« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Ağu

2006

Nükleer Gerilim

Yaşar Durukan 01 Ocak 1970

Her şey malum düşmanın ani bir nükleer saldırısıyla başlayacaktı. Sibirya silolarındaki rampalardan fırlatılacak kıtalararası balistik füzeler, 20 dakika sonra Kuzey Dakota’daki nükleer füze üssünü ve Beyaz Saray’ı, ardından da New York’u, Los Angeles’ı yok edecekti. İki süper düşman, birbirini topyekûn yok etmek için yıllarca çalıştı. Bütün planlar ilk, ölümcül ve yok edici darbeyi vurmak üzerine kuruldu.

1980’li yılların başında ABD başkan adaylarından Ronald Reagan, Hava Kuvvetleri’nin Cheyenne Dağı’ndaki gözlem ve komünikasyon tesislerini ziyarete gider. Kendisine özenle hazırlanmış bir brifing verildikten sonra, sıra gösteri aşamasına gelir. İnce ayrıntılarla planlanmış senaryoya göre, havadaki bir nükleer Sovyet füzesi Amerikan stratejik hedefini vurmak üzere hızla yaklaşmaktadır. Bu sırada heyecanlanan Reagan sorar: “Şimdi bu füzeye karşı ne yapabiliriz?” Yetkili general bu soruya şu cevabı verir: “Hiç bir şey!”

Reagan sorunun devamını sormaz. Çünkü bu aşamadan sonra olacaklar bellidir. Sibirya silolarındaki rampalardan fırlatılan kıtalararası balistik füzeler, 20 dakika sonra Kuzey Dakota’daki nükleer füze üssünü ve Beyaz Saray’ı yok edecek. Ardından New York’u, Los Angeles’ı... Amerikalılar, yıllarca işte bu senaryo ile yatıp, kitlesel bir şekilde imha olma korkusuyla uyandı. Okyanusun her iki yakasındaki halk, birbirini topyekün yok etmek için yıllarca çalıştı. Bütün planlar ilk, ölümcül ve yok edici darbeyi vurmak üzerine kuruldu.

Ancak, bugün beklenmedik bir şey oldu. 45 yıldır beklenen nükleer ölüm, Sibirya’dan balistik füzeyle değil, bir sırt çantasında yola çıktı. New Yok’ta, atom bombasıyla dolaşmaya çıkacak teröriste karşı, uzaya kadar uzanan koruma kalkanı bir anda anlamını yitirdi. Mikro düzeye indirgenen makro tehdide henüz caydırıcı bir doktrin geliştiremeyen Amerika yine tedirgin. Böyle bir tehdide karşı yapacak hiçbir şeyi yok. Kuzey Kore’nin Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’ndan tek taraflı çekilip, ABD’ye 3. Dünya Savaşı’nı başlatma tehdidinde bulunması ise, ürkütücü ve sürpriz bir gelişme oldu. Bugün nükleer bir savaşın başlangıcı anlamına gelebilecek kriterlerin tohumunun atıldığı süreç aslında 6 Ağustos 1945’te başlıyor.

Japonya şartsız teslim olma çağrısını reddedince 3 Ağustos’ta Amerikan deniz ve hava kuvvetleri Japonya’nın ana adalarını tamamen ablukaya aldılar. Fakat işgale karar verilmesi halinde Amerika’nın 1 milyondan fazla asker kaybını göze alması gerekiyordu. Başkan Truman bunu göze almadı. Bilimadamlarının II. Dünya Savaşı boyunca çalışarak geliştirdiği ilk atom bombasını 6 Ağustos’ta bir Superfortress (B—29) bombardıman uçağıyla Hiroşima’ya attırdı. Şehrin yarısı imha oldu. 80 bin kişi öldü. Yayılan şiddetli radyasyonun etkisiyle bir bu kadar insan daha yaralandı ve sakat kaldı. Ardından Nagasaki’de 40 bin kişinin ölümüne yol açan ikinci atom bombası atıldı. Amerika’nın elinde, artık savaşı cephelerdeki askerin kontrolünden çıkaracak, korkunç bir kitlesel tahrip silahı bulunduğunu anlayan Japonlar, teslim oldu. 2 Eylül 1945 tarihinde, 110 milyon askerin üniforma giydiği, 27 milyon asker ve bir bu kadar sivilin öldüğü tarihin bugüne kadar bilinen en trajik olayı olan 2. Dünya Savaşı resmen sona ermiş oldu. Oysa bu tarih, gelecekte, sonu gelmeyecek büyük korkuların ve büyük savaşların başlangıcı sayılacak. Atom bombasıyla ortaya çıkan habis bir ruh ise, Amerika başta olmak üzere tüm dünyaya musallat olacaktı.

Perdenin gizledikleri

“Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir.” Churchill’in Missouri Eyaleti’nde 5 Mart 1946 tarihinde sarfettiği bu sözlere Stalin’in Pravda’da verdiği cevapla Soğuk Savaş başladı. Ezeli düşman böylece tanımlanmış oldu. 1945’ten 1948 yılına kadar elinde monte edilmemiş birkaç atom bombası daha bulunan ABD, bunlarla yetinemezdi. Çünkü Sovyetler asla boş durmayacaktı. Sovyetler’in gittikçe güçlenmesine ucuz ve kestirmeden bir cevap olarak nükleer üretime devam edildi. 1948 yılı boyunca Truman yönetimi, bir yıl önce 13 olan atom bombası sayısını 50’ye; 1949’da 250’ye çıkardı. Öyle bir süreç başlamıştı ki konvansiyonel silahlar neredeyse unutuldu. Truman yönetiminin askeri uzmanlarına göre, uzun menzilli bombardıman uçaklarına nükleer silahlar doldurulur; bu uçaklar düşman şehirlerinin veya askeri güç alanlarının üzerine gider, bombaları bırakır ve böylece Amerika’nın veya Amerikan çıkarlarının düşmanları yok edilebilirdi. Üstelik bu eşsiz silaha rakip de yoktu.

ABD’li askeri stratejistler bunları düşünürken, perdenin arkasında beklenmedik gelişmeler oluyordu. Sovyetler henüz savaş sona ermeden nükleer silah yapımı amacıyla gereken gizli bilgileri ele geçirmek için ABD ve İngiltere’ye karşı yoğun bir casusluk atağına geçmiş; Hitler’in teşebbüs ettiği uzun menzilli V—1, V—2 roketlerini geliştirmek için gizli bir program başlatmıştı bile. Stalin, 10 Temmuz 1949 tarihinde ilk atom bombasını patlatarak Büyük Güç statüsünden Süper Güç statüsüne sıçradı. ABD, Japonya’ya atom bombası atarak, savaşa nihai noktayı koyarken bundan sonraki olası savaşlarda veya çatışmalarda nükleer silahların sonuçlarını hem kendisi için, hem kullanmaya kalkışacak ülkeler için emsal göstermeyi amaçlamıştı.

Sovyetler ise, ABD’nin beklentisinden altı yıl önce bu ölümcül bombayı üretmeyi gerçekleştirerek, temkinli soğuk savaş stratejisini, gerektiğinde sıcak savaşı da gözüne kestirecek şekilde revize etmişti. ABD, bu panikle 1950’de atom bombası sayısını 450’ye çıkardı. 1950 haziranında Kore Savaşı başlayınca, Amerikan kuvvetleri Kuzey Kore’nin işgalini bile püskürtemeyince, Truman yönetiminin tamamen nükleer silahlar üzerine kurulu “toplu imha”yı öngören “kitlesel misilleme” stratejisi ilk kez test edildi ve işletilemedi. Bu olay, silahlanma yarışında, yeni bir dönemi başlattı. Kore Savaşı boyunca 300 kadar nükleer silah envantere katılarak, 1954 yılında bin 500 bombalık bir nükleer silah stokuna ulaşıldı.

Nükleer silahta tekel konumunu kaybeden ABD, atom bombasının yeni ve daha güçlü versiyonu olan hidrojen bombasını geliştirip, Ekim 1952’de ilk denemesini yaptı. 1953 Ağustosunda aynı denemeyi Sovyetler gerçekleştirerek, başta Amerikalılar olmak üzere tüm dünyayı şaşkına çevirdi. İki güç artık zincirleme reaksiyona girmişti. Durdurulması da oldukça zordu.

Caydıramazsan yok et

1953 yılında ABD’de Eisenhower yönetiminin işbaşına gelmesiyle, nükleer silahlarla “kitlesel misilleme” yapmaya yönelik askeri doktrinine yeni bileşenler eklendi. Eisenhower’a göre asıl sorun, saldırı gerçekleştirecek düşmanı yok etme kapasitesine sahip olup olmamak değil; onu saldırıdan caydırmaktı. Bu yaklaşıma göre, ABD’ye veya müttefiklerine yapılabilecek bir saldırı kitlesel nükleer misilleme tehdidiyle caydırılacak; etkili olunamazsa; ABD, Sovyetler’e karşı genel bir savaşla zafer elde edecekti!

Truman yönetiminden devralınan bin 350 başlık, 1961’de 23 bine ulaştı. Bu başlıklar, önceleri Sovyetler’e denizaşırı üslerden havalanacak B—29 ve B—27 bombardıman uçaklarıyla eriştirilebilecek konumdayken, 50’li yılların ortalarından itibaren B—52 uçaklarıyla doğrudan doğruya ABD’den eriştirilebilecek konuma gelindi. Anavatanı üzerinde hiçbir tehdide müsaade verilmemesi ilkesinden hareket eden ABD, kitlesel nükleer misilleme politikasını geliştirerek, karşı tedbirlere de yöneldi. Karşı tedbirler “Uçan Kale” denilen stratejik silah deposunun dinozorları B—52 G ve B—52 H uçakları üzerine kuruldu. Yıkıcı ve karşıtı olmayan bu efsane uçaklar, kıtalararası nükleer füzelerin gelişme sürecine kadar Sovyetlerin nükleer karşıt veya ilk vuruş kartını kontrol altında tuttular. 10 ton bomba taşıma kapasitesi ile hiç ikmal yapmadan 13 bin kilometre uzaktaki hedeflere ulaşabilen, nükleer bombaları ile Sovyetlerin çevresinde 24 saat hareket halinde olan bu kuvvetin bir benzerini dünyada bugüne kadar başka bir devlet kuramadı. Tüm Sovyet yapısını kontrol edebilen bu uçuş şemsiyesi, 2000’e doğru başlatılacak Yıldız Savaşları projesinin konvansiyonel haliydi. Sayıları 200’e yakın bu dev uçakların görevi, nükleer savaşın ışığını gördükleri anda tereddütsüz Sovyet hedeflerini imha etmekti. Herhangi bir şekilde Sovyetler saldıracak olsaydı; emir daha önceden imzalanmıştı ve bu uçakların görevi anında nükleer karşılık vermek üzerine kuruluydu. ABD’nin nükleer mukabele stratejisindeki en önemli üstünlüğü nükleer bir saldırıda bulunduğunda Sovyetler’e ikinci saldırı imkanı vermeyecek şekilde onu tamamen imha edebilecek ve hatta onun ilk saldırısını püskürtebilecek bir hava şemsiyesi kurmasıydı. Amerikalılar o hava şemsiyesini kurarken ilk vuran olmayı planlıyorlardı. Bu 200 uçaklık filonun birkaç rotası da Anadolu üzerinden geçmekteydi. O yıllarda bu yüksek uçan uçakları gözle görmeyip soğuk havalarda gökte bıraktığı izleri görenler hatırlayacaklardır. ABD daha sonra bu uçakları havadan atılan balistik füzelerle takviye etti. Yani taarruz sırasında Sovyet hava sahasına girme mecburiyeti kalmadı. ABD havadaki bu sistemin aynısını denizaltılarında kurdu. Bu ölçekteki bir sistemi ancak ABD ekonomisi kaldırabilirdi.

Sovyetler’in Avrupa’da çıkabilecek bir savaşa nükleer silahla müdahale etmesinin kaçınılmazlığı dolayısıyla, ABD 50’li yılların ortalarından itibaren Avrupa’ya orta menzilli taktik nükleer füzeler yerleştirmeye başladı. Bu füzeler, silahlanma yarışını iyice alevlendirdi. Bu sefer Sovyetler karşı önleme silahlarına yöneldi. İlk kez yüzeyden havaya atılan füzelerle, 1950’li yılların ortalarında nükleer silah taşıyabilen ilk kıtalararası bombardıman uçakları MYA—4 Bison ve TU—95 üretildi.

Küba’ya karşılık Türkiye’deki füzeler

Sovyetler’de Kuruşçev’in kontrolü tamamen ele geçirmesinden sonra askeri faaliyetlerde tam bir devrim yaşandı. 10 yıldır gizlice sürdürülen roket çalışmalarının sonuçları 1957’den itibaren alınmaya başlandı. Ağustos ayında bir SS—6 füzesiyle ilk kıtalararası balistik füze denemesi gerçekleştirildi. Ekim ayında insanoğlunun ilk uydusu Sputnik yörüngeye yerleştirildi. ABD şoka girdi. Bu sefer durum farklıydı. Sovyetler ABD’yi geçmişti. Şokun en büyük sebebi de buydu.

Halk korku içinde galeyana geldi. Yetkililer uydunun askeri değerinin olmadığını söyleseler de Sovyetler, kıtalararası balistik füze teknolojisine sahip tek ülkeydi. Kuruşçev’in bu füzelerinin güdüm teknolojisine sahip olmamasına rağmen paniğe kapılan Amerika, Türkiye ve İtalya’da konuşlu kısa menzilli Jüpiter füzelerini alarma geçirmiş, hatta olası bir Sovyet saldırısında üslerinde imha edilmesinler diye, Stratejik Hava Komutanlığı bombardıman uçaklarının bir kısmını sürekli olarak havada dolaştırmaya başlamıştı. Bir yıl sonra ABD de kıtalararası füze yapmayı becerdi. Böylece dünyanın her bölgesi nükleer tehdit altına girmiş oldu. Kuruşçev’in, 1958—62 arasındaki uzay çalışmalarını kastederek “Tıpkı sosis imal eder gibi” roket ürettiklerini söylemesi Amerikalıları çileden çakardı.

Kuruşçev, ABD’nin tehdidini bahane ederek uzun menzilli füzelerin sayısını astronomik olarak artırdı. 1960 yılı itibariyle Sovyetler’in 35, ABD’nin 18 kıtalararası füzesi bulunuyordu. Bu stratejik güç dengesini tamamen kendi lehlerine çevirmeyi amaçlayan Kuruşçev, 1962 yılında, Sovyet orta menzilli füzeleriyle, bunların nükleer başlıklarını Küba’ya yerleştirmeye başladı. Sovyetlerin Domuz Burnuna yerleştirdikleri ve 45 yıllık soğuk savaş döneminin en sıcak ve dünyanın yüreğini ağzına getiren gelişmesine karşılık ABD de Sovyetlerin burnunun dibine yani Türkiye’nin kuzeyine nükleer başlıklı füzelerini yerleştirdi. Türk halkı o dönemde stratejik ortağımız Amerikalılar için ölmeyi göze aldı. Bugün “Telefonlarınız meşgul çalar” diye Irak konusunda Türkiye’ye gözdağı veren ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris o günleri çabuk unutmuşa benziyor.

Bu sefer ABD sosis gibi füze üretmeye başladı. 1962 yılı sonlarında ABD 294 kıtalararası balistik füze ve büyük bir bombardıman uçağı filosuna sahip iken, buna karşılık Sovyetlerin 75 kıtalararası balistik füzesi ve daha küçük bir bombardıman uçağı filosu vardı. Bu stratejik dengesizlik yüzünden Kuruşçev, Türkiye’dekilere karşılık füzelerini Küba’dan sökmek zorunda kaldı.

Dehşet dengesi

Demokrat başkanlar Kennedy ve Johnson, nükleer silahlara olan aşırı bağımlılığı ortadan kaldırmak için daha ılımlı bir politika izlerken, Sovyetler tam tersini yaptı. Kuruşçev, ilk kez Anti Balistik Füze (ABM) sistemi kurma çalışmalarını başlattı ve 8 tonluk Criffon füzesi ile ilk anti balistik füze testini gerçekleştirdi. Kıtalararası balistik füzelerde Sovyetler ilk yıllarda öncü konumdaydı. Fakat 1960’lı yılların başlarında ABD önce SSCB’yi yakalamış ve sonra da geçmiş; 1968 yılında kara ve denizde konuşlandırılan bin 710 kıtalararası balistik füze (ICMB) ile sayıca en üst seviyesine erişti. Sovyetler ise, karada konuşlandırılan kıtalar arası balistik füzelerde 1969 yılında ABD’yi yakalayarak başbaşa geldi ve sonraki yıllarda artışını sürdürdü. 1971 yılında bin 710’a karşılık 1995 füzeyle ABD’nin önüne geçti.

1972’den 1990’a kadar olan dönem silahların sözde kontrolü dönemi olarak geçiyor. Oysa bu dönemde, her iki ülke anti balistik füze savunma sistemi üzerinde çalışarak C31 (Komuta Kontrol Komünikasyon ve Teşhis) teknolojisi üzerine yoğunlaştılar. ABD, radarla tesbiti kısmen zorlaşan stratejik bombardıman uçakları B—1 ve B—2’leri geliştirirken, SSCB ise B—1’e benzeyen Blackjack ile Bear—H bombardıman uçaklarını modernize etti. Tarafların geliştirdiği en etkili silahlardan biri ise Bombardıman uçaklarıyla taşınıp fırlatılan hava konuşlu seyir füzeleriydi. Carter yönetiminin yaptırdığı bir araştırmaya göre, Sovyetlerin elinde bulunan sadece 308 adet kıtalararası balistik füze bile ilk saldırı durumunda ABD’nin karada konuşlandırılmış stratejik silahlarının yüzde 95’inden fazlasını imha edebilecek durumdaydı.

1978’in ilk aylarında Sovyetler, bir çılgınlık daha yaptı. Batı Avrupa’yı hedefi içine alan füzelere 600 kadar hidrojen bombası yerleştirdi. Aralık 1979’da NATO bunun cevapsız bırakılmayacağını açıkladığı sırada 800’e yükseltti. 1981 yılının sonlarında Reagan yönetimi, Sovyetlerin orta menzilli füzelerdeki yaklaşık bin kadar nükleer silahı sıfıra indirdiği takdirde, NATO’nun aynı kategoride karşı silah yerleştirmeyeceğini önermesiyle müzakerelere başlandı. Ancak görüşmelerin sürdüğü 1983 yılı sonlarında ABD önceden planlanan şekilde Batı Avrupa’ya orta menzilli 576 nükleer füze yerleştirmeye başlayınca Sovyetler müzakereleri yarıda kesti. O sırada Sovyetlerin bin 400 füzesi vardı. Bir yıl sonra Sovyetler, kıtalararası balistik füzelerindeki hidrojen bombası sayısını 8 bin 900’e çıkardı. 1970’li ve 80’li yıllar dehşet dengesinin bozulmasına yönelik hatırı sayılır hamlelere sahne oldu. Bir taraftan bu korkunç silahlara karşı tedbir arayışları sürdürülürken, diğer taraftan da kitle imha silahlarının modernizasyonuna, vurucu güç ve hassasiyetlerinin artırılmasına yoğunlaşıldı.

Savaş, yıldızlara sıçradı

Taraflardan birinin saldırısını büyük ölçüde önleyecek bir savunma sistemi kurulamadığı için silahlanma yarışı çılgınlık boyutlarını da aştı. 80’lerin ortalarına doğru iş çığırından çıktı. Başkan Reagan’ın 23 Mart 1983 tarihinde bilim camiasına seslenerek onları, nükleer silahları etkisiz, işe yaramaz ve modası geçmiş silahlar haline getirmek için göreve çağırdığı ünlü Yıldız Savaşları konuşmasıyla dehşet dengesi uzaya taşındı. Sovyetler ise, Yıldız Savaşları projesine başlanması durumunda savunma kalkanını delmeye muktedir yeni nükleer silahlar geliştirmek mecburiyetinde kalacakları tehdidini savurdu. Buna karşılık 1986 haziranında Başkan Reagan, “Evlerimizin çatıları ailemizi yağmurdan nasıl koruyorsa SDI ile oluşturulacak kalkan da bizi nükleer füzelerden öylesine koruyacaktır” diyerek kararlılığını sergiledi.

Tehlikeli rekabet uzaya taşınınca kullanılacak savunma ve saldırı silahları da daha tehlikeli bir boyuta ulaştı. Amerika, geliştirdiği ve geliştirmeye çalıştığı ışın silahlarıyla Sovyet füzelerini ateşlendikten hemen sonra, ülke toprakları üzerinde imha edecek sistemler üzerinde yoğunlaşmış durumda. 1987 yılında Amerikan Fizik Cemiyeti tarafından hazırlanan ciddi bir raporda, geliştirilecek bu teknolojilerin olası bir savunma rolüne kıyasla, kıtalararası balistik füzeler de dahil olmak üzere, uzayda konuşlu uyduları imhaya yönelik saldırı görevlerinde daha etkili olmasının kuvvetle muhtemel olduğuna dikkat çekiliyordu. Gerisini siz hayal edin.

Süper düşmanlar, işi bu noktaya getirinceye kadar uzlaşmayı da denediler, fakat başarılı olamadılar. Mesela 1972 yılında ABD ile SSCB’nin imzaladığı SALT—I anlaşması, iki ülkenin anti balistik füze savunma sistemleriyle ilgili olarak laboratuvar bazında araştırma yapmasına izin vermekle birlikte, bu silahların testini ve konuşlandırılmasını yasaklıyordu. Fakat enerji silahları da bu kapsama girmesine rağmen Sovyetler, Sary Shagan Silah Test Merkezi’ne lazer sistemi konuşlandırarak anlaşmayı ihlal etti. Roket ve uçaklara karşı savunma yapmak amacıyla kullanılabilen ileri teknolojili SA—12 yüzeyden havaya füzeleri ve uçaksavar silahlarının ve bunlarla iletişimli olarak çalışan geliştirilmiş radar istasyonlarının konuşlandırılmasıyla yaygın bir anti balistik füze kurmayı yarı yarıya gerçekleştiren Sovyetlerin bu ihlaline karşılık; Stratejik Savunma Girişimi (SDI) kapsamındaki yer, deniz ve uzay konuşlu anti balistik füze savunma sistemi çalışmalarıyla ABD de aynı anlaşmayı ihlal etti. Bundan sonra imzalanan Salt II, INF, CFE, NPT... gibi anlaşmalar da ihlal edildi. Liderler 45 yılda 16 kez biraraya geldiler. Hatta 1990 Malta Zirvesi’nde Bush ile Gorbaçov 2002 yılına kadar kimyasal silahların büyük çapta imha edilmesi konusunda uzlaşmaya vardılar. Tabii sonra bu sözleri takan olmadı. Askeri stratejistler bu anlaşmalarla saldırı ve kapasite miktarının 100 birim üzerinden ancak 98’e indirgenebildiğini söylüyor.

Fakat 1967 yılında yapılan Dış Uzay Anlaşması hayli düşündürücü. Anlaşmaya göre dış uzayda nükleer silahların bulundurulması ve bu silahların yörüngeye yerleştirilmesi ve 1979 yılında varılan bir benzer uzlaşmayla da benzer aktivitelerin ayda gerçekleştirilmesi yasaklanıyor. Fakat sözkonusu Dış Uzay Anlaşması’yla ne dış uzayı geçiş kademesi olarak kullanacak silah sistemlerinin önüne geçiliyor; ne de anti—uydu silahlarının geliştirilmesi sorununa bir düzenleme getirilmiyor. Bu konuya bir çözüm getirmek ve Dış Uzayda silahlanma yarışını önlemek amacıyla 1978 yılından itibaren bir dizi başlatılmış olmakla beraber; henüz anlaşma masasına oturulacak düzeyde uzlaşma noktasına gelinemedi. Oysa bütün kıtalararası füzeler geçiş kademesi olarak uzayı kullanıyor. Taraflar bu konuda birbirlerine sınırlama getirmediklerine göre, birbirleriyle savaşmaya niyetliler ve buna kimsenin engel olmasını istemiyorlar demektir. Süper düşmanlar, o kadar silah sistemlerini uzay boşluğuna öylece asılı dursun diye kurmadıklarını da ifade etmek istiyorlar.

Aslında tarafların teknolojik olarak birbirleriyle yıllarca atbaşı gitmesi de bu dehşet dengesinin korunabilmesinde etkili oldu. Örneğin taraflardan biri kıtalararası füzeyi geliştirememiş olsaydı topyekûn imha olacaklardı. 45 yıllık Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği, silahlanma yarışının körüklenmesinde daha aktif rol oynadı. Öte yandan, kimin üstün olduğu hâlâ bilinemiyor. Kimi uzmanlara göre kalitede Amerika, sayısal çoğunlukta Rusya önde. Kimi uzmanlara göre de Amerika’nın teknolojik üstünlüğü birkaç alanla sınırlı olduğundan, vurucu güç ibresi Sovyetler birliğini işaret ediyor.

İkinci perde: Yeni soğuk dönem

Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte üstünlük ABD’ye geçti. Fakat bugünün dünyasının, iki süper düşmanın rekabet ettiği döneme göre daha güvenli ve huzurlu olduğu söylenemez. Hatta daha tehlikeli. O zaman herşey malum düşmanın ani bir nükleer saldırısıyla başlayacaktı. Ölüm artık Sibirya’dan gelmeyecekti Amerika’ya.

Yüksek Strateji Merkezi’nden Milli Güvenlik Analisti M. Faruk Demir, belki uluslararası sistemi baştan aşağı etkileyebilecek çok büyük çaplı bir nükleer saldırının olmayabileceğini ama bu yüzyılın ilk yarısında nükleer saldırılarla tekrar karşı karşıya kalmak için yüzdenin yüksek olduğunu söylüyor.

Şöyle bir geriye bakıldığında 1945—1990 arasında kurulan dehşet dengesi onca gerilime rağmen bozulmadı. Sadece çok tehlikeli Domuzlar Körfezi olayının (Küba ile füze krizi) dışında taraflar burun buruna gelmedi. Birçok defa da sürpriz saldırı senaryoları çerçevesinde ve bu saldırılara karşı cevap verme kabiliyetlerini kontrol etme amacıyla denemeler yapıldı.

45 yıllık Soğuk Savaş döneminde 45’te 1 nükleer risk ortaya çıktığına bundan sonra ise dünyanın her yıl 45 defa bu riski yaşayacağına dikkat çeken Milli Güvenlik Analisti Faruk Demir, şekil değiştiren yeni nükleer tehdidi şöyle tanımlıyor: “Eskiden nükleer bir füze Rusya’dan gelebilirdi. Şimdi daha kötü. Taşınabilir NBC var. Amerika’nın içinden bile gelebilir. Bu Amerikalı bir vatandaş da olabilir. Tehdit var ki önlemler de vardır. Tehdit şekil değiştirdiğinde önlemin biçimi değişmeye başlar. Şu anda nükleer tehdit şekil değiştirdi. Taşınabilir küçük parçalar haline geldi. İlla ki füzeyle atmanız gerekmiyor. Mikro seviyeye inen bir tehdide sizin de mikro önlemler almanız lazım. Bu da herhangi bir yerde hem onu hapsedebilecek, saldırmasını engelleyebilecek küçük küçük sistemler kurmak, nükleer taktik komandolarını geliştirmek ve gerek duyulduğunda da onların bir daha böyle şeyler yapmasını engellemek için onların destekçilerine zarar vermekle olur.”

Dolayısıyla balistik füzeler, radarlar, B—52’lerle kurulan hava şemsiyesi ve uzaya kadar uzanan koruma kalkanı, mikro düzeye inen tehdit karşısında anlamını yitirmiş oldu. Çünkü 40 yıldır beklenen nükleer ölüm, sanıldığı gibi Sibirya’dan balistik füzeyle değil, bir sırt çantasında yola çıktı. Amerika bu tehdidi bertaraf etmek için vurulmadan önce vurmak istiyor. Bu bağlamda, Irak harekatları oldukça önemli. 1991 Körfez Savaşı öncesinde Amerika’yı en çok korkutan konu, Irak’ın Amerikan ve müttefik kuvvetlere karşı kitle imha silahları kullanması ihtimaliydi. Amerika, bu ihtimali sıfıra indirmek için savaş öncesinde Irak’ı gizli diplomatik yollardan tehdit etmişti. Bu tehdidi yapan zamanın Dışişleri Bakanı James Baker, “Bu silahlara başvursalardı hedefimiz sadece Kuveyt’in kurtarılması değil, bütün Irak rejiminin tamamen imhası olacaktı” diyor. Amerika, bu yeni harekat öncesi daha çok tedirgin. Bir savaş durumunda Irak’ın kitle imha silahlarına karşı Amerika’nın göstereceği tepki, bugünlerde yine gündemde. Mesela Senato İstihbarat Karma Komisyonu Başkanı Demokrat Bob Graham ve Senatör Richard Shelby, 2 ay kadar önce “Saddam Hüseyin’e bu konuda çok ciddi bir mesaj verildi. Bize ya da komşularına karşı kitle imha silahlarına başvurduğu takdirde sadece kendisinin imhasına değil, aynı zamanda halkının büyük bölümünün de imhasına sebep olacaktır. Amerika, Saddam’a bu uyarıyı daha önce de yapmıştı. Şimdi anlayacağı şekilde ve açıklıkta bir kere daha uyarıyoruz ki herhangi bir hata yapmasın” şeklinde televizyondan konuşarak Saddam Hüseyin’i açıkça uyarmıştı. Üstelik bu uyarı resmi bir belgeye de dayandırıldı. Başkan W. Bush’un geçen mayıs ayında imzalayıp yürürlüğe koyduğu ve büyük bölümü hâlâ gizli tutulan başkanlık kararnamesine göre, bir düşman gücün Amerika’ya, Amerika’nın yurtdışında bulunan askeri güçlerine ya da Amerika’nın dost ve müttefiklerine karşı kitle imha silahlarına başvurması halinde Amerika’nın bu düşmana elindeki bütün imkan ve silahlarla ezici bir karşılık vereceği açıkça dile getiriliyor. Belgede geçen ‘bütün imkan ve silahlardan’ nükleer gücün de bu imkan ve silahlara dahil olduğu kendiliğinden zaten belli.

Kısacası, Amerika çok muhtemel bir ikinci Körfez savaşının öncesinde genel anlamda da olsa Saddam Hüseyin’i ikinci defa ‘topyekûn imha’ ile, yani taktik nükleer silahların kullanımı ile uyarmış ya da tehdit etmiş oluyor, bu çok önemli resmi belge ile... Yönetim halkına, açıkça sizi korumak için dışarıda kitlesel imha yöntemlerini kullanabilirim diyor. Dış Politika Uzmanı Fikret Ertan, “Söz konusu yeni belge, aynı tür eski belgeleri yeniliyor ve ilk defa kitle imha silahlarına karşı Amerika’nın gerekirse nükleer silahlara başvurmaya kararlı olduğunu bütün dünyaya ilan etmiş oluyor. Üstelik Birinci Körfez Savaşı’nda elinde mesela yeraltı sığınaklarına ve buralarda saklanan kitle imha silahlarına karşı geliştirilmiş, kullanıma hazır özel taktik nükleer silahları bulunmayan Amerika’nın bugün elinde bu özel silahlardan da çok sayıda bulunduğu biliniyor. Amerika, bu silahları ‘birinci savaş’tan ders alarak son yıllarda geliştirmiş bulunuyor” diyor.

Ortadoğu’da ön vuruş

Stratejist M. Faruk Demir, 11 Eylül sonrasında nükleer mukabele stratejisinin gündeme gelmesinin sürpriz olmadığını, bilinen ve var olan nükleer mukabele stratejisinin güncelleştirilmiş ve asimetrik savaş yöntemlerini kullanan düşmanlara karşı da kullanılabileceğinin hatırlatıcı bir düzenlemeden ibaret olduğunu söylüyor. Faruk Demir, “Bu açıdan bakarsanız Amerikan stratejisinde nükleer yapılara ilişkin değişen sadece biçim olmuştur. Özünde yine mukabele stratejisi etkin bir şekilde ve 24 saat üzerinden, ilk saldırıyı önleyici ve ilk saldırı üzerinden ikinci saldırıyı yapmaya müsait olamayacak kadar hedefi yok edici bir politika izler. ABD’nin kurmaya çalıştığı hatta büyük bölümünü tamamladığı Yıldız Savaşları sistemi aşağı doğru inmeye başladı. Asimetrik mukabele içine nükleer mukabele stratejisi koyduğunu hatırlatıyor. Amerika bir ön vuruşla kendisine yönelecek saldırıları şimdiden durdurmak istiyor. ‘Zarar gör, ne zarar vereceğini bilirsin; gördüğün zarar yeni zarar vermeni engeller’ politikaları budur” diyor.

Stratejist Faruk Demir, son Irak krizini, bundan sonraki 50 yılı içine alacak bir senaryonun, sanki bir Shakespeare tragedyasının ikinci perdesine benzetiyor ve perdenin aralığından görünenlerle ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Belki aydınlatılması gerekli nokta şudur: ABD’de stratejistleri, planlamacıları, siyasal yöneticileri, askerleri temel olarak korkutan şey nedir? Neden ürküyorlar? Bunun ekonomik boyutuyla ilgili bir çok şey söyleyebilirsiniz ama bu sizin en üst seviyeden saldıran taraf olmanızı gerektirecek bir husus değildir. Burada başka bir nokta var. O da şu: Taşınabilir NBC saldırıları. Yani bireylerin kendi üzerlerinde canlı bomba şeklinde veya küçük parçalarını farklı yollardan ülkeye sokup, nükleer biyolojik, kimyasal dediğimiz NBC malzemelerini birleştirmek ve sivil yaşam alanında patlatmak. Yani küçük Hiroşimaları Manhattan’ın gökdelenlerinde yapmak. Bunlar, ABD için, bir süre sonra tüm Batı için en çok korkulan konular. Amerikan rüyası içerisinde bu anlamda bir saldırının yaratacağı psikolojik şok, psikolojik etki çok büyüktür. Amerikalılar herhangi bir zamanda bunun olabileceğinin farkındalar. 1—1.5 yıl içinde elde ettikleri bazı bilgiler, bu yönde çalışmaların olduğunu ve harekete geçmiş olacak birtakım unsurların da plan ve yetenek olarak mevcut olduğunu görüyorlar. Bundan dolayı çok büyük bir korku içindeler. Bu korkularını önleyici mukabele denen “ön vuruş”la çözülebilmesi, gerek psikolojik isteklerini kendi içlerinde yükseltmek ve karşı tarafta düşürmek, gerekse bundan sonra bu tür unsunları destekleyecek ülkelere karşı ciddi bir uyarı olabilmesi açısından Ortadoğu’da ya da herhangi bir yerde bu tür taşınabilir bir NBC’yi ister kendi şehirlerine, ister üslerine veya gemilerine eğer saldırı gerçekleşirse nükleer mukabele stratejisini uygulama konusunda tereddüt etmeyeceklerdir.”

Umarız yarım asırdır süren dehşet dengesinin bozulduğu yer Türkiye’nin yanıbaşı olmaz. Artık savaşların çehresini değiştirebilecek nükleer teknolojiye sahip tek ülke ABD değil. Daha sonra bunu sırasıyla İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan ve karşılaşacağı muhtemel büyük tepkiler dolayısıyla deneme yapmamış olmasına rağmen, İsrail izledi. Hatta terörist gruplarda bile bu ölümcül silahlar mevcut.

1990’da Gorbaçov’la Bush, 2002’ye kadar kimyasal silahların imhası konusunda uzlaşıp el sıkışınca, tüm dünyada silahların artık çöpe atılması gerektiği yazılmıştı. Oysa Platon, birkaç bin yıl önce “Yeryüzünde savaşların bittiğini sadece ölüler görmüştür” demişti.

Türk Ordusu nükleer güce sahıp!

Irak’la yapılacak konvansiyonel bir savaşın nükleer savaşa dönüşme olasılığı Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor. Türkiye ilk defa Soğuk Savaş sonrası bir nükleer saldırı riskiyle karşı karşıya bulunuyor. Faruk Demir, kuzeyden değil güneydeki ülkelerin kendi aralarında çatışmalarından ve bizim ortak olduğumuz bir hakkın —mesela su— girişiminden dolayı bize dönebilecek dolaylı nükleer saldırı riskinden bahsediyor. Bu risk, bugüne kadar telaffuz bile edilmeyen “Türkiye’nin nükleer gücü var mı?” sorusunu akla getiriyor. Stratejist Faruk Demir, “Nükleer saldırı riskine karşı yeterlidir diyebilecek bir seviyede olmamakla birlikte bir nükleer savunma politikamız ve stratejimiz vardır” diyor. Demir, “Sadece stratejimiz mi var yoksa bizim de nükleer silahımız var mı?” sorusuna “Strateji varsa onun gerekleri de vardır. Fakat Türkiye hiçbir zaman nükleer kapasitesini güçlendiren bir ülke olmamıştır. Ama Türkiye nükleer yeteneklerden mahrum bir ülke de değildir. Bu saldırgan olmayı ya da başkasını korkutmayı gerektirecek amaçla değil, minimum seviyesinde yeterlilik miktarıdır” yanıtını veriyor. Bu “yeterlilik” miktarı ise, Türkiye’ye saldırı düzenleyebilecek potansiyeldeki ülkeye ya da ülkelere (Rusya hariç) yetecek düzeyde olduğu anlamına geliyor.

Enerji üretimi için nükleer santrali bile bulunmayan Türkiye nükleer silahı kendisi mi üretti acaba? Faruk Demir, Türkiye’nin soğuk savaş döneminde NATO’daki pozisyonuna işaret ederek, “ABD’nin o dönemde Sovyetler’e karşı Türkiye’ye yerleştirdiği başlıkları düşünürseniz sanıyorum herkese biraz miras kalıyorsa bize de kalan miraslar olmuştur” diyor. Yani Türk Ordusu’nun nükleer gücü stratejik ortağımız Amerika’dan miras kalmış.

Türkiye, Irak topraklarında NBC riskine karşı tecrübe sahibi. Halepçe katliamında kullanılan NBC birinci derecede Türkiye’yi etkiledi. Bu nedenle Türkiye olayların geçtiği bölgeyi yakından izleme fırsatı buldu... Bugün benzer bir olay olduğunda Türkiye ne ile karşılaşabileceği konusunda fikir sahibi. Faruk Demir’e göre, böyle bir riski Türkiye bekliyor. Saddam ilk saldıran ve ilk intikam alan adam olmak konumuyla yine böyle bir saldırı yapabilir ve burada Türkiye’yi de hedef alan bir saldırı olabilir. Böyle bir durumda Türkiye’nin hazırlıklarındaki değişiklik, askerlerinin NBC’ye karşı korunmasını sağlamak olacak.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,00 M - Bugn : 32010

ulkucudunya@ulkucudunya.com