« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Ara

2023

Dünyaya damgasını vurmuş bir iktidar tutkunu: Henry Kissinger

Soli özel 01 Ocak 1970

İnsanın iktidarla ilişkisi aslında en derin sınamasıdır. İktidar en ilkeli insanları bile yoldan saptıracak, bireysel ahlaki normlarını bir kenara atmasına yol açabilecek baştan çıkarıcı bir güçtür. 100 yaşında öldüğünde arkasından kimisi lanetleyen kimisi koşulsuz bir hayranlığı yansıtan binlerce yazı yazılan Henry Kissinger’ın söylediği gibi aynı zamanda “iktidar en büyük afrodizyaktır.” Hem ona sahip olanı uçurabilir hem de güç sahibini arzu edilir ve cazip kılar.

İktidarın illaki bir ahlaki boyutu olması gerekir. Gerçi bireysel ahlak ile devletin ahlak anlayışı birbiriyle tam olarak örtüşemez. Savaş karşıtı bir siyasetçi, içinde bulunduğu koşulların zorlamasıyla harbe gitme kararı verebilir. Bireysel ahlakın ötesine giden bir yönetici sorumluluğu ahlakı devrededir. Dolayısıyla beşerî ahlak açısından kabul edilemez gelen bazı kararların iktidar sorumluluğu bağlamında bir meşruiyeti, hatta zorunluluğu vardır denebilir. Bu değerlendirmeyi yapmak için elde tutulan terazinin ölçüleri ise pek net değildir. O nedenle uluslararası ilişkilerde ahlaki normlar meselesi hayli karmaşık bir konudur.

Ancak iktidarın sorumluluğuna dayanarak her şeyin yapılabildiği bir anlayış da kabul edilebilir değildir. Nihilist bir iktidar anlayışının bizi getireceği yer sınırsız bir şiddet düşkünlüğü olabilir. Bu ikinci boyutuyla iktidarın ahlakı bunun ötesinde, her şeye rağmen geçilmemesi gereken bir çizginin varlığını gerektirir. İlkesi ve ahlaki nirengi noktası olmayan bir iktidar kullanımı kökten bir oportünizmin aracıdır. O noktada da karar vericiyle adına karar verilen devletin/örgütün çıkarlarının ne zaman kesişip ne zaman ayrıştığını kestirmek kolay olmaz.

Almanya’nın Fürth adlı küçük bir şehrinde doğup, futbol sevgisinden dolayı maçlara gitmesini ve futbol oynamasını engelleyen Nazi kabadayılarıyla kavgaya girişen, ailesiyle birlikte 1938’de 15 yaşındayken Nazi Almanyası’ndan kaçıp ABD’ye sığınan, yıllar sonra Amerikan ordusunun bir askeri olarak gittiği anavatanında cemaatinin yaşadığı felaketi tüm boyutlarıyla görüp Nazilerin ve işbirlikçilerinin yakalanması için görev yapan, ABD’ye döndükten sonra da o zamanlarda hâlâ Beyaz Anglo-Sakson Protestan (WASP) seçkinlerin hakimiyetindeki Harvard Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayıp, tüm benliğiyle iktidar seçkinleri arasına katılmaya çalışan, bu uğurda hiçbir etik ya da ahlaki kurala uymayı gerekli görmeyen Kissinger’ın ardından bu tartışmalar çok yapıldı.

Bir yandan, hayranları Kissinger’ın ne kadar büyük bir devlet adamı ve stratejik düşünür olduğunu yazıp övgüler düzerken, diğer yandan muarızları onu soykırım düzeyinde kıyımları düzenlemek ya da desteklemekle, Latin Amerika’daki askerî diktatörlüklere yeşil ışık yakıp onları kollamakla, insan hakları konularına sonsuz bir duyarsızlık göstermekle suçladılar. Arada kalan başkaları da Kissinger’ı aynı zamanda hem devlet yönetiminin eşsiz bir örneği hem de savaş suçlusu olarak tanımladılar. Kesin olan hayli uzun yaşamı boyunca, ki iktidardan ayrıldığında ancak 53 yaşındaydı, ABD tarihinde aynı zamanda hem Ulusal Güvenlik Danışmanlığı hem de Dışişleri Bakanlığı yapan tek kişi olan Henry Kissinger’ın gerek kendi toplumunun gerekse dünya kamuoyunun ilgisini çeken, hayranlık ve nefretle izlenen bir profil çizmesiydi.

İktidardan ayrıldıktan sonra yazdığı kitapların çoğu uluslararası ilişkiler alanında verilen derslerde okutuldu. 94 yaşından sonra Yapay Zeka hakkında çok ses getiren bir makale yayımlayıp ardından konuya hâkim iki uzmanla birlikte bir kitaba da imza attı. 99 yaşında Liderlik başlıklı bir kitap yayımladı. Ölmeden önce de yeni bir kitaba başlama hazırlıklarında olduğu söyleniyordu. 100. yaşgününden bir hafta önce kendisini dinlediğimde, söyledikleriyle hemfikir olsam da olmasam da bilgisinin derinliğine ve söylediklerinin kurgusundaki tutarlılığa, günlük olayları değerlendirmedeki soğukkanlı analize hayran olmamak zordu.

İktidar peşinde bir hayat

Kissinger’ın yaşam öyküsü onu ne pahasına olursa olsun düzenin kurulmasını ve korunmasını önceleyen bir düşünür yapmıştı. Onun gözünde düzen mutlaka meşru olmalıydı, ama bu meşruiyet içinde düzenin adil olma zorunluluğu yoktu. Bu düzende de sözü geçecek olanlar sadece büyük güçlerdi. Küçüklere figüran olmaktan başka bir görev düşmüyordu. İktidar dışında kalma kaygısı, güçlülerle yakın ilişkiler geliştirmeyi, gerektiğinde en yakınlarını satmayı, sadakat veya doğruculuk gibi değerleri hiçe saymayı onun açısından bir varoluş tarzı hâline de getirdi. İktidarın odağına yerleşmeyi temel hedefi olarak belirlemişti. Bu nedenle ulusal güvenlik ve dış politika konularında birlikte görev yaptığı bakanların sürekli olarak ayağını kaydırmaya çalıştı. En basit işlerde bile gizlilik en önemli düsturuydu. Yanardağ benzeri bir öfkesi olduğu, şüphelendiği çalışma arkadaşlarının telefonlarını dinlettiği, su katılmamış bir antisemit olan Başkan Nixon’un Yahudilerle ilgili hakaretamiz laflarına ses çıkarmadığı bilinir.





Dışişleri Bakanlığı bittikten sonra bile tüm iktidarlarla yakın ilişki içinde kalmayı, onlara danışmanlık yapmayı ya da öyle görünmeyi becermişti. Bu bağlantılarını da kurduğu, müşteri listesi her zaman gizli kalmış danışmanlık şirketi sayesinde paraya çevirmeyi başardı. Kissinger, tezgahından geçmiş eski doktora öğrencilerinden Leslie Gelb’in söylediği gibi “akranlarına karşı sinsi, astlarına karşı ceberut, üstlerine karşı ise yaltakçı” bir şahsiyetti. Ama nüktedandı. Bir dostunun yazdığı gibi sıkıcı değildi ve “Tüm sıra dışı hocalar gibi Henry Kissinger de aslında bir şovmendi ve etrafına neşe de saçardı.” Bakanlığı sırasında Alman ligindeki futbol maçlarını radyodan dinleyecek kadar futbol hastasıydı.

Richard Nixon-Henry Kissinger ikilisinin ABD dış politikasına realist perspektifi getirdiği, jeopolitik mantığı ön plana çıkardığı ve bunu yaparak yeni bir paradigma inşa ettikleri iddia edilir. Nixon-Kissinger ikilisinin Amerikan dış politikasında sıkça başvurulan özgürlük-demokrasi-insan hakları vurgularından pek hazzetmedikleri bellidir. Kissinger bunları ciddiye almaz, siyasi tavra ve ABD’nin müdahalelerine bakıldığında apaçık ikiyüzlülük gibi gözüken bu ilke takıntısına karşı çıkar, hatta alay eder. Ona göre ideallerin güç kullanımını etkilemesi ancak amatörlere özgü bir davranıştır. Ahlaki ilkelere gelince Kissinger bunları ya vazgeçilebilir ya da zamanı geldiğinde anında değiştirilebilecek unsurlar olarak görür.

Tam da bu nedenlerle gerek Ulusal Güvenlik Danışmanı olduğu zamanlarda gerekse Dışişleri'nde astlarından gelen farklı ülkelerdeki insan hakları ihlallerini gündeme getirme uyarılarını hiç kaale almamış; Şili’deki darbecilere, Pakistan içsavaşında diktatör Yahya Han’a, Doğu Timor’un işgalinde Endonezya’nın lideri Suharto’ya, yaptıklarında destek vermiştir. Şili hakkında, iktidara gelmesini engellemek istediği sosyalist aday Salvador Allende seçildiğinde söyledikleri gerçekten ibretliktir. “Halkının sorumsuzluğu nedeniyle bir ülkenin komünizme kaymasını neden durduğumuz yerden izlemek zorunda olduğumuzu anlamıyorum. Bu meseleler Şilili seçmenlerin kendi başlarına karar vermeleri için fazlasıyla önemli meselelerdir” demişti. Kısacası Kissinger açısından dünya siyaseti ve “düzeni” ancak büyük devletlerin çıkar ve iradelerine bağlı olarak şekillenmelidir. Küçük ülkelerin hele iki kutuplu bir dünyada kendi kaderleri hakkında belirleyici olabilmeleri söz konusu değildir. Onlar ancak daha büyük oyunda kendilerine biçilen rolü oynamakla mükelleftirler.

“Küçük” ülkelerin ve insanların varlığına yönelik duyarsızlık, Vietnam Savaşı’nı bitirme sözüyle iktidara gelen Nixon-Kissinger ikilisinin bu hedefe yönelik tercihlerinde de kendini gösterir. İkili, sonlandırmak istedikleri savaşı Amerikan “prestijini ve kredibilitesini” daha fazla sarsmadan bitirebilmek için savaşı yaygınlaştırırlar. Vietkong’un kullandığı Laos ve Kamboçya’yı bombalayarak, bu iki ülkede hem on binlerce insanın ölümüne yol açar hem de Kamboçya’da yarattıkları istikrarsızlık neticesinde iktidara gelen Pol Pot yönetiminin soykırımına giden yolu döşemiş olurlar. Sertleşelim ki Kuzey Vietnam dize gelsin mantığı aslında tutmaz ve 1973’te barış anlaşması imzalandığında 1969’da elde edilebilecek olandan daha iyi koşullar elde edilmemiştir. “Peki bu anlaşmadan sonra Güney Vietnam ne kadar dayanabilir” diye sorulduğunda Kissinger “Bir buçuk yıl” diye cevap verir. Ülkenin başkenti Saygon antlaşmadan iki yıl üç ay sonra Kuzey tarafından işgal edilir.

Çin açılımı, detant ve üçlü düzen

Kissinger’ın biyografisinin bir özelliği, ABD’nin kuruluşundan itibaren WASP iş adamları veya avukatların tekelinde olan dış ilişkilerin ilk kez kurucu seçkinlerin dışından gelenlere teslim edilmesini simgelemesidir. Bir bakıma, 1950’lerde Dwight Eisenhower’in başkan yardımcılığını yapmış olsa bile Richard Nixon da “Doğu Yakası seçkinlerinden” değildir. Üstelik onlardan nefret eder. Nixon kendi hataları nedeniyle istifa etmek zorunda kalıp tasfiye edilmişse de Kissinger eski seçkinlerin gözbebeği olarak hayatını sürdürür.

İkilinin iktidara geldiği dönem bir yandan da Soğuk Savaş’ın daha çok ideolojik düşmanlıkla tanımlandığı anın geçmekte olduğu zaman dilimidir. Sovyetler Birliği güç kazanmakta, yekpare olduğu düşünülen “Komünist Blok”ta Çin-Sovyet çatışmasında yüzeye çıkan farklılıklar netleşmektedir. Kissinger’ın realizminin kaynağı diğer ülkelerin de hayati çıkarları olduğunu kabul etmesi ve bu nedenle de onlara taviz vermeye daha meyilli, ideolojiden arındırılmış bir yaklaşımı benimsemesidir.



Kissinger, Zhou Enlai ve Mao Zedong ile birlikte.

Jeopolitik mantığın ideolojik hasımlığın yerine daha güçlü şekilde yerleştiği bu dönemde hem Soğuk Savaş hem dünya tarihi açısından önemli iki adım birbirine bağlı olarak atılır. Çin’i “Kültür Devrimi” cehennemine sokan Mao, ABD ile yakınlaşmaya eskisi kadar soğuk bakmamaktadır. Nixon, Sovyet-Çin Halk Cumhuriyeti anlaşmazlıklarından faydalanarak yeni bir denge kurulabileceğini düşünür ve Kissinger bu mantıkla ilerleyerek Pakistan’ın yardımıyla birkaç kez gizlice Çin’de Mao’nun başbakanı Çu En Lay ile buluşarak, hayatı boyunca demagog bir antikomünist olan Nixon’un 1972’deki Çin ziyaretinin gerçekleşmesini sağlar. Bu adım Sovyetleri ABD ile silah anlaşmaları yapmaya iter. Geneline Detant adı verilen ve Amerikan sağcılarının nefret ettikleri bu dönemde ABD Sovyetlerin Avrupa’daki hegemonyasını tanımış olur, ancak Çin ile ilişkileri düzelterek Sovyetleri hem Doğu’dan hem Batı’dan çevrelemeyi de başarır. Bu süreç 1979’da ABD-Çin diplomatik ilişkilerinin kurulmasının ve Çin’in dünya kapitalizmine Komünist Partisi kontrolünde geçişinin zeminini oluşturur. Bir başka açıdan da ABD bu adımlarla ve Çin’in kapitalistleşmesine verdiği destekle 40 yıl sonraki hasmının önünü de açmış olur.

Çin hakkında da kapsamlı ve derin bir kitabı olan, ölmeden çok az süre önce Çin’de devlet adamlarına gösterilen bir ihtimamla ağırlanan Kissinger’ın ölümünün ardından en coşkulu değerlendirmelerin Beijing’den gelmesi bu nedenle şaşılacak bir durum sayılmamalıdır.

1967 savaşının sonuçları ve İngiltere’nin 1968’de artık Körfez Bölgesinin güvenliğini sağlayamayacağını söylemesi üzerine Nixon kendi adıyla bilinen doktrinini açıklar. Buna göre İran ve Suudi Arabistan İngiltere’den doğacak boşluğu dolduracaktır. Fiiliyatta bu doktrin, İran’ın Körfez bölgesinin bekçisi olacağı anlamına gelir. Bunun bir mükafatı olarak Irak ile arasındaki toprak ihtilafı İran lehine sonuçlanır, İran ve ABD’nin desteklediği Molla Mustafa Barzani’nin Irak’taki Kürt isyanı da korumasız kalır, ezilir. Bu ihanet kendisine hatırlatıldığında Kissinger “Gizli operasyonları misyonerlikle karıştırmamak gerekir” diye cevap verecektir.



Kissinger ve Suudi Arabistan Kralı Faysal, 19 Mart 1975'te Riyad'da.

Böylesi önemli bir görev yüklenmiş İran ve Şah Muhammed Rıza Pehlevi, Kissinger tarafından sürekli kollanır ve bu nedenle ABD, İran’ın içindeki gelişmelere kör kalır. İran devriminin gelişini göremez zira CIA ve elçiliğin İran toplumuyla temasları sınırlı tutulmuştur. Kissinger ve yakın dostu David Rockefeller’ın Başkan Carter’a baskı yaparak kanserden ölmekte olan Şah’ın ABD’ye gelmesini sağlamaları, Amerikan elçiliğinin basılmasına yol açar ve iki ülke arasındaki kan davasını da başlatır.

Ardından yazılan yazılardaki övgülere rağmen Kissinger’ın Ortadoğu sicili pek parlak sayılmamalıdır. Aslında o bölgeyi de sadece Sovyetler-ABD rekabeti çerçevesinden görmüştür. Bu şekilde Sovyetleri bölgeden uzak tutmayı becermiştir ama bölgedeki istikrarsızlık ve çözümsüzlüklerin de tohumlarını atmıştır. Sanıldığının aksine İsrail ile ilişkileri hayli gergin olan Kissinger 1969 ve 1970’de Dışişleri Bakanı William Rogers’ın barış planlarının altını oymak için elinden geleni yapar. 1973 savaşına kadar Enver Sedat’ın barış açılımlarını görmezden gelir ve ancak savaşın ardından devreye girerek İsrail-Suriye ve İsrail-Mısır ateşkes anlaşmalarını gerçekleştirir. Ancak Sovyetleri bölgede etkisizleştirmek için Suriye hattında ciddi hamleler yapmaz. Kissinger’ın açtığı yolda İsrail giderek daha fazla bir stratejik ortak muamelesi görür, ABD devletinden aldığı yardım ciddi şekilde artar. Nihayet, iyice ABD tarafına geçen Enver Sedat’ın barış açılımı, Başkan Carter döneminde yapılan Mısır ve İsrail arasındaki Camp David müzakereleriyle bir sonuca varır. İran devriminin hemen akabinde de iki ülke barış antlaşması imzalar.



Kissinger ve ABD Başkanı Richard Nixon, Camp David'de Vietnam'daki durumu tartışıyor, 1972.

Son yıllarında Kissinger bir akil adam olarak fikirlerine başvurulsa da önemli konularda tarihin yanlış yerinde durur. Irak savaşını destekler, Ukrayna’nın işgalinde başlangıçta Rusya’ya yönelik yatıştırıcı bir siyaset izlenmesini ister ama Obama yönetimi dışında her dönemde kendisini merkezî bir şahsiyet olarak pazarlamayı becerir.

Çin ile ilişkilerin daha yumuşak bir şekilde yürütülmesini savunur ve muhtemelen son ziyaretinde de Şi Jinping’in San Francisco’daki APEC zirvesine gitmesinden önce kendisine Biden yönetiminden Çinlilerin de çok güvendiği birisi olarak mesaj götürmüştür.

Elde ettiği tüm güce, kendi imajını yaratmadaki tüm başarısına ve hakkındaki suçlamalar, izlediği siyasetin ahlaki zaafları konularında görünürdeki tüm umursamazlığına rağmen Kissinger arkasında nasıl bir iz bırakacağına önem verirdi. Hakkında çok kapsamlı ve Kissinger’ın sevmediği bir biyografi yazan Walter Isaacson, kitabının sonlarına doğru bir konuşmada bu ahlaki duruş meselesinin Kissinger’ı aslında ne kadar meşgul ettiğini sezdiğini vurgular.

Fürth’lü çocuk Amerika ve dünya tarihine damgasını vurmasına vurmuştur ve hatırlanacaktır. Nasıl hatırlanacağını kontrol etmek ise artık onun elinde değildir.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,28 M - Bugn : 8300

ulkucudunya@ulkucudunya.com