« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

BÖLÜM - 3

 

İNSAN VE CEMİYET GÖRÜŞÜMÜZ

İNSAN VE CEMİYET PROBLEMİ
«İnsan ve cemiyet» konusunda pek çok yayın yapılmaktadır. Hayatın kaynağı, insanın yaratılması, cinsiyetler, ırklar, milletler, sosyal sınıflar, aile, kadın hakları, sosyal değişme, sosyal problemler, sosyal organizasyon,... gibi konularda hergün binlerce yazı yazılmakta, kitaplar yayınlanmakta, toplantı ve açık oturumlar düzenlenmektedir. Bu konularda da binlerce görüş, düşünüş ve tavır ortaya konmaktadır.
Hiç şüphesiz, bu meseleler karşısında bizler de, Türk - İslâm Ülkücüleri olarak, tavrımızı ortaya koymalıyız. Bu tavrı tayin edecek olan değerlerimiz mevcut bulunmaktadır. Bizler, bir Türk milliyetçisi olarak «tavrımızı» tayin ederken «çağdaş ilmî verilerin ışığında» ve fakat Türk - İslâm Kültürünün değerleri içinde kalarak çalışacağız. İlmin «evet» dediğine bizler de evet diyeceğiz. Ama bunu demeden önce, gerçekten ortaya konan hükümlerin ilmin aradığı niteliklere (determinizme, objektivizme ve üniversalite'ye) uyup uymadığına bakacağız. Yani bizzat ilmin isteği «ilmî şüpheciliği» (synaritisisme'i) elden bırakmayacağız.
Bilhassa, ilim ve fikir adamlarının «ilmî çalışmalarının ve araştırmalarının» yanında, bir dine, bir millete, bir ideolojiye de mensup olduklarını unutmayacağız. Her ilim adamı, şahsiyetinde ister istemez kendi toplumunun değerlerini de taşır. Bu değerlerin bulaşmadığı kitap ve makaleye hemen hemen rastlamak mümkün değildir. Bu husus, bilhassa biyoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi «araştırma alanlarında» daha fazla dikkati çekmektedir.
Bir komünist ve kapitalist ilim ve fikir adamının biyolojide psikoojide ve sosyolojide ortaya koyduğu «teoriler» aynı konularda, dahi şimdilik çok farklı olmaktadır. Hatta bir Yahudi ve Hıristiyan ilim adamının aynı konulardaki görüşleri, bilhassa «teoriler ve hipotezler geliştirirken» yine farklı olmaktadır.
Bu sebepten diyoruz ki, ilmin aradığı özellikte, tam ve kâmil manâda ortaya konmuş hükümlere, elbette biz de «evet» diyeceğiz. Ancak teoriler karşısında çok hassas ve titiz olacağız, acele «genellemelerden» sakınacağız.
Öte yandan, kendi ülkemizde ve kendi hammaddemiz üzerinde, bizzat kendimizin yaptığı ilmî araştırmalara ağırlık vereceğiz. Bulduğumuz sonuçları, bu konularda yapılmış başka araştırmalarla mukayese edeceğiz. Unutmayınız, ilmin prensipleri, her ne kadar âlemşümul ise de ham madesi millî ve mahallidir. Matematik, fizik ve kimya gibi ilimlerin kanunları kolayca «genelleştirilebildiği» halde psikoloji ve sosyoloji kanunları bu kadar kolayca başka gruplara tatbik edilemezler. Bilhassa bu konularda her milletin kendi yapısını ve işleyişini bizzat kendisi incelemeli, kendi problemlerine bizzat kendisinin sahip çıkması gereklidir, ilimde tercüme ve aktarma elbette faydalıdır, ama bizzat araştırma ve inceleme çok daha faydalıdır. Hele, ilim tercümeciliği ve aktarmacılığı adına, «kültür emperyalizmine hizmet» etmek ve korkunç gaflettir.
Biz, «insan ve cemiyet» konusundaki görüşlerimizi ortaya koyarken ilmî verilere ve Türk - islâm kültür değerlerine ağırlk vereceğiz, kültür emperyalizminin tahribatını ve sızmalarını bertaraf etmeye çalışacağız. Bu arada bilhassa, ilim kisvesine bürünmüş çeşitli yıkıcı ve materyalist akımların menfi etkilerini önlemeye gayret edeceğiz. Biz bunu başaramazsak bile, genç Türk çocuklarının böyle bir gayret içinde bulunuşu ile mutlu olacağız.

HAYATIN KAYNAĞI
Hayatın kaynağı etrafında, tarih boyunca çeşitli yorumlaı yapılmıştır. Din, felsefe ve ilim, bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazdı.
Günümüzün ilim adamları da, hâlâ bu konuda araştırmalar yapmakta, çeşitli hipotezlerin ışığında «teoriler» geliştirmektedirler. Modern biyoloji, hayatın «abiyogenez» mi, yoksa «iyo-genez» mi oduğu hususunda büyük bir araştırmanın ve şiddetli bir tartışmanın içinde bulunmaktadır. Hayatın «abiyogenez» olduğunu savunanlar, belli cansız elementerin, amino-asiterden başlayarak, koaservatlara sonra proteinlere ve oradan da muhtemelen «canlı tek hücrelilere» ve yine muhtemelen onlar da gelişerek daha kompleks «canlı yapılara» doğru tekâmül ettiğini iddia ederler.
Hayatın «biyogenez» olduğunu savunanlar ise, canlı varlıkların daima «canlı yapılardan» gelebileceğini, gözlemlerin bunu gösterdiğini, cansız maddelerden hayata geçişin, hem laboratuvarda, hem de tabiatta gözlenip olaylarla tesbit edilemediğini iddia ederler. Onlara göre, cansız canlıya dönüşemez; canlılar ya bölünerek, ya tomurcuklanarak, ya yumurta bırakarak çoğalabilirler.
Yukarıda kısaca özetlediğimiz «teorileri» ve benzerlerini okullarımızda çocuklarımıza okutmaktayız ve okutmalıyız. Ancak, asla unutmayacağımız husus, çocuklarımıza, bunların birer «teori» olduklarını ve ilmin istediği nitelikte sağlam ve kesin bilgiler olmadığını, genç nesillere bu konuları aydınlığa çıkarmak hususunda önemli meseleler kaldığını mutlaka hatırlatmak zorundayız. Hele, ilim diye «teori»lerin genç zihinlere şırınga edilmesine asla müsaade etmemeliyiz. İmin «materyalistleştirilmesine» müsamaha edilemez.
Bu tip teoriler ortaya konulurken, asgari bir tarafsızlıkla hareket edildiği takdirde bile, Türk - İslâm Kültürünün bu konularla ilgili görüşleri de ele alınmalıdır. Hayatın menşei etrafında, bu çelişen ve çatışan görüşlere rağmen yüce ve mukades kitabımız Kur'ân-ı Kerim, bakınız ne diyor : «Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor. Arzı, ölümünün ardından, O canlandırıyor.» (Bkz. Er-Rûm Sûresi, âyet : 19)
Görülüyor ki, modern biyolog, acaba «canlı cansızdan mı?» yoksa «canlıdan mı?» geldi diye boğuşurken, islâm yüce kitabında, canlının cansızdan ve yine bunun gibi cansızın da canlıdan çıkabileceğini ondört asır öncesinde ilân etmektedir. Bu sebepten, biz Türk - İslâm ülkücüleri olarak hayatın «biyogenez mi?» yoksa «abiyogenez mi?» olduğu konusundaki tartışmalardan asla rahatsız olmayız. Bizi rahatsız eden şey, bu münakaşaların genç nesillere aktarılması esnasında «materyalistçe» bir tavır alınmasıdır.
Ölü topraktan diri varlıkların, canlılardan da ölülerin çıkabileceğini ve ancak bunun ilâhi «ol» emri ile olabileceğini Yüce Kitabımız söyler. Türk - islâm Ülküsü'nde ilim, Allah'ı ve yaratma iradesini inkâra değil, tanımaya yardım eder. İmanımıza göre, ölü topraktan canlılar çıkabilir. Kur'ân-ı Kerim'de. şöyle buyurulur: «Ölü toprak ki, biz onu canlandırdık.» (Yasin Sûresi, âyet: 33).
Bizce hayat, cansız madde ve enerji dünyası üzerinde dolaşan ilahî bir «soluğu» ifade eder. Yoksa, canlının cansızdan mı meydana geldiği hususu tamamen ayrı bir meseledir. Allah'a ulaşamayan bir ilim neye ulaşabilir ki?...

İLAHÎ İRADEYE BAĞLI OLARAK CANSIZLAR DİRİLİR
«Hayat», Allah'ın (c.c.) sıfatlarındandır. Enerji ve madde ise «cansız ve ölüdür.» Allah, yaratma iradesi ile cansız ve ölü maddelerden «hayatı»çıkarmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Onun emri, birşeyi dilediği zaman, ona ancak ol demesinden ibarettir. O da oluverir.» (Yasin, âyet: 82).
İnsanoğlu, bilmek ve düşünmekle mükellef kılındığı için. «ol» emrinden ibaret olan «yaratma iradesini», laboratuvarda deneylerle, tabiatta gözlemlerle tahlil edebilir. Bu yaratma iradesinin mahiyet ve esrarını çözmeye çalışabilir.
Hayatı tanımak, ona yardım etmek yollarını açabileceğinden, bu konuda tabiblerin, veterinerlerin, ziraatçilerin kimyager ve eczacıların bilgi edinmeleri, iş ve mesleklerini başarı ile ve başkalarına zarar vermeden yürütmek zorunda olduklarından İslâm'da «farz-ı kifâye»dir. Yani dinimize göre, hayatın sırlarını bilmekten ötürü ve hayatla ilgili ilmimizi geliştirip yeter oranda ilim ve meslek adamı yetiştiremediğimizden dolayı, insanlarımız zarara uğrarsa «cemiyetçe vebal altında» kalırız. Görülüyor ki, dinimiz, hayatı, ilâhî «ol» emrine bağlamakla beraber, bu konudaki araştırmayı da emretmektedir. Bu tutuşu ile de «materyalizmi» ve «tanrısızlığı» önlemeye çalışmaktadır. İnsanlara «Allahsız bir kâinat anlayışı» vermeye karşı çıkmaktadır.
Dinimiz, ilmin, laboratuvarda denenmiş ve tabiatta gözlenmiş verilerine açıktır. İslâm'da «tecrübenin» adı «hakk-el yakin» bilgidir. Eğer hayat hamlesinin --abiyogenez teoriyi savunanların dediği gibi— aminoasitlerden koaservatlara, sonra proteinlere ve oradan da canlılara doğru gelişmekte olduğu deney ve gözlemlerle isbatlanabilirse, bu durum, yaratma iradesini inkâra değil, anlamaya yardım etmiş olur.
Dinimize göre, hiç şüphesiz insan da cansız enerji ve toprak maddelerinden yaratılmıştır. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöylece belirtilmektedir: «Allah, onu (Âdem'i) topraktan yaptı; sonra ona ol dedi, o da (can gelip) oluverdi». (Âl-i İmran Sûresi, âyet: 59). Başka bir âyet i kerimede de: «Allah'ı (onun yaratma iradesini) nasıl olup da örtmeye kalkıyorsunuz. Halbuki, siz ölüler iken (sizi) O diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yine O'na döndürüleceksiniz.» (Bakara sûresi: âyet: 28).
Hazret-i Âdem (Ona selâm olsun) suyun havanın toprağın ve diğer elementlerin, güneşin ısı ve aydınlığında yağmur ve yıldırımların beslediği bir atmosferde, hayat için elverişli belli ekolojik şartlarda —ileride belki de ilmin sırlarını, çözebileceği bir gelişimle— ilâhî emre uyarak vücuda geldi. Bizim «ana rahminde» bulabildiğimiz gelişme ortamını, o, bizzat «toprağın rahminde» buldu. «Toprak ana», yalnız Âdem ve Havva'yı değil, tek hücrelisinden çok hücrelisine, bitkisinden hayvanına kadar bütün canlı varlıkları doğurdu, emzirdi ve sarıp sarmaladı. İnsanoğlu ise «toprak ana» nın bağrında gözlerini açmakla beraber diğer canlılardan farklı olarak gözlerini «gök yüzüne» çevirerek yücelmek ve sonsuzluklara tırmanmak arzu ve iştiyakı ile kıvrandı. Toprağın bağrından çıkan «arzın efendisi» Allah'ın lûtfu ile bu «çamur dünyaya» sığmayan bir ruha kavuşturuldu. Âdem ve Eşi «ebedî hayatı» özlediler. «Cennet»i idrak ettiler. Yüce yaradılışları yanında, insanın zaafları da vardı. Tatlı bir maceradan sonra tekrar «çamur dünyaya» döndürüldüler; orada bir süre için çoğalıp kaldılar.

İNSANIN GELİŞMESİ
insan, tarih boyunca, daima insan olarak gelişti. İnsanın menşei, yine insandır.
Bizim inancımıza göre, türlerin menşei, temelden birbirinden ayrılır. Her canlının gelişim veya «tekâmül» yolu kendi türü içinde olmuştur. Biyoloji ilminin kesin verilerine göre, kromozomların, genlerin ve sitoplâzmanın taşıdığı ırsî değerler, türün yapısını tesbit veya tayin eder.
Çevre şartları, bazı değişmelere ve sapmalara sebep olsa bile tür, kendi ana özelliklerini korur, Mütasyon, türün kendi içindeki değişimlerini ifade eder. Yoksa bir türün başka bir türe dönüşmesi demek olamaz. Bugüne kadar yapılan biyolojik araştırmalar bunu doğrulamıştır.
Değişik ortamlarda, değişik tertip ve yapılar içinde hayat, oluşurken ve yoğrulurken, daha başlangıçta, değişik yapı ve türlerde canlılar teşekkül etmişti. Bu canlılar, her biri değişik kromozomlara, genlere ve sitoplâzmalara sahip olup daha yaradılışın ilk safhasında bir diğerinden farklı idiler. Yani, bizim inançlarımıza göre, hayat polijeniktir (çok menşelidir), monojenik (tek menşeli) değildir.
«Hayat», kaynağını Allah'tan almakla beraber, hayatın kanunları içinde sünnetüllaha uygun olarak-yaratılmakta ve daha başlangıçta çeşitli, tek ve çok hücreli canlıların ifade ettiği farklı-türler durumundadır. Hiç şüphesiz, her türün gelişme biçimi ve yolu kendi özellikleri için de tezahür etmiştir. Daha sonra, her tür, kendi arasında çeşitli biçimlerde (bölünme, tomurcuklanma, tohum verme, yumurtalama ve doğurma gibi şekillerde) üreyip çoğalmışlardır. Bir tür. farklı ırklara ayrılmış olmakla beraber, kendi arasında üreme imkânını kaybetmiyor ve başka bir türe dönüşemiyor.
Böyle olunca, «toprağın rahminde» yoğrulan ilk insanın «hamuru» ve «mayası», bugünkü insanın bütün özelliklerini «genetik yapısında» taşıyordu. Bu hükmümüz, bütün türler için doğrudur.
Kendi aralarında üreyerek «üçüncü ve doğurgan bir canlı» meydana getiremeyen canlılar arasında akrabalık aramak boşunadır. Maymun ile insan arasında yapılan bu tip araştırmalar sonuçsuz kaldığına göre kaba ekolojilerle vakit öldürmek, zihin karıştırmak ne işe yarar? Canlılar arasında zahirî ve kaba benzerlikleri nazara alarak, temelde bulunan çok büyük ve gerçekten mevcut bulunan farkları kavrayamamak affedilir hatâ değildir.
Hayatın tek hücreli bir canlı türünden çıkıp sonradan mütasyon'arla —bütün türlere kaynak olacak biçimde— çeşitlenmesi mânâsına gelebilecek, hayatın daha başlangıçta çok ve çeşitli canlı türler halinde —tek veya çok hücreli sayısız canlı yapılarla— ortaya çıktığını savunan «polijenik» görüşü daha haklı ve makul buluyoruz.
Kur'an-ı Kerim'e göre, her canlı türü, kâinatımıza serpiştirilmiş birer «âyet» durumundadır: «Göklerin ve yerin ve bunlar içinde yayıp ürettiği bütün canlıların yaradılışı O'nun âyetlerindendir.» (Eş-Şuara Sûresi, âyet. 29) ve (Allah'ın) «sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekde olduğu her bir canlıda da sağlam bilgi edinecek bir zümre için âyetler var». (El-Casiye Sûresi, âyet: 4).

İNSAN MÜSTAKİL YARATILMIŞTIR
Her canlı türü gibi, insan da müstakil yaratılmıştır. Her türün kendine göre bir kromozom yapısı, sayısı ve dizilişi vardır. Yine kendine mahsus genleri ve sitoplazma yapısı bulunmaktadır. Bu sebepten her türün gelişme modeli de farklıdır. Bu gelişme modeli, bütün tarih boyunca, doğumdan önce ve doğumdan sonra da daima farklı olmuştur.
İnsanın, ana karnında —tek hücreli bir zigottan başlayarak doğum anına kadar— geçirdiği muntazam bir seri değişikliklere, biyologlar, «ontogenez» gelişim adını veriyorlar. Bu değişiklikler, bütün insanoğulları için ortaktır.
İlk insan olan Hazret-i Âdem (O'na selâm olsun), mayalanmış toprağın rahminde —bizim ana karnında geçirdiğimiz bu macerayı— uzun bir süre içinde yaşamış olabilir. Biyologlar, insanın bu tarihi gelişimini «filogenez» terimi ile ifadelendiriyorlar.Yani Hazret-i Âdem'in yaratılışında hem ferdin,hem türün gelişimi bir arada söz konusu olmaktadır. Biz, yaradılışımızın bütün esrarını, bu atamızdan aldığımıza göre, bizim gelişmemiz ile ilk atamızın gelişimi arasında paralellik aranabilir. Veraset kanunlarının varlığı bunu isbatlamaz mı? Galiba, bizim «ana karnında» geçirdiğimiz macera, ilk atamızın «toprağın rahminde» geçirdiği maceranın zaman itibarı ile kısaltılmış ve mahiyet itibarı ile değişmeyen gelişiminin bir özeti olabilir.
İnsanın ana karnındaki macerasını incelediğimizde görüyoruz ki, insan gelişiminin her safhasında — genetik yapı olarak — daima insandır. Hiç bir safhada genetik yapısı değiş-memektedir. Bu durum, her'tür için de doğrudur. Bu husus da gösteriyor ki, insan müstakil yaratılmıştır.
Bazı antropolojik araştırmalara dayanarak, insanın iskelet yapısının zaman ve mekân içinde gösterdiği farklılıklara bakarak, «insanın tekâmülü» ile ilgili teoriler geliştirmeye çalışanlar vardır. İnsan kafatasının büyüyüp küçülmesi, çene kemiğinin uzayıp kısalması gibi «antropometrik» (insanın fizik yapısı ile ilgili ölçmelere dayanan) farklara bakarak, insanın «tekamül basamaklarını» bulmaya çalışan, çok defa biyolojinin veraset kanunları ile çatışan ve çelişen teoriler geliştirenler vardır.
Oysa, insanın kafatası büyüyüp küçülebilir, iri veya kaba olabilir. Çene kemiği ve kafa yapısı uzun veya kısa, alnı geniş veya dar olabilir. Bunu yalnız antropolojik veya arkeolojik araştırmalarda veya fosil incelemelerinde görmeyiz, zamanımız insanlarında dahi, bu durumları gözlemek daima mümkündür. Bugünün en «medeni» toplumlarında bile bu farkları gözleyebilirsiniz.
Bunlar, insan türünün, bugün için biyolojinin sırrını çözemediği «variation» (değişkenlik veya normalden kayma) larıdır. Unutmamak gerekir ki, insan, bütün bu'«variation'ları» ile insandır. Irklar, bir bakıma bu variationlardan doğmuştur.
Bu variationlar, bütün zaman ve mekânlarda rahatça gözlenebilir. Bu sebepten, bazı antropolojik araştırmaları örnek göstererek ve acele genellemelere giderek insanın «ana karnında» geçirdiği ve yaratılışını özetleyen «ontogenez» gelişimine ters düşen yorumlar—iddiası ne olursa olsun — bizi tatmin etmez.

İNSAN TÜRÜ, İKİ CİNSİYETLE BÜTÜNLEŞİR
Allah, «insan türü»nü, kadın ve erkek olmak üzere, iki temel birimle tamamlamıştır. İnsan olmak şeref ve haysiyetini, her iki cins de eşit olarak paylaşırlar.
Ancak, biyoloji ilminden öğrendiğimize göre, erkek kromozomlarında «XY» faktörlerini, yani her iki cinsi, bünyesinde, taşıdığı halde, kadın, sadece «XX» faktörüne, yani «dişilik» özelliğine sahiptir.
Mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm, bu hususu, pek çok asır önce, tesbit ve ilân etmiş bulunuyor. Kitabımıza göre, ilk insan Hz. Âdem idi. Yaradılışında, bugünkü erkeğin yapısında— ilmin de tesbit ettiği gibi — yine «iki cinsi», birer çekirdek gibi — bünyesinde— taşıyordu.
Hz. Adem, bir canlı olarak, hem «iki cinsi» hem de — zamanımıza kadar gelmiş, geçmiş ve gelecek —bütün insanlığı, potansiyel bir güç ve hayat çekirdeği biçiminde kendinde toplamıştı. Bu noktada fışkıran ve bütün insanlığı oluşturan bu «hayat hamlesi» «elan vital» gittikçe genişlemektedir.
Dişi ve erkek, bütün insanlığın temel varlığı ve kaynağı olan Hz. Âdem, vücuda gelişinin bir safhasında, henüz esrarını çözemediğimiz bir «ayrılma» ile Havva anamız yaratıldı. Böylece, her ikisi, yanyana ve beraberce gelişerek bütün insanlığın —birbirini tamamlayan— nüvesi oldular. Hücre çekirdeğini bir «kaburga dizisi» biçiminde teşkil eden kromozomların esrarı henüz çözülemedi.
İnsanlık,bir erkekle bir kadının teşkil ettiği «aile» ile başladı. Ancak bu «ilk aile», vahşi, yabani ve ilkel değildi. Onların terbiye ve gelişimi bizzat Yaradanımız tarafından ve Cennet’te tamamlandı. Cennet, bu dünyamızdan daha mükemmel olan başka bir dünya'dır. İnsan «Arz»a medenî olarak indi.
İnsanın yaradılışı konusunda yüce Kitabımızda şöyle buyurulur: «Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan yine zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden çekinin», (En-Nisa Sûresi, Ayet: 1).

İNSANIN YÜCELMESİ
«En güzel biçimde yaratılan insan», çok yüksek bir duygu gücüne ve çok yüksek bir idrake sahiptir.
İnsanın idraki, duyumdan - şuura, maddeden • mânâya, sınırlıdan - sonsuza, esaretten - hürriyete, yaratıktan - Yaradan'a doğru yol arayacak bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu sebepten insan, ölümlü dünyada yaşadığı halde «ölümsüz dünyayı» özler. İnsandaki bu psikolojik durumun mahiyeti nedir? insan neden bu dünya ile, bu dünyadaki «statükosu» ile yetinmemektedir? İnsandan gayrı canlılar, galiba duyumları ile yetindikleri halde, insanın idrakine, şuurunun «doğrudan doğruya verileri» tarzında sonsuzluk, ölümsüzlük ve hürriyet mesajları ulaşmaktadır, insan bu özelliği itibarı ile «tabiatta» yalnız mıdır? Şayet böyle ise, bu durumu yadırgamak ve insanın bu özelliğini «tabiattan kopma, yahut marazı bir tepki» sanmak büyük hata olur. Çünkü, insan bu özelliği sayesinde güçlü kültür ve medeniyetler kurmakta ve tabiata hakim olabilmektedir. Bu durumu bir kusur olarak değil, bir güç ve üstünlük kabul etmek gerekir.
İnsan, bu dünyada yaratılmakla beraber, kendini bu dünyaya «yabancı» hissetmekte ve daha mükemmel bir dünyanın özlemini çekmektedir. Bütün didinmelerine rağmen, içinde yaratıldığı dünyada bir türlü «mutlu» olamamaktadır. «Mefisto» istediği kadar çırpınsın «Faust» bu dünyada «mutlu olacağı anı» bir türlü bulamıyor. Bütün hayatı bir trajedi olan Mansur-u Hallac'a göre, dünyanın faniliği karşısında «Şeytan-döğünüp durmakta, bu çamur dünyada boşuna mutluluk arayan insanların şarkı ve türkülerinde «dünyanın haline ağlamaktadır». Günümüzde «Existencialisme» (varoluşçuluk) adı verilen «felsefî akım» da galiba bu noktada dolaşmaktadır.
İslama göre ise, insan gerçekten kendini bu dünyaya yabancı hissetmektedir. Çünkü, onun hayatında, başka bir dünyanın tecrübesi vardır. Bu dünya, sonsuzluk, ölümsüzlük
ve mutluluk dünyası için bir geçitten ibarettir. Hz. Âdem ve Eşi, Allah'ın dilemesi ile bu dünyadan alınarak sonsuzluk, ölümsüzlük ve mutluluk dünyasına götürülmüş ve tekrar «arza döndürülerek» içlerinde bir ateş ve hasret yakılmıştır. Bu dünyada da büyük nimetler bulunmakla birlikte insan bunlarla yetinmemekte ve devamlı bir tedirginlik içinde yaşamaktadır. Mamafih, insanı insan yapan da bu tedirginliğidir. O da bitkiler ve hayvanlar gibi «statükosu» ile yetinse idi asla yücelemezdi.
Bu konuyu yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim şöyle anlatır: «Ve demiştik ki, ey Âdem, sen eşinle beraber Cennet'de yerleş. Ondan (Cennet'in nimetlerinden) ikiniz bol bol yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine) zulmedenlerden olursunuz. Bunun üzerine şeytan onların (ayağını) oradan kaydırıp içinde bulunduklarından (onun nimetlerinden) onları çıkarıvermiş (mahrum edivermiş)ti. Biz de kiminiz kiminize düşman olarak buradan inin. Yer yüzünde sizin için bir vakte kadar durak ve faidelenecek şey var demiştik.» (El-Bakara Sûresi, Âyet: 35-36)

İNSAN İSLAM'LA YÜCELİR
Allah'ın «yeryüzündeki halifesi», mutluluğu «fazilet yarışında» yücelerek aramalıdır. İnsanın yücelişi, bir «madde tırmanışı» değildir.
Teknolojinin, yardımı ile fezada «başka dünyalar» arayan insanoğlu, herşeyden önce, fazilet yarışında ve Allah'a layık olmada başarılı ve O'na yönelici olmalıdır. Allah'tan başkasını asla ilâh edinmemelidir.
Başka insanların kanları ve göz yaşları üzerine kurulu teknolojik zaferlerin değeri, zulüm ve sömürü ile biriktirilen haram güçler»le fezanın fethine çıkan kızıl ve kara süper devletlerin madde planında alacakları mesafe çok az olacaktır.
Üstelik, keşfedecekleri yerler ise «Cehennem» kadar sıcak veya aynı derecede soğuk topraklarla kaplı «zehirli dünyalar olacaktır. Gerçekten de Allah'tan başka «tanrılar» edi- nenlerin, yahut «tanrısız» bir yürek taşıyanların, haramla, zulümle beslenenlerin yeri «ebedî Cehennem» olacaktır. Bugün, milyonlarca «esir Türk'ün» sefalet ve ıstırabı pahasına fezada dolaşan «kızıl kozmonotun» başarısını alkışlamak mümkün değildir. Kapitalist dünyanın öncülüğünü yapan ülkelerin, peyklerine yerleştirdikleri «astronotların» başarısında da başka insanların sefalet ve ıstırabını buluyoruz. Madde kaidesi üzerinde bir «mânâ ve fazilet abidesi» kuramayanların alkışlanmaya değer nesi bulunabilir? Fezada bilmem kaç kilometre hızla dolaşan kard ve kızıl emperyalizmin uşağı, kendi yurdunda «esir ve parya» durumuna getirdiği insandan daha şerefli olabilir mi? Şerefin ölçüsünü maddede arayan «materyalist» ne zaman uyanacak?
İnsanoğlu, ataları Hz. Âdem ile Eşi'nin mâcerasındaki hikmeti ve esrarı bütün inceliği ile kavrayamayacaksa, ne mutlu olabilir, ne de müslüman. Böyle bir hikmet ve esrara «dudak bükenlere» acıyarak bakınız ve onları kendi yalnızlıklarına terkediniz.
Bitkiler köklerini toprağın derinliklerine uzatırken, hayvanlar dişleri ve tırnakları ile «Arza tutunurken», materyalist ise hem bu dünyayı yetersiz bulan, hem de kendini onun etrafında dönmeye mahkum kılan bir tavırla çırpınırken, İslâmiyet, «yeri, göğü ve arasındakileri insanın hizmetine» sunmakta, ancak insanın merhametli, müşfik, âdil olmasını isteyerek insanların yalnız Allah'a kulluk edebilecekleri şuuru içinde hareket etmesini emretmektedir.
Müslüman, madde planında fezanın fethine çalışırken bütün gönül ve idrakini de Allah'ın «fetih sahası» haline getirecektir. İnsanoğlu, ayaklarını Arz'a basıp fezaların fethine doğru sıçradığı zaman, kendi varlığını ve idrakini «iki dünyayı» birbirine bağlayan bir «köprü» gibi hissetmelidir. İnsanoğlu, ölüm ile ölümsüzlük, mutsuzluk ile mutluluk, esaret ile hürriyet arasında bocalarken kendini «nefs muhasebesine» çekebilmelidir. Cehennem ile Cennet arasında yalpalayan ve kendini «A'raf»taki hesap yerinde hisseden insan, artık hem insanı tanımaya, hem de İslâmı anlamaya hazır demektir.Gerçekten de İslâmiyet'i anlamak ve yaşamak ne büyük mutluluktur.

İNSAN TÜRÜ VE IRKLAR
Bütün insanlar, bir tek ana ve babadan üreyerek çoğalmışlardır. Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sahiptirler ve aynı gelişim devrelerinden geçerek olgunlaşırlar. Bütün insan ırkları, hiç şüphe yoktur ki, bir tek türü ifade ederler.
Değişik renkler, iskeletler ve kan grupları, bir tek türün «variation»larıdır. Biyoloji dili ile ifade edersek, insanlar «monojenik»tirler, yani tek kaynaktan çıkıp dağılmışlardır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir ilmî araştırma sahasıdır. İster İbn-i Haldun ve Lamark gibi düşünerek «coğrafî ve kozmik etkiler» ile, ister Darwin gibi hareket ederek «tabiî eleme (selection natural) ile yahut da «mutation» larla açıklansın ırklar daima bir türü ifade ederler.
Bu hususu, canlı bütün tabiatta gözlemek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanların da içinde değişik «renk» ve «biçimlere daima rastlamak mümkündür. Bu sebepten, insanlar arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin farklılıklarından hareketle, ırkları sanki ayrı türlermiş gibi görmeye çalışmak, «çok hatalı» bir insanlık teorisi geliştirerek (insanı polijenik itibar ederek) siyasî ve sosyal istismarlara baş vurmak insan haysiyeti ile bağdaşmaz.
Hele bunun, ilim adına istismarı, asla affedilmez. Böyle bir istismara Türk ve İslâm dünyasında rastlayamazsınız. Bizler, bütün ırklara şefkat ve merhamet kanadlarını geren kültür ve medeniyetler geliştirmiş bulunuyoruz. Irk konusunu, siyasî istismar sahası haline getiren maalesef, iki yüzlü Batı Dünyası olmuştur. Batı, bugün dahi ırkçıdır.
Fransa'da, İngiltere'de, Almanya'da yetişen pek çok fikir ve politika adamının, renkleri ve kafatasları kendilerinden farklı olan insanları sömürmek için ilim adına ileri sürdükleri «teorileri» esefle karşılamak gerekir. Arthur de Gobineau, Vacher de Lapouge, Sir F. Galton ve Otto Ammon... gibilerinin iddiaları, yalnız ilim bakımından değil, ahlâki bakımdan da tenkide açık bulunmaktadır.
İskelet yapısı ve renk farklılığı, insan türünü zenginleştiren «variation»lar olarak birer realitedirler. Bu realitenin inkârı da, siyasî istismarı da asla doğru değildir. Irklar, elbette vardır. Bunları ilim adamları incelemelidir. Fakat, asla, siyasî istismarlara, «aşağı ırk», «üstün ırk» gibi beşer haysiyetini rencide edici teorilerin propagandasına müsaade edilmemelidir.
İslâmiyet «ırk gerçeğini» inkâr etmez, ancak bu gerçeğin istismarına karşıdır. İlim ve politika adamları, bu gerçeği bilerek ve «Allah'tan korkarak» hareket etmek zorundadırlar. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'e göre: «O gökleri yaratması, o yerleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.» (Er-Rum Sûresi, Âyet: 22).
İslâmiyet, «biyolojik ırk» gerçeğini kabul ve fakat «biyolojik ırkçılığı» red eder. İnsanlar, farklı renk ve yapıda ve fakat bir tek köktendirler.

«İÇTİMAİ IRK» GERÇEĞİ
İslâmiyet, «biyolojik ırk» gerçeğine parmak basar ve fakat «ırk üstünlüğü» iddialarını, «posa ırkçılığını» red eder. İnsanların «Allah yanında en şerefli olanını takvada (Allah ve Resulüne iman ve hizmet ölçüsünde) ileri olmak» ile tayin eder. «Bkz. Kur'ân-ı Kerim. Hucurat Sûresi, Âyet: 13). Yine, yüce ve mukaddes kitabımızda, Fatır Sûresi, 27. ve 28. âyetlerde bütün canlılar gibi insanlardan da yine renkleri böyle çeşitli olanların var olduğunu» belirtir ve bu konuda «ilim adamlarını» Allah'tan korkmaya davet eder.
Bütün bunlarla beraber, milletlerin hayatında önemli bir yer tuttuğuna şahit olduğumuz ve sosyolojinin «içtimaî ırk» olarak ele aldığı ve «biyolojik ırkçılık»tan tamamen ayrı diğer bir gerçek vardır.Türk milliyetçiliği, politikasını «biyolojik ırkçılık» üzerine kurmayı reddetmekle beraber, «içtimaî ırk» gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
Nedir «içtimaî ırk?»
Adından da anlaşılacağı üzere, «içtimaî ırk» biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların «soy biriiği şuuru»dur. Ortak bir şuur tarzında beliren «mensubiyet duygusunun» soy ve kan birliği şuuru biçiminde de duyulmasıdır. Zaten, biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından biribirine yaklaştırır. Aynı kültürün içinde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında «evlenmeler» kolaylaşacağından, tarih içinde, bir oluş ve yoğruluş halinde insanlar «fizikman» da birbirlerine benzemeye başlar. Yani, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bütünleşmelerden, sosyolojik bir zaruret olarak, zamanla bir «içtimai ırk» doğar. Aynı sosyal yapı içinde, çeşitli sebeplerle bir diğerine «kız alıp vermeyen» gruplar var ise, bunlar birer küçük «dar bölge» ve «küçük bir etnik yapı» olmada ısrar ediyor ise, tipik bir içtimai ırkın doğması güçleşir.
Ülkemizde, aynı dine mensubiyet ve aynı kökten gelme şuuru sebebi ile «kız alıp verme» kolaylaşmış bulunduğundan ve ülke çapında «sosyal temaslar» gittikçe artmakta olduğundan «Türk içtimai ırkı» tarih içinde çok kolayca teşekkül etmiş bulunmakta ve gittikçe de kuvvetlenmektedir. Esasen, ülkemizde yabancılar, kitle halinde müslüman-laşmadıklarından «evlenmeler», çeşitli yollarla bir araya gelen ve çeşitli adlar taşıyan Türk boyları ve aşiretleri arasında cereyan etmiş, bu suretle kaynaşma kolaylaşmıştır. Ayrıca Türk boylarının vatan sathına dağılışı da çok akıllıca olmuş, bir Türk boyu belli bölgeye yerleşmek yerine diğer Türk boyları arasına dağılmış veya serpiştirilmişlerdir. Bu durum kaynaşmayı ve «içtimaî ırk» ın kuvvetlenmesini sağlamada yardımcı olmuştur.
Bütün bu ve diğer sebeplerden dolayı, ister istemez, bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman, bir Rus, bir Çinli, bir Japon... tipi teşekkül ettiği gibi, bir «Türk tipi» de teşekkül etmiştir. Bu tip ve diğer milletlere ait tipler, yeni teşekkül etmiş değildir, binlerce yıllık bir tarihî birikimin ifadesidir.

TÜRK İÇTİMAİ IRKI GELİŞTİRİLMELİDİR
«İçtimaî ırk» kavramından ne kastettiğimizi, kâfi miktarda açıkladığımızı sanıyoruz. Siyasî istismarlara fırsat vermemek şartı ile «içtima ırk», bir vakıa olarak değerlendirilebilir.
Her millet, temsil ettiği «tipik içtimaî ırkını» ve özelliklerini, beden eğitimi (ve çok iyi etüd edilmiş spor programları ile kendine uygun estetiğe ulaştırılmalı, kültür ve sanat faaliyetleri ile önce «tipini» kendi milletine, sonra bütün dünyaya sevdirebilmelidir. Türk şiirlerinde, hikâyelerinde, masal ve destanlarında «Türk tipini» çizen ve işleyen ne sevimli ifadeler vardır. «Hilâl kaşlı», «ceylân gözlü», «gonca dudaklı», «servi boylu» Türk kızları ile, «boğa göğüslü», «kurt belli» Türk delikanlısı biçimindeki ifadeler, daha niceleri ile beraber, Türk'ün bizzat kendi «kollektif tasavvurunda» bulduğu «Türk içtimaî ırkının» özellikleridir.
Türk tipini korumak ve geliştirmek için, çok uzak coğrafî alanlara dağılmış Türk çocuklarını, birbirleri ile evlenmeye teşvik etmelidir. Yeryüzüne dağılmış vatan çocuklarını evlilik bağları ile üstüste katlamalı, «dar bölge», «aşiret» ve «etnik» gayretlerle birbirlerine kız alıp vermeyen Türk çocuklarını, birbirleri ile evlenmeye «özendirici» tedbirler alınmalı, Türk içtimaî ırkı, «kan ve soy birliği» şuuru ile güçlendirilmelidir. Bu birliğin değeri, asla küçümsenmemelidir.
Öte yandan, yabancı milletlerin kız ve oğulları ile evlenmenin teşviki önlenmeli, bu konuda «kamuoyu» uyanık tutulmalıdır. Bir Germen - Türk, bir Amerikan - Türk,... karması nesillerin her iki millete de fayda sağlayamayacağı ortadadır. Kaldı ki, bu suretle doğan nesillerin şahsiyet gelişimi ve intibakı zorlaşmakta, bizzat bu şekilde doğan kimseleri «mutsuz kılacak» komplekslere sebep olmaktadır.
Başka milletlere ve ırklara düşmanlık duyguları, hiç şüphesiz sapıklıktır. Ama kendi «ırkından» ve millî özelliklerinden utanıp «yabancı ırklardan» damızlık arayan kimselerin «eksiklik «duygularını» hiç de normal karşılamıyoruz. Her «içtimaî ırk» kendi özellikleri içinde güzeldir.
Gözlerinin çekikliğinden utanıp estetik ameliyatla bir Avrupalıya benzemeye özenen bir Uzak-Doğulu; derisinin rengini beyazlaştırmak için bilmem hangi teknikten faydalanmak için Amerikalı ve Avrupalı ilim ve fen adamlarından «meded uman» siyah derili, kemerli burnunu bilmem kimler gibi «yukarıya kaldırmaya» çalışan bilmem hangi zavallı, yalnız kendisi adına acınacak bir durumda değildir. Burada, bir milletin, bir ırkın, eksiklik duygularına kapılarak etine, kemiğine, derisine, saçına ve tırnağına kadar «kendine yabancılaştığının» dramını görebilmek gerekir.
«İçtimai ırk özellikleri» beşeriyete renk getiren, kültür ve medeniyetlere kendine has bir atmosfer kazandıran orijinal değerlerdir. Kur'an-ı Kerim'e göre: «Renklerimizin birbirine uymaması Allah'ın âyetierindendir»,(Er-Rûm, âyet: 22).
Türk milliyetçisi, Türk içtimaî ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailesini de bu espri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitlikten hoşlanmaz. Bununla beraber, başka «içtimaî ırkları» da Allah'ın birer «âyeti» olarak değerlendirir.

«İÇTİMAİ IRK KAVRAMI» BİRLEŞTİRİCİDİR.
«Biyolojik ırkçılık» parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde, «içtimaî ırk» birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşır.
Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir. Ama, «içtimaî ırk» tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip insanlar arasında «kan ve soy birliği» şuurunun güçlenmesine yol açar. Kendi içine kapanan dar bölge, «aşiret», «tabaka», «etnik gruplar» arasında «evlilik köprüleri» kurarak «millî şuuru» güçlendirir. Bütün Türk tarihi boyunca, aşiretler ve beylikler arasındaki çatışmaları yumuşatmada bu yol, pek çok kez denenmiş ve faydalı da olmuştur.
Görülüyor ki, «içtimaî ırk» ile millet ve devlet güçlendirilir. Oysa, milletlerarasında evlenmelerin teşviki, «millî şuuru» çökertmekle kalmaz, kozmopolitleşmeye yol açar. üstelik «milletlerarası» bağların güçlenmesine de sebep olmaz. Avrupa'da asırlar boyu, hânedanıklar arasındaki evlilikler, Avrupa'ya birlik ve bütünlük getirmek yerine, çok karmaşık problemler ve çok kanlı savaşlar getirmiştir. Hiçbir millet kozmopolitleşmeden fayda görmedi ki, insanlığın fayda gördüğünü savunmak mümkün olsun. İnsanlık bir «aile» ise, milletler bunun, «şahsiyetlerini» korumak isteyen ve inkâr edilmeleri imkânsız «birim» leridir. Tarih, milletlerin kolay kolay «yok olmaya» rıza göstermediklerini, aksine çok çetin direnişlere baş vurduklarını kaydeder. Bu sebepten, Fransızların Fransızlıktan, Almanların Almanlıktan, İngiliz'in İngilizten vaz geçerek «Ortak bir Avrupa Milleti» meydana getirecekleri iddiası, milletlerarası savaşın çok kurnazca planlanmış propagandalarıdır. Bunun gibi ne A.B.D.. ne de Sovyetler Birliği, gerçekten «birlik» olabildiler, orada açık veya gizli devam eden «milletlerarası» savaşın bütün izlerini daima göreceksiniz.
Biz, bu sebepten «milletlerarası» karışmanın karşısındayız, fakat bir millet içinde bulunan «bölge», «aşiret», «tabaka» ve «etnik grupların» kendi aralarında kaynaşmasına yol açacak evlenmelerle» içtimaî ırkın güçlendirilmesinden yanayız. Hiç şüphesiz, Türk içtimaî ırkı içinde eriyen, asırlarca kız alıp vererek Türk içtimaî ırkına katılan, Türk tarih, kültür ve ülküsünü benimseyen, gönlünde başka bir milletin özlemini taşımayan. Türk Devlet ve Milleti ile kader birliği eden herkes Türk'tür. Bu sebepten «içimaî ırk» kavramı, biyolojinin değil, sosyolojinin konusudur.
İçtimaî ırk, kozmopolitleşmeyi önler, tarih, kültür, din ve ülkü bağlarına bir de «soy ve kan birliği» şuurunu katar. Dinimiz, ırklar ve milletlerarası evlenmeyi yasaklamamıştır, fakat teşvik de etmemiştir. Daha doğrusu, millet çocuklarının, kendi aralarında evlenmelerini teşvik etmeyi men etmemiştir. Zaten bizim tezimiz, «münferit» birkaç olayla ilgili değildir. Milletlerin kitle halinde, yabancılarla evlenmelerinin tehlikelerine işaret etmek istiyoruz. Bu tehlike, maalesef, bizim ülkemiz için de büyümektedir. Yabancı ülkelere giden «aydın» ve «işçilerimizin» bu konuda korunmalarına ihtiyaç vardır.

İNSANLIK, MİLLETLER VE TARİH
«İnsanlık» mücerret bir kavramdır. Milletler ise, müşahhas gerçeklerdir. Milletleri doğuran coğrafî, tarihî, kültürel, ekonomik, biyolojik, psikolojik ve politik pek çok sebep vardır. Bunları etkisiz bırakmak ve inkâr etmek mümkün değildir.
«Milletler yoktur» demekle milletler yok olmazlar. «Milletler olmamalı idi» demekse tarih bilmemek demektir. «Milletler çağı kapanmıştır» diyenler ise şu anda dünyada cereyan eden «millî bağımsızlık savaşlarını.» gerçekten göremıyorlarsa «kör olmaları» gerekir.
Milletler, inkârları imkânsız birer objektif ve sosyolojik gerçektirler. Tarih, bize, millet ve milliyet gerçeğini inkâr ve ihmal eden «akım» ve hareketlerin, «millet ve milliyet gerçeğinin» sert tokadını yediklerini ve bunlara ters düşen teori ve aksiyonların gerileyip yenildiklerini göstermektedir. Bütün beynelminelci (internationalisî) akımlar, milliyetçilik gerçeği karşısında yenik düşmüşlerdir ve yenik düşeceklerdir. Milli şuurun gücü, ancak ona tecavüze kalkışıldığı zaman anlaşılır. Bu sebepten «internationalist»ler, milliyetçiliğe doğrudan doğruya saldıramadıkları zaman, o milletin samimi milliyetçilerini lekeleyerek bertaraf etmeye çalışır, üstelik riyakârca demagojilerle kendilerini gizleme yoluna baş vururlar.
Bugün, yeryüzü haritasının beşerî tablosu, ayrı ayrı «kültür daireleri» etrafında organize olmuş «içtimaî ırklardan» yani milletlerden ibarettir. Bu durum yalnız bugünün gerçeği değildir, tarihin en eski cağlarından beri müşahede edilegelmektedir. Tarih, bir «kavimler tarihi»dir. Bugün de durum, yine aynıdır. Yer yüzünde milletler vardır ve «insanlık» bunların umumi adıdır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de bu husus şöyle belirtilir: «Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye, sizi şubelere (ırklara, milletlere) ve kabilelere ayırdık...» (Hucurat Sûresi, âyet: 13).
Milliyet fikrinin «Yeniçağ»da doğduğu iddiası mutlaka yanlıştır. Tarihin basit bir incelemesi dahi, bize bunu isbat eder.Her milletin arkasında, onu besleyen büyük bir tarih vardır.
Bu sebepten ne milletler inkâr edilebilir, ne de sun'i milletler meydana getirilebilir. Dikkat ediniz, «sun'i devletler» demiyoruz, «sun'i milletler» diyoruz. Tarih bize, millet şuuru üzerine kurulu olmayan «sun'i devletlerin» geçici olduğunu da göstermektedir.
Hiç şüphesiz «kavimler» sadece çağımızda mevcut değildir. O, binlerce yıllık bir gerçektir. Ancak, «Yeniçağ» da, politika sahasında «millet ve milliyet» gerçeği, sesini daha fazla duyurmuş, ağırlığını daha fazla ortaya koymuştur, denebilir. Tarihin hiçbir döneminde milletlerde «bağımsızlık şuuru» bu kadar uyanık olmamıştır. Zaten milliyetçilik, «bir milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık şuuru ve milletini bir bütün halinde mutlu kılma arzusu» demektir.
Tarih, milletlerin tarihi olarak gelişmiştir ve gelişmektedir. Ancak, çağımızda, milletlerarası savaşlar; karakter ve silâh değiştirmiş bulunmaktadır. Milletler birbirlerini «iç savaşlar» ile çökertmeyi denemektedirler. Bunun için yıkmak istedikleri milletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısındaki problemleri istismar etmektedirler.

TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN ZAFERİ
3 Mayıs 1944, Türk Milliyetçilerinin «bayram» ilân ettiği gündür. Oysa, bu tarihte «bir avuç Türk Milliyetçisi», çeşitli tertip ve iftiralarla tutuklanmış tabutluklara konmuştu. Böyle acılı bir günün «bayram» olarak kabulündeki «burukluğu» bugün daha iyi anlıyoruz.
İnsanın heyecan hayatı, iki temel duygu arasında dolaşır; «haz ve elem», Psikologlara göre haz, «gevşeme ritmini» elem ise «gerilme ritmini» ifade eder. İnsanlar gevşemeyi temin ettiği için hazzı severler, gerilme doğurduğu için elemden kaçarlar.
İnsanların büyük bir çoğunluğu, çok defa «küçük hazlarda» mutluluk arayarak yaşamak ister; büyük hazlar ve mutluluklar, ancak büyük ıstırap ve acılara katlanmayla elde edilebilirler. Hangi büyük eser, hangi yüce dava vardır ki, ıstırapsız ve gözyaşı dökülmeden kazanılmıştır? Yüce Peygamberimiz mukaddes İslâm'ı zafere ulaştırmak için en büyük zahmetlere, acılara katlandı. Bize şanlı bir tarih, muhteşem bir kültür ve medeniyet, sarsılmaz bir devlet ve millet şuuru kazandıran şerefli ecdadımızın çektiği ıstırabı, akıttığı mukaddes kanı ve döktüğü alın terini, sarfettigi göz nurunu bilmiyor muyuz? Yalnız Çanakkale şehitleri için mustarip ve mukaddes analarımızın akıttığı göz yaşları, «nisan bulutlarını» utandıracak ölçüde değil miydi? Evet, büyük zaferlerin, büyük mutlulukların bedeli, büyük ıstıraplardır, büyük çilelerdir.
Çileye ve ıstıraba talip olmayanlar, büyük mutlulukları tadamayacaklardır. Bir ata sözümüzün de dediği gibi «külfetsiz nimet olmaz», o halde, hemen belirtelim ki, «külfetsiz nimet» arayanlar, iddiaları ne olursa osun, birer tufeyli ve beleşçi parazittirler. Bunlar, kendilerini büyük dâvalara adamış yiğit ve idealist kahramanların kanları ile beslenen «tahtakurularından» farksızdırlar.
Biz, yakın tarihimizde müşahade ettik ki, Türk Miliyetçilerinin çile ve ıstıraba duçar olduğu «dönemler», Türk millî şuurunun yeni bir zaferini müjdelemektedir. Mustaripler, mazlumlar ve mağdurlar çoğalıp Türk Milliyetçilerinin safları takviye ettikçe, hareketin aşk ve hararet potansiyeli de artmaktadır.
Milliyetçilik duygularının tipik bir özelliği vardır: Tehlike ile karşılaşmadıkça kendini fazla hissettirmez. Milliyetçilik duygusu, tehlike olmadığı zamanlarda «kovanındaki barut kadar» sessiz ve uysaldır. Fakat ona ateşle veya darbe ile yaklaştınız mı, size mahiyetini ve kudretini gösterir. Bu durum pek çok milliyetçilik düşmanı «beynelmilelci» gafillerin ve bölücü millet düşmanlarının feci şekilde yanılmasına sebep olmuştur. Birçokları, sahipsiz bir arsada buldukları bombayı, oyuncak sanarak taşla, keserle kurcalarken patlamasına sebep olmakla kalmayıp ne olup gittiğini anlamadan mahvolup giden kimseler gibi helak olmuşlardır.
Milliyetçilik, tarihin en büyük gerçeğidir, çağımızın en güçlü hareketidir. Miliyetçilerin ıstıraba ve çileye duçar olduğu «dönemler», devlet ve millet düşmanlarına felâket, dostarına ise saadet getirmeye vesile olmuştur. «3 Mayıs Türkçüler Bayramı» bu demektir.

SOSYAL SINIFLAR VE «MİLLET» GERÇEĞİ
Biz, bir milletin içinde, mevcut olan ve olabilecek ferdi ve zümrevî menfaatleri ve bunların zaman zaman çatışmalarını asla inkâr ve ihmal etmiyoruz.
Bununla birlikte, bir milletin ortak menfaatleri de vardır. Bunlar, bütün fert ve zümreleri ilgilendirecek niteliktedir. Bu tipteki millî menfaatler, «millî iç ve dış meseleler» adı altında toplanabilir.
Kendi menfaatini, milletin menfaati içinde bulamayan fert ve zümreler, ister istemez o milletin kaderini paylaşamıyacaklarından «millete yabancılaşmış» olarak telâkki edilmelidirler. Milletimiz zarar ederken «kâr edenler» veya «menfaat umanlar» bizden değildirler. Yüce Peygamberimiz (O'na selâm olsun) «bizi aldatanlar bizden değildir» diye buyurmuşlardır. Milletimizin aleyhine gelişen durumlar, eğer bizim ferdî ve zümrevî «çıkarlarımızı» zedelemiyorsa, biz, o milletin dışında kalmışız demektir. Üstelik, milletimizi zarara sokan oyunlar, dış düşmanlarımız tarafından organize ediliyorsa, bu durum ferdi ve zümrevî kâr sağlıyorsa, biz yalnız milletimizin dışında kalmayız, düşman milletlere de hizmet etmiş oluruz.
Türk - İslâm Ülkücüsü için, Türk devlet ve milletinin uğrayacağı bir zarar, bizzat kendi zararıdır. Türk milliyetçisi, kendi milletinin ve devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ayıramaz ve ondan çok daha üstün tutar. Millî menfaatler, her zaman ferdî ve zümrevî menfaatlerin üstünde tutulmalıdır. Aksi halde ferdî ve zümrevî «egoizm» şımarır, cemiyet çözülür, devlet ve millet iç çatışmalara düşerek za'fa uğrar, bu durum bütün fert ve zümrelerin zarara uğramasına yol acar.
Sosyolojinin tesbitlerine göre, çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik sebeplerle, bir milletin yapısında sosyal tabakalar, dilimler teşekkül eder. Bu durumun tarih içindeki ve günümüzdeki gelişimi ayrı bir inceleme konusudur. Çeşitli dinamiklerle, insan gruplarında «ufki» (yatay) ve «şakuli» (dikey) bir «sosyal hareketlilik» (mobilite sociale) müşahade edilir. Değişik zaman ve mekânlarda farklı görünüşlerde olmasına rağmen, bu durum her insan grubu için zarurîdir. Günümüzde gittikçe karmaşık bir durum ve biçim kazanan bu sosyal realite sosyologlar ve devlet adamları için önemli bir inceleme ve ilgi alanıdır
«Sosyal sınıflar» yahut «sosyal dilimler», bir milletin sosyal ve ekonomik organizasyonunun bir ifadesi olarak — millî bir yapı içinde — manâlıdırlar. Bir milletle bütünleşemeyen ferdi ve zümrevî menfaatlerin «beynelmilelleşme» (İnternationalise) iddiası saçmadır. Türk çiftçisi, Türk işçisi, Türk esnafı, Türk bürokratı, Türk teknotratı ve Türk işvereni, milletimizin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısı içinde biribirini tamamlayan birimlerdir. Bunlar, bir arada Türk milletini ve Türk devletini «milli bağımsızlık şuuru» içinde teşkil ederler. Yeryüzünde çiftçilerin, esnafın, bürokratın, teknotratın ve işverenlerin ayrı ayrı devletler kurmasını düşünmek saçma ise, «bir dünya işçi devleti» kurmak iddiası da o kadar saçmadır ve komiktir.. Tarih, millet şuurunu reddeden her hareketin başarısızlığa uğradığını kâfi miktarda isbatlamıştır. Bugün yeryüzünden bir işçi devleti yoktur, bu maske ile çalışan «kızıl emperyalist» milletler vardır.

SINIF ŞUURU VE MİLLÎ ŞUUR
Bir milletin ve devletin gücü, «milli şuurun» uyanıklığı ölçüsünde artar, bu şuurun zayıflaması oranında azalır. Biz, Türk milliyetçileri olarak «şahsiyetlerin varlık şuurlarını inkâr etmediğimiz gibi, «sosyal tabakaların», «sosyal dilimlerin»« ve «sosyal sınıfların» dayanışma, istek ve şuurlarını da inkâr ve ihmal etmeyiz. Zaten, tabiatı itibarı ile tarih içinde, «nisbeten kapalı gruplar« durumunda müşahade ettiğimiz sosyal tabakalaşmaların, birbirinden kopmalarını ve birbirlerine «hasım» olmalarını dileyen «akımlara» da yakınlık duyamayız. Bize düşen iş, çeşitli zaruretlerle meydana gelen bu tabakalaşmalar arasında «yakınlık» duygularını arttırmak, münasebetlerini sıklaştırmak, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik denge ve adalet sağlayarak çatışmaları«dayanışma ve işbirliği»haline dönüştürmektir.
Bize göre, «millî şuur», bütün fert, zümre, tabaka ve sınıfları birbirine bağlayan harçtır. Bu harcın kuvveti oranında fertler, zümreler, tabakalar ve sınıflar «millî huzur ve refahtan» pay alırlar. Bu harcın zayıfladığı milletlerde ve devletlerde grup çözülür, egoizm artar, sosyal yalnızlıklar ve adaletsizlikler çoğalır. Millet, «düşman kamplara» bölünür ve «millî devlet» zayıflar.
Bir ülkede «millî şuuru» zayıflatarak «sınıf şuurunu» kışkırtmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek, milletin çözülmesine yardım etmektedirler. Sosyal adalet ve sosyal güvenlik istemek; nerden gelirse gelsin zulüm, haksızlık ve ahlâksızlıkların ortadan kalkmasını istemek ve bunun için teşkilâtlanmak başka şeydir. «Millî şuuru» red ederek, onun yerine «sınıflar şuurunu» kışkırtmak, devleti «zulüm aracı» ilân ederek «devletsiz cemiyet» ütopyası ile «anarşiyi» desteklemek, «millî devlet», millî dayanışma» fikrini yıkarak «internationalisme» havariliği yapmak yine başka şeydir.
Milletlerarası savaşta, milletlerin dışa dönük «çatışmalarını», iç çatışmalarla bertaraf etmek, «rakip millet ve devleti» iç savaşlara sürükleyerek zayıf düşürmek usulü eskiden beri bilinmekle beraber, günümüzün şartları bu tip mücadeleye daha fazla ağırlık verilmesi yolunu açmıştır. Bilhassa süper devletler veya «Uluslararası şirketler», beşinci kol faaliyetleri ile «millî devletleri» iç savaşlarla parçalamak konusunda hayli başarılı olmaktadırlar. Bir milletin «tarihî düşmanları», çeşitli tertip ve propagandalarla kendilerini «dost» göstermeye çalışırken «millet çocuklarını» birbirine «düşman» ilân edebilirler.
Kısaca milletlerarası savaş, kendini «sınıflar arası savaşlar» ile gizlemeye çalışabilir ve çalışmaktadır. Ülkemizdeki oyunlarda bundan başkası değildir. Kızıl ve kara süper-devletler, bilhassa fukara ülkelerde bu oyunu çok «trajik» bir biçimde tezgahlamaktadırlar. Böylece kapitalist ve komünist emperyalistler, kaç millî devleti «kuzey-güney», yahut «doğu-batı» diye parçalayarak aralarında paylaştılar? Şöyle bir dünya haritasına bakmak, faciayı görmeye yeter. Kore, Vietnam, Türkistan, Yemen, Etiopya, Lübnan... gibi devletlere yenilerini eklemek isteyen kahpe oyunları artık görmek gerekir.
Bütün bir milleti «Türk-islâm Ülküsü» etrafında toplayarak «çağların üstünden aşarak» büyük Türkiye'yi kurma dâvasına destek olmanın tam zamanıdır.

SAVAŞ VE MÎLLETLER
Biz, Türk milliyetççileri oiarak, barışı seviyoruz, istiyoruz ve bütün gönlümüzle özlüyoruz. Ancak, esefle belirtelim ki, tarih ve içinde yaşadığımız zaman, bize gösteriyor ki, savaş, inkâr edilmesi mümkün olmayan ve ona hazır olmayanları kahredecek bir tarzda daima mevcut olmuştur.
Savaş aleyhine nutuklar çeken, kitaplar, romanlar yazan, filtmler hazırlayan, en kudretli silâhlara ve ordulara sahip olmak için yine milyarlar harcandığını müşahede ediyoruz. Dikkat ediniz «yumuşama«dan, «barış» tan, «silâhların sınırlandırılmasından» en çok söz eden ülkeler, dünyayı bir anda berhava edecek korkunç silâhlara sahip bulunuyorlar. Üstelik bu silâhlanma yarışını sürdürmeye devam ederek daha korkunç ve daha «etkili» olanlarını keşfetmek için milyarlara milyarlar katmaktadırlar.
Bunun yanında savaşlar sayı ve nitelik itibari ile çoğalmakla kalmayıp gittikçe daha vahim ve dehşet verici bir hüviyet kazanmaktadır. 20. asır maalesef «cihan harbleri» yapmayı öğretti. Kanlı «bloklaşma» hareketleri bