ne kadar ilim olsa da o kişi yine nefsinin esiri olmaktan kendini kurtaramaz. Onun için herkese ve bâhusus her ilim sahibine tasavvuf şarttır. Tasavvufsuz ilimler hebâen mensrdur. Zühd, takvâ, hilim, sabır ve sâir ahlâklar hep tasavvufun mahsûlüdür ves-selâm...



HAKÎKAT-İ İMAN

İnsan hadd-i zâtında çok zayıf ve àciz bir mahlûktur. Her an ölüme mahkûm olduğu halde, kendini bundan kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Eğer doğumu ile ölümü arasında geçirdiği hayatı içerisinde Halik-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in emirlerine itaat ve yasaklarından korunup kaçınmak suretiyle iyi ahlâklar elde edip, kötü huylardan da uzak kalabildiyse, ne mutlu bu bahtiyar müslümana!

Zîrâ;

"Lâ yubliğul abdu hakikatel imani hatta yahzune min lisànihi." buyrulmuştur ki, kulun hakîkat-i imana ulaşması, dilini kötü ve fena şeylerden muhafazasına vabeste olduğu söyleniyor. (Feyzül-Kadîr, 6/9943)

Çünkü dilin aynı zamanda gönlün de tercümanı olması sebebiyle, dilinden Allah ve Rasûlü'nün razı olacağı güzel şeyleri söylemesi ve bilhassa nasihat ve irşad gibi makbul ve memduh ameller işlemesi, o kulun kalbinin temizliğine ve güzelliğine alâmettir. Bunun aksine, Hak Celle ve A'lâ'nın ve Rasûlü SAS Hazretleri'nin emir ve arzularına muhalif, yalan ve faydasız, boş laflarla, dedikodu, mâlâyâni gibi günahı mucib sözlerle meşgul olan kimselerin ise, bu hareketleri ve sözleri, gönüllerinin ve kalblerinin bozukluğuna ve zulmetine alâmet ve işarettir.

Nitekim,

(arapca metin)

hadis-i şerifinde de açıkca beyan olunduğu gibi, "Kişinin imanının doğruluğu, kemâl-i iman sahibi olması, kalbinin doğru olmasına bağlıdır."

Onun doğruluğu ise;

(arapca metin)

ile bildirilmiştir ki, "Kalbin doğruluğa da dilin doğruluğuna bağlıdır." demek olur. (Râmûz, 488/3)

Çünkü her kap, içinde ne varsa onu döker. İçinde bal varsa bal, zehir varsa zehir sızıp akacağı cümlenin ma'lûmudur. Gönlü Hak ile ve hakîkatlerle, ma'rifetlerle dolu olan bir kimseden, tabiatiyle uygunsuz ve fena söz çıkmaz.

Diğer a'zâ ve cevârih de dile bağlıdır. Her gün bütün a'zâlar dile yalvarırlar; "Sen doğru oldukça, biz de doğruyuz; sen bozulunca, biz de bozuluruz." derler. Buna binâen, dilin doğruluğu bütün a'zâ ve cevârihin de doğru olmasını intac eder. Cevârihin doğruluğu da, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nin sünnet-i seniyyelerine inkıyad ile, onlara muhalefetten son derece ictinab etmektir. İşte bu da kalblerinin gayet müstakim olduğuna delâlet eder ve imanın kemâline alâmettir.

Râmûz-u Şerif'in 483. sayfasında şu hadis-i şerif yer alır:

Meâli: "Kul, belki de mahzurludur düşüncesiyle, ilk bakışta kötü bir tarafı görülmeyen şeyleri bile terk edecek kadar titiz davranmadıkça, takvâ ehli olma mertebesine erişemez."

Abdullah ibn-i Ömer RA'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu husus daha açık olarak bildiriliyor:

Meâli: "Kul, imanın hàlis ve sàfîsine erişemez, boş ve faydasız sözleri ve latîfeyi (şakayı) ve bahusus kizbi (yalanı) --velev şaka kabilinden dahi olsa-- terk etmedikçe ve haklı bile olsa münakaşayı bırakmadıkça..." (Râmûz, 483/6)

Çünkü münakaşa, insanları büyük günahlara sokmaya sebep olur. Arkadaşlar arasında ayrılığa, nefrete, hattâ muhàsamaya kadar götürür. Bundan naşi münakaşadan son derece sakınmak lâzımdır. Münakaşa aynı zamanda kibir alâmetidir.

Hazreti Enes RA'ın rivayetinde ise:

buyruluyor ki, bu hadis-i şerif müslümanlar için gayet mühim bir düsturdur. Meâli: "Kulun hakîkat-i imana ulaşması, kendisi için sevdiği her çeşit şeyi diğer insanlar için de sevmesiyle olur. Başkalarının da o nimetlere mazhariyyetini arzu edip istemedikçe hakîkat-i imana nâil olamaz." (Râmûz, 483/5)

Bu nevî hasletin, İslâmiyet, hattâ bütün beşeriyet için en büyük bir düstur olması yakışır. Onun içindir ki, insanların saadet ve selâmetleri el birliğiyle olur. Yoksa bir kısmı mes'ud, diğer bir kısmı da sefil oldukça, fenalıklardan, kötülüklerden, soygunculuktan ve sâireden kurtulması mümkün olmaz. Şu halde insanlığın bütün saadet ve selâmeti, hakîkî kâmil bir imana sahip ve mâlik olmalarına bağlıdır. Bugünkü insanların İslâmiyet'ten kaçmaları, kendi kendilerini ızdıraba sokmalarına ve dolayısıyla dünya ve ahiretlerini mahvederek azab-ı ilâhiye düçar olmalarına sebep olur.

Bir de Buhàrî, Müslim, Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî, İbn-i Mâce Hazerâtının Hazret-i Enes RA'den rivayet ettikleri şu hadise bakınız:

Meâli: "Sizden birinizin hakîkat-i imana (kâmil bir imana) sahip ve mâlik olması için, benim ona evlâdından, ana ve babasından ve bütün insanlardan daha ziyade sevgili olmam iktizâ eder. Böyle olmadıkça da, tam mü'min olamaz." (Râmûz, 482/11)

Bunun için ashab-ı kiram hazretleri dâima huzur-u saadetlerinde bulundukça: (Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûlallah) "Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü!" derlerdi; ve bunu da bilfiil isbat etmişlerdir.

Yine Râmûz'un 485. sayfasında;

buyruluyor. Meâli: "Kul gerçek imanı, Allah için kızıp, Allah için sevmedikçe elde edemez. Her şeyini Allah için yapacak olgunluğa erişince, gerçek imanı elde eder."

Esasen imanın kemâli şunlarla ele geçer: Efendimiz SAS Hazretleri'ni lâyıkı vechile sevmek ve onun sünen-i seniyyesine tam mânâsıyla bağlanmak; dünya zevklerine kat'iyyen iltifat etmeyip zühd ve takvâ sahibi olmak; Efendimiz SAS Hazretleri'ne her gün çok çok salât ü selâm okumak (gerek kitaptan ve gerekse tesbih ile ezberden); mübah, mekruh, müfsid ve haram olan şeylerden son derece sakınmak...

Mübah olan şeylerde her ne kadar günah yoksa da, nefsin arzularına meyletmek hiç bir zaman dervişâna yakışmaz. Zîrâ dervişlik demek, nefse muhalefetle beraber üstazının emrine mutâvaat edip sözünden dışarı çıkmamak, onun arzularını kendi arzuları üzerine daima tercih etmektir. Değil üstazın sözünden dışarı çıkmak, en ufak îtirazların bile câiz olmadığı ve mu'terizlerin kat'iyyen felâh bulamayacakları erbâb-ı hakàyıkın kitaplarında beyan edilmiştir.

Günahlardan son derece korkmak ve kaçmak gerektiği gibi, emânete riâyet ve ahde vefâ ve sadâkat, şeair-i İslâmiyyeden olmakla beraber, bilhassa dervişânın bu hususlara son derece titizlikle dikkat etmeleri, elbette çok yerinde olur. Zîrâ, emânete riâyetsizlik, ahde vefasızlık, hayâsızlık ve sadakatsızlık insanın feyzine ve imanın kemâline mânîdir.

İman 72 cüz olup, bunun 71'i hayâda, biri de sâir kısımlarda olduğu Ebûbekir el-Kettânî Hazretleri'nin Câmius-Senâi Alellah adlı kitabının 51. sayfasında beyan buyrulmuştur.

Bir de:

[Emanete riayeti olmayanın imanı yoktur. Ahdine riayet etmeyenin dini yoktur.] buyrulmuştur. (Râmûz, 463/3)

Hazret-i Enes RA'den rivayet olunan bu hadis-i şerif gibi, İbn-i Ömer RA'dan rivayet olunan diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

Meali: "Emanete ve ahde riayet etmeyenlerin dinleri ve imanları kâmil olmıyacağı gibi, taharetsizlerin namazlarının sahih olmadığı, namazsızın da dini olmadığı, (yâni kâmil olmadığı, eğer hiç kılmıyorsa tabii dini olmadığı)" bildiriliyor. (Râmûz, 463/5)

Çünkü namazın dindeki yeri başın vücuddaki mevkii gibidir. Başsız vücudun yaşaması mümkün olmadığı gibi, namazsız bir dinin de yaşamasına imkân olamayacağı âşikârdır.

Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) doğru yolda kılsın... İbadetlerine ve bâhusus namaz ve orucuna, zekât ve hac farizalarına ve sâir sünen-i seniyye, nevâfil ve ferâizi îfâya da muvaffak eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn...

NEFİSLE MÜCÂHEDE

Deylemî'de, Câbir RA'dan nakledilen şu hadis-i şerifte, düşmanla cihad cihad-ı esğar (küçük muharebe); nefisle mücadele, cihad-ı ekber olarak tavsif ediliyor. (Râmûz, 334/5)

Cihâd-ı ekber (büyük muharebe, meydan muharebesi) yâni nefis ile mücadele edib onun batıl arzularına mani olmağa çalışmak ve kemal-i iman ve İslamiyete engel olacak hareketlerden kurtarmak ve dolayısıyla onu emmarelikten, levvamelikten, mülhimelikten mutamainneliğe daha sonra da raziye, marziyye ve safiyye mertebelerine ulaştırmağa çalışmak elbette pek kolay bir şey değildir.

Bu konuda, gazâ murad eden bir kişiye Muhammed ibn-i Fazl Hazretleri'nin tavsiyelerini derc etmekte fayda mülahaza ettik. Buyurmuşlar ki:

"--Nefis ve arzularını öldür; bu, senin bütün küffarı öldürmenden efdaldır. Zîrâ, küffar seni Allah'tan ayıramaz, velâkin hevâ-yı nefsin seni Allah'tan men edicidir. Onun için onunla mücâdele daha efdaldir."

Ufak veya küçük diye vasıflandırılan bir muharebenin bile, evvelâ bir başa, bir kumandaya, bir sürü malzemeye; sonra da birçok zahmet, meşakkat ve uykusuzluklara ve nihayet bir kısım insanların de şehadetine, bir çok malın ve mülkün mahvolmasına müncer olduğu herkesin bildiği bir şeydir. Küçük muharebe böyle olunca, büyük muharebenin ne demek olduğu pek kolay anlaşılır zannederim.

Evvelâ bu yolun talibine lâzım olan şey, kendini irşad edebilecek hàzık, erbâb bir mürebbî; ilmen, ahlâkan ve edeben temiz ve tekemmül etmiş ve yed-i sahih sahibi bir üstaz-ı kâmil ve irşada mezun olan bir alim-i àmil bulmak şarttır. Rüyâlar vasıtasıyla kendilerine irşad için izin verildiğini iddia eden şeyh taslaklarına, büyüklerimiz tarikat hırsızı diye ad vermişlerdir.

Gerek İmâm-ı Rabbânî'nin eserinde ve gerekse Risâle-i Bahàiyye'de, rüyâ ile amelin câiz olmadığı ayrıca tasrih olunmuştur. (Risâle-i Bahàiyye, s. 97)

Zâten maksad insanın kendisinin olgunlaşması, şehvetin, şeytanın, nefsin elinden paçayı kurtarması; kötü ahlak ve dünyaya meyil ve muhabbeti terk edib zühd ve takvâ sahibi olmasıdır. Nasıl merâtibe riayetle yetişmemiş bir kumandanın muharebe kazanması muhal ise, netice itibarıyla ordusunda düşmana muvaffakiyet usullerini, tâbiyelerini, korunma ve müdafaa kaidelerini bilmesi ve maharet göstermesi icab ederse, mürşidlik de öyledir.

Tabiatiyle ahiret yolunun vurucuları ve tehlikeleri, hüsranları hiç şüphesiz dünyanınkinden çok fazla ve korkunçtur. İnsanları kötü bir akıbete, ben bunları kurtaracağım diye atmak; dünya sevgisinin ve nefsin esiri, kölesi olmanın, binnetice de cehlinin alametidir. Fakat mürşidlik taslayan o zavallı insan bunları ve inceliklerini müdrik olmadığı için, lafların güzelliğiyle ve bazı ilâhi ve kasideleri okumakla veya kitaplardan öğrendiği bir takım sözlerle işi halletmeğe kalkışması kadar cehalet olamaz sanırım.

Zirâ Hàlik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin en çok sevdiği kulları, kendilerini başkalarına tanıtmayan ve başkalarının de kendisini bilmediği ve dünyaya iltifatı olmayan zühd ve takvâ sahipleri olduğu beyan olunmuştur. Hele izhâr-ı kerametten o kadar sakınırlar ki, onu adeta kadının hayzı gibi sayarlar.

Netice olarak memleketlerin ve vatanın muhafaza ve müdafaası nasıl mücâhedelere ve çalışmalara bağlı ise, dinin de muhafaza, müdafaası ve tekemmülü böylece ve daha çok çalışmalara, gayretlere, sabırlara bağlı olduğu inkâr edilemez bir hakîkattır.

Hakikî üstazı, mürşidi ve mürebbiyi arayıp bulmak da namaz, oruç gibi bir farzdır. Böylesini bulunca da ona tam mânâsıyla teslim olmak, emirlerine bilâ-îtiraz inkıyad etmek lâzımdır. Çünkü itirazlar haklı dahi olsa tecviz edilmemiştir. Zira teslimiyete muhaliftir.

"Zamanının din önderini bilmeden ölen kimse, cahiliyyet çağında ölmüş gibidir." buyrulmuştur. Zamanındaki mürşid-i kâmilleri arayıp bulmadan ve onlara tam mânâsıyla teslim olmadan ölenlerin hâlinin ne kadar acıklı olacağı pek âşikârdır.

Sonra vaktin ne kadar kıymetli ve aziz olduğunu da bilmek lâzımdır ki, onu boş yere zayi edip harcamaya... Zîrâ vakit nakittir, bir daha ele geçmez. Öyle ise bu kıymetli ve aziz vakitlerini, aziz olan zikrullaha hasr etmek elbette daha evlâdır.

ayet-i celilesiyle, "kalblerin rahatlığı ve sükûnunun zikrullah ile olabileceği" ifade buyrulmuştur. Vücudun rahatlığı da, tabii ki kalbin rahatlığına bağlıdır. Zira kalbi rahat olmayanın, vücudunun rahat olması mümkün değildir. Öyle ise insana ve bahusus mü'min ve müvahhide yakışan, Halik-ı Zülcelâl vel-ikrâm Hazretleri'ni lâyıkı vechile ve usûlüyle dâimâ zikre kendini alıştırmaktır.

ZİKRULLAHIN ESASLARI

Bu husuta, Risâle-i Bahâiyye'de beyan olunduğu vechile bu yolun altı esası vardır. Onlar da şunlardır:

1. Zikr-i müdâm,

2. Murâkabe,

3. Vukf-u kalbî,

4. Hıfz-ı nisbet,

5. Râbıta-i muhabbet,

6. Sohbet-i şeyh.

Bunlardan biri noksan olursa, bu tarîkat-i âliyyenin sırrına vakıf olunmaz. (Risâle-i Bahâiyye, s. 34)

1. Zikr-i Müdâm

Zikrullahı murad eden kimse üstü başı temiz olduğu halde ve mümkün oldukça temiz bir yerde, iki dizi üzerine ve mümkün olursa aks-i teverrük edip otura... Dudaklarını birbirine yapıştırıp, dilini de damağına yapıştıra... Gözlerini de yumup diğer a'zâlarını da hareketten men edip, üstazının ruhaniyyetinden istimdad ede... Sonra sol memesinin altındaki kalbden, kalb-i hakîkîye lafza-i celâli nurdan harflerle nakşedip, Vacibül-Vücud'a teveccüh ile kendinden geçe... Bu hal üzere zikrullahla meşgul ola...

Zikir tamamiyle kalbde yerleşip karar bulunca ruha, sonra sırra, hafîye, ahfâya, daha sonra nefs-i nâtıkaya naklolunur. Nihayet fevk-ı re'ste, ümm-ü dimağda zikr eder. Nihayet sultân-ı zikir zuhur eder. Nefsaniyyet tamamıyla muzmahil olup, âsâr-ı zikir bütün vücudda sârî olarak eczâ-yı bedende zikri işitir. Artık zikrini hiçbir vecihle durdurmak mümkün olmaz; yâni ne işle meşgul olursa olsun, o zikrinden ayrılmaz ve gafil de olmaz. İşte bundan sonra kendisine tevhid zikri verilir.

O da evvelki gibi kalbde, ruhta, sırda, hafî ile ahfâda en az günde 5000 tevhidi (Lâ ilâhe illalllah'ı) diliyle zikreder. Bu meratibden sonra, habs-i nefes ile her nefeste 21'e kadar, nefes almadan kendisine öğretildiği vechile 1001 kere tevhidine devam eder.

Bunların murâkabeleri ve duaları da vardır. Onları da üstazı müridine telkin eder. Bunlar kitaplardaki yazılarla olmaz. Onun için bunun inceliklerini yazmağa lüzum görmedim. Çünkü boşuna bir emektir. Tevhid ile cezbe-i kayyûmiyyet, cezbe-i kayyûmiyyet ile murâkabe, murâkabe ile de fenâ-yı tam, yâni yokluk hasıl olur. İşte o zaman, vâsıl-ı Hak olup tehlikelerden kurtularak selâmete erişir, vâsıl ilallah olur.

Zâkir, ism-i celâli zikrederken gördüğü nurlarla mukayyed olup kalmamalıdır. Zira bu nurlar dahi envar-i ilâhiyyenin hicablarındandır. İlahi nurların bunların manevrasında olduğunu bilmeli; yoksa bu nurlar ile takayyüd zâkiri, Hakk'ın tecellîsinden mahrum eder.

Bu bahiste söylenmiş şu güzel kıt'ayı sunuyoruz:

Zikr eyleyerek perde-i zulmetleri ref et,

Tâ kim ola envâr-ı letàif sana peydâ...

Zinhâr sakın envâr-i letàiflere bakma;

Hakk'ın çün ola sende tecellîsi hüveydâ...

Bu nurlar evvelâ kırmızı, sonra sarı, beyaz, yeşil, siyah olurlar. Bazan da ahfâda beyaz nur zàhir olur. Fakat hakîkatte nur, vücud-u insânîdir, taraf-ı ilâhîden mahvedilmiştir. Nefs-i nâtıkanın nuru ise, gök renginde mavi olarak zàhir olur. Letàif tamamiyle ve kemâliyle tasfiye olmadan habs-i nefese geçilse, kelime-i tevhidi zikirde zahmet çekilir ve belki kelime-i tevhidin neticesi onda zuhur etmez.

İsm-i celâl olan Allah ism-i şerifinin zikrinden ve letàiflerdeki mahallerinden sonra zikr-i tevhide geçer. Onun da murâkabelerinden sonra, o kimseye habs-i nefes ile tevhid zikri verilir ki;

(Lâ) kelimesini göbeğinden alıp uçlarını dimağına uzâtır. (İlâhe) kelimesini sağ omuzdan yazar ve (illallah) kelimesini ters olarak yukarıdan aşağı yazar ve (Allah) lafzını kalbine sertçe indirir. Bunu bir nefeste 21 kere kadar yapmağa gayret eder ve günde 1001 kere tekrarlar.

Netice, zikrin nefiy tarafında, yâni "Lâ" kısmında nefy-i vücud-u beşeriyyet hàsıl olup, "illâ" isbat kısmında ise cezbe-i kayyûmiyet zàhir olmaktadır. Bu netice hasıl olmazsa, zâkirin âdâb-ı zikrindeki kusurundan naşidir.

Zikrin Âdâbı:

Âdâb-ı zikir de şunlardır:

1. Zikr eden zikrini huzur üzere edip, mânâsı olan Lâ maksde illallah'ı mülâhaza ederek ve bu mülâhazada son derece dikkat ve ihtimam üzere olarak, bütün dünya ve ahirete müteallik mâsivâyı ve bütün ilim ve âmâli nefiy tarafında mülâhaza ile nefy-i beşeriyyete son derece sa'y ede ve bütün havâtırı --gerek hayır gerek şer-- kalbinden çıkara...

2. İsbat tarafında "illallah" deyince, Hak Sübhanehû ve Teàlâ'nın birliğini mülâhazada nefsini yok ede... Bu tevhidinde akla nazar etmeye...

3. Beş vakit namazını sünnetleriyle birlikte, vakitlerinde, cemaatle, ta'dil-i erkâna riâyet ederek edâ ede...

4. Sonra halkdan uzlet edip bütün vakitlerini kelime-i tevhidin zikrine hasr eyleye...

Zikrin edeblerine riayetle zikrin neticesini tahsil ederse, o zaman üstazı ona murâkabeyi ta'lim eder ve zâkir artık murâkabe ile meşgul olub zikri muvakkaten terk eder. Her gün diliyle en aşağı 5000 kelime-i tevhidi gizlice zikreder.

Gönül mecmuasında ders olan mânâ-yı tevhîdi,
Lisan-ı zikr ile meşgul olanlar eyledi izhâr.

Mükedder olsa mir'at-ı gönül ceng-i ta'allûktan,
Olur tevhid ile saykal bulursa mazhar-ı esrâr.

2. Murâkabe

Ma'lûm olduğu vechile murâkabe, gözlemek demektir. Kedinin fareyi gözlediği sıradaki dikkati bize bir ders olabilir. Tàlib-i Hak olan kimse, Hak Teàlâ'nın emrettiğini işleyip, nehyettiği bütün yasaklardan ictinab ile, her hal, zaman ve mekânda kulun cemii ahvâline muttalî olduğunu mülâhaza ede ve bundan aslâ gàfil olmaya... Bu hal nihayet kendisine bir meleke ola...

Kişinin efdal-i imanı, kendi nerede olursa olsun, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kendisini ilmen muhît olduğunu bilmesidir.

Gözetir Hâlikını hergiz unutmaz àkil.
Ömrünü zâyi edib olmaz o Hak'tan gàfil.

Nazar et çeşm-i basîretle Cenâb-ı Hakk'a.
Olma bir demde nezaretten o semte zâhil.

Murâkabenin usûlü budur ki, murâkabe kasd eden kimse, tenha bir yerde tahâret-i kâmile ile oturup, bütün mevcûdatı yok zanneder, hatırını tamamıyla her şeyden ayırır. Muhabbet-i tâmme ile, bütün letàifleriyle birlikte Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder; tâ ki kendinden geçe ve buna devam ede... Hatırına bir şeyler gelirse, derhal onları ihrac ede... Ya zikr-i lisân veya zikr-i kalble zikrede ve yine murâkabesine devam ede... Tâ ki havâtır tamâmiyle silinip selâmet bula ve artık hatırına bir şeyler gelmeye... Murâkabeden ayrılmayıp Cenâb-ı Hakk'ı iştiyak ile ve aşkla mülahazaya devam edip ehl-i gafletten son derece uzak ola ve dilinden istiğfarı bırakmaya... Her şeyde Hak Teàlâ'nın envârına nâzır ve esrârına murâkıb ola...

Beyit:

Gerek sâlikliğe dâim Hak ile üns ede canda.
Görür gibi murâkıb olmak ister, Hakk'ı her anda.

3. Vukf-u Kalbî

Vukf-u kalbî ise üçüncü şart idi. Kalbini bütün hàtıralardan ve fikirlerden tecrid edib boşalta ve teveccüh-ü tam ile kalbe nazar edip dura ve esrâr-ı Hakk'ın zuhuruna kalbinde muntazır ola...

Beyit:

Kalbdir âyine-i esrâr-ı İlâh,
Görür esrâr-ı eden kalbe nigâh.

Mü'minin kalbi hazâin-i melekûttan bir hazinedir. Bir kimse kalbini havâtır ve vesveselerden sıyırır ve kurtarırsa, temizleyip basîret gözüyle kalbine baksa, kalbde olan nurlar ve envâr-i vahdet, esrâr-ı rubûbiyyet ona münkeşif olur. Cenâb-ı Hak o kulunu çeşitli kerametlerle mükerrem ve muhterem eder. Zîrâ, müşahedeye mâni olan, dünyaya bağlılık, ta'allûkat ve nükş-u kâinattır ki, mir'at-ı kalb, yâni gönül aynası onlarla mahcub ve mükedder olup, esrâr-ı vahdeti görmez ve bilmez.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri insanın hakîkatini kalbine koymuş ve onu sıfat-ı nefsâniyyesiyle örtmüştür. Bir kimse sıfat-ı nefsaniyyeden (ki, mezmum olan huylardır; benlik, riyâ, kibir, hased, nemime, hırs, gazab, gıybet, hayasızlık, buhl, korkaklık, merhametsizlik ve emsâli gibi kötü sıfatlar) kendisini kurtardığı zaman kalbinin hakîkatine teveccüh etme;

(Men arafe nefsehû, fekad arafe Rabbehû) sırrı zuhur eder. Bu hadisdeki nefis'ten murad, hakîkat-i insandır ki, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri onu kalbine koymuştur. Kalbe teveccühe devam eden kişiye hakîkat keşf olunur.

Kâşif gerek, mezàhir-i esmâyı bilmeğe,
Àrif gerek, hakàyık-ı eşyâyı bilmeğe;
Ol kimse kim hakîkat-i nefsi bilmeye,
Mümkün müdür o kimseye Mevlâ'yı bilmeğe?

Bununla beraber maddî-mânevî bütün günahlardan hattâ kerametlerden bile kaçar, uzak kalır ve edebe çok riayet edib, dâimâ kendisinin Halik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin murâkabesi altında olduğuna yakînen ve tam bir imanla inanır ve kalbine bu vechile teveccüh eder. Bu teveccühünde kalbini ağyardan muhafaza edip, yarım veya bir saat içinde kalbine ağyardan bir şey gelmezse ve buna kàdir olunca, elbette kalbine tecellî-yi Hak zuhur edip vâsıl-ı Hak olur ve bir daha başka yola muhtaç olmaz.


