« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

05 Eyl

2011

HİCRET

01 Ocak 1970

Dînî sebeplerle bir yerden diğer bir yere göçme ve özellikle Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesi olayı.

Sözlükte "terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek" anlamına gelen hecr (hicran) masdarından isim olan hicret "kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen ve¬ya kalben ayrılıp uzaklaşması" demektir; ancak kelime daha çok "bir yerin terke-dilerek başka bir yere göç edilmesi" an¬lamında kullanılır. Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) İslâm ül¬kesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygam¬ber'in ve Mekkeli müslümanların Medine'ye göçünü ifade eder. Medine'ye göç eden müslümanlara muhacir, Resûl-i Ek¬rem'e ve muhacirlere yardım eden Me-dineli müslümanlara da ensâr unvanı ve¬rilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de hicret kelimesi yer almamakla birlikte otuz bir yerde "hecr" kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre "Kur-'an'ı terketmek" (el-Furkân 25/30), "bir kişiden veya gruptan ayrılmak" {en-Nisâ 4/34; Meryem 19/46; el-Müzzemmil 73/10), "kötü şeyleri terketmek" (el-Müddessir 74/5) ve terim anlamına uygun olarak "Allah uğrunda başka bir yere göç etmek" (meselâ bk. el-Bakara 2/218; Âl-l İmrân 3/ 195; en-Nisâ 4/89, 97-, et-Tevbe 9/20) an¬lamlarına gelmektedir. "Hicret eden kim¬se" karşılığında da muhacir ve çoğul ola¬rak muhacirin, muhâcirât kelimeleri kul¬lanılmakta (meselâ bk. en-Nisâ 4/100; et-Tevbe Q/l 00, 117; en-Nûr 24/22; el-Müm-tehine 60/10), bu âyetlerin çoğunda da Mekke'den Medine'ye göç eden müslü-manlar kastedilmektedir.

Kur'an'da hicret kelimesinin geçme¬mesi ve Mekke'den Medine'ye göç ola¬yının muhaceret masdarından türeyen kelimelerle anlatılmış olması, Caetani'-nin iddiasının aksine {İslâm Tarihi, III, 17-18) hicret tabirinin sonradan, hatta Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra orta¬ya çıktığına delâlet etmez; çünkü Kur-'ân-ı Kerîm'de olayın kendisinden çok onu gerçekleştirenlerin ve bu amellerinin öne¬mine dikkat çekilmiş, ayrıca bu tabir ha¬dislerde böyle bir şüpheye yer bırakmaya-cak kadar çok kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muccem, "her" md.; Miftâhu künûzi's-silnne, "hicret" md.). Kelime bu hadislerin pek çoğunda Mekke'den Medine'ye göç olayına işaret etmekte, ancak farklı an¬lamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Meselâ bir hadiste, "Muhacir Allah'ın ya¬sakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir" denilmekte (Buhârî, "îmân", 4; Ebû Dâvûd, "Cihâd",4, "Vitir", 11), baş¬ka bir hadiste de hicretin "kötü şeyleri terketmek" anlamına geldiği belirtilmek¬tedir [Müsned, IV, 114). Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadis¬leri dikkate alan mutasavvıflar bu kavra¬mı hem "haramları terkedip kötülükler¬den uzaklaşmak", hem de "nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak" veya "kalben ve zihnen halkı terketmek" anlamında kullanmış, seyrü sülük dedik¬leri mânevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır (Reşîdüddîn-i Meybüdî, I, 58).

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'den ön¬ceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp baş¬ka yerlere gittiklerinden bahseder. Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yak¬ma teşebbüsünün ardından, "Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret edi¬yorum" demiş (el-Ankebût 29/26) ve ön¬ce Filistin'e, ardından Mısır'a göç edip da¬ha sonra da Ken'ân diyarına yerleşmişti. Hz. İbrahim'le beraber Filistin'e kadar bu hicrete katılan Hz. Lût, peygamberlik gö-revini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ah¬lâksızlıkları karşısında Cenâb-ı Hak'tan al¬dığı emirle bir gece vakti inananlarla bir¬likte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenilen yere gitmişti (Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65). Hz. Şuayb'a kavminin ileri gelen kibirlileri. "Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz" demişler (el-A'râf 7/88), onu ve müminleri hicrete zor¬lamışlardı. Hz. Mûsâ, Allah'ın emriyle ge¬celeyin Mısır'dan yola çıkardığı İsrâiloğul-ları'nı göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde bo¬ğulmuştu (Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67). Bu gibi âyetlere daya¬narak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrahim sûresinde Mekkeliler'den önceki¬lerin. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kâfirlerin peygamberlerine, "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mut¬laka dinimize döneceksiniz" dedikleri bil-dirilerek rablerinin bu peygamberlere. "Zalimleri mutlaka helak edeceğiz" diye vaadde bulunduğu belirtilir (İbrahim 14/ 9-13). Kitâb-ı Mukaddes'te de Hz. İbra¬him'in ve Lût'un hicretleriyle Hz. Musa'¬nın İsrâiloğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtarışı hikâye edilmektedir (Tekvîn, i 2-13; Çıkış, 12/37-38, 14/1-31; Resullerin İş¬leri, 7/2-4).

Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve üm¬metlerinin akıbetine mâruz kaldılar. Mek¬ke müşrikleri Resûl-i Ekrem'e karşı İs¬lâmiyet'i tebliğe başladığı andan itiba¬ren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslâm'ı reddetmekten ibaret kal¬madı; Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskı¬lar İslâmiyet'in Mekke'de yayılmaya baş-laması üzerine eziyet ve işkenceye dönüş¬tü. Hatta Ammâr b. Yâsir'in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edil¬diğinden kendisi bu tür eziyetlere uğra¬mamakla beraber ashabının başına ge¬lenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman ve karısı Hz. Rukıyye {Hz. Peygamber'in kızı), Ca'fer b. Ebû Tâlib ve hanımı Esma bint Umeys, Osman b. Maz'ûn, Zübeyr b. Avvâm, Hâ-lid b. Saîd ve karısı Ümeyme bint Hâlid, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Mes'ûd. Ab-durrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Mus'ab b. Umeyr gibi meşhur kişile¬rin de bulunduğu bir grup müslümanın Habeşistan'a gitmesine izin verdi. Habe¬şistan Necâşîsi Ashame'nin semavî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olma¬sı ve Arapça bilmesi hicret için Habeşis¬tan'ın seçilmesinde önemli bir sebep teş¬kil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha ra-hat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan müslüman kafîlesi615'-te Mekke'den Şuaybe Limanı'na, oradan da bir tekneyle Habeşistan'a gitti. Bu hic¬ret, Hz. Peygamber'in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geç¬mesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşı¬lanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan'a hicret edenlerin sa¬yısı İbn İshak'ın kaydına göre kadın ve ço-cuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır (es-Sîre, s. 210). Belâzürî'nin düzenlediği listeye göre mu¬hacirlerin sayısı 109'u bulmaktadır (£n-sâb, I. 198-223). Habeşistan'a hicret konu¬suna özel bir yer ayırmış olan İbn İshak (es-Sîre, s. 156-1 57, 205-210, 238-241) ve İbn Hişâm ile (es-Sîre, I, 322-331) ashabın hayatından bahsederken bu konuya da temas eden İbn Sa'd [et-Jabakât, III, 55-417; iv, 34-214; vin, 36-301) gibi ilk devir İslâm tarihçileri Habeşistan'a hicret eden¬lerin isimleriyle ilgili farklı listeler vermek¬tedir (geniş bilgi için bk. Öztürk, tür.yer). Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler. Ashame en-Necâşî'ye bir heyet gönderip müslüman-lann iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti. Müş¬rikler de netice alamayınca bunun intika¬mını Mekke'de kalan müslümanlardan aldılar. Artık Mekke'deki müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra mu¬hacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü, müs-lümanlara karşı Şi'bü Ebû Tâlib'de sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve Mekkeliler'in müslüman olduğuna dair söylentilerin çıkması üzerine Mekke'ye döndü (620). Müşrikler, Bedir'de uğradık¬ları bozgunun ardından Ashame en-Ne-câşî'ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdiler-se de yine sonuç alamadılar. Habeşistan'¬da kalan son müslüman kafilesi daha son¬ra yine kendi arzularıyla ve Necâşî'nin ha-zırlattığı gemilerle önce Câr Limanı'na geldiler, oradan da Medine'ye hareket et¬tiler (7/628). Resûl-i Ekrem Hayber'in fet¬hi sırasında huzuruna çıkan muhacirlerin arasında Ca'fer b. Ebû Tâlib'i görünce çok sevinmişti (İbn Sa'd, IV, 34-35).

