« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 Eki

2017

RECEP HAŞATLI NİÇİN HAK’KA YÜRÜDÜ ?.....

Nevzat KÖSEOĞLU 01 Ocak 1970

Recep Haşatlı inanmış, içinin dinginliği yüzünde okunan sakin bir Anadolu insanı idi. Başarılı bir iş adamı idi ve çevresinin saygısını kazanmıştı. Politikadan hiç mi hiç bir beklediği yoktu.

Kişiliği sevap ve günah kavramlarıyla biçimlenmiş olduğu için, politik yollardan ticareti için bir şeyler ummak, sonraki yılların ifadesi ile kısa yoldan dönülecek köşeler aramak onun düşüneceği şeyler değildi.

Nitekim Milliyetçi Hareket Partisi’nin İstanbul il başkanı olduktan sonra da, tüccar dostlarının yadırgayan bakışları altında sürekli verdi; o kadar ki, sonunda canını verdi...

1970’li yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi’nin mücadelesi, particilik olmaktan çok uzak bir vatan savunması idi.....

Bu yüzden de, MHP’de particilik yapmak her baba yiğidin harcı değildi; Bakırköy’den Şişli’ye kadar onlarca MHP ilçe başkanı şehit edilmişti. Cumhuriyet Halk Pirtisi’nin at gözlüğünü takmamış olan herkes bu mücadelenin mahiyetini kavrıyor, en azından hissediyor ve destekliyordu; ama, MHP’ye gelemiyorlardı.

Çünkü MHP’ye gelmek Marksist-bölücü şiddete doğrudan doğruya hedef olmak demekti; bunu da göze alamıyorlardı. Haşatlı ve arkadaşları göze alanlardandı...En yüce mertebeye kavuşan bu dâva arkadaşlarımızı saygıyla anıyorum.

Kavga ne idi; bu insanlar bu tehlikeleri niçin göze alıyorlardı. Haşatlı ve arkadaşlarının hatırasını anarken bu noktayı açıklığa kavuşturmayı bir vefa borcu sayıyorum.

Çünkü 1990’lardan sonra iyice açığa çıkan bu gerçekler hala kavranılmış değildir ve özellikle zihinler saptırılmak için uğraşılmaktadır.

12 Eylül 1980’den sonra, bu dönemin zulmünden yorgun ve yılgın düşen bazı insanlar, “ Aldatıldık, birbirimizle dövüştürüldük, kullanıldık “ gibi yemlere pek kolay kapıldılar. Gerçi, askeri darbeyi planlayanlar olayların biraz daha darbe zeminine doğru gelişmesini sağlamak için, müdahale edebilecekleri yerlerde etmediler ve gerek milliyetçilerden gerekse marksistlerden yönlendirebildikleri insanları, kan gölünü genişletmek için kullandılar. Fakat, bunlar mevzii etkilerdi ve ne hareketi başlatan, ne de yönlendiren temel sebeplerden değildi. Temel sebep açıktı: Soğuk savaş...

Soğuk Savaş iki kutba ayrılan dünya güçlerinin kansız mücadelesini ifade ediyordu ve biz de Batı dünyasında ve bu savaşın tam ortasında yer alıyorduk. Ama, bizim için yani Türk milleti için bu savaşın, tarihe dayanan çok daha gerçek ve tehlikeli boyutları vardı. Bu çerçeveden ve bu çapta bakılmadıkça ne olayları anlamak, ne de Türk milliyetçilerinin bu kadar büyük bir inançla mücadeleye girişlerindeki heyecanı açıklamak mümkündür.

Türk devletinin iki yüz yıllık dış politikası temelde Rus korkusuna göre belirmiştir. Bu da doğaldı; çünkü, tarihi bir kader olarak Türk milletinin gerileme süreci, Rusların yükselme sürecine denk gelmişti ve bu iki millet komşu idi. Haritaya bakıldığında görülür ki, Rus emperyalizminin yayılması, Moskova’nın burnunun ucundaki Kasım ve Kazan Hanlıklarından başlayarak Orta Asya’ya ve Sibirya ötesine kadar uzanır; hepsi de Türk topraklarıdır. Güneyde Kırım’ı alarak Tuna’ya ve Kafkasların altına kadar uzanır ki, ele geçirdiği toprakların hepsi Türkündür. Yani Rus sömürgeciliğinin doğduğu ve yayıldığı alanların tamamı Türk topraklarıdır ve Türk toplulukları boyunduruk altına alınmıştır.

Bu iki yüz yıl içinde, mevzii zafer ve kahramanlıkların ötesinde Osmanlı Rusya’ya karşı sürekli yenilmiş, sürekli çekilmiş ve Sarıkamış’la Kars’ı bile bırakmak zorunda kalmıştır. Sibirya dahil olmak üzere büyük Türkistan coğrafyası ise, yirminci yüz yılın başlarına gelindiğinde tamamen Çarlığın denetimine alınmıştı. Rus Çarlığının hedefi İstanbul’u almaktı. Kendilerini Bizansın halefi olarak gören Ruslar, İstanbul’dan Çarigrad olarak bahsederler. 1917 Bolşevik ihtilali, Milli Mücadele’nin Batı semperyalizmine karşı Bolşeviklerle yardımlaşmasına yol açmış, ancak bu ilişki mücadele yıllarıyla sınırlı kalmıştır.

Cumhuriyeti kuranlar Bolşevik ideolojisine yüz vermedikleri gibi, milletlere hürriyet sloganlarıyla Türkistan’ı yanlarına almaya çalışan Bolşevik liderlerin Rus emperyalizminin devamcıları olduğunu çabuk anlamışlardı. Nitekim çok geçmeden bütün Türkistan Rus emperyalizminin pençesine yeniden düşmüş ve Türk aydınları görülmedik kıyımlara uğratılmıştır. Şu ortaya çıkmıştır ki, Çarlık gitmiş Sovyet rejimi gelmiştir; ama, Rus yayılmacılığı devam etmektedir.

İşte asıl sorun da, değişen yüzlerin arkasındaki değişmeyen niyetlerdedir. Sitalin Ardahan ve Kars’ın yanında Boğazlar üzerindeki hak iddiasını diplomatik yollardan değil, en kaba biçimiyle radyolardan dile getirmiştir. Alman Ribendrop’a, Boğazların kendisine verilmesi şartıyla Almanya’nın yanında yer alabileceği yolundaki teklifi herkesçe bilinmektedir.

Sonuç olarak, tarihi hafızasını ve günlük idrakini kaybetmemiş olanlar için Soğuk Savaş’ın Türkiye için anlamı, Rus yayılmacılığının yeni hamlelerine karşı varlığını koruyabilmek demek olmuştur. Avrupa’nın herhangi bir devleti için ifade ettiği anlamın çok ötesinde bir gerçekliği ve tehdidi içeren bu savaş Türkiye’yi içerden ele geçirerek çökertmenin gayreti içine girmiştir. Türkiye’deki gafiller, sağcılarla solcular çatışıyor derken ve Marksistler de bu söylemi yayarken, Komintern toplantılarında Türkiye’nin nasıl çökertileceğinin programları yapılıyor, işin tuhafı Türkiye’de yayımlanan bir takım dergilerde de bu programlar duyuruluyordu. İkinci Dünya savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinde yaptıkları ve Afganistan’da tekrar ettikleri yöntemi Türkiye üzerinde Soğuk Savaş adı altında uyguluyorlardı. Ama hesapları tutmadı.

Bugün çok daha yakından biliyoruz ki, 1970’li yıllarda yürüttükleri propagandalar ve asker-sivil hücre çalışmalarıyla hedeflerine çok yaklaştıkları zamanlar oldu; ama, sonucu alamadılar. Çünkü, olayları anlattığım çerçevede gören, kavrayan, en azından hisseden ve ülkesi için her şeyi yapmaya hazır ülkücüler vardı ve yapıyorlardı. Üniversitelere bütünüyle hakim olamadılar, sokaklara hakim olamadılar; bu yüzden ordu içindeki örgütlenmeleri, cuntaları da işe yaramadı. İşte ülkücülerin vatan savunması bu idi; marksist maske giymiş ve çağdaş propaganda silahları ile donanmış Rus yayılmacılığına karşı mücadele.

Ancak bu mücadelenin büyüklüğünü, en ağır bedelleri ödeyerek karşı duran ülkücülerin fedakârlıklarının değerini anlayabilmek için, biz olmasaydık ne olurdu sorusunun cevabını düşünmek gerekir.

Olmasaydık ne olurdu? Recep Haşatlı ve binlerce ülküdaşı olmasaydı, ordu içindeki marksist cuntalar, sokakta, üniversitelerde ve devlet kurumlarında kök salan yandaşlarıyla birlikte kazanırlardı. Asıl soru da oradadır? Eğer Sovyetler 1980 öncesindeki bu mücadeleyi kazansalardı, Sovyetler Birliği yıkılmazdı. Rusya’nın Türkiye’ye egemen olması, Osmanlının Viyana’ya hakim olmasına benzer. Eğer Viyana’yı düşürebilseydik, yeni bir medeniyet açılışına girerdik ve Osmanlı çökmezdi. Sovyetler Birliği de Türkiye’yi düşürebilseydi, Orta Doğu ve Akdeniz havzasına inerek, yeni bir açılışa girerdi ve çökmezdi. Rus emperyalizminin yeni bir safhası başlardı.

İşte ülkücüler bunu başardılar. Mevzii olaylarda kandırılmış, yönlendirilmiş olanlar bu büyük çaplı hesabın içinde çok küçük materyallerdir ve işin esasını görmeyi engellememelidir. 1980 öncesi marksistleri, aldatıldık, yanlış yollara sürüklendik diyebilirler; demelidirler de. Çünkü, hepsi Türk’tü ve muhtemelen çok büyük bir kısmı “sınıf” kavramından öte, bu milletin çektiği sıkıntıları yüreklerinde duyarak o yola yönlendirilmişlerdi. Aldatılmış olduklarını ve bir süre sonra kendilerini de ezip geçen Kürtçülüğü sırtlarında taşıdıklarını hiç değilse doksanlarda anlamış olmalıdırlar. Fakat hala ülkücüleri onlarla ayni kalıplarda yargılamak hamakatin dik alasıdır. Ülkücüler o yılların acılarını hayatlarının en büyük onuru olarak taşımaya bugün her zamankinden daha çok hak sahibidirler.

On iki Eylül’ü yapan dengecilere gelince, bilerek yahut bilmeyerek Rus emperyalizmine hizmet edenlerle, Türk milliyetçilerini ayni terazide tarttıkları için hiçbir zaman affedilmeyeceklerdir. Bu kara leke insanlarda da, kurumsal çapta da silinmeyecektir. Apaçık özür dilemeleri, resmi ve milli bir görevin yerine getirilmesi olacaktır; ancak gönül kırgınlığı silinmeyecektir.

Aziz şehitlerimizin ruhları şad olsun.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,04 M - Bugn : 35677

ulkucudunya@ulkucudunya.com