Kalbdir sâlikin nazargâhı,
Eder onda tecellîleri seyrân.

Okunur kalbde ders-i ilm-i ledün,
Keşf olur anda sâlike irfân.

Ruh-i insânı Hudâ eyledi kendi haremi,
Kodu anda ne kadar varsa sırr-ı kademi.

Kalbi dergâh-ı muallâsı edib ol haremin,
Gözleyen kimse o dergâhı, görür çok keremi.

Cümle àrifler o dergâhtan erişti Hakk'a;
Öyle dergâh kim o, àleme sığmaz izâmı.

İntisâb eyle o dergâh-ı muallâya, yürü,
Çekme beyhûde gezib àlem-i firkatte gamı.

Durma var, yüz sür o dergâha, niyaz eyleyi gör;
Sana keşf ede Hudâ, öyle ulûm ü hikemi.

4. Hıfz-ı Nisbet

Dördüncü vazife ise hıfz-ı nisbet idi. Nisbetin muhafazası, bu yolda yürümek istiyen kimseler için rükn-ü azîm ve çok mühim bir esastır. Sâlik nisbetin muhafazası için, üstazından aldığı derslere ve ahidlere son derece riâyetkâr olmakla beraber, hiç bir zaman derslerini, zikrini, evradını, kıraatini, namaz ve niyazını ve cemaati bırakmamak ve onun sözünden dışarı çıkmamak; derse başka bir şey ilâve etmemek ve dersten eksik yapmamak; başka üstazların sohbetlerine gitmemek, hatta üstâzından gayri hiçbir ehl-i süluk ile görüşmemek, yani sohbet etmemek lâzımdır.

Öyle ki, "Beni Hakka vâsıl kalacak ancak üstazımdır." diye îtikad ede ve bütün tekliflerini can ü gönülden kabul edip hepsini üstazının dediği gibi işleye... Onu Rasûlüllah'ın vekili bile. Ona itaati ve tâbî olmayı, Allah-u Celle ve A'lâ'ya ve Rasûlüne itaattır diye îtikad ede... Bu itaat ve îtikadda olmayanın, nûr-u iktidâ kalbinden zâil olur ve Hakk'a vâsıl olamaz.

Binâen aleyh, üstadından aldığı dersleri ihmal edip yapmazsa, ahdini bozmuş olacağından, yeniden özür dileyip ahdini tazelemek gerekir:

Hıfz-ı nisbetle (1) erer ehl-i iradet vasla.
Olur envâ-ı kerâmete tarikatte cedîr.

(1) Nisbetin mânâsı: Tarîk-ı aliyye sâdâtı, huzur ve âgâhlık melekesinden nisbet lafzıyla tâbir ve kinâye ederler. Bazıları muhabbet, bazıları da aşk ile tâbir buyurmuşlardır.

Emr-i şeyhi gözetip, hükmüne teslim olanın;
Güç olan işleri elbette olur cümle yesîr.

Şeyhine sıdk ile var da, ona eyle hizmet;
Emrine tâate kıl nefsini bir abd-i esîr.

Kişinin kalbinde Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin kibriyâ ve azametiyle ma'rifet ve muhabbeti kararlaştırıp, dâimâ Hak Celle ve A'lâ'dan âgâh olduğu keyfiyetidir. Âgâh olmak, uyanık bulunmak demektir. Eğer bir kimse bütün ilimleri kesb etse, son nefesinde ona hiç bir faydası olmaz; meğer ki nisbet-i huzur melekesini tahsil etmiş ola; gençliği ganimet bilip bir nice gün riyazâtle huzur melekesini tahsil edip, saadet-i ebediyyeye nâil ola...

5. Şeyhe Muhabbet

Beşinci vazifesi ise, üstazına, mürebbisine, şeyhine olan muhabbetten ibarettir. Eğer müridde bu râbıta-i muhabbet olmasa, şeyhinden hiç bir suretle istifade edemez; çünkü feyzine sebeb olan râbıta-i muhabbettir. Bu sebepten bütün turûk-u aliyyede râbıta-i muhabbet rükün, asıl ve esas olmuştur.

Binâen aleyh, aşıkın ma'şûkunda kendini ifnâ ettiği gibi, sâlikin de nefsini şeyhinin nefsinde ifnâ etmesi, yok etmesi; onun emirlerinden hiç bir emre --velev ki hatâlı dahi bulsa-- kat'iyyen itiraz etmeyip, reddetmeyerek sözünü tutması lâzımdır. İyi bilmeli ki, bu râbıtalar muhabbete mukàrin olmazsa, zerre kadar fayda vermediği gibi belki de zarar verir.

6. Sohbet

Altıncı vazife de, meşâyihin sohbetine devam etmektir. Zira meşâyihin ekseriyya müridlerine ifade ve ifâzaları sohbet ile olmuştur. Efendimiz SAS Hazretleri'nin Ashab-ı Kiram Hazeratına ifade ve ifâzaları ekseriyyetle sohbeti ile vâkî olduğundan, Ashab-ı Kiram Hazretlerine sohbet kökünden alınarak sahabî tesmiye olunmuştur.

Hattâ bazan arifler, sâlikleri bir sohbette Hakk'a iysâl ederler. Her ne kadar onların sohbetleri zàhirde va'z ü nasihate dair olmasa da... Onun için, ariflerin sohbetleri sair nasın kelâmlarına kıyas olunmaya...

Ariflerin sohbetleri feyz îrâs ettiği gibi, nazarları da feyz îrâs eder. Çünkü bakışları ayn-ı Hak'tır. İşte Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri'nin bir köpeğe olan nazarı ve bakışı münâsebetiyle, o köpekte hasıl olan hâlât, bütün insanların hayretini mûcib olmuştur.

Bilhassa Seyyid Ahmed-i Bedevî Hazretleri'nin velâyetlerinden ve kudret-i ruhâniyetlerinden idi ki, bir sâlik huzurlarına istifâza niyyetiyle gelse; hemen o sâliki bir nazar-ı âliyye ile makàm-ı velâyete eriştirir ve hilâfet verirlerdi.

Binaen alâ zâlik, tarikatte sohbet en büyük bir esastır. Eğer sohbetin âdâbına riayet olunursa... Riayet olunmazsa, sohbetin faydası olmadığı gibi, belki zararı da olur.

Sohbetin Âdâbı:

1. Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rek'at namaz kılmak; fukaraya sadaka vermek, günahlardan ve kötü huylardan tevbe etmek, kalbini hatıralardan pak etmek.

2. İçeri girmek için izin istemek, eğer izin olursa ta'zim ile huzuruna girmek ve edebe riayetle beraber niyyet-i hàlisa ile girmek.

3. Ellerini öpüp arka arkaya geri çekilmek, izin verilmedikçe oturmamak, izin olmadıkça konuşmamak ve şeyhin yüzüne sebepsiz bakmamak.

4. Mahv-i vücud edip sükût üzere oturmak, izin verilse dahi az konuşmak, hatırını evham ve hayâlattan muhafaza etmek.

5. Şeyhin sohbetine candan kulak verip dinlemek ve hüsn-ü kabul etmek; anlayamadığı bir şey olursa onu kendi kusuruna hamletmek, "Ben anlayamadım." demek.

6. Hiçbir suretle şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat'iyyen îtiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır, diye îtikad etmek ve sözlerini zabt edip muhafaza etmek; sonra yalnız kalınca mülahaza edip muktezasıyla amel etmek.

7. Sohbet bitince çok oturmayıp, hemen kalkıp izin istemek ve ellerini, dizlerini öpüp geri geri gitmek.

8. Evine varınca iki rekât şükür namazı kılmak, şeyhine dua etmek.

Şiir:

Edebdir bâis-i vuslat Hudâ'ya,
Edebdir zâd olan râh-ı Hudâ'ya.

Edeble meclis-i şeyhe girenler,
Bulur anda füyûz-ı bî-nihâye.

Tarikatten garaz ancak edebdir;
Edeb oldu hakîkat içre mâye.

Edeble şeyhine hizmet edenler,
Erişti fevk-ı arşa saldı sâye.




NAKŞÎ TARİKATI'NIN ESASLARI

Hàcegân hazretlerinin âdâb-ı tarik hakkında onbir kelimeleri vardır ki, şunlardır:

1. Yad Gerd

Kelime-i tevhidi habs-i nefes ile zikr etmek ve cemî vakitlerini bununla meşgul etmek; zira kelime-i tevhid gibi kalbe cilâ veren zikir olmaz.

2. Nigâh Daşt

Kelime-i tevhidi söylerken tek adet üzere habs-i nefes ede ve nefesi salıvere... 21 adede baliğ oldukta netice-i zikir hasıl olur. Bu mertebede netice-i zikir zuhur etmezse, zâkirin âdâb-ı zikirde kusurundandır. Yeniden âdâbına riayet ederek zikirle meşgul ola... Âdâbı da dokuzdur, erbabından öğrenilir.

3. Baz Geşt

"İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." diye... Nefesini ıtlak ederken bu kelâmı mülâhazanın faydası şudur ki, iki nefesin arasını havâtırdan muhafaza etmiş olur ve zâkirin aşkı cânib-i Hakk'a ziyâde olur. Eğer bu kelime mülâhaza olunmasa, zikrin mabeynine gaflet girer; gaflet girince de huzur olmaz. Huzur olmayınca da, zikrinde fenâ bulmaz. Fenâ bulmayınca da, zikrin neticesi hasıl olmaz. Onun için bu kelimeyi, yâni "İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." cümlesini söylemek ve mülâhaza etmek gerekir.

4. Hûş Der Dem

Zâkir nefesini alıp verirken nefesini gafletten muhafaza etmek lâzımdır. Zira nefesleri muhafaza huzura sebeptir, huzur ise rükn-ü a'zamdır.

"Bir kimse nefesi girip çıkarken gaflet etse, nefesleri zâyî olmuş sayılır. Enfâsını zâyî eden kimse nefsine mâlik olamaz ve dalâlette kalıp helâk olur." diye Şeyh Şehâbeddin KS Hazretleri buyurmuşlardır.

Beyit:

Alma gafletle nefesi, etme sakın husrânı,
Alan enfâsı huzur üzre, bilir Sübhàn'ı.

Hiç bir nefes yoktur, ki onda râyiha-i vahdaniyet-i Hak Sübhànehû ve Teàlâ olmaya. Bir kimse nefeslerini huzur üzre alıp verse, elbette o râyiha-i vahdaniyyetten kokular alır. Onun için evliyâullah yanında, hıfz-ı enfas elzem ve efdal-i a'mâl olur.

5. Yad Daşt

Kalbi, havâtırdan muhafaza etmektir. Hak Teàlâ Hazretleri kalbi mir'at-i cemal-i zât u sıfat eylediği gibi, havâtırı da kalbin müşâhedesine hicâb eyledi. Bir kimse kalbini havatırın duhûlünden men etmese, Hakk'ın cemâl-i zâtını ve envâr-ı esmâ u sıfatını müşâhede edemez.

Sâlike kalbini havâtırdan muhafaza etmek o kadar lâzımdır ki, eğer bir çeyrek veya yarım saat kadar kalbini havâtırdan muhafaza edebiliyorsa, cemâl-i zâtı ve envâr-ı sıfatı müşâhede eder. Lâkin kalbi havatırdan bu kadar zaman muhafaza edebilmek, pek de kolay bir şey değildir. Çok mücahede ve riyazâtlara muhtaçtır. Onun için kalbin havâtırdan muhafazası a'lâ makam olmuştur.

Kalbi havâtırdan muhafaza etmenin yolu budur ki, sâlik bütün havassını mahsusata taalluktan men ede... Aklını dahi ma'kulâta taalluktan hıfz ede...

Kelime-i tevhidi çok söyleye... Kalbini başka şeylerle meşgul olmaktan muhafaza eyleye... İstiğfarı da çok yapıp Hakk'a tam mânâsıyla yönele...

Nastan mümkün mertebe kaçıp, boş kelâm söylemekten dilini tuta... Kalbini daima gözetleyip havâtırın girmesine mânî ola... Dünya işlerini imkân nisbetinde azaltıp, kalbini meşgul eden işlerden son derece sakına...

6. Vukf-u Kalbî

Vücuttaki kalbe teveccüh ederken, basîret gözüyle de hakîkat-i kalbe nazar edip durmaktır. Tâ kim inâyet-i ilâhiyyeye mazhar olup, nisbet-i tarikat-i aliyye onda takarrur ve tahakkuk ede...

Eğer sâlikler diğer zikir ve evradlarla sülûkten müteessir olmazlarsa, meşâyih-ı izâm hazerâtı bunlara vukf-u kalbîyi ta'lim edip onu meşgul ederler. Tâ kim, onlarda terbiyeye kàbiliyyet gele... Sonra sâir vazifelerle meşgul edip, Hakk'a vâsıl kılarlar. Bundan nâşi vukf-u kalbî bu yolda asıl ve usûl oldu.

7. Murâkabe

Vücud-u ehadiyyet-i Hak Teàlâ'yı her halde ve her şeyde devam üzere murakabeden ibarettir. Vücud-u vahdet-i ilâhiyyeyi cemî-i mevcûdatı muhît, keyf ve kemden, levn ve şekilden, cihet ve mekândan münezzeh bir emr-i nûrânî, bir vücud-u hakkànî mülâhaza ede ve dâim o emr-i nûrânîyi cemî-i eşyada murâkabe ede... Bu murâkabede fütur getirmeden müdâvemet eyleye... Tâ kim, vücûd-u zât-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı, bütün görünen eşyada müşâhede eyleye... Zira bütün eşyanın Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet eylediği cümlenin ma'lûmudur.

Eğer murâkabe esnasında ve sâir zamanlarda kalbine havâtır hutûr eylese, sâlik gözünü eşyadan bir şeye dikip ondan ayırmaya; tâ ki o hatıralar def olup gide; veyahut hatıralar gelince vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyyeyi mülâhaza ede; tâ kim havâtırda vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyye zuhur edip havâtıra muzmahil ola...

8. Nazar Ber Kadem

Sâlikin yürüdüğü zamanda gözünü ayaklarının ucuna dikip, başka taraflara bakmamasıdır. Zîrâ gözleri her ne zaman ki Hak'tan gayri şeylere bakar, gönüllerini elden kaçırırlar. Sonra onu toplamak pek de kolay olmaz. Onun için havass-ı hamse yollarından biri olan gözü, her yerde ve her halde güzelce muhafaza edip, dikkatini etrafa dağıtmamak lâzımdır.

Bâhusus devrimizde, --ki her tarafın günahlarla dolu olduğu bir devirdir-- insanın evinden bile ihtiyaç olmadan sokağa çıkması câiz olmadığı halde, hanım kardeşlerimizin hatm-i hâceye gitmelerinin --ister yakın olsun, ister uzak-- ne kadar tehlikeli ve zararlı olacağı da pek âşikârdır. Hele şimdiki devrin toplantıları gıybet, dedikodu ve mâlâyâni, boş ve faydasız bir sürü sözlerle hem gönüllerini öldürmekten, hem de sayısız günahlar kazanmaktan hàlî olamazlar.

Onun için, hanım kardeşlerimizin evlerinde oturup, ev işleriyle, çocuklarıyla ve efendileriyle meşgul olup, derslerini de yine evlerinde yapmaları daha a'lâ ve efdaldır.

Bazı nefsi cezb eden güzel şeylere bakmak sebebiyle kalbde alâka hasıl olup, sâlik meftun olur ve sülûkden mahrum kalır; Hak'tan da münkatî olur. Orta ve müntehî sâlikler dahi, yolda giderken etrafa bakarak giderlerse, huzur-u kalbleri ve cemiyet-i bâtınları zâil olur. Sonra o cemiyyeti tahsil, pek müşkül olur.

Onun için sâliklerin cümlesine lâzımdır ki, yolda giderken ve hattâ otururken gözlerini önünden ayırmaya... Nazar ber kadem mânâsı dahi budur. Sâlikin masivadan el çekip, cemiyeti dahi terk edip tarik-ı Hakk'a sa'y ve gayretle çalışıp, âfâka nazarı terk eylemesi lâzımdır.

9. Halvet Der Encümen

Bu kelime bâtında Hak'la meşgul olup, zàhirde halk ile olmaktan kinâyedir. Bu ancak müntehî olan sâliklerin hâlidir. Zîrâ mübtedî sâlikler ehl-i gaflet ile düşüp kalktıklarında, elbette kalblerinde perişanlık ve nisbetlerinde de noksanlık hasıl olur. Bunlara nastan uzlet ve Hak ile ünsiyet tahsili lâzımdır; tâ kim nas ile muamelesi, Hak ile olan ünsiyete mânî olmaya... Halk ile cemiyet dahi ile halvete mâni olmaya... Halvet-i zàhire, halvet-i bâtıneyi tahsil içindir. Yoksa halvet-i zàhire şeriatte ve sünnette makbul değildir, belki bid'attir.

10. Sefer Der Vatan

Sâlikin mâsivâyı terk edip Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ile sefer etmesinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden veya mertebe-i ilm-i yakînden ayn-ı yakîne ve ayn-ı yakînden hakkal-yakîne intikàlinden ibarettir.

Sâlik bu zikrolunan mertebelerde seyr etmedikçe, Hak Teàlâ'ya takarrub edemez. Sâliklerin zàhirî seferleri bâtın seferini tahsil içindir. Bu olmazsa zàhirî seferi abestir, beden yorgunluğudur, taksîrata ve bir çok ibadetlerin de terkine sebep olur. Hattâ bazı sâliklere göre, zàhiri sefer haramdır. Onun için hâcegan hazretleri zàhirî sefere îtibar etmeyip, bâtınî seferi murad edip, "Sâlikin seferi vatandadır." dediler.

11. Vukf-u Zamânî

Bulunduğu zaman-ı hâle muttalî olup, geçmiş zamanı da muhasebeden ibarettir. Zîrâ insana lâzım olan, her vaktini gözetip muktezâsıyla amel etmektir. Her gününü, akşamda ve gecesinde ve sabahta muhasebe edip göre ki: "Geçen vakitler ibadetle mi geçti, yoksa günah, hatâ, isyan ve kabahatlerle mi geçti?" Eğer taatle geçti ise, Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ve şükredip ibadetlerine devam ede... Yok eğer isyan, kusur ve muhalefetle geçtiyse; tevbe ve istiğfar edip, gelecekte bir daha bu gibi hatâlara düşmemeğe dikkat edip, tâat-ı ilâhiyyeye sa'y ü gayret gösterip gafleti terk ede...

Zîrâ gafletin günahların en büyüğü olduğunu, ehlullah kitaplarında beyan etmişlerdir. Gafletin başlıcası Hak'tan i'raz olduğunu, bir zaman ve bir an Allah'tan gafletin cehenneme girmekten daha şedid olduğunu da ayrıca izah eylemişlerdir. Bütün ömrünü gafletle geçiren kişilerin haline artık ne demek lâzım geleceği erbâb-ı insafa bırakılır.

İnsan kendini yoktan halk eden ve ana karnında yetiştiren, sonra dünyaya çıkarıp çocukluktan kemâle ulaştıran ve İslâm dini gibi güzel bir din ile mütedeyyin kılan; akıl, fikir, sağlık, afiyet, sıhhat ve mütenâsib endam ile kusursuz yaratan ve göz, kulak gibi nîmetlerle mütena'im kılan; itaat ettiği takdirde cennet ve cemâliyle taltif edeceğini, aksi takdirde, isyan ederse cehennemiyle cezalandıracağını önceden haber veren; binâen aleyh bu iki yoldan hangisini isterse hareket etmekte sahibini muhayyer kılan ve nihayet saymakla bitmez bütün bu nîmetlerle kendisini perverde eden Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nden nasıl olur da gàfil olur?..

Halbuki gideceği yer yine onadır; kaçmak kurtulmak imkânı da yoktur. Öyle ise onun kapısından ayrılma ve ondan gayrisine de bakma ki, helak olmayasın! Dâimâ izzeti Allah'tan iste ki, o senin Rabbindir. Onunla iftihar eyle ki, sen onun kulusun.

Hazret-i Ali KV buyurmuşlar ki:

"--Sen benim Rabbim olduğun müddetçe, o izzet bana yeter. Ben de senin kulun olabildiğim müddetçe, bu da bana iftihar etmek için kâfîdir."

Her kim izzeti Allah-u Celle ve A'lâ'dan bekler ve isterse, her şey onun önünde zelil olur ve izzeti dâim olur. Bunun aksine izzeti, Allah-u Celle ve A'lâ'nın gayrisinden isteyen ve bekleyenler de, herkesin yanında zelil olur; ve bu zillet de dâim olur. Nitekim meşhur olan Hazret-i Ömer RA'ın hikayesi buna en güzel bir delildir:

Şâm-ı Şerif'e maiyetiyle beraber yaklaştıkları sırada, önlerine çıkan bir sudan geçmek için ayakkabılarını omuzuna alıp, devesinin de ipinden tutarak ve eteklerini toplıyarak sudan geçmeye hazırlanırken, kumandan olan zât der ki:

"--Yâ Emirel-mü'minîn, ehl-i Şam'ın kibarları ve büyükleri karşıda sizi istikbal için hazırlanıyorlar. Bu vaziyette ise sizin izzet ve şerefinize nakîsa gelir." diyerek, kendisinin devesine binmek suretiyle, bir devlet adamına yakışır şekilde gitmesi arzusunu izhar etmesine karşılık; Hazret-i Ömer RA hemen celâdetini izhar ile, kumandanı göğsünden iterek:

"--Allah-u Teàlâ'nın bize verdiği izzet yetmiyor mu ki, biz kullarının vereceği izzet ve şerefe muhtaç olalım; onlardan pâye ve kıymet bekleyelim?" diyerek, ona lâzım gelen dersi vermiştir.

Deveye binmemesinin bir sebebi de, kölesiyle nöbetleşerek bindikleri için o sırada binme nöbeti kölede olduğundandı. Her işinde adaletin timsâli olan Hazret-i Ömer RA'ın şu halinin bütün ümmet-i Muhammed için bir nümûne olması gerektir.

İnsan kıymetinin ne demek olduğunu, bu mübarek zât bütün beşeriyyete bakın nasıl göstermiştir. Kölesi dahi olsa, o da bir insandır. Allah-u Celle ve A'lâ'nın yarattığı bir mahlûktur. Hem kendileri emirül-mü'minîn halîfe-i rûy-i zemin olduğu halde, kölesini de devesine bindirip kendisinin deveyi yedmesi, ne büyük bir tevazu örneği ve ne kıymet biçilmesine imkân olmayan bir âlicenablık nümûnesidir. İnsan haklarına karşı göstermiş olduğu bu büyüklük harikası, kıyamete kadar bütün beşeriyetin hayranlık ve takdirini mucib olacak değerde asil bir harekettir.

Bütün saadet ve selâmet ancak ve ancak İslâmi düsturlara tam riayetle bulunacak ve insanların hakiki sükûn ve huzura kavuşmaları da yine müslümanlıkla olacaktır.

Bizim anladığımız müslümanlıkla, hakîkî müslümanlığın ne kadar farklı olduğu, bu misâlden güzelce anlaşılıyor. Cenâb-ı Hak Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri hemen cümlemize hakîkat-i İslâmiyyeyi anlayıp, ona göre hareket etmemizi nasib buyursun; âmîn...

Bu sayılan 11 esasa riayetle hareket etmek, insanın hürriyetine kavuşmasına ve nefsin elinden kurtulmasına, hakîkî mürid olmasına ve dolayısıyla da kalbin hakîkat-ı zikre ulaşmasına vesîle olur. Çünkü bir insan ne kadar çok zikir ve ibadetlerle meşgul olup, geceleri kàim, gündüzleri sàim dahi olsa, nefsin elinden kurtulmadıkça; büyük ve küçük bilumum günahlardan ve hatta mekruhlardan yakasını sıyırmadıkça, ibadetlerinin ne lezzetini alabilir ve ne de kalbi, hakîkî zikre nâil olabilir.

İnsanlar sıhhatlerinin iktizası, mümkün oldukça yaz mevsimlerinde havası güzel, suları soğuk ve tatlı olan yeşillik, ormanlık mıntıkaları veya sıcak su kaplıcaları olan yerleri arar ve bulurlar. Oralarda haline göre bir müddet ikàmet ederek sıhhî faydalar elde etmeğe çalışırlar da; hayat-ı ebediyyelerinde kendilerine huzur ve selâmeti kazandıracak, hakîkî insanlık ve İslâmlığı aşılayacak zevât-ı muhteremeleri arayıp bulmak ve onların huzurlarında hiç olmazsa 10-20-30-40 gün kadar kısa da olsa bir müddet oturup, bilmediklerini öğrenip, feyz-yâb olmak devlet ve şerefini istemezler mi?..

Fakat bazı böyle yüksek huzurlarda çok bulunan bedbahtlar da vardır ki, onların huzuru o ali ve muhterem zâtları rahatsız etmekten ve mânen onları incitmekten başka bir işe yaramaz. Zira edebe riayetleri olmadığı gibi, söylenenleri de kulaklarına sokmazlar. Bunlar bildikleri ve gördükleriyle amel etmedikleri gibi, gıybet ve dedikodulardan da kendilerini alamazlar. Daima birbirlerinin aleyhinde bulunmakla beraber, kendilerinden başkasını da beğenmezler. Kibir, ucüb, riya, hased, hırs, gazab ve şehvetin esiri olarak, aziz ömürlerini şu fânî dünyanın üç-beş günlük hayatına fedâ edip, ahiretin saadet ve selâmetini kaybederler ki, ne büyük bir hüsran ve telâfisi mümkün olmayan ne büyük bir zarar ve felâkettir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi hıfz u himâyesinde dâim buyursun, âmîn...

TARÎKAT-I ALİYYE'NİN ŞARTLARI

Sâlik sülûkün hangi mertesinde olursa olsun, vaktini muhafaza ve muhasebe edip, zâyî olan zamanlarının telâfisine çalışmak ona vacib olur. Çünki, vaktinde vazifesini yapmayıp ihmâl edenin, kaybettiği vakit zàyiattandır.Tâmir-i evkàt ve tedârik-i mâfât böyle olmalıdır. Vaktini zayî eden kimseye lâzımdır ki, gündüzün sàim, geceleri de kàim ola... Kalbini tefrikadan, dağınıklıkdan, gaflet ve taallûk-u mâsivâdan hıfz ede... Dilini boş sözlerden ve gözünü faydasız şeylere bakmaktan, kulaklarını lüzumsuz ve günahı mucip seslerden, ayaklarını abes yerlere gitmekten muhafaza ede...Haram ve şüpheli şeyleri yemekten son derece sakına; icabında açlık ve susuzluğa tahammül ve devam ede... Ahlâk-ı zemîmeyi toptan terk ede; ehl-i dünyadan da son derece uzaklaşa... Dâimâ tevbe ve istiğfara devam ede; emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerden de geri kalmaya.Zühd ve takvâ üzere ola; vaktinde yapılması lâzım gelen taati ve zikri vaktinde yapıp başka zamana bırakmaya...Tenbellikten son derece sakına; zira, ahiret yolunun en büyük afatı tenbellikdir. Dâimâ mücâhedeyi elden bırakmaya; muhabbet-i ilâhiyyeye manî olan her şeyden, haramdan kaçar gibi kaça... Her vaktini ganimet bilip, hiç bir vaktin faydasını kaçırmaya...Çünkü;"Musibetler pek çoktur; fakat en büyük musibet ise, vaktin faydasız ve boş yere geçmesidir." buyrulmuştur. Allah muhafaza buyursun, ya bu kıymetli vakitleri bir de günah yerlerde ve günah işlerde geçerse, bu zayiat ne büyük bir zayiattır.

Meşâyih-ı kirâm hazretlerinin vasiyyetlerinde buyrulmuştur ki: "Tarîkat-i aliyyenin hıfzı mümkün olmaz, tâ ki bu on iki şart yerine getirilmedikçe ve sâlik bunlarla huylanmadıkça:

1. Halk ile karışmayı terk ede, ihtilât ancak zaruret miktarı ola...

2. Nîmetlerle ve lezzetli şeylerle zevklenmeyi terk ede, tâ ki kanaat ile muttasıf ola...

3. Beş vakit namazı cemaatle kıla, âdâba riayet de devam ede; gidip gelirken önünden başka yere bakmaya...

4. Yeri gelmedikçe kat'iyyen konuşmaya...

5. Helâl yeyip haramdan kaça, şüphelilerden de sakına...

6. Halkın ezâsına sabır ve tahammül ede; zîrâ tahammülsüz adam seyyid olmaz.

7. Ehl ü iyâline şiddet-i muhabbetten ihtiraz ede; zîrâ kasvet-i kalbi mûcibdir.

8. Cömertliği, kendi muhtaç olduğu zamanda bile elden komaya; başka muhtaçları kendine tercih ede ve bunu kendine hulk ve huy edine... Bilhassa fukarâ ve mesâkîne karşı cömert ola...

9. Ehl ü iyâl ve ahbaplarıyla hüsn-ü hulûk ile muamele ede...

10. Ehl-i dünyadan kaça ve onlara tevâzuu terk ede...

11. Gecede ve gündüzde evrâdını muhafaza ve devam ede...

12. Huzur-u kalble ve devam üzere zikre dikkat ve ihtimam eyleye..."

Kişi bu oniki şarta Cenâb-ı Hakk'ın izin ve tevfikıyla devam eylese, elbette gönlü ibadet ve taatle üns tutar, halktan ayrılıp kalbe murâkabe kapısı açılarak müşahedeye istîdad hasıl olur ki, bu sıddıklar mertebesidir. Lâkin bir oniki şart daha vardır ki, evvelkilerin devamına sebeb olurlar:

1. Halkın reddine ve kabulüne iltifat etmeye; yâni söz dinleyip dinlememesine bakmadan yoluna devam ede...

2. Halkın zemmine ve medhine îtibar etmeye...

3. Dünya işlerinde, maksadına nâil olamadığına sabır ve rıza göstere...

4. Aleyhine de olsa daima doğruyu söyleye...

5. Kimseye fenâ ve kötü dua etmeye...

6. Başkalarını kendinden efdal ve hayırlı bile...

7. Gece ve gündüz zikrullahdan fâriğ olmaya...

8. İşlerinde istihàresiz ve müşâveresiz hareket etmeye...

9. Mühim olan işlerinde ervâh-ı meşâyıhtan istimdâd eyleye...

10. Halkla kat'iyyen muhàsama, yâni düşmanlık etmeye ve nefsini islahla meşgul ola...

11. Hiç bir vechile mü'minler hakkında gıll ü gış ve kin tutmaya...

12. Mü'minler hakkında hayır duadan hiç bir zaman gàfil olmaya...

Ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Ulemâ ve hükemâ demişlerdir ki:

"Kişinin nefs-i nâtıkasını bilip, kendinde gizlenen ve saklanan ve vaz' olunan fazàili, kemâlâtı, hakàyıkı ve onların kadir ve kıymetlerinin ne olduğunu bilip anlaması, fazàil ve ma'rifetin esası, alem-i melekût ve müşâhedâtın miftah ve mübtenâsıdır.

Kim ki nefsini bilmeye, ona insan ismini ıtlak etmek, yâni vermek sahih olmaz. Men arefe nefsehû sırrına vâkıf olmayanın, hayvanlıktan gayri nasibi olmaz." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 22-31)

Şeyh Muhammed Üftâde KS Hazretleri buyururlar ki:

"Kişinin nefsini ahlàk-ı zemîmelerden temizlemesi ve kötü huylardan kurtarıp ıslah eylemesi, en mühim ve en faydalı ve hayırlı işlerdendir. Tâ ki âhir halinde, son zamanında muztarib ve mütezellil olmaya... Şol kişiler ki el'an zamanımızda seyr-ü süluk iddia ederler, fakat nefsin hallerini ve hilelerini bilmezler. Bundan nâşi, ekser-i zamanda halleri dâvâlarını tekzib edip, birbirlerini gâh sever ve gah buğz, adâvet ve hased ederler. İşte bu haller nefsin mekir ve hilelerini bilmediklerinden ve hamlıklarından neş'et eder.

Bununla beraber üzerimize vâcib olan, cümleyi kendimizden hayırlı ve efdal bilmektir. Nefs ile mücâhedeyi hiçbir zaman elden bırakmamak ve tevhid çomağıyla emmâreliği mutmeinneliğe ve cadde-i istikàmete sokmaktır. Ma'lûmdur ki, sülûk ve mücâhededen murad, kişi kalbini mâsivâya iltifat, îtibar, meyil ve muhabbetten halâs ve Cenâb-ı Hakk'a teveccüh-ü tam ile teveccüh edip, saadet-i ebediyyesine sa'y ü gayret etmesidir." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 32)

Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri buyurmuşlardır ki:

"Edeb ikidir: Biri gizli, biri de âşikârdır. Gizli olana âdâbüs-sır derler ki, kalbin tahâreti ve temizliğidir. Bu, mânevî olan âdâbdır. Aşikâr olanı ise temizliğin zàhir olanıdır ki, bu da bütün a'zâları ma'siyyetten, küçük-büyük bütün günahlardan ve kusurlardan muhafaza etmektir."

Huccetül-İslâm Şeyh Muhammed el-Gazâli KS Hazretleri, kulun iki cihanda necat ve selâmeti ve saadet-i ebediyyeye ne ile vâsıl olacağını beyan sadedinde buyururlar ki:

"--Ey birader! Muhakkak bilip anlayasın ki, kul için Allahü Teàlâ'nın likàsından gayride kat'iyyen necât yoktur. Likàullaha da ancak Allah-u Teàlâ'ya muhabbet ve ma'rifet üzere ömr-ü dünyevîsini ifnâ ve Hakk'a àrif ve muhib olduğu halde fevt olmaktan gayrı çare ve tarîk yoktur. Zîrâ Hakk'ın muhabbet ve ünsiyyeti, ancak Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı devam üzere zikirle hasıl olur.

Ma'rifet'ullah dahi, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın ef'al ve sıfatına ve acâib-i masnûàtına devam üzere tefekkür ve teemmül ile hàsıl olur. Bu ise ancak dünyayı ve dünya şehevatını terk edip, kifaf ve zaruret mikdarına kanaat ile; gecede, gündüzde vakitlerini zikr ü fikr ve evrâd u vezàif-i ubûdiyyete devam ve lâyıkı vechile yapmakla mümkün olur."

Hemen Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ cümlemizi inâyet ve ihsân ile tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar buyursun... Âmîn ve sallallàhu alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ecmaîn...

Şeyh Sa'deddîn-i Kaşgarî KS Hazretleri buyururlar ki:

"--Ey yârân! Biliyor musunuz ki, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri bunca azamet ve kibriyâsıyla, sizlere gàyet yakındır. Dâimâ bu îtikad üzere olasınız. Bu mânâ halen sizlere ma'lûm değilse bile, siz dâim edeb üzere olup, gerek yalnız, gerek cemaat içinde, hattâ çok tenhâ bir evin içinde dahi olsanız, ayağınızı uzâtmayıp utanarak, gözlerinizi yumup oturasınız.

Zàhirde ve bâtında Hak'la dürüst olasınız. Âdâb-ı zàhire ve bâtınaya riayet edip, emirlere uyup, yasaklardan kaçmak; daima abdestli olmak, istiğfar ve sükûta devamla bütün işlerinde ihtiyata riayetle beraber, selef-i sàlihinin eserlerini okumak ve imkân nisbetinde onları kendinde tatbik etmeğe çalışmak gerektir.

Âdâb-ı bâtına ve âdâb-ı kalbiyyenin ehem ve elzemi, yâni en lüzumlusu, ağyar hatırasından firar etmekdir. Gerek hayır ve gerek şer, ikisi de hicabda beraberdir.



ÇEŞİTLİ TESBİHLERİN FAZÎLETLERİ

Cüveyriye RA Validemiz buyuruyorlar ki; Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz bir gün onun yanından çıkmışlar ve duhà (kuşluk) vaktinden sonra gelmişlerdi. Cüveyriye Validemiz ise, hâlâ tesbihatıyla meşguldüler. Efendimiz SAS Hazretleri buyurdular ki:

"--Hâlâ sen bıraktığım hal üzere misin?"

"--Evet!" cevabını alması üzerine Efendimiz SAS:

"--Ben sana dört kelime öğreteyim ki, bunları üç kere tekrarlarsan, senin bugün sabahtan beri yapmış olduğun tesbihlerinle tartılsalar, onlardan ağır gelirler. O kelimeler şunlardır:

(Sübhànallàhi ve bihamdihî adede halkıhî,ve rıdà nesihî, ve zinete arşihî, ve midâde kelimâtihî.) (1)

(1) [Yarattıklarının sayısınca, kendisinin razı olacağı kadar, arşının ağırlığınca ve kelimelerindeki mürekkep sayısınca Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eder, ona hamd ederim.] (Et-Tergîb, 2/438)

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA'ın kızı Aişe, babasından nakil ve rivayet eder ki:

Bir gün Rasûlüllah SAS le beraber, önünde 400 kadar çakıl taşı veya çekirdek bulunan bir kadına uğramıştık. Kadın bunlarla zikir yapıyordu. Efendimiz SAS Hazretleri kadına:

"--Sana bundan daha kolay ve efdal olanı haber vereyim mi?" dediler ve:

(Sübhànallàhi adede mâ haleka fis-semâ', ve sübhànallàhi adede mâ haleka fil-ard, ve sübhànallàhi adede mâ haleka beyne zâlik, ve sübhànallàhi adede mâ hüve hàlik, vallàhu ekber misle zâlik, vel-hamdü lillâhi misle zâlik, velâ ilâhe illallàhu misle zâlik, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi misle zâlik.) tesbihini beyan buyurdular. (2)

(2) [Göklerde yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Yerde yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Yerle gök arasında yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Allah'ın yarattığı mahlûkat sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Allàhu ekber'i de bu kadar, Elhamdü lillâh'ı da bu kadar, Lâ ilâhe illallah'ı da bu kadar, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh'ı da bu kadar söylerim.] (Et-Tergîb, 2/439-441)

Müslim'in bir rivayetinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in Cüveyriye RA'ya tavsiyesi;

(Sübhànallàhi adede halkıhî, ve sübhànallàhi rıdà nefsihî, ve sübhànallàhi zinete arşihî, ve sübhànallàhi midâde kelimâtihî.) olarak kayd edilmiştir. (3)

(3) [Yaratıklarının sayısınca Allah'ı tesbih ve tenzih ederim. Allah'ı razı olacağı kadar tesbih ederim. Arşının ağırlığınca Allah'ı tesbih ederim. Kelimelerindeki mürekkep kadar Allah'ı tesbih ederim.]

İmam-ı Neseî'de ise, âhirine (Vel-hamdü lillâhi kezâlik) ziyadesi vardır.

Müslim'in diğer bir rivayetinde de:

(Sübhànallàhi ve bihamdihî velâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber, adede halkıhî, ve rıdà nefsihî, ve zinete arşihî, ve midâde kelimâtihî.) olarak varid olmuştur. (4)

(4) [Yarattıklarının sayısınca, kendisinin razı olacağı kadar, arşının ağırlığınca ve kelimelerindeki mürekkep sayısınca Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eder, ona hamd ederim; Lâ ilâhe illallah ve Allahu ekber derim.]

Tirmizi'nin rivayetinde ise, Efendimiz SAS Hazretleri Cüveyriye RA validemize mescidde iken uğramışlar, sonra dışarı çıkmışlar. Öğleye yakın bir zamanda yine mescide geldiklerinde, bakmışlar ki yine mesciddeler,

"--Sabahtan beri hep bu hal üzere misin?" diye sormuşlar.

O da "Evet." deyince, Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Ben sana bazı kelimeler öğreteyim ki, onları üçer kere okumaklığın senin için daha a'lâ ve efdaldır." buyurmuşlardır.

Bu konuda, Müslim her cümleyi üçer kere okumayı, Neseî ise bütün cümleyi ayrı ayrı üçer kere okumayı tavsiye etmişlerdir. Bu rivayetlerin muhtelif oluşu, her halde müteaddid zamanlardaki hadiselere göre olsa gerektir. Allàhu a'lem.

CEVÂMİUL-HAMD VE ZİKRE AİT RİVAYETLER

Her kim Hazret-i İbn-i Ömer RA'dan rivayet olunan:

(Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne hamden kesîran, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hàl, elhamdü lillâhi hamden yüvâfî niamehû ve yükâfî mezîdeh.) (1) duasını üç kere okursa, hafaza melekleri onun ecir ve sevabını ne kadar yazacaklarında aciz kalırlar da, kendilerine gelen vahiyde: "Kulumun söylediği gibi yazın!" diye emir buyurulur.

(1) [Her hâlükârda nimetlerine lâyık ve onların artmasına vesile olacak en güzel şekilde, hamd ü senâlar alemlerin Rabbi olan Allah'a olsun.] (Et-Tergîb, 2/441)

Ebû Saîd el-Hudrî RA'ın rivayetinde, bir kişinin namazda okuyabileceği hayırlı bir dua öğretmesini taleb etmişler; Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Cebrail Aleyhis-salâtü ves-selâm Hazretleri geldi, buyurdu ki: Muhakkak namazda en hayırlı dua:

(Allàhümme lekel-hamdü küllüh, ve lekel-mülkü küllüh, ve lekel-halku küllüh, ve ileyke yerciul-emru küllüh, es'elüke minel-hayri küllih, ve ezü bike mineş-şerri küllih.) duasıdır." buyurdu. (2)

(2) [Allahım, her türlü hamd sana mahsustur. Bütün mülk senindir. Halkın tamamı senindir. Bütün işler sana döner. Hayrın hepsinden taleb ediyorum ve şerrin tamamından sana sığınıyorum.] (Et-Tergîb, 2/441)

İmam-ı Beyhakî'ye göre, Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri, Muaz ibn-i Cebel RA Hazretleri'ne buyurmuşlar ki:

"--Her gün ne kadar zikr edersin? On bin kere zikr eder misin? Şimdi ben sana öyle kelimelere delalet edeyim ki, onlar sana gayet ehven ve kolay olmakla beraber, onbin kere zikirden daha efdaldir. Şöyle de:

(Lâ ilâhe illallàhu adede kelimâtih, lâ ilâhe illallàhu adede halkıh, lâ ilâhe illallàhu zinete arşih, lâ ilâhe illallàhu mil'e semâvâtih, lâ ilâhe illallàhu misle zâlike meah, vel-hamdü lillâhi misle zâlike meah.) (3)

(3) [Allah'ın kelimeleri adedince Lâ ilâhe illallah, Allah'ın yarattıkları adedince Lâ ilâhe illallah, Arş-ı A'zamının ağırlığı kadar Lâ ilâhe illallah, semâlarının dolusunca Lâ ilâhe illallah, ve bunlar kadar da yine Lâ ilâhe illallah... Bunlar kadar da yine Allàhu ekber... Bunlar kadar da yine Elhamdü lillâh...] (Râmûz, 501/7)

Bunların sevabını yazmağa melek de, başkası da kàdir olamaz.

Bu ve bunun emsâli hadis-i şeriflerle bildirilen ibareler, lafzan çok kısa velâkin mânâ îtibarıyla had ve hududu bulunmasına imkân olmayan enginliktedir ve beşer kudretinin bunları kavramaya kâfî gelmediği cümlece ma'lûmdur. Binaen aleyh, bunların üzerinde durmayıp, emrolunduğumuz vechile zikirle meşgul olmak daha iyi ve daha güzeldir. Çünkü bunlar atom misalidir, atomun cüssesi ufak fakat tahribatı nasıl büyükse, bunların da lafızları, kelimeleri az, mânâları ise ölçü ve hudud tanımaz.

Meselâ, adede kelimâtih'in ihàta ettiği anlamda görüldüğü gibi, Allah-u Teàlâ'nın kelimelerinin ve mahlûklarının aded ve sayısını bilmek hiç mümkün müdür? Onbin diye vaki olan aded kesretten kinâyedir, yoksa tahdid değildir.

Amma bir insanın durmadan gönlünü ve dilini zikrullah ile meşgul etmesi ve gönlüne Hak'tan gayri şeyleri sokmamak üzere onu murakabesi altında bulundurması; bununla beraber nefsini bil'umum şehevâni yaramaz şeylerden, arzu ve heveslerden koruması ve her türlü, gerek kebâir ve gerekse sagàir günahlardan, hatta mekruhlardan uzak kalması; farz, vacib, sünnet ve müstehablara da son derece riayetkâr olarak kimseyi incitmemesi, hak ve hukuka ziyadesiyle dikkat edip, mümkün oldukça beş vakit namazın cemaatle kılınmasına önem vererek devam etmesi; ve bahusus sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bulunduğu mescidde, mümkün değilse evinde oturup bir Yâsin-i Şerif okuduktan, evrad ve zikrini îfâdan sonra işrak namazını kılıp işine gitmesi ne kadar güzeldir. Bunu yapanın bir de nafile hac ve umre sevabına nâil olacağı hakkında müteaddid hadis-i şerifler vardır.

İlâhî nurun gönle dahil olabilmesi için, o kalbin gayet saf, yumuşak ve ince olması gerektir. Bu da ancak maddî ve mânevî bil-umum iç ve dış günahlarından àrî ve uzak olması ve rikkat-i kalb denilen yumuşaklık --ki bu haslet, sertliğin, gılzatın zıddı olan merhamet, acımak demektir-- sıfatına sahib olmasıyla kàbildir.

Maddî günahlar herkesin ma'lûmu olan içki, zinâ, kumar, sirkat, zulüm, yalan, katl, israf ve emsâli günahlardır. Para ve malın israfı ne kadar mezmum ise şüphesiz ki, emsali olmayan ve bir daha ele geçmesi mümkün olmayan ömr-ü azîzini, hevâ-yı nefs ve şehvânî arzular peşinde zâyî etmek de israfın en büyüğü ve en kötüsü olduğu cümleye ma'lûmdur.

Şüphesiz ki, hakîkî müslümanların bunların hepsinden ve bâhusus kibir, gurur, azamet, hased, ücub, hırs, riyâ, kin, gıybet, fahr, gazab, nemîme ve merhametsizlik gibi mânevî günahlardan da âzâde ve uzak olması; bunların yerlerini ahlâk-ı hamîde ve hasene ile tezyin eylemesi, başlıca ve mühim vazifelerinden olduğunu söylemek zâid ve fazla olsa gerektir. Bu iyi hasletler; şecâat, sehàvet, hikmet, adalet, merhamet, muàvenet, sadâkat, sabır, emanete riayet, sözünde durmak, hayâ, ahdine vefa ve benzerleridir ki, bunlar hep şeàir-i İslâmiyyenin ve kemâlât-ı insâniyyenin başlıca alâmetlerindendir. Bunlarsız ruhun terakkîsi mümkün değildir.

Nezâfet ve hüsn-ü ahlâk, kemâlât-ı insâniyye ve imanın en yüksek mertebelerindendir. Nezâfet, iç ve dış temizliğiyle olur. Hüsn-ü ahlâk ise, ancak salih kulların arasına girerek hem din ilmini, hem de tasavvuf ilmini öğrenip amel etmekle mümkündür. Meselâ; soğuk bir demiri harlı bir ateşin içine soktuğumuz vakit, soğuk olan o demirin, bir müddet sonra ateşden aldığı ateşlik sıfatıyla ateş gibi yakmağa başladığı, herkesçe bilinen bir şeydir.

Bunun gibi kabiliyeti olan bir insan da, iyi bir insanın hizmetinde bulunduğu zaman, hiç farkına varmadan onun gibi iyi ve güzel sıfatların sahibi olur. Bunun misâli pek çoktur. Bilhassa ashàb-ı kirâmın hali, ma'lûm olanların başında gelir.

Enes ibn-i Mâlik RA rivayetinde der ki:

"Bir gün Übey ibn-i Kâ'b RA, mescid-i şerife giderek Allah-u Teàlâ'nın rızâ-yı şerifi için namaz kılıp, hiç kimsenin yapmadığı bir hamdle Allah-u Teàlâ'ya hamd edeceğini beyan etmiş. Namazını kılıp hamd ü senâ edeceği sırada, arkasından yüksek bir sesle:

(Allàhümme lekel-hamdü küllüh, ve lekel-mülkü küllüh, ve biyedikel-hayru küllüh, ve ileyke yerciul-emru küllüh, alâniyetehû ve sirruh, lekel-hamdü inneke alâ külli şey'in kadîr. İğgirlî mâ medà min zünûbî, va'sımnî fîmâ bakıye min umrî, verzuknî a'mâlen zâkiyeten terdà bihâ annî, ve tüb aleyye.) (4) sedâsını işitir ve gelip Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'ne kıssayı anlatır. Efendimiz SAS Hazretleri, o duayı okuyanın Cebrâil AS olduğunu bildirmişlerdir.

(4) [Allahım, her türlü hamd sana mahsustur. Bütün mülk senindir. Her türlü hayır senin kudret elindedir. Gizlisi ve açığı ile işlerin hepsi sana döner. Hamd sana mahsustur. Şüphesiz ki, sen her şeye kàdirsin! Geçmiş günahlarımı bağışla, ömrümün kalan kısmında beni koru, razı olacağın güzel ameller yapmamı nasîb eyle ve tevbemi kabul eyle...]

Hazret-i Ali'nin (Kerremallàhu vecheh) beyanında ise; Cebrâil AS, Peygamber-i zişan SAS Hazretleri'ne gelerek:

"--Bir gün veya bir gece Cenâb-ı Hak Hazretleri'ne layıkı vechile ibadet etmek ister ve böylece mesrur olmağı kasd edersen:

(Allàhümme lekel-hamdü hamden kesîran hàliden mea hulûdik, ve lekel-hamdü hamden lâ müntehâ lehû dûne ilmik, ve lekel-hamdü hamden lâ müntehâ lehû dûne meşîetik, ve lekel-hamdü hamden lâ âhira likàilihî illâ rıdàk.) hamdine devam et diye tavsiye buyurdukları, mervidir. (5) Onun için bunlara devam edilmesi şâyân-ı tavsiyedir.

(5) [Allahım, senin gibi sonsuz hamd ve senâlar sana olsun! Senden başka kimsenin bilemeyeceği sonsuz hamd sana olsun! Dilediğin kadar sonsuz hamd sana olsun! Söyleyenin sonunda seni razı edeceği kadar hamd sana olsun!] (Et-Tergîb, 2/443)

LÂ HAVLE VE LÂ KUVVETE İLLÂ BİLLÂH'IN FAZİLETLERİ

Ebû Mûsâ RA'ın rivayet ettiğine göre, Rasûl-i Ekrem SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:

"(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'ı çok şöyle! Çünkü bu cennet hazinelerinden bir hazinedir." (1)

(1) [Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.]

Ebû Hûreyre RA Hazretleri ise:

"Bana Rasûlüllah SAS Hazretleri buyurdular ki:

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm)'i çok söyle, çünkü bu cennet hazinelerindendir." diye rivayet etmişlerdir. (2)

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri bir kuluna nîmet verir, o kul da o nîmetlerin elinde kalmasını isterse, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'ı çok söylesin!" buyurmuşlardır.

DEVAMLI ZİKRULLAHIN ÂDÂBI

Ey aziz! Ehlullah demişler ki, zâkir zikrullah ederken, ol halde nice âdâb ile müteeddeb olmalıdır:

1. Evvelâ kalıp ve kalbini, bilcümle meşguliyetten fâriğ ve hâlî kılmalıdır.

2. Tevbe için gusl etmeli veya abdest almalıdır.

3. İki rekat namaz kılıp, dua etmelidir.

4. Hoş kokulu, tenha bir yerde oturmalıdır.

5. Ol mekânın, karanlık bir köşesinde, i'tikâf niyetiyle bir seccâde kadar yer ayırıp, hasır veya kilim üzerine bir seccâde sermelidir.

6. Ol seccâde üzerinde kıbleye karşı aks-i teverrük şeklinde veya bağdaş kurarak, elleri dizleri üzerine koyup, gizlice zikrullaha devam etmelidir.

7. Gözlerini yumup, iç gözlerinin açılmasına gayret etmelidir.

8. Şeyhinin hayalini muhafaza ile, himmet talebiyle ve ona muhabbetle ruhaniyetine yönelmelidir.

9. Gece kàim, gündüzleri sàim olmalıdır.

10. Fazla açlık ve tokluktan sakınmalıdır. Hayvanî yağ olmayan yağlı taamları hadd-i vasat, orta derecede yemelidir.

Nefsin hazlarını, isteklerini, cismin rahatını bil-külliye tamâmen terk etmelidir. Gece ve gündüz yatmayıp, kemend ile uyumalıdır. Tâ kim bedende bulunan eczâ-yı anâsır-ı habîse mahvolup, ol perdelerden gönül halâs bulup, alem-i melekûte basiretle nazar kılarak, huzr-u ünse yetmelidir.

Zikrullahtan sâkit olunca, huzr-u kalb ile susmalıdır. Gönülde zikrullahın vâridâtını gözleyip, teveccühle bir saat kadar kalmalıdır. Ta kim otuz senede riyâzetle bulunmayan cezbe devletini, bir lâhzada bulmalıdır.

Zikrullahın arkasında, su içmekten son derece sakınmalıdır. Zira zikrullahta hareket, heyecan, harâret ve yakınlık vardır. Bunlar da zevk ve şevk-ı mevt iras eder bir halettir. Zikrullahın arkasından içilen su, bu nurları söndürür ve kendisine bir durgunluk verir. Bir takım hastalıklara sebeb olur.

Zâkir halvette her an zikrullah ile olmalıdır. Aldığı derslere muvâzebet etmelidir.

"Allah" ism-i şerifini, ism-i zât ve cemî sıfatları câmi'dir, diye bilmelidir. Gerçi, Mevlâ'ya vuslat yolları çoktur; lâkin, zikrullah en sahih ve en açık ve güzel bir yoldur. Gerek "Allah" ve gerekse;

"Lâ ilâhe illallah" kelimelerinde tecvide riayetle "Lâ"yı uzatıp, "ilâhe" kelimesinde hemzeyi göstermelidir ve ol kelimeyi, doğru dürüst söylemelidir. "Lâ ilâhe" dedikte, mâsivâyı nefy ve yok edip "illallah" dedikte, Hakk'ın varlığını ve birliğini isbat etmelidir. Bu kelimeyi hafif bir sesle, kuvvet-i nefesiye ve huzur-u kalble, gece gündüz tekrar edip, her kere de mânâsına yetmelidir.

Mâdem ki zâkirin beşeriyeti gàlib ve şehvetine râgıbdır ve benliğine mülâzimdir; ol kimse lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle;

"Lâ ma'bûde illallah" demesi lâzımdır. Vaktâ ki, beşeriyeti zayıf, şevk ve zevki ziyâde olur; o zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe,

"Lâ matlûbe illallah" demelidir. Vaktâ ki, anın kalbinden efkâr ve havâtır fânî olur, vahdet-i vücud anın bâtınından zuhura gelir. Ol zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle de,

"Lâ mevcûde illallah" demesi caiz olur. Bu zâkir "Lâ ilâhe" ile mâsivâyı nefy ettikçe "İllallah"ın tesiri kalbinde yerleşir ve andan a'zâlara sirâyet ettikçe baştan aşağı bütün vücudun eczaları harekete gelir ve kalbinden kapılar açılıp, nice hâlât ile âlî makamlar bulur ve tecelliyât-ı mezkûre ile zikirden gàib olur ve ol gaybet, müşâhede sayılır. Velhasıl, mâsivâdan pâk olan gönüle ma'rifetullah emaneti konulur.

Onun için denilmiştir ki; kim ki gaflet uykusundan uyanır, ol kimseye àrif-i âgâh, uyanık, arif kişi derler. Bu zâkir zinhar, sakın himmeti çok aşağı olan ve birtakım keşif ve kerametlere aldananlardan olmasın. Zira bu keşif, keramet insanı, zâkiri yolundan alıkoyduğu için, hayz-ı ricâldir demişlerdir.

Halvethanesinde dersi olan zikrullahtan maada hiç bir evrad, kıraat ve dualarla meşgul olmaya... Sabah ve ikindiden sonra birer cüz Kur'an-ı Kerim tilâvet olunur ve arkasından ma'lûm olan hatm-i hàcegan yapılır ve duası edilip, sabahleyin iki rekat da işrak namazı kıldıktan sonra zikrine devam eder. Yüzleri de bir örtü ile kapar ve etrafla hiç bir şekilde kimse ile de meşgul olmayıp, hemen zikrini lâyıkıyla îfâya çalışır.

Ol kadar çok zikretmelidir ki, eseri dilinden kalbine, andan ruhuna geçmeli ve andan sırrında zàhir olmalıdır. Tâ kim, anın kalbi mâsivâdan sâde ve ruhu âzâde ve sırrı da mukaddes olub mezkûre yetmelidir.

Nitekim, Cüneyd-i Bağdadi KS Hazretleri'ne, irşad olunmak için dış memleketlerden on altı kişi gelmiş. O da gelenleri ayrı ayrı halvetlere koymuş ve "Lâ ilahe illallah"a devamlarını tenbih etmiş. Bir hafta sonra yanlarına gidip sormuş:

"--Kalbinizde ne buluyorsunuz?"

Onlar da demişler ki:

"--Ancak muhabbet-i dünyayı buluyoruz."

İmdi tenbih etmiş ki:

"--Muhabbet-i dünyayı ve onda olanları, yâni dünyaya tealluk eden her şeyi içinizden çıkarıp, izzet ve lezzetlerini kat'iyyen unutmak gerekir. Bir hafta sonra yine onların yanlarına gidip:

"--Kalbinize ne gelmiştir?" diye sormuş.

Cevaben:

"--Pes, ancak muhabbet-i ahiret gelmiştir." demişler.

Yine onlara tenbih edip demiş ki:

"--Anı dahi terk ediniz!"

Bir hafta sonra yine yanlarına varıp:

"--Kalbinize ne dolmuştur?" diye sormuş; onlar da haber vermişler ki:

"--Ancak muhabbet-i enâniyet, yâni kendilerini sevme muhabbeti dolmuştur."

Pes, anlara tenbih etmiştir ki:

"--Kendi varlığınızı da terk edesiniz!" demiş.

Bir hafta sonra tekrar sormuş ki:

"--Kalbinizi ne almıştır?"

Haber vermişler ki:

"--Ancak muhabbetullah almıştır."

Pes imdi anlara ism-i celâl'i telkin edip, on gün kadar tâyin eylemiş. Vakta ki, kırk gün tamam olmuş. Hazret-i Cüneyd KS anlara gelerek demiş ki:

"--Kalbinizde ne kalmıştır?"

Anların cümlesi demişlerdir ki:

"--Kalbimizde mâsivâ mahv olmuştur, ancak Allah-u azîmüşşan kalmıştır."

İmdi Cüneyd KS anlara dua edip demiş ki:

"--Ona devam ediniz. Çünkü murad aldınız, kande dilerseniz gidiniz ve felah bulunuz. Size tâbî olanı bu huzura yediniz. Yani, kalb-i selim sahibi olup size teslim olanları, böylece irşad ediniz!" buyurmuşlardır.

Beyit

Hest tâc-i àrifân ender cihan ez çâr terk;

Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.

İmdi bu makama vasıl olan zâkir, halvet-i mânevîyede, el-ünsü billâh olur. Ne halvetle olur, ne de halk ile olur; kesrette ve mânâda Hak ile olur. Vahdette ve kesrette halk ile olsa dahi, Hak'tan zerre miktarı gàfil olmaz ve Hak ile halktan mahcub kalmaz. Vahdet, kesret, halvet, sohbet müsâvî olur. Zira ki, anın her halinde, el-ünsü billâh olur.



KELİME-İ TEVHİDİN FAZÎLET VE KERÂMETLERİ

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Kelime-i tayyibe olan "Lâ ilâhe illallah" hısn-ı ekber ve a'lâdır ve ilm-i tevhîd-i Mevlâdır. Kim ki, ol hısn-ı hasîne girer; muhakkak ol kimse, naîm-i sermed ve seàdet-i ebed tahsil eder. Kim ki, anınla tehassundan tehallüf eder, tahkik ol kimse ebedi azabı ve şekàveti kesb eder. Bu kelime-i tayyibe, kalbin dairesine hısn olmadıkça ve saltanatla hevâ-yı nefsini ol nokta-i merkeze dühulden men etmedikçe, muhakkak sen ol hısnın haricindesin ki, ruhun ana dühul kılmamıştır ve mücerred telâffuzundan bir fayda hasıl olmamıştır.

İmdi düşün ki, bu kelime-i tayyibeden senin nasibin ne kılınmıştır?.. Eğer nasibin anın ruhu ve mânâsı ise, muhakkak iki cihan saadeti senin bilinmiştir ve ismin zümre-i ehl-i fazl içre ve evliyâ defterine yazılmıştır. Eğer nasibin andan mücerred laklaka-i lisân olmuştur, ol münafıklar hazzı bulunmuştur. Zira ki, zikr-i hısın, men etmez. Nitekim, kılıncın adını anmakla, kılınç hiç bir zaman kesmez.

İmdi, bu kelime-i tayyibe mânâsiyle, ruh ile cesed menzilesindedir. Mânâsız, cansız bir cesed gibidir. Nitekim, cansız cesedden bir fayda gelmez. Bunun gibi bu kelime, mânâsız kale olmaz. İmdi ol kimseler ki, alem-i fazldan olmuşlardır, onlar bu kelimeyi sûret ve mânâsıyla almışlardır. Ve sûretiyle zahirlerini, mânâsıyla da batınlarını tezyin ederek, kötü, yaramaz ve günah olan şeylerden ve her kötü huydan kendilerini pâk kılmışlardır. Bununla iki alem saadetini bulmuşlardır.

Madem ki "Lâ ilâhe illallah" diyorsun, ehil ve evlâd ile sükûn bulup, mal ve meskene niçin meyl edersin?.. Demek ki, anı sıdk ile söylemediğin muhakkaktır. Zîrâ ki lisân-ı hal, lisân-ı makalden daha iyi söyler; yâni insanın hali, dilinden daha güzel kendisini bildirir. Eğer "Lâ ilâhe illallah" dediğin zaman, mânâsının kalbinde bir semeresi varsa, niçin felânı inkâr, felana ittikà (dayanma) edersin ve felândan havf, felândan recâ edersin?..

Mâdem ki "Lâ ilâhe illallah" dersin, mâsivâ ile niçin ünsiyet edersin?.. Ne sen onun ve ne de ol senindir.

Zîrâ "Lâ ilâhe illallah" dersen, eğer anın meskeni senden mücerred lisan olup, kalbinde anın semeresi olmadıysa; korkulur ki, münafıklar zümresinden olursun. Eğer anın meskeni sende kalb ise, hakkà ki sen müminsin. Eğer anın meskeni ruh ise, tahkîkà sen àşık u sàdıksın. Eğer anın meskeni sende sır ise, şüphesiz sen àrif-i mükâşifsin.

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinde, "Lâ" harfi bir temizleyicidir ki, anınla vücud-u esrârdan ağyar tozları tamamıyla giderilir. Ta kim arş, tecellî-yi illallah ve zât-ı pâke nazargâh olup, anın üns ve muhabbetine lâyık ve sezâvar olalar ve şarâb-ı aşk ile mest olup, ebeden huzurunda kalalar. Nitekim Hak Teàlâ:

"--Yâ Dâvud! Benim sakin olacağım evi temizle ki, ben anda sakin olayım!" buyurmuştur; irfanın şerhi, tasfiye-i kalb olduğunu duyurmuştur.

İmdi, mâdem ki mâsivâya nazarla muğbersin, "Lâ ilâhe" nefyine muhtaç ve muztarsın. Vaktâ ki şühûd-u sàhib-i külde külli şeyden gàibsin, o zaman "Lâ ilâhe" nefyinden rahat bulursun ve "illallah" isbatına vâsıl olursun ve tekrar tekrar söylemekle zevk ve lezzet alırsın. Andan, "Allah kâfî, odur bâkî!" olduğunu bilirsin.

Eğer sultân-ı Lâ ilâhe illallah, insâniyetin medînesine tasallut kıldıysa, anın diyarı dâiresinde enâniyetten eser olmaz ve anda ağyardan bir şey ikàmet kılmaz. Anınla senin dahi sabır ve kararın kalmaz. Melikler bir diyarı zabt edince, anın aziz ehlini nasıl zelil ediyorlarsa, tevhidin (Lâ ilâhe illallah) girdiği yerde de hiç bir melik ve varlık, kibir ve azamet kalmaz; hepsi yıkılıp gider. Mezmum sıfatlar ve huylar, iyi ve mahmuda tebdil olunur.

Her sultanın hükmü nihayet bulur. Sultân-ı tevhid, yani (Lâ ilâhe illallah) ol validir ki, anın hükmü, evvelîn ve âhirînin cümlesine şâmil olur. Bütün edâlar, kimi tav'an kimi de kerhen ana mahkûm olurlar. Yani, tevhidin hükmü altına girip, ba'demâ isyan, kabahat ve günah işleri işlemekten çok korkar ve uzak kalırlar. Her işleri hemen itaat ve ibadet olub, herkesle de gayet güzel geçinirler. Kimseyi kırmaz, incitmez ve darıltmazlar. Herkese karşı haklarını daima helâl edib, kimseden bir hak istemezler.

Hakk'ın rızasına tam mânâsıyla uygun bir şekilde hareket ederler. Ne kibir, gurur, ne ucüb, ne hırs, hased, kin, gazab ve şehevât, ne de riya ve emsali, hiç bir çirkin huy ve ahlâk onlarda bulunmaz. İman ve İslâmiyet, yalnız dillerinde değil, bil-fiil halleriyle de, iman ve İslâmiyetlerini izhar ve îlân etmekte, dosta-düşmana İslâmiyet'in ne demek olduğunu göstermektedirler.

İşte asıl Müslüman böyle olacaktır ve böyle de olmalıdır. Yoksa, diliyle "Lâ ilâhe illallah" der, sonra da İslâmiyet'in hiç de istemediği bütün çirkin ve günah işleri yapar; işte bu hal en kötü ve câhilâne bir harekettir. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i, kendisinin sevdiği ve razı olduğu amellerle müzeyyen eylesin, âmin...

Lâ ilâhe illallah, bir şecere-i mübârekedir ki, anın neticesi, ma'rifet ve vahdâniyettir; semeresi ikrardır. Cemî-i kâinatın vücûdundan maksad, ancak bu devlettir. Nitekim Hak Teàlâ Hazretleri buyurmuştur:

"Kulum ben seni ancak, benim tevhidim için halk eyledim ve bütün eşyayı da senin için halk ettim. Gökler, seni gölgelendirir, yerler de senin ikàmetin ve faydalanmaklığın içindir. Yüksekteki nurlar da seni aydınlatmak için, süflî olan bütün mevcûdat da sana hizmet için yaratılmıştır ve senin tasarrufuna verilmiştir. Bunların hepsinin senin için yaratılmış olduğunu ve senin de bana kulluk etmek için yaratıldığını fehm eyle ve bunun kadr ü kıymetini bil. Bütün varlıkların, ne görüyor ve ne biliyorsan bunların hepsinin senin için yaratılmış olması, senin ne kadar kıymetli ve sevgili olduğuna alâmet olmaz mı?

İmdi senin bunları unutup, nefs ü hevâna uyarak Hàlik-ı Zülcelâl'e, yâni bütün bunları sana bahş edene karşı isyan etmekliğin ne kadar hatalı ve kusurlu, câhilâne, hem de pek câhilâne bir şey olduğunu söylemek şüphesiz ki zâiddir. Her bir nimet ki seni benden alıkoyar, onlar nimet değil birer azabdır. Zira seni benim azabıma sevk etmektedir. Yine her bir ihsânım ki seni benden men eder ve zevk ü safâya götürür; o da senin için bir ihsan değil, belki bir belâdır."

Bu ders çok dikkat edilmesi lazım gelen bir dersdir.

Seyr-i Sülûkun Menzilleri

İrfan yolcularının menzilleri üçtür: Biri àlem-i fenâ, biri àlem-i cezbe, biri de àlem-i kabza'dır. Alem-i fenâda oldukça, "Lâ ilâhe illallah" demek ve devam etmek lâzımdır. Alem-i cezbede olanlara ise, "Allah, Allah, Allah..." diye devam etmek lâzımdır. Alem-i kabzada ise, zâkirin dersi, "Hû, Hû, Hû..." olmalıdır denilmiştir.

"Lâ ilâhe illallah" kalblere gıda, "Allah, Allah, Allah..." lafz-i celili ruhlara gıda, "Hû, Hû, Hû..." kelimesi de sırlara gıdadır buyurulmuştur. Belki, "Lâ ilâhe illallah" kalblerin mıknatısı, yani çekeni, "Allah" lafza-i celâli de ruhların mıknatısıdır. "Hu" kelimesi de sırların mıknatısıdır buyrulmuştur.

Kalb, ruh ve sırrın misalleri, bir hokka içinde sedef, sedef içinde inci mesabesindedir; veya bir ev içinde kafes, kafes içinde bir kuş... İmdi hokka veya ev, kalbe; sedef ve kafes, ruha; inci veya kuş da sırra misaldir. İmdi eve girmedikçe kafese erişilmez; kafese erişilmedikçe de kuşu görmek mümkün olmaz. Bunun gibi, kalbe vâsıl olmayan, ruhtan elbette haberdar olamaz. Ruha vâsıl olmayanın ise, ne sırra, ne de sırdan sonrakilere vâsıl olamayacağı âşikârdır. Binâen aleyh, alem-i kalbe ne zaman dahil olursan, bil ki alem-i ervaha ve andan alem-i sırra ve daha ilerisine de vâsıl olursun.

Kalbin kapısı "Lâ ilâhe illallah" ile açılır. Ruhun kapısı "Allah" ism-i şerefine devam ile acılır. Sırrın kapısı ise, "Hû" ism-i şerifiyle açılır. Fakat bu teşbihler mecâzîdir. Maksad kalb alemine vasıl olmadan, ruh alemine dühul olunmadığına ve alem-i ervahtan da geçmedikçe, alem-i esrâra vüsul mümkün olmadığını beyandır. Bunlar üç daireye benzerler ki, birbirinin içindedir. En üstte olan en büyüğü ki, "sır" tâbir olunur. Onun altındaki elbette andan küçüktür; buna da "ruh" tâbir olunur. En altta olan tabii en küçüğüdür ki, buna da "kalb" derler.

Meselâ; alem-i kalb, alem-i ruhtan ufak bilinmiştir. Zira alem-i kalb, ruh ve sır alemlerinden alem-i şehadete, yani dünya alemine daha yakındır. Bu alem ise, ruh, cesed, darlık ve tehlike, hüzün ve keder, korku ve recâ alemi bulunmuştur. Alem-i ervah ve alem-i sır ise, geniş ve rahat, huzur, sürur, keramet, emniyet ve selâmet alemleridir. İmdi sen bu nefis aleminden kalb alemine ve zulmet aleminden nur ve şühuda çıkmak ve yükselmek arzu ve gayretinde bulunursan, neticede gözlerin görmediğini ve kulakların işitmediğini görür ve işitirsin.

Nefis alemi, beşeriyet alemi, tabiat alemi diye üç alem zikr ederler. Bu üç alem bu dünyanın --ki adalet alemidir-- tehlikeli ve korkunç birer kademesidir. Kalb alemi, ruh alemi, sır alemi diye üç alem daha vardır ki, bunlar da alem-i fazlın mertebeleridir. Nefis alemi gafletten ibarettir.

Dünya alemi, alem-i beşeriyet, fasıkların yeridir. Tabiat alemi de, münafıkların yeridir ki, cehennemin en dibi onlara mahsusdur. Alem-i kalb, abidlerin mi'rac alemidir. Aşıkların mi'racı ruh, ariflerin mi'racı da sırdır. Zikrullaha devam edince tabiatın, beşeriyetin ve nefsin düştükleri yerlerden kurtulup kalb derecesine yükselmeye sebep bulur. Bu terakki ile ol zaman Hakk'ın tasarrufuna teslim olursun ve ona gidersin ve ol kalblerin sahibi ve mutasarrıfı olan Hazret-i Allah artık seni istediği gibi afiyetler ve bazan da darlıklar, sıkıntılar, fakirlikler, rahatsızlık ve bunlara benzer halllerle kullarını halden hale çevirir ve bunları görür. Eğer haline şükredebilir ve razı olursan, ne mutlu sana!

"Hakk'ın cezbelerinden bir cezbe, yer ve gök ehlinin amellerine denk olur." iktizasınca seni senden alır ve kalbin mutmain ve sakin olur. Pes imdi, kelime-i Lâ ilâhe illallah'tır ki, bidâyet ve nihayet odur; kelime-i tayyibe ve sevap odur; hısn-ı hasin, en metin kale odur ve dâvet-i Rabbil-àlemîn odur. Allàhümme edhılnî fî hısnikel-hasîn, âmîn, yâ muîn.

Beyit

Ne haddi var bu hâkin, nice tevhid-i Hudâ söyler;
Ne mümkündür ki şemsi, zerre medh eyler, senâ söyler.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'de fenn-i sâlisin, bab-ı sânîsinin, fasl-ı hâmisinin dokuzuncu nev'i olarak izaha çalıştığı, zikrin lüzum ve fezâili hakkındaki yazılarını hep beraber okumuş bulunuyoruz. Hepsi pek güzel, fakat onların üzerimizdeki te'sirini bulabilmek ne kadar müşküldür. Bugünün tasavvuf ehli, erbâb-ı tarikat ve dervişan diye anılan bizlerin hali gözlerimizin önündedir. Ne saklanacak ve ne de inkâr edecek halimiz var. Adlarımızın derviş olmasının şu veya bu tarikdan oluşumuzun, veya şeyhimizin şöyle kemâli ve kerâmetleri var diye övünmemizin bize ne faydası olabilir?

İşte İbrâhim Hakkı Hazretleri ne güzel bir şekilde açıklamaktadır ki, insanın kemâli, onun kalb alemine geçmesinden sonra mümkündür. Nefs, beşeriyet ve tabiat alemleri içerisinde bocalayan insanın kemâlden bahs etmesi, olgun insan diye tavsif olunması pek gülünç olur. Nefsâniyetin iktizâsı, kibir, gurur, hırs, hased, nefs ü hevâsına mağlup kimse demektir ki, bu gibi kimselerde kemâl değil, belki zevâl; yükselme ve terakkî değil, belki düşme ve tedennî vardır. Artık gerisini sen hesapla!

Beşeriyetin iktizası yiyip içmek, zevk ü sefadır; bunlardan geçmedikçe nasıl kemâl umulur? Tabiat icabı da böyle değil mi? İnsanlar yaşamak sevdasını taşıdıkça, elbette nefsin esiri ve kölesi olmaktan kurtulmanın mümkün olamayacağı herkesin bildiği bir şeydir.

Nefsin, beşeriyetin, tabiatin iktizaları hep gaflettir. Gaflet ise pek büyük günahtır. Hem de öyle bir günahtır ki ta'rifi de mümkün değildir desem câizdir. Çünkü insan, gafletin ne demek olduğunu bilmez ve ömrünü boşuna zayi eder. Bir de üstelik der ki:

"--Ben o kadar fena bir adam değilim. Çünkü şu bilinen günahların hiç birini işlemem!"

Fakat ömrün üç nefesten ibarettir. Bunu da boşuna geçirdiğimize göre halimiz elbette acınacak bir haldir. Nefsaniyet, beşeriyet, tabiat halleri kolay geçilecek gibi değildirler. Çünkü bir çok zaruretlerin bizi, gayr-i ihtiyari, istemeden nefsin arzularına doğru sürüklemekte olduğu görülmektedir. Bunlardan kurtulmak hassaten Allah-u Teàlâ'nın bir lütuf ve ihsânıdır. Yoksa insan kendiliğinden ne kadar çalışsa da, muvaffak olması yine Hak'kın lutfuna bağlıdır.

İnsan niçin tarikate girer ve neden derviş olur? Şöyle bir kendini tartacak olursa, kendi kendine der ki:

"--İşte şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar da orucum var, bu kadar da nafile namaz kılıyorum ve nafile oruç tutuyorum. Üstelik bu kadar da zikrim, tesbihim, evradım, dualarım, kıraatlarım var..."

Şüphesiz bunlar hep medâr-ı iftiharımızdır ve çok güzel imrenilenecek şeylerdir. Herkes de, "Maşallah filan kişiye bakın ne kadar sofu oldu." diye medh ü sena ederler. Fakat bizim sofu, merasim meraklısı, Ma'rifetname'deki teraziye konacak olursa, sofuluk değil, müslümanlık bile yoktur. Bir işe yaramayan bir sürü bilgi edinmiştir ki, ne kıymeti, ne de faydası vardır. Hepsi dünyayı ele geçirebilmek için birer sebeptir.

Bir ilim ki, ahirette onun sahibine bir faydası yoktur; muhakkak ki, zayiattandır. İlim denince, matlub olan ilim, Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri'nin, gönüllere indirdiği ilimdir ki, bunun mektep ve medresesi yoktur. Fakat hem dünyada hem de ahirette sahibine faydası tamdır; peygamberlerdeki ilim gibi.

Bizim bugünün dervişi, sofusu hatta hacısı, hocası ve hatta şeyhleri bile, ne sakal, ne bıyık, Hak getire... Halbuki, ne sakallı, bıyıklı kimseler vardır ki, o sakal ve bıyıkları hemen bir adet ve gösterişten ibarettir. Evet sakal sünnet-i seniyyedir, hem de sünnet-i Hüda'dır. Kur'an-ı Kerim'e de muvafıktır. Çünkü sakalsızlık Allah-u Teàlâ'nın hilkatini tağyir ve tebdil ve âdetâ beğenmezliktir; münkir ve müstehzîlerin haklarında çok şiddetli hükümler vardır.

Bununla beraber sakalın, bıyığın kıymetini bilmediğimiz gibi, hakkına da riayet edebildiğimiz yokdur. İnsanlıktaki kemâl ise, yalnız böyle sakal, bıyık, cübbe, şalvar, sarık gibi zahiri kalıp ve kıyafetle mümkün değildir. Vakıa sözümüz, bunların hiç birisi de olmasın demek değildir. Bunlar yani bu sıfatlar bizleri bir çok günah ve hatalardan da korurlar. Mesela, insan böyle sarığıyla, sakalıyla fena yerlere, günah yerlerine kolayca giremez ve gidemez. Bu sûretle de bir çok günahlardan mahfuz kalır. Lâkin bunun da kâfî gelmediği görülmektedir ki, bunun için İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sindeki esaslara çok riayet etmek lazımdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve uzletle beraber zikrullaha devam; bir de bunlarla beraber kâmil ve olgun, alim, fazıl kimselerin ve meşâyihin can ve başla hizmetlerinde kusur etmemek; ve onların hallerini kendisine örnek ittihaz ederek gece gündüz dâimâ Cenâb-ı Hak'tan tazarru ve niyaz ile, hıfz ü himayesini taleb etmek; "Bir göz açıp yumacak kadar da olsa beni bana bırakma yâ Rab!" diye yalvarmayı hiç bir zaman elden bırakmamak ve insanlardan daima kaçmak; bâhusus kadın taifesiyle akraba dahi olsa fazla ünsiyet yapmamak, insanın ahireti bakımından kendi menfaati iktizâsındandır.

Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) ve bizleri de hıfz ü himâyesinde dâim kılsın; âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,77 M - Bugn : 11690

ulkucudunya@ulkucudunya.com