Müslümanlara ve Hz. Muhammed'i ko¬ruyan Hâşimoğulları'na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından Ebû Tâlib'in ölümü müşriklere fırsat verdi ve bizzat Hz. Peygamber dahi birçok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortam¬da İslâm'ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem Taife giderek yeni bir çev¬rede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaştı ve Mekke'ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu sıralar¬da Akabe'de tanıştığı bazı Medine {Yes-rib) sakinlerinin İslâmiyet'e girmesi üze¬rine şehir halkını oluşturan Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlığın gün¬den güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe biatları hicret açısından bü¬yük önem taşımaktadır. Özellikle İkinci Akabe Biatı'nda Medineli müslümanlar Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla Mekkeli müslümanları şehirlerine davet ederek geldiği takdirde canlarını, mallarını, ken¬di çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi onu koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona tâbi olacakları¬na and içerek biatta bulundular.

Tâifliler ve diğer kabileler Resûl-i Ek¬rem'i reddederken Medine'den gelenle¬rin daha ilk görüşmede İslâm'a girmeleri ve her türlü tehlike ve sıkıntıyı göze ala¬rak şehrin kapılarını ona açmalarının, ya¬ni Medine'nin hicret yeri oluşunun sebep ve hikmetleri üzerinde durmak gerekir. İslâmiyet'in doğuşu sırasında bu şehirde oturan Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok eskilere dayanan şiddetli bir düşman¬lık vardı. 120 yıl boyunca birbirleriyle sık sık savaşa tutuşan bu iki kabile arasında¬ki son çarpışma hicretten beş veya altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve her iki taraftan pek çok kimse ölmüş¬tü. Gerek Buâs gerekse daha önce yapılan savaşlar birçok ocağın sönmesine yol açtığı İçin Hazrec ve Evs İslâmiyet'i tanı¬yınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmiştir. Bundan dolayı Buâs Savaşı'nın Medineli-ler'in İslâmiyet'e girişinde önemli bir ye¬ri vardır. Nitekim Hz. Âişe'nin, "Buâs. Al¬lah'ın Resûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü" dediği nakledilir (Buharı, "Me-nâkıbü'l-enşâr", I, 27). Bundan başka Medine yahudilerinin son peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bir peygam-ber beklentisi doğurmuştu. Öte yandan, şehrin İslâmiyet'in çevreye kolayca yayıl¬masına imkân sağlayacak merkezî bir ko¬numda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da hicretin sebeple¬ri arasında sayılmalıdır.

Ashaptan Medine'ye hicret eden ilk ki¬şi Mahzûmoğullan'ndan Ebû Seleme Ab¬dullah b. Abdülesed'dir. Ebû Seleme, Aka¬be Matlarından bir yıl önce hanımı Ümmü Seleme ile birlikte hicret etmiştir. Buhâ-rî. Birinci Akabe Biatı'ndan (621) sonra Medine'ye İslâm'ı tebliğ için gönderilen Mus'ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm'u ilk muhacirler olarak kabul eder ("Menâkıbü'l-enşâr", 46). İkinci Aka¬be Biatfnın ardından (622) Hz. Peygam-ber'in hicrete izin vermesi üzerine ilk de¬fa Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme göç ettiler: onların arkasından da diğer sahâbîler gruplar halinde gitmeye başladılar. Hicret genellikle gizlice yapıl-mıştır; çünkü Mekkeliler ellerinden gel¬diğince engel olmaya çalışıyor, hatta ya¬kaladıkları akrabalarını hapsediyorlardı. Yalnız Ömer b. Hattâb'ın, Kabe'yi tavaf ettikten ve iki rek'at namaz kıldıktan son¬ra müşriklere meydan okuyarak alenen yola çıktığı bilinmektedir. Böylece asha¬bın büyük çoğunluğu kısa sürede Medi¬ne'ye göç etti; geride sadece Hz. Peygam¬ber, Hz. Ebû Bekir ve bunların aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicrete güç yetireme-miş veya gidişleri engellenmiş belli kişi¬ler kalmıştı. Muhacir sahâbîler Medine'ye vardıklarında ensar tarafından misafir edildiler.

Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine'ye yerleşmesi ve İslâmiyet'in ora¬da güçlenmeye başlaması Mekke müşrik¬lerini korkuttu; Hz. Muhammed'in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte ken¬dilerine karşı bir tehlike oluşturacağın¬dan endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve'de top¬landılar ve tartışacakları konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışın¬da Hâşimoğullan'ndan hiç kimseyi çağır¬madıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Bazı siyer kitapların¬da yer alan, "şeytanın Necid halkından bir ihtiyar kılığında gelerek toplantıya katıl¬dığı ve alınan kararda etkili olduğu" şek¬lindeki rivayetlere itibar etmemek gere¬kir. Dârünnedve'de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil'in teklifiyle Hz. Peygam-ber'i öldürme kararı alındı. Bu kararı sa¬dece bir kişi değil, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen görevlendirilecek si-lâhşörlerden oluşan bir grup yerine geti¬recek, böylece Hâşimoğullan'nın kan da¬vasına kalkışması önlenecekti.

Görevlendirilen kişiler suikast hazırlık¬larına başlarken Resûl-i Ekrem de Ceb¬rail vasıtasıyla durumdan haberdar oldu, hicret etmek üzere harekete geçerek he¬men Hz. Ebû Bekir'in evine gitti, onunla birlikte bir plan hazırladı. Plan gereğince bir kılavuz buldular; Abdullah b. Uraykıt adındaki bu kılavuz müşrik olmakla be¬raber güvenilir, mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir, hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onun¬la sözleşti. Evine giden Hz. Peygamber, ayrıldığı zaman evi kontrol edebilecek müşrikleri yanıltmak ve kendisine ema¬net bırakılan bazı eşyayı sahiplerine geri vermek üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve gece yansı Ebû Bekir'in evine gitti; ora¬dan beraberce yola çıkarak Mekke'nin gü¬neybatısındaki Sevr dağına vardılar ve bir mağaraya gizlendiler. Burada kaldık¬ları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir'in oğ¬lu Abdullah geceleri gelerek elde ettiği bilgileri onlara aktarmıştır.

Resûl-i Ekrem'i öldürmekle görevlen¬dirilen Mekkeliler onu evinde bulamayın¬ca hemen aramaya koyulmuşlardı. Ebû Bekir'in evinde yapılan arama ve soruş¬turmalar da netice vermeyince bütün çev¬reyi taramaya başladılar ve etrafa haber¬ciler göndererek onların başına ödül koy¬duklarını ilân ettiler. Bu aramalar sırasın¬da içlerinden bir grup saklandıkları ma¬ğaranın yanına kadar gelmişti. Hz. Ebû Bekir duyduğu seslerden endişe ederek, "Ey Allah'ın resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler" diyor, Resûl-i Ekrem ise Kur-'an'da da işaret edildiği üzere, "Üzülme, elbette Allah bizimledir" cevabıyla onu teskin ediyordu (et-Tevbe9/40|. Allah'ın resulünü koruduğu aşikârdı; çünkü müş¬rikler mağaranın yanına kadar geldikleri halde içine bakmadan dönüp gittiler. On¬ların mağaraya bakmadan dönmelerine
sebep olarak bir örümceğin mağaranın ağzına ağ ördüğünü ifade eden rivayet¬ler -farklı görüşe sahip olanlar bulunmak¬la birlikte- pek çok muhaddis tarafından "hasen" olarak değerlendirilmiştir [Müs-ned, 1, 348; İbn Kayyım el-Cevziyye, IH, 52; İbn Kesîr, III, 181; İbn Hacer, VII, 236); esa-sen bu rivayetlerin reddini gerekli kılacak bir sebep de mevcut değildir. Mağarada geçirilen üç günün sonunda Mekkeliler'in kontrolü ve aramaları oldukça tavsamış-tı. Sözleşitdiği gibi kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr'e geldi. Ebû Bekir'in azatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru ha¬reket edildi. Medine'ye salimen ulaşabil¬mek için işlek ve mûtat yollar yerine fark¬lı bir güzergâh tercih edilmiş ve bazan sarp dağ geçitlerinden, bazan çöllerin arasından geçilmiştir. Buna rağmen za¬man zaman takibe uğradılar, sorguya çe¬kildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar. Müd-lic kabilesine mensup Sürâka b. Mâlik'in takibi ve daha sonra Tâif muhasarasının ardından onun İslâm'a girmesiyle ilgili ri¬vayet meşhurdur (bk. sürâka b. MÂLİK). Böyle bir tehlike Eşlem kabilesinin top¬raklarına gelindiği zaman da yaşandı. Ka¬bilenin reisi Büreyde b. Husayb bir müf¬rezeyle kafilenin önünü kesti; ancak kısa bir görüşmenin ardından adamlarıyla be¬raber müslüman oldu ve mızrağına bağ¬ladığı sarığı ile Hz. Peygamber'e sancak açarak arazilerinden çıkıncaya kadar ken¬disine refakat etti. Bu arada yolculuk es¬nasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Me¬selâ kafile Kudeyd'de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma'bed Âtike bint Hâlid'in bulunduğu çadıra uğradı. Bura¬da Resûl-i Ekrem sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi bes¬meleyle sağınca keçi oradakilere yetip ar¬tacak kadar süt verdi. Ümmü Ma'bed'in, daha sonra çadıra dönen kocası Ebû Ma'-bed el-Huzâî'nin isteği üzerine Hz. Pey-gamber'i tavsif ederken kullandığı ifade¬ler hilye edebiyatına konu olmuştur.

Medine'deki müslümanlar Hz. Muham¬med'in Mekke'den ayrıldığını öğrenmiş, fakat gecikince endişelenmeye başlamış¬lardı. Bundan dolayı her sabah Mekke yo¬lu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp gün yükselinceye kadar bekliyor, hararet ar¬tınca ümitlerini keserek evlerine dönü¬yorlardı. 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pa¬zartesi günü de böyle yapmış ve dönmüş¬lerdi; ancak kısa bir süre sonra üç katlı bir evin damına çıkan bir yahudi kızı, ufukta Medine'ye doğru gelen bir kafile görünce bunların beklenen misafirler ol¬duğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Resûl-i Ekrem'i karşılamak için Harre'ye koştu¬lar. Ashabına kavuşan Hz. Peygamber, Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Kubâ mevkiinde Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avfoğullarfndan Külsûm b. Hidm'in evine İnerek bir süre dinlendi. İbn İshakve İbn Hişâm'a göre Kubâ'daki ikamet dört gün (İbn Hîşâm, II, 494), Bu-hârî'nin naklettiği bir rivayete göre ise on dört gün ("Menâkıbü'l-enşâr", 46) devam etmiştir. Bu hususta daha başka görüş¬ler de mevcut olmakla birlikte verilen mo¬lanın fazla uzun sürmediği anlaşılmakta¬dır (bk. İbn Hacer, VII, 287). Bu süre zarfın¬da Küba'da hemen bir mescid yaptıran Hz. Peygamber bir cuma günü buradan ayrıldı ve Medine'ye yöneldi. Rânûnâ va¬disine gelince Salim b. Avf kabilesine uğ¬rayarak ilk cuma namazını kıldırdı; namaz¬dan sonra da şehre ulaştı. Büyük bir ka¬labalık tarafından coşkuyla karşılanan Resûl-i Ekrem, kendisini evlerine davet eden kimseleri kırmamak için güzel bir usul buldu ve devesi Kasvâ'nın serbest bırakılmasını isteyerek onun çöktüğü ye¬re en yakın eve ineceğini söyledi. Devenin, daha sonra Mescid-i Nebevî'nin yapıldığı boş bir arsaya çökmesi üzerine de en ya¬kındaki evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensâ-rî'nin misafiri oldu. Burada yedi ay kadar kaldıktan sonra mescidin bitişiğinde İn¬şa edilen odalarına taşındı.

Kaynaklarda Hz. Peygamber'in Mekke'¬den çıkışı, Küba'ya varışı ve Medine'ye gi¬rişi hakkında verilen tarihler oldukça fark¬lıdır. Bunların incelenmesi sonunda, Mek-keliler'in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıkları, durumu öğ¬renen Resûi-i Ekrem'in o gece şehri ter-kederek Sevr mağarasına gittiği. 27-28-29 Safer {10-11-12 Eylül 622) Cuma, Cu¬martesi ve Pazar günlerini mağarada ge¬çirdiği, 1 Rebîüievvel (13 Eylül 622) Pazar¬tesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Re¬bîüievvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Küba'ya indiği ve 12 Rebîüievvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine'ye girdiği anla¬şılmaktadır.

Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'¬ye hicretiyle İslâm tarihinde yeni bir dö¬nem başlamıştır. Hadise sadece bir me¬kân değişikliği boyutunda kalmamış, İs¬lâm'ın daveti, teşri faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebeple hicretin ve muhacirlerin de¬ğer ve şerefinden bahseden pek çok âyet ve hadis vardır. Meselâ bir âyette şöyle denilmektedir: "Öne geçen ilk muhacir¬ler ve ensarla onlara güzellikle tâbi olan¬lar, işte Allah onlardan razı olmuştur, on-lar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah on¬lara İçinde ebedî kalacakları, altından ır¬maklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur" (et-Tevbe 9/100). Hz. Peygamber de ensara karşı yaptığı bir konuşmada. "Eğer hicret şerefi olma¬saydı ben muhakkak ensardan bir fert ol¬mak isterdim" diyerek (Müsned, 11, 315; Müslim, "Zekât", 139) muhacirliğin şe¬refinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağı¬nı belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete ve muhacirlere ayrı bir değer at-fetmişlerdir. Sahabeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri ilk sırayı daima muhacirle¬re vermişlerdir.

Hicretten sonra muhacirlerle ensar ara¬sında tam bir kaynaşma ve dayanışma¬nın oluştuğu görülmektedir. Bunun sağ¬lanmasında. İslâm'ın esasları ve mensup¬larına telkin ettiği kardeşlik anlayışı ka¬dar Hz. Peygamber'in uygulamaya koydu¬ğu "muâhât" ameliyesinin de etkisi bü¬yük olmuştur. Bu ameliye hicretten he¬men sonra gerçekleştirilmiş ve Resûl-i Ekrem, ensarla muhacirleri bir araya ge¬tirerek her muhacir için ensardan bir kar¬deş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilân edildiği bu uygulama sadece şekilde kal¬mamış, muhacirler ve ensar kan bağın¬dan öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlan¬mışlardı. Hatta mirasla ilgili âyetler ge¬linceye kadar bu kardeşler birbirine vâ¬ris dahi oluyorlardı. Siyasî, iktisadî, içti¬maî, dinî ve askerî pek çok fayda sağla¬yan muâhât, İslâm toplumunun yapılan-masındaki rolü bakımından hicrete an¬lam kazandırmış ve muhacirlerin Medi¬ne'deki hayatlarını kolaylaştırmıştır (ay¬rıca bk. MUÂHÂT).

Siyasî açıdan hicretin büyük bir değişi¬me imkân sağladığı aşikârdır. Mekke'de¬ki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye mâruz kalan müslü¬manlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber'in önderliğinde bir devle¬te kavuşmuşlardır. Hicretten sonra Yes-rib şehrinin adı, "fesaf anlamındaki bir kökten geldiği için Resûl-i Ekrem tara¬fından "hoş ve güzel" mânasında Taybe veya Tâbe'ye çevrildi; daha çok da Medî-netü'r-resûl yahut Medîne-i Münevvere adıyla anılarak müslümanlann kurdukla¬rı devletin ilk başşehri oldu ve bu konu¬munu Hz. Osman'ın şehid edildiği tarihe kadar korudu. Ayrıca Resûl-i Ekrem, Hz. İbrahim'in hareminden (Mekke) sonra bu yeni merkezin de harem olmasını Allah'¬tan niyaz etmiş, niyazının kabulü üzeri¬ne de şehrin doğusundaki Harretüvâkım ve batısındaki Harretülvebre ile güney¬deki Âir (Ayr) ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları arası şehrin harem sınırı olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem, Mekke'¬nin fethinden sonra ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip Medine'yi bırak-mamış ve vefatında Mescid-i Nebevî'de-ki hücre-i saadetine defnedilmiştir.

Hicretten sonra Hz. Peygamber İslâm devletinin kuruluşunu ilân etmiş ve dip¬lomatik temaslarına hemen başlamıştır. Yahudileri de içine alacak şekilde devle¬tin ilk anayasasının belirlenmesini (DİA, İli, 153-154) ve civardaki kabilelerle ant¬laşmalar yapılmasını bu çerçevede değer¬lendirmek gerekir. Neticede 6 (628) yılın¬da yapılan Hudeybiye Antlaşması ile. da¬ha önce müslüman varlığını reddeden Ku-reyş de İslâm devletinin mevcudiyetini ka¬bullenmek mecburiyetinde kaldı. Resûl-i Ekrem, devletin teşkilâtlandırılması için gereken bütün çalışmaları en kısa zaman¬da tamamlamaya çalıştı. Henüz hicretin birinci yılı dolmadan can ve mal güvenli¬ğini sağlamak üzere çevreye silâhlı birlik¬lerin gönderilmesi de bunu göstermekte¬dir. Mekke döneminde kâfirlerin sataş¬maları ve fiilî engellemelerine karşı sabır
tavsiye edilirken Medine döneminde du¬rum değişmiş ve müslümanlara misille¬mede bulunma hakkı tanınmıştır. Çok kı¬sa bir sürede güçlenecek ve tarihte ye¬ni oluşumlara sebep teşkil edecek İslâm devletinin temelinde hiç şüphesiz hicret olayı vardır.

Hicret teşri açısından da büyük önem taşımaktadır. Mekke döneminde nazil olan âyetlerde tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel İnanç konuları işlenip ibadet ve ahlâkla ilgili İslâm esasları konulurken hicretten sonra ferdî ve içtimaî hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili âyetler inmiş. İbadet ve muamelâta dair hükümler ko¬nularak müeyyideler getirilmiş ve devlet¬lerarası hukuku ilgilendiren kurallar be¬lirlenmiştir. Hicretin, İslâm davetinin sey¬rinde ve dinin yayılışında da etkili olduğu bilinen bir husustur. Medine döneminde davetin önündeki engeller birer birer kal¬dırılarak müslümaniara ve Müslümanlı¬ğa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriy¬le dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetle¬nen devlet otoritesi İslâm'a duyulan ilgi¬nin artmasını sağlamış, ayrıca kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonu¬cunda gerçekleşen toplu ihtidalarla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Hicretle müslümanların iktisadî ve ticari imkân¬ları da genişlemiştir.

Medine döneminin ilk yıllarında İslâmi¬yet'i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber'in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyor¬du. Kur'an buna uymayanları şiddetle kı¬nar ve onların akıbetlerinin korkunç ola¬cağını belirtir (en-Nisâ 4/97). Müminlere böyle kimselerle yakın dostluk İlişkile¬rinin kesilmesi de emredilmiştir: "İman edip de hicret etmeyenler ise hicret edin¬ceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dost¬luğunuz ve ilişkiniz olamaz" (el-Enfâl 8/

72). Resûl-i Ekrem de kendisine iman ve biat etmek üzere gelen kişilerden biat şartı olarak hicret etmelerini istiyordu (Buharı, "Megâzî", 53; Müslim, "Bİrr", 6). Medine'ye gelenlerin daha sonra oradan ayrılıp başka bölgelere yerleşmeleri hoş karşılanmıyordu. Hz. Peygamber'in, "Al-lahım! Ashabımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme" diye dua ettiği bilinmektedir (Müslim, "Vaşıyye", 5); nitekim hicret et¬tikten sonra Mekke'ye dönüp orada ölen Sa'd b. Havle için çok üzülmüştü (Müslim, "Vaşıyye", 5). Bu ve benzeri naslar dola¬yısıyla İslâm âlimleri bu devrede Medine'¬ye hicretin farz, daha sonra oradan ayrıl¬manın ise haram olduğu görüşüne var¬mışlardır, islâmiyet güç kazanıp, müslü¬manların bulundukları bölgelerde kendi¬lerine yapılan baskılar ortadan kalktıktan ve dinin esaslarını kolayca öğrenme im¬kânı doğduktan ve nihayet Mekke fethe¬dildikten sonra hicret bir zorunluluk ol¬maktan çıkarılmıştır.

Bu derece önem verilmesine bağlı ola¬rak hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı gö¬rülmektedir. Ashabın, Resûl-i Ekrem'in hayatını Mekke ve Medine dönemi diye İkiye ayırması ve bu dönemlere ait yılları birbirini tamamlayacak şekilde değil ayrı ayrı zikretmesi (Buhârî, "Menâkıbü'1-en-şâr", 28, 45, "Megâzî", 85; Müslim, "Fe-zâll", 113, 118, 121, 123) bu hususun ilk işaretidir. Ayrıca İbn Şihâb ez-Zühri*den, Resûl-İ Ekrem'in Medine'ye gelince bir takvim hazırlanmasını İstediği, bunun üzerine hicretin gerçekleştiği rebîülevvel ayının tarih başlangıcı olarak belirlendiği rivayet edilirse de bu rivayet fazla kabul görmemiştir (İbn Hacer, VII, 268). Hicre¬tin resmen takvim başlangıcı sayılması Hz. Ömer zamanında 17 (638) yılında gerçekleşmiştir.

D FIKIH. Hicret'in tarihî, içtimaî ve ik¬tisadî yönden olduğu gibi dinî, siyasî ve hukukî yönden de birtakım sonuçlan ol¬muştur. Müslümanlar, hicretle birlikte Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısın-dan kurtularak Medine'yi yurt edinince İslâm'a yeni girenlerin de gerek zulüm ve baskıya mâruz kalmadan yaşamaları, gerekse yeni kurulan İslâm toplumuna destek olmaları ve İslâm esaslannı Öğren¬me imkânına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları büyük Önem arzedi-yordu. Bundan dolayı Medine'ye hicret, dinî bir vecîbe olmanın yanında hicret et¬meyenlerin ulaşamayacağı bir fazilet de sayılıyordu.

Birçok âyette hicret cihadla birlikte anıldığı gibi (el-Bakara 2/218; el-Enfâl 8/ 72, 74-75; et-Tevbe 9/20; en-Nahl 16/110) bu âyetlerde ve diğer bazı yerlerde (Âl-i İmrân 3/195; en-Nahl 16/41; el-Hac 22/58) Allah yolunda hicretin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancı¬nı korumak için vatanını terkederek baş¬ka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşa¬cağı zorluklara katlanması bakımından da İslâm'a bağlılığın göstergesi sayılmış¬tır. "-Bilhassa o fey- hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah'tan fazlu inayet ve hoşnutluk beklerler: Allah'a ve Peygam-ber'ine yardım ederken yurtlarından çı¬karılıp mallarından mahrum edilmişler¬dir. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce -Medine'yi- yurt ve iman evi edinmiş olanlar kendilerine hicret edenlere karşı sevgi beslerler. Onlara ve¬rilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendileri yoksulluk içinde ol¬salar bile onları öz canlarından daha üs¬tün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratları¬na erenler onlardır" (el-Haşr 59/8-9) me¬alindeki âyette bu husus dile getirildiği gibi ashabın faziletiyle ilgili olarak yapı¬lan tasniflerde muhacirler de kendi ara¬larında ayırıma tâbi tutulmuş, önce hic¬ret edenler sonrakilerden üstün sayılmış¬tır (Bağdadî, s. 299-303; SüyÛtî, Tedrîbü'r-râuî, s. 407).

Mekke'de ilk müslümanların, Kureyş'in zulüm ve baskısına Karşı geleceğe yöne¬lik herhangi bir plan ve stratejileri olmak¬sızın pasif bir şekilde boyun eğdiklerini düşünmek doğru değildir. O dönemde müslürnanlar, İntikam için değil bir ideal uğruna verilecek mücadele ve savaşın icap ettirdiği ruhî bir hazırlık devresi ge¬çiriyordu. Ayrıca silâhlı bir direnişin ge¬rektirdiği şartlara da sahip değillerdi. Bu¬nun için savunulabilir bir toprak ve İslâm İdealine bağlı etkili bir siyasî otoritenin varlığı şarttı. Nitekim Medine'ye hicretin siyasî açıdan anlamı ve hedefi şu âyetle ifade edilmiştir: "Ve şöyle de: Rabbim! Gi¬receğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çı¬kar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver" {el-İsrâ 17/80). Katâ-de b. Dİâme, davasının bir kuvvet ve oto¬rite olmadan yürüyemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem'e, hemen hicretten önce nazil olan bu âyette kuvvet ve iktidar için dua etmesinin emredildiğini belirtir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü7-me'âd, 11, 55; İbn Kesîr, III, 59). Hz. Peygamber, İslâm'ın evrensel boyutta tebliği ve müslümanla¬rın barış ve güven içinde yaşamaları için siyasî hâkimiyetin hayatî önem taşıdığını düşündüğünden İkinci Akabe Biatı'nda Medine üzerinde şahsî otoritesinin kabu¬lünü kesin şekilde istemişti. Hicretle bir¬likte bu siyasî hedefin ilk adımı atılmış ve daha sonra merhale merhale amaca ula¬şılmıştır.

Hicretle ortaya çıkan en önemli durum şüphesiz müslümanların bir yurt edin¬miş olmalarıdır. Uğradıkları baskılar yü¬zünden daha Önce Habeşistan'a göç eden müslümanlar bu defa anayurtlarıyla ilgi¬lerini tamamıyla keserek Medine'ye hic¬ret etmişlerdi. Hicretten önce siyasî bir organizasyona sahip bulunmayan müslü¬manların siyasî iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olacak bir yurtları yoktu. Hicretin hemen ardından ise devlet kur¬ma imkânına kavuştukları gibi bu devle¬tin hâkimiyet alanını meydana getiren bir ülkeye de sahip olmuşlardı. Böylece ilk dârülislâm, bazı hadislerde "dârülhic-re" veya "dârülmuhâcirîn" diye de anılan (İbn Mâce, "Cihâd", 38; Ebû Dâvûd, "Ci-hâd", 90; Hâkim, Ilı, 4-5) Medine olmuş¬tu (İbn Kayyım, Ahkâmu ehli'Z'Zİmme, 1, 5). Mekke döneminde nazil olan âyetler daha çok dinin inanç esaslarıyla ilgili iken hicretten sonra bağımsız bir devletin ku¬rulmasıyla birlikte gerek Kur'an'da gerek¬se sünnette müslümanların toplumsal ve milletlerarası alanda ilişkilerini düzenle¬yen siyasî, hukukî ve iktisadî esaslar va-zedilmiştir. Bundan dolayı hicret İslâm teşrii bakımından da önemli bir merhale oluşturmaktadır.

Hicretin bazı önemli hukukî sonuçları¬nın belirtildiği bir hadiste kaydedildiğine göre Resûlullah, bir seriyyenin veya ordu¬nun başında gönderdiği kumandana ken¬disi ve beraberindeki müslümanlar hak¬kında hayrı ve takvayı tavsiye ederek şöy¬le derdi: "Müşriklerle karşılaştığınızda onların şu üç husustan birini seçmelerini iste ve bunlardan hangisine icabet eder¬lerse kabul ederek kendilerinden el çek: Onları İslâm'a davet et; eğer sana icabet ederlerse kabul et ve onları kendi yurtla¬rından dârülmuhâcirîne göç etmeye ça¬ğır. Bunu yaptıkları takdirde muhacirle¬rin lehine ve aleyhine olan hükümlerin on¬ların da lehine ve aleyhine olacağını bildir. Eğer kendi yurtlarını tercih ederlerse müslüman olan bedevî Araplar'ın (A'râb*) statüsüne girerler ve kendilerine müslü-manlara uygulanan hükümler uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihad etmezlerse fey ve ganimetten pay alamazlar. Eğer İslâm'a girmeyi reddederlerse onları ciz¬ye vermeye davet et, icabet ettikleri tak-dirde kabul et ve kendilerinden el çek. Eğer bundan da yüz çevirirlerse Allah'a güven ve onlarla savaş" (İbn Mâce, "Ci¬hâd", 38; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 90; Tirmi-zî, '"Siyer", 48).

Bu hadisten anlaşıldığı üzere başlan¬gıçta İslâm'a girenlerin kendi yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmeleri farz¬dı. Çünkü yeni müslüman olanların İslâ¬miyet'in hükümlerini öğrenmeleri ve İs-lâm toplumunun çekirdeğini oluşturan ensar ve muhacirlere destek olmaları za¬ruri idi. Medine'ye hicretin farz oluşu Mek¬ke'nin fethine kadar devam etmiştir. Resûl-i Ekrem'in, "Fetihten sonra hicret yoktur" (aş. bk.) hadisi de bunu göster¬mektedir (Cessâs, (II, 75; Serahsî, X, 6).

İmam Şafiî'nin belirttiğine göre Medi¬ne'ye hicreti takip eden ilK zamanlar hic¬ret farz olmadığı gibi Mekke'de ikamet de haram değildi. Hicretten sonra cihad önce mubah, daha sonra farz kılınınca hicret etmeyenlere karşı uygulanan bas¬kı ve zulüm iyice arttı. Bunun üzerine baskıya mâruz kalanlardan hicrete gücü yetenlerin hicret etmesi farz kılındı. İlk İslâm toplumunun geleceği bakımından taşıdığı önem sebebiyle bu emre uyma¬yanların durumu ve akıbeti şöyle ifade edilmiştir: "Kendi nefislerine zulmeden kişiler olarak canlarını alacağı kimselere melekler, "Ne işte idiniz?' derler. Onlar, 'Biz yeryüzünde -dinin emirlerini uygula¬maktan- âcizdik' deyince melekler, 'Al¬lah'ın arzı geniş değil miydi, siz de hicret edeydiniz ya' derler. İşte onların barınak¬ları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!" (en-Nisâ 4/97). Âyetin devamında ise hic¬rete gücü yetmeyenlerin mazeretinin kabul edileceği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/ 98). Öte yandan hicret, göç etmeye muk¬tedir olanlardan dinleri hususunda bas¬kıya mâruz kalanlar için farz kılınmıştır. Çünkü Resûlullah, Hz. Abbas gibi baskı altında bulunmayan bazı kişilere Mekke'¬de kalma izni vermiştir (Şafiî, IV, 84).

Muhacirler, Allah için yurtlarını terke¬derek Medine'yi vatan edinen çeşitli ka¬bilelere mensup kimselerdi. Çoğunun ne toprağı ne de hayvanı vardı; Hz. Peygam¬ber onlara feyden infakta bulunuyordu. Çölde yaşayan bedevî müslümanlar ise feyden pay alamıyordu. Bedevîlerden_sa-vaşa katılanlar ganimetten paylarını alıp giderlerdi. Diğer taraftan muhacirler ci-had ve umumi seferberlik ilânı halinde savaşa katılmakla mükelleftiler. Bunların yeterli olması durumunda bedevî müslü-manların savaşa katılma zorunluluğu or¬tadan kalkardı (Ebû Ubeyd. s. 272; Hat-tâbî, [II. 83; Sindî, Hâşiyetü İbn Mâce, II, 103).

İmam Şâfıî. hicret etmeyenlerden muh¬taç olanlara zekât verilebileceği görüşün¬dedir. Ona göre zekât feyden payı olma¬yanlara, fey ise askerlere aittir. Fey ehline zekât, zekât ehline de fey verilmez. Zekât ehli hicret etmeyenler ve savaşmayan-lardır. Resûlullah zamanında zekât ehli "A'râb", fey ehli ise "muhacirin" diye ad¬landırılmıştı (Mâverdî, s. 127-128; Nevevî, XIII, 38) Ebû Hanîfe'ye ve Mâlik'e göre ise zekâtla fey aynıdır, biri diğerinin yerine harcanabilir (Nevevî, XIII, 38; Şevkânî. VII, 262).

Hicretten sonra ensarla muhacirler arasında kardeşlik bağı (muâhât*) kurul¬muş ve bunlar birbirlerine mirasçı kılın¬mıştı. Buna karşılık hicret eden bir müs-lümanla, dârülharpte İslâm'a girmiş ve henüz hicret etmemiş olan akrabası ara¬sında ilgili âyet gereğince (el-Enfâl 8/72) mirasçılık cereyan etmezdi. Hicret eden müslümanm dârülharpte müste'men ola¬rak bulunması da bunun için yeterli de¬ğildi. Zira miras velayete dayanır, velayet kopukken tevarüs cereyan etmez. Ancak bu hüküm Mekke'nin fethine kadar de¬vam etmiştir. Çünkü Mekke'nin fethiyie hicretin hükmü, "Fetihten sonra hicret yoktur" hadisiyle neshedildiği gibi. "Hısım¬lar Allah'ın kitabında birbirine daha ya¬kındır" (el-Enfâl 8/75) âyetiyle de müslü-manlar arasında tevarüsün hicrete değil akrabalık bağına dayandığı belirtilmiş ve önceki hüküm neshedilmiştir (Ebû Ubeyd, s. 275; Cessâs, II, 241-243; III, 74-76).

İbn Abbas. Resûlullah'ın Mekke'nin fet-hedildiği gün, "Fetihten sonra hicret yok¬tur, ancak cihad ve niyet kalmıştır; ciha¬da çağrıldığınızda icabet edin" dediğini nakleder (Dârimî, "Siyer", 69; Tirmizî, "Si¬yer", 33). Buna göre, Mekke'nin fethin¬den sonra Medine'ye hicretin fazileti ar¬tık kalmamakla birlikte cihad ve ameller¬de hayra niyet etmek gibi birtakım dav¬ranışlarda bulunmak hicretin faziletiyle eşdeğerde sayılmıştır {Sindî, Hâşiyetü'n-Nesa'lVU, 146). Bunların yanında Allah rızâsı için ilim tahsil etmek ve dininden dolayı baskıya uğradığı yerden göç etmek gibi hususlar da bu hicretin değerine eş fiillerdir. Fetihle dârülislâm olan Mekke'¬den hicretin artık son bulmasına karşılık dârülharpten dârülislâma hicret kıya¬mete kadar devam edecektir (Süyûtî, Şer-hu'n-Nesâ%VU, 147; Mübârekfûrî, V, 215).

Bu hususla ilgili başka bir rivayete gö¬re Ya'lâ b. Ümeyye, babası Ümeyye'yi fe¬tih zamanında Resûlullah'a getirerek, "Ey Allah'ın resulü! Hicret üzere babama biatta bulun" deyince Hz. Peygamber, "Onunla cihad üzere biatta bulunurum, hicret artık sona erdi" karşılığını vermiş¬tir (Nesâî, "Be/at", 9). Bu hadis, dârülis¬lâm olması sebebiyle artık Mekke'den hicretin gerekli olmadığına işaret ettiği gibi başka bir yerden Medine'ye hicrete gerek kalmadığını da belirtmektedir. Çün¬kü İslâmiyet birçok yerde ve özellikle Me¬dine'de hâkim duruma gelmişti. Dârül¬harpten dârülislâma hicretin devamlı bir vecîbe olarak kalmasının amacı ise dârül¬harpte inançları sebebiyle baskıya mâruz kalan müslümanların dârülislâma gele¬rek kurtulmaları, dinlerinin gereğini ye¬rine getirebilecekleri bir ortama kavuş¬maları ve dârülislâmdaki müslümanlara destek olmalarıdır (İbn Kudâme, X, 513; Mübârekfûrî, V, 215).

Mekke'nin fethiyie hicretin son buldu¬ğunu belirten bu hadisler yanında hicre¬tin kıyamete kadar devam edeceğini bil¬diren hadisler de vardır. Muâviye, Resûl-i Ekrem'in, "Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez, güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz" dediğini nak¬leder (Dârimî, "Siyer", 70; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, II, 70). Diğer bir hadiste de, "Kâfirlerle savaş devam et¬tikçe hicret sona ermez" denilmektedir (Nesâî, "Bey'at", 15). Bu hadislerdeki hic¬retle, yabancı bir ülkede müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine hicretinin kaste-dildiği belirtilmiş ve bu yorumla, hicretin sona erdiğine dair rivayetler ile devam edeceğine dair rivayetler arasında bir uy¬gunluk sağlanmıştır (Sindî, Hâşiyetü'n-Nesâ'î, VII. 147).

Kur'ân-ı Kerim'de hicretle ilgili hüküm¬leri ve Hz. Peygamber'in uygulamasını göz önüne alan müslüman hukukçular kendi zamanlarındaki milletlerarası şart¬lar çerçevesinde, gayri müslim bir toplum içinde İslâmiyet'i kabul eden kimselerin veya düşman istilâsına uğrayan İslâm ül¬kesindeki müslümanların hicret açısından durumlarını tartışmıştır. "Muhacir, Al¬lah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terkeden kimsedir" (Buhârî, "îmân", 4, "Rikâk", 26; Ebû Dâvûd, "Ci-hâd", 2) mealindeki hadisten de anlaşı¬lacağı gibi hicret genel anlamda dinin ya¬sakladığı şeyleri terketmeyi ifade etmekle birlikte hukukçular hicreti özel olarak "bir yerden başka bir yere göç etme" an-lamında kullanmışlardır. Buna göre hic¬ret iki türlü olmuştur, a) Korku ülkesinden (dârülhavf) emniyet ülkesine (dârülemn) hicret. Habeşistan hicretiyle Mekke'den Medine'ye hicretin ilk dönemi gibi. b) Dâ¬rülharpten dârülislâma hicret. Resûl-i Ek¬rem'in Medine'ye iyice yerleşmesi ve gü¬cü yeten müslümanların hicret etmele¬rinden sonraki devreyi kapsar. O dönem¬de hicret Medine'ye göç etmeye münha¬sırdı. Mekke fethinden sonra bu sınırla¬ma kaldırılmış ve hicret genelde gücü ye¬ten müslümanlann dârülharpten göçme¬leri şeklinde anlaşılmıştır (Mübârekfûrî, V, 248). Bu tür hicretin ise kıyamete ka¬dar devam edeceği konusunda icmâ var¬dır. Buna göre dârülharpte inançlarını açıkça söyleyemeyenlerin ve farzları yerine getiremeyenlerin hicrete güçleri yetiyor¬sa dârülislâma hicret etmeleri farz, dâ¬rülharpte kalmaları haramdır. "İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hic¬ret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şey¬le velayetiniz yoktur" (el-Enfâl 8/72) me¬alindeki âyetle, bulundukları ülkede di¬nin esaslarını yerine getiremedikleri hal¬de hicret etmeyenleri kınayan Nisa sûre¬sinin 97-98. âyetleri (yk. bk.) buna delâ¬let eder. Ayrıca farzların yerine getirilme¬si gücü yetenlere farz olduğu gibi farzın ancak kendisiyle tamamlanabileceği şey de farzdır. Buna göre hicret etmedikçe farzları yerine getirmek mümkün değil¬se hicret farz olur.

İslâmiyet yalnız bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir hayat tarzı ve bir dün¬ya görüşü olduğundan müslümanlann İslâmî hüküm ve vecîbelerin rahatlıkla yerine getirilebildiği bir ortamda gü¬venlik içinde yaşamaları büyük önem ta¬şımaktadır. Yukarıda zikredilen âyetler yanında Hz. Peygamber'in, "Müşrikler arasında ikamet eden müslümandan be¬riyim" (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 105; Tirmizî. "Siyer", 42) hadisi de müslümanlann bas¬kılara mâruz kaldıkları takdirde gayri müslimlerle beraber yaşamalarının ya¬saklandığını ve hicretin gerekliliğini an¬latmaktadır (Cessâs, II. 242; İbn Kudâme, X, 513; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'İ-me'ad, II, 70). Semüre b. Cündeb'in Re¬sûl-i Ekrem'den naklettiği şu hadis de bunu teyit etmektedir: "Müşriklerle be¬raber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onlara karışır¬sa onlar gibidir (Tirmizî, "Siyer", 42).

İslâm toplumunun dışında yaşayan bir müslüman yalnızlık hissine kapılır; bu ise aşağılık duygusu doğurarak gitgide gay¬ri müslimlere tâbi olmaya yol açar. Halbu¬ki İslâm dini müslümanın kendini güçlü, onurlu ve üstün olarak görmesini, Allah'ın hükümranlığından başka herhangi bir hâ¬kimiyeti kabul etmemesini ister. Bundan dolayı dinin gereklerini yerine getirme¬nin mümkün olmadığı bir yerde ikamet etmek haram kılınmıştır. Ancak dârül-harpte olup da dinin emirlerini yerine ge-tiremeyenler hicrete İmkân bulamadıkla¬rı takdirde bu hükümden istisna edilmiş¬lerdir. Dârülharpte dinin emirlerini ser¬bestçe yerine getirme hususunda baskı¬ya mâruz kalmayanların dârülislâma hic-ret etmeleri ise farz değil müstehaptır. Bunlara yine de hicretin tavsiye edilme¬si, müslümanların ilke olarak İslâm top¬lumu içinde yaşamasının içtimaî ve siya¬sî yönden gerekli görülmesi ve yabancı bir toplumda kendi inançlarını paylaşma¬yanlarla birlikte yaşamanın muhtemel olumsuzluktan sebebiyledir. Özellikle En¬dülüs'te yaşanan tarihî tecrübenin etki¬siyle Mâliki âlimleri genel olarak küfrün hâkimiyeti altında yaşamanın hiçbir za¬man caiz olmadığını, mutlaka hicret edil¬mesi gerektiğini söylerler. Ancak bazı âlimler kâfirlerin hidayetine vesile olmak amacıyla dârülharpte kalmayı meşru gör¬müşlerdir (Venşerîsî, II. 133).

Dârülharpte dinin emirlerini yerine ge¬tirmeye gücü yeten müslümanların hic¬ret etmesinin farz olmadığına dair bir de¬lil de Hz. Peygamber'İn, amcası Abbas'a Mekke'de ikamet izni vermiş olmasıdır. Benî Adî kabilesinin yoksullarını ve yetim¬lerini barındıran Nuaym b. Abdullah hic¬ret etmek istediğinde kavmi ondan, di¬ninin icaplarını yerine getirmede serbest olacağını söyleyip kalmasını İstedi. Nuaym bir müddet sonra hicret ettiğinde Resûl-i Ekrem ona şöyle dedi: "Kavminin sana karşı davranışı benim kavmimin bana davranışından daha iyi oldu. Zira kavmim beni yurdumdan çıkardı ve beni Öldür¬mek istedi; senin kavmin ise seni korudu ve sana eziyete engel oldu". Nuaym bu¬na şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın resulül Senin kavmin seni Allah'a itaate ve düş¬manlarıyla cihada şevketti; benim kav¬mim ise beni hicretten ve Allah'a itaat¬ten alıkoydu" (İbn Kudâme, X, 515).

Şafiî âlimlerinin belirttiğine göre dârül¬harpte dinini açıkça yaşayabilen bir müs¬lümanın orada İslâm'ın yayılacağını umu¬yorsa kalması hicret etmesinden daha faziletlidir. Hatta dârülharpte dinin ge¬reklerini serbestçe yerine getirmesi ya¬nında hicretiyle de müslümanlara yardımcı olması söz konusu değilse ikameti farz¬dır. Çünkü Şafiî fakihlerine göre dârül¬harpte müslüman kendini korumaya ve müstakil olarak yaşamaya muktedir ol¬duğu takdirde onun bulunduğu yer dârü-lislâm sayılır; orayı terketmesi halinde o yer dârülharbe dönüşeceğinden terki ca¬iz olmaz (İbn Hacer el-Heytemî, IX, 269; Remlî, VIII, 82).

Bazı Hanbelî âlimleri, dârülharpten ayrı olarak kötü âdetlerin hâkim olduğu beldelerle âsilerin elinde bulunan yerler¬den hicret etmenin gerekli olduğunu be¬lirtirler (Haccâvî, 11,7). İmam Mâlik de ha¬ramların yaygın olduğu bölgelerde ve Se¬lefe küfredilen yerlerde ikameti haram saymıştır (İbn Rüşd, el-Beyân ue't-tatışîl, IV, 171; XVIII, 335-336; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. I, 484).

Şafiî ve Hanbelî fakihleri, dârülharpte müslüman olup henüz dârülislâma hicret etmemiş bulunan bir müslümanın huku¬ken can ve mal güvenliğine sahip olduğu görüşündedir. Onlara göre bu müslüma¬nın canına ve malına tecavüz etmek kı¬sas ve tazmini gerektirir. O yerin fethe¬dilmesi durumunda da malına ve mülkü¬ne ganimet hükmü uygulanmaz. Hanefî-ler'e göre ise hicret etmeyen müslümanın canı ve malı diyâneten dokunulmaz olsa bile hukuken koruma altında değildir, öl¬dürülmesi durumunda yalnız kefarete hükmedileceği gibi o yerin İslâm hâkimi¬yeti altına girmesi halinde elinde bulunan menkul mallan dışındaki emlâkine gani¬met hükmü uygulanır. Mâlikî âlimlerinin bir kısmı ilk görüşü, bir kısmı da ikinci gö¬rüşü savunmuştur; üçüncü bir grup ise can ve mal arasında ayırım yaparak ilki¬nin imanla, ikincisinin İslâm ülkesine hic¬retle dokunulmazlık kazanabileceğini be¬lirtmiştir (Venşerisî, II, 127-131).

Ukbe b. Amr'ın naklettiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Bir cemaa¬te Allah'ın kitabını en iyi okuyanlar imam¬lık eder; bunlar kıraatte eşitseler sünne¬ti en iyi bilenleri, sünnette eşit olurlarsa hicrette önde gelenleri imam olur" (Şev-kânî, IH, 178). Ahmed b. Hanbel'e göre na¬mazda imamette kıraat ve fıkıh bilgisin¬de eşit olunması halinde yaşlılığa değil dâ¬rülharpten dârülislâma hicrette önceliğe itibar edilir. Zira hicret bir ibadettir, onu Önce yapan kimse namazı kıldırmaya da¬ha lâyık olur (İbn Kudâme, II, 19). Hanefî ve Şâfıî âlimlerinin çoğunluğu, hicretin Mekke fethiyle sona erdiğini gerekçe gös¬tererek kıraat yeteneği ve fıkhî bilgiden sonra takva ve fazileti göz önüne almış¬tır. Çünkü hicret bir anlamıyla günahlardan uzaklaşıp takvaya erişmektir (Zeylâî, I, 134). Ancak Şevkânî, imamette önceli¬ği gerektiren bu hicretin Hz. Peygamber devrine has olmadığını, kıyamete kadar hükmü baki sayılan genel anlamda hicret olduğunu belirtir {Neylü'l-eutâr, III, 179).

Hicret kavramı, klasik dönem cihad ve ülke kavramları çerçevesinde kazandığı dinî-siyasî anlamıyla, bütün Ortaçağ bo¬yunca İslâm hâkimiyetinin zayıfladığı yer¬lerde ve dönemlerde olduğu gibi İslâm dünyasının Batı karşısında gerilemeye başladığı son birkaç yüzyıl boyunca da birçok dinî-siyasî hareketin mahallî ve milletlerarası güçlere karşı verdiği müca¬delede önemli rol oynamıştır. Hindistan'¬da Ahmed Şehid'in, Nijerya'da Osman b. Fûdi, Futa Toro'da el-Hâc Ömer Tâl, Ce¬zayir'de Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî, Su¬dan'da Muhammed Ahmed el-MehdTnin, Libya'da I. Dünya Savaşı sırasında Senû-siyye tarikatı ve Hindistan'da Hilâfet Ha-reketi'nin (1920), sömürge güçlerine ve¬ya İslâm'a muhalif hareketlere karşı mü¬cadelelerini meşru göstermek için cihad-la birlikte bu kavrama atıfta bulunduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti'nin kay¬bettiği topraklardan ve özellikle 1860-1914 yılları arasında Kafkasya ve Balkan-lar'dan Anadolu'ya yönelen müslüman göçleri de hicret kavramıyla İfade edilmiş ve göç işlerini düzenlemekle görevli teş¬kilâtlara İdâre-i Umûmiyye-i Muhâcirîn Komisyonu veya Muhâcirîn-i İslâmiyye Komisyon-i Âlîsi gibi adlar verilmiştir.

XX. yüzyıl ortalarında Mevdûdî ve Sey-yid Kutub gibi dinî liderler ve düşünürler hicreti, müslüman ulus-devletlerin sekü-ler, kapitalist ve modernist politikalarıyla özdeşleştirdikleri yeni Câhiliye'den uzak durma şeklinde ideolojik bir anlamda kul¬landılar. Mısır'da Şükrî Mustafa'nın kur¬duğu, muhalifleri tarafından daha çokCe-mâatü't-tekfîr ve'i-hicre adıyla anılan Ce-mâat-ı Müslimîn mensupları, bu Câhiliye kavramını daha da genişleterek Cemal Abdünnâsır ve Enver Sedat yönetiminde¬ki Mısır toplumunu İslâm dışı saydılar ve ondan uzak durmanın gerektiğini ileri sü¬rerek Mansüre'de toplumdan kopuk bir grup oluşturdular.

İslâm tarihinin ilk dönemlerinde hic¬ret kavramı çerçevesinde daha çok gayri müslim bir ülkede müslüman olan kim¬senin İslâm ülkesine göç etmesi ele alınır¬ken İslâm hâkimiyetinin zayıflamaya baş¬laması üzerine ve özellikle XII. yüzyıldan itibaren doğuda Moğollar'ın, batıda hıris-tiyan devletlerin eline geçen İslâm top¬raklarındaki müslümaniarın durumu da
tartışılır olmuş, bu ülkelerden hicret edi¬lip edilmeyeceği veya hangi şartlarda hic¬ret edilmesi gerektiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak gerek Osmanlı Devleti'nin çökmesi üzerine ge¬rek sömürgecilik döneminden sonra olu¬şan yeni devletler içinde kalan müslüman azınlıklarla bağımsızlığa kavuşamayan müslüman toplulukların varlığı yanında, İslâm toprakları üzerinde birçoğu laik veya Batı tesirinde bir düzeni uygulayan ulus-devletlerin meydana geldiği günü¬müzde farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Artık müslümanlar, diledikleri zaman bu ülkelerden herhangi birine yerleşme ve hatta seyahat etme imkânına sahip ol¬madıkları gibi, gayri müslim bir ülkedeki müslüman azınlıklar veya İslâmiyet'i ye¬ni kabul eden bir kişi istediği bir müslü¬man ülkesine serbestçe hicret edeme¬mektedir. Ayrıca bu ulus-devletlerin bir¬çoğunda hâkim olan siyasî ve hukukî ya¬pı sebebiyle müslümanlar kendi ülkele¬rinde bile İslâm'a uygun şekilde yaşama konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Modern iletişim araçlarıyla küçülen, Batı'nın kültürel, ekonomik ve askerî hâkimiyeti altında bulunan günü¬müz dünyasında bütün müslümanlar bir anlamda gayri müslimlerin hâkimiyeti al¬tındaki bir toplum manzarası çizmekte¬dir.

Bu durumda hicret, karşılaşılan güçlük¬ler sebebiyle bir yerden diğerine göç et¬me yerine Allah'ın emirlerine uyma ve ya¬saklarından kaçınma şeklinde manevî bo¬yutuyla önem kazanmakta, gayri müslim bir ülkede bulunan müslüman azınlıklar yerine göre bağımsızlıklarını elde etme¬ye veya kendi dinî ve kültürel kimliklerini koruyarak güven ve barış içinde yaşaya¬cakları şartlan oluşturmaya, müslüman ülkelerde bulunanlar da İslâm'ı yaşama konusunda karşılaştıkları zorluklan aş¬maya çalışmak sorumluluğu taşımakta¬dırlar. Hicretin esasen maddî boyutuyla da zorluklar karşısında pasif bir kaçış de¬ğil İslâm'ı öğrenmek ve yaşamak için ye¬ni İmkânlar aramaya, yeni şartların oluş¬masına zemin hazırlamaya yönelik etkin bir çaba olması onu her iki boyutu bakı-mından cihad kavramıyla bütünleştir¬mektedir.

Çalışma, öğrenim ve eğitim amacıyla ve kendi istekleriyle İslâm ülkelerinden Batı ülkelerine göç eden müslümanların durumu geçmişte benzeri olmayan, do¬layısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir gelişmedir. Bunun meşrulaştırıl-ması konusunda bazı araştırmacılar Habeşistan'a hicret modeline atıfta bulu¬nurken bazıları da gerek İslâm'ı tebliğ et¬menin, gerekse müslüman toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolo¬jinin öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah değil ay¬nı zamanda gerekli olduğunu ileri sür¬mektedir. Buna ayrıca ticarî ilişkilerin ge¬liştirilmesi, iş ve çalışma imkânlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayri müslim ülkelere göçün genel ola¬rak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden ha¬reketle meşru sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayri müslim ülkelerden İslâm ül¬kesine hicretin gerekçesi, müslümanın can ve mal güvenliğiyle dinin temel hü¬kümlerini serbestçe yerine getirme im¬kânının bulunmaması olduğundan geç¬miş dönemlerin aksine milletlerarası iliş¬kilerde barışın hâkim olduğu günümüz¬de ve özellikle demokratik Batı ülkelerin¬de dini tebliğ ve yaşama konusunda şart¬ların birçok müslüman ülkeden daha uy¬gun olduğuna da dikkat çekilmektedir. Ancak Batı demokrasilerinde dinî hürri¬yetten genellikle İbadet özgürlüğünün anlaşılması, buna karşılık İslâm'ın sosyal hayatın her alanında prensipler koyması sebebiyle bu ülkelerdeki müslümanların kendi gerçek dinî ve kültürel kimlikleriy¬le yaşama imkânları, içinde bulundukları-gayri müslim toplumun müsamahasıyla sınırlı kalmaktadır. Çoğulculuğun ve çok kültürlü bir toplum yapısının tarihî tec-rübesine sahip olmayan Batı dünyası, müslüman azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak yaşamaları konusunda hazır¬lıksız göründüğü gibi demokrasiye ve ser¬best düşünceye rağmen Batı kültürünün tekelci yapısının müslüman lan asimile-den vazgeçip geçmeyeceği, onların bu ül¬kelerde daha etkin duruma gelmelerinin ne gibi sonuçlar doğuracağı merak konu¬sudur. Bununla birlikte milletlerarası iliş¬kilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı, global ve dinamik bir rekabetin hâkim olduğu zamanımızda müslüman azınlıkların birçok yerde sis¬temi zorlamasının sonucunda yeni şart¬lar oluşmakta, fevkalâde durumlar dışın¬da müslüman bir ülkeye hicret yerine müslümanların bulundukları yerlerde güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,81 M - Bugn : 9049

ulkucudunya@ulkucudunya.com