« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Şub

2024

68 KUŞAĞI

M. Metin Kaplan 01 Ocak 1970

Son zamanlarda ortalıkta ‘68 kuşağı’ sözü çokça dolanır oldu; aslında önce dizilerle başladı, bu. TV dizileri bir de ’68 kuşağı’ olduğunu hatırlattı, herkese… Sonra üniversitelerde olaylar başladı… Son olarak SBF’deki konuşmacılara yumurtalı ‘protesto’ olayı ile gündeme geldi… TV’ler şimdi de ‘protesto’ olayının ‘figüranlarını’ stüdyolarda ağırlamaya başladılar. Bunlar TV’lerde, “Biz, 68 kuşağı’nın mirasçılarıyız” diyorlar. Bununla, övünüyorlar…

İyi de aradan kırk iki (42) yıl geçtikten sonra tekrar gündeme getirilen bu ‘68 kuşağı’ nedir? Neden, niçin ve nasıl ortaya çıkmışlardır?

Bu suallere hiç kimse açık seçik bir cevap vermiyor. Zaten soran da yok! Bazı kimseler bir çeşit hamaset yaparak ve duygulara hitap ederek ’68 kuşağı’nı göklere çıkarıyorlar. Öve öve bitiremiyorlar. ‘Battal Gazi Destanı’ anlatır gibi anlatıyorlar da anlatıyorlar… Bazı kimselerse ’68 kuşağı’nı tam bir öcü gibi takdim ediyorlar, yerden yere vuruyorlar… ’68 kuşağı’ dönemini yaşamamış insanlar da hangisine inanacaklarını şaşırıyorlar. Ben, bu yazımda ’68 kuşağı’ hakkında bildiklerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

68 öğrenci olayları Fransa’da patlak verdi. Önce Avrupa’ya sonra da dalga dalga tüm dünyaya yayıldı. ‘68 kuşağı’ sözü bu suretle doğmuş oldu! Niye Fransa’da? Bu sualin bence iki sebebi var. Birincisi, Fransa’da bunun alt yapısı var, zira Fransız Devrimi, Fransızların şuuraltında hâlâ duruyor. Bu yüzden zemin müsaitti... İkinci sebep daha mühim, anlatmak da biraz uzun sürebilir.

Fransa sömürgesi Cezayir’de bağımsızlık hareketleri başladı. Bu, 1954 yılında silâhlı mücadeleye dönüştü. 1958 yılı geldiğinde, Fransa bu mücadelenin bir sonuç vermeyeceğini anladı ve Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi ile anlaşmak istedi. Fakat Cezayir'deki Fransız subayları buna karşı çıktılar. Bunlar, Cezayir'den çekilmeye karşıydılar. Netice olarak bu subaylar Fransız hükümetine karşı ayaklandılar. Fransa karıştı. Fransızlar çare olarak, savaş kahramanı General Charles de Gaulle'ü işbaşına davet ettiler. De Gaulle, Cumhurbaşkanı seçildi ve yeni bir anayasa ile ‘başkanlık sistemi’ne benzer bir sistem kurdu. Fransa'nın dış politikasında yeni bir dönem başlattı.

De Gaulle, şöyle düşünüyordu: 1) Milletlerarası politika düzeni ‘iki kutuplu’ olmaktan, yani ABD ile Sovyet Rusya gibi iki ‘süper devlet’e dayanmaktan çıkarılmalıdır. 2) Bu ikili sistemin bilhassa Avrupa'da hâkim olmasına son verilmelidir. Bu sebeple, Amerika Batı Avrupa'dan, Sovyet Rusya da Doğu Avrupa'dan elini çekmelidir. Avrupa, ‘Avrupalı bir Avrupa’ olmalıdır. 3) Fransa eski ‘büyüklüğü’nü tekrar kazanmalıdır. 4) Fransa'nın bunları gerçekleştirebilmesi için, kendi ‘millî savunması’nı kurmalıdır. Bunun temel unsuru ise, Fransa'nın kendi nükleer gücüne sahip olmasıdır.

De Gaulle’nin düşüncesi ‘Atlantik'ten Urallara bir Avrupa’ kurmak ve ‘Pan-Avrupa güvenliği’ni gerçekleştirmekti. Bunun için önce NATO ile bağlarını koparması gerekliydi ki, bunu, 1966 Mart’ında yaptı. Amerika ve NATO üyelerine gönderdiği notalarla, NATO Başkomutanlığı emrindeki Fransız askerî kuvvetlerinin geri çekileceğini bildirdi. NATO Başkomutanlık Karargâhı dâhil, bütün NATO üs ve tesislerinin Fransız topraklarından çekilmesini istedi. Yine 29 Martta, Almanya'da bulunan iki tümenlik kuvvet ile hava filolarının geri çekileceğini açıkladı. Arkasından Fransa'daki Amerikan üslerine ait beş anlaşmayı feshetti… De Gaulle, nihayet NATO ile bağları koparmıştı… Ancak Fransa NATO'dan çıkmıyor, sadece asker kanadından çekiliyordu. Fransa'nın NATO üyeliği ise devam ediyordu. Fakat NATO bir askerî ittifaktı, dolayısıyla bu durum kabul edilemezdi.

Unutmadan arz edeyim; Fransa 1 Mayıs 1962 günü 60 kilotonluk ilk atom bombasını Büyük Sahra'da patlatmış ve 1963'den itibaren bu bombaların üretimine geçmişti. Yine 1963'den itibaren Mirage-IV denen ve atom bombası taşıyabilen uçakların da üretimine başlamıştı… Bunun anlamı şudur; De Gaulle ‘bağımsız’ bir dış politika için gerekli alt yapıyı kurmuştu.

Fransa'nın, NATO'nun askerî kanadından çekilmesi, Batı Bloku’nun bütünlüğü için mühim bir hadiseydi. NATO’nun çatlamasıydı… Fransa'nın takibe başladığı ‘bağımsız’ politika bir yana, askerî entegrasyondan çıkması NATO'nun bütün savunma plânlarının değiştirilmesini gerektiriyordu… Üstelik 1964'te çıkan Kıbrıs meselesi dolayısıyla Türkiye ile Yunanistan arasında patlak veren gerginlik, NATO’nun güney-doğu kanadının iş yapamaz hale gelmesine sebep olmuştu. Yani NATO ve patronu ABD, çok zor durumdaydı!

ABD’nin ‘derdi’ sadece bunlardan mı ibaretti? Değildi! Bir de Vietnam vardı! ABD, Vietnam’da bir ‘bataklığa saplanmıştı!’

1945 Cenevre antlaşmaları ile Vietnam Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştı, ama ABD, kuzeydeki komünist Vietminh rejimine karşı güneyi korumak için, yardımlarını ve alâkasını devam ettiriyordu. İşte bu yardım ve alâka, Amerika’yı ‘Vietnam Bataklığı’na çekmeye başladı. Zira Vietminh'in lideri Ho Chi Minh'in Cenevre antlaşmaları ile yetinmeye niyeti yoktu. O, gerilla sızmaları ile Güney Vietnam'a da hâkim olmak istiyordu. Bu ise ABD’nin Güney Vietnam ile daha fazla alâkadar olmasına sebep oldu. Önce ekonomik ve malî yardım ve askerî danışmanlar derken, 1965'ten itibaren Amerika asker sevk ederek Güney Vietnam'ı askerle savunmaya başladı. Bu ise Kuzey Vietnam ile ABD arasında bir savaşın başlamasına yol açtı. Ancak ABD, başarısız oldu!

Vietnam savaşındaki başarısızlıklar, Amerikan kamuoyunda büyük tepkiyle karşılandı. ABD gençliği âdeta ayaklandı. O kadar ki, askere gitmeyi reddettiler. Hükümet çevreleri ve Kongre kargaşa içine düştü. Şaşkınlık öylesine genişti ki Vietnam'dan yakayı sıyırmak için herkes bir çözüm ortaya atmaya başlamıştı.

Böyle bir konjonktür de ABD, Fransa’nın, NATO’nun askerî kanadından çekilmesine hiçbir tepki göstermez ve bunu olgunlukla karşılar mı? Karşılamaz! Peki, ne yaptı, ABD? Çok basit; CIA ve Fransa’daki GLADİO’yu (La Rose des Vents/Rüzgâr Gülü) devreye soktu!

Ve Fransa’da başta üniversiteliler olmak üzere gençlik ve işçiler ayaklandırıldı... Mayıs 1968'de gerçekleşen büyük gösteri ve grevler, iktidara meydan okuma niteliğini kazandı. Üniversite ve lise öğrencileri ile işçiler polisle çatıştı, birçok kişi yaralandı… Maksat, De Gaulle’u iktidardan düşürmekti! Gençliğin ayaklanması öylesine gelişti ve yaygınlaştı ki De Gaulle, 1969 Nisan’ında Cumhurbaşkanlığından istifa etmek zorunda kaldı! Gerçi gençlik hareketleri, hem işin içine başka istihbarat örgütlerinin de girmesi hem de ABD’nin Vietnam’da savaşması sebepleriyle çizgisinden iyice sapmış ve ABD karşıtlığına dönüşmüştü, ama olsun maksat hâsıl olmuş; De Gaulle ve Fransa cezalandırılmıştı!

İyi de bütün bunların, Türkiye’deki ’68 kuşağı’ ile ne ilgisi var? Bence, iki ilgisi var: Bir. Kendilerini ’68 kuşağı’ mensubu ya da mirasçısı olarak takdim eden kimseler, çıkışlarını Fransa’daki gençlik hareketlerine bağlıyorlar. İki. Fransa’dakine benzer bir süreç Türkiye’de de yaşandı... Biliyorum yazı çok uzadı, ama bunu da biraz açmam lâzım.

1963 yılı Aralık ayında Kıbrıs’ta ortaya çıkan gergin durum ve kanlı olaylar üzerine, Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağmak ve Rumların katliamlarının soykırıma dönüşmesini önlemek amacıyla Türkiye, Antlaşmaların kendisine tanıdığı hakları kullanarak, 1964’de Kıbrıs’a çıkarma yapmaya karar vermiş. Kıbrıs’a bu çıkarma, 7 Haziran için plânlanmıştı. Ancak 5 Haziran’da “Johnson Mektubu” olayı patlak verdi: ABD, çıkarmayı önlemek için diplomatik girişimde bulunmuş, fakat Türkiye’yi kararından caydıramayınca, Başkan Johnson, Başbakan İsmet İnönü’ye ifadesi ağır ve tehdit dolu bir mektup göndermişti.

Türkiye çıkarmadan vazgeçmek durumunda kaldı, ama ‘mektup’ basına sızdırıldı. Hürriyet Gazetesi mektubu yayınladı. Kıyamet koptu! Başta gençlik olmak üzere millet ayağa kalktı. Mitingler, gösteriler ve yürüyüşler yapıldı. ABD karşıtlığı, Türkiye’de haklı olarak aldı başını gitti. (Not: Pek bilinmez, ama İngiliz istihbarat örgütü MI6 da Kıbrıs’ta, İngiltere’nin askerî üssü bulunduğu için duruma vaziyet etti!) Devlet, bütün bunlara destek vermediyse de engel de olmadı. Hatta daha sonraki yıllarda SSCB’ne yakınlaşan bir politika izlemeye başladı... SSCB ile ekonomik antlaşmalar yapıldı.

Dikkatinizi çekerim, tam bu sıralarda (1965) TİP, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kurdurdu. TİP ve FKF, Kıbrıs ve Johnson Mektubu olaylarından ötürü Türkiye’de zirve yapmış olan ABD karşıtlığı rüzgârını arkalarına aldılar. Bu suretle bilhassa üniversite gençliği içinde geniş bir taraftar kitlesine sahip oldular. (TİP, 1965 Genel Seçimleri’nde, TBMM’ye 15 milletvekili ile girmeye hak kazandı). FKF, ABD 6. Filo’sunu protesto etmek, üniversitelerde boykot ve işgaller yapmak gibi masum sayılabilecek eylemler yapmıştı… Ancak 1969’da DEV-GENÇ’e dönüştü. Ve eline silâhı aldı... Gerisi malûm. Önce 12 Mart’a sonra da 12 Eylül’e giden yolun taşlarını döşemiş oldu!

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi öncesinde, devletin açıkladığı rakamlara göre Türk Milleti o zaman kullanılan kavramlarla söylersek, sağcısı ve solcusuyla 5000 bin insanını şehit verdi! Ve bunların ortalama yarısını şehit eden mermilerin çıktığı namluların silâhlarının tetiklerini bu ’68 kuşağı’ mensuplarının parmakları çekti!

Başka her şeyi bir yana bıraksak dahi, 2500 kişiyi öldüren ’68 kuşağı’ nasıl masum olabilir? Ellerine 2500 kişinin kanı bulaşmış olanlar masum olabilir mi? İnsan azıcık insaflı ve vicdanlı olur, Yahu! 2500 can! 2500 evlât! 2500 kardeş! Yahut 2500 sevgili veya yavuklu! El insaf! Bu dizileri yapan yapımcılar, yazan senaristler bunu bilmezler mi? Ya gazetelerde yazılar yazanlar, TV’lerde ahkâm kesenler bilmezler mi, bunu? Elbette bilirler! Ancak inançlarının gereğini yapıyorlar! Ve yakın tarihin gerçeklerini ters yüz ederek, mensubu oldukları ’68 kuşağı’ ile inançlarını aklamaya çalışıyorlar!

Hadi bunu da bir yana bırakayım da işin özüne geleyim. ‘68 kuşağı’ nereden bakarsanız bakın, kimse kusura bakmasın, pek matah bir kuşak değildir, çünkü: Bu ‘68 kuşağı’ eğer gerçekten Fransa’dakilerin bir nevi devamıysa o vakit CIA ve GLADİO ürünüdürler ki bu durum hiç de övünülecek bir şey değildir! Yok, bu ‘68 kuşağı’ Türkiye’ye has bir kuşak ise o zaman da ellerinde en az 2500 şehidin kanı var demektir ki bu dahi pek de övünülecek bir şey değildir!

Burada yazıyı bitirmem lâzım, çünkü çok uzadığını biliyorum, ama olan oldu bir kere. Hiç olmazsa tam olsun… Tam yeri olduğu ve çok açıklayıcı olacağı için; yazıyı, rahmetli Ergun GÖZE’nin bir yazısını olduğu gibi iktibas ederek, tamamlıyorum:

BİR genç dostum söz arasında dedi ki: - Bu 68 Kuşağı hem çok enteresan bir psiko-sosyal olay hem de Türkiye'nin çok acı bir problemi

- Niçin?

- Çünkü bu kuşak, uğradıkları ideolojik bozguna rağmen, bugün, medya, reklâm, sanat, ekonomi birçok konuda, bilenerek mevzilenmiş bulunuyorlar.

- Ne ziyanı var?

- Genellikle iyi yetişmiş, iyi öğretim görmüş yâni iyi imkânlar bulmuş, iyi diplomalar almış, çok inandırılmış, fakat inandırıldıklarının beklenmedik şekilde yıkılmasıyla çok büyük bir düşüş yaşamış bu kuşak, bu yenilgi psikozuyla ülkemiz için büyük bir tehlike oluşturuyor.

- Nasıl?

Zehirleri içlerinde kaldı

- Kimindi ismini hatırlamıyorum bir söz var: Başarısız olmuş idealistten daha tehlikeli şey çok az bulunur diye. Bunlar da Sovyetler'in yıkılması ile yanılmazlığına inandırıldıkları rejimin çöküşünün içlerindeki burkuntusunu yenemediler. Yenebilmeleri için Hakk’a rücu idi, Hakkı teslim tek yol idi, bunu yapamadılar. Onun yerine koyacak bir ideoloji bulamadılar, bulamazlardı da çünkü Marksizm'e bağlanırken bütün angajmanlarını iptal etmiş, köprüleri atmışlardı, Marksizm onlar için dönüşü olmayan bir seferdi, dönmediler, zehirleri içlerinde kaldı.

- Hani bunlar iyi eğitim görmüşlerdi?

- Hak duygusu ya doğuştan olur yahut da en geç de aile ocağında verilir. Zaten bu duygu bunlarda olsaydı körü körüne Marksist olmazlardı, Allah, vatan, millet, ilim gibi mefhumların hepsini birden Marksizm'e kurban etmezlerdi... Bu durumda eğitimin rolü olmaz. Entelektüel çapları da olmadığı için saldırgan bir çöküntüye düştüler.

- Hem saldırgan, hem çöküntü?

- Evet, bunlar şimdi yanılmalarının intikamını milletimizden alıyorlar. Bulundukları noktalarda Türk diline (öğretim dili İngilizce olmalıdır diyerek, uydurmasyon kelimeler kullanarak), ahlâkına (çocuk pornosunu bile masum göstermeye çalışarak), geleneklerine (postmodernizm yaparak), tarihine (Ermeni soykırımı vardır diyerek), sanatına (sanatı şehvetin fonksiyonu haline indirgeyerek), devletine (devlet baba değil, uşak olmalıdır diye dırlanarak), egemenliğine (bugün egemenlik kavramı değişmiştir, bölüşülebilir bir nesnedir tarifini vererek), maneviyatına (liberalizm kisvesindeki vahşi kapitalizme bütün manevi değerleri kurban ederek) hücum etmekteler. O kadar ki bunu yapabilmek için kapitalistlerin çanak yalayıcılığına, bir ara kokusundan bile iğrendikleri tipler için Hacı yağı imal etmeye bile razıdırlar. Elbette bu durumda, Marksizm'in kendilerine veremediği nefsanî hazları ve şehvetleri, bir ara baş düşmanları olan bu kapitalist düzenden elde etmiş olmanın avantajı da var.

- Peki, bir ideolojinin yıkılması bu kadar yıkar mı insanı?

- Bunları daha çok, kendi iç tutarsızlıkları yıktı. Bunlar Marksist-sosyalist devrim yaparken yani öyle söyler, öyle zannederken de esasen sosyalist değildiler ve olmadıklarının da farkında değillerdi... Tam aksine individüalist-fertçi-bireyci idiler. İstedikleri özgürlük, kendi şahsî özgürlükleri. İnsan hakları kendilerine istedikleri haklardı ve Lenin'in bir komünistin şahsî hayatı olmaz düsturuna mukabil Marksizm devrim nikâhı dâhil, bunların şahsî hayatları idi. Proleter ihtilalinde esas konu proletarya değil, kendileriydi. Marksizm'in yıkılmasından daha önemlisi şahsî hayatları yıkıldı ve bu perişanlıkla hepsi bir kapıda şahsî hayatlarını bulmaya çalışıyor.

- İçlerinde dönek olmayan yok mu?

- Var. Var amma onlar da hâlâ kendilerine bir fikrî mecra bulamadılar, çırpınıp duruyorlar.

- Bunları nereden biliyorsun?

- Ben de 68'liyim ve o tarihten beri bunları müşahede etmekteyim, ama karşıdan.

03.02.2011

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,25 M - Bugn : 10959

ulkucudunya@ulkucudunya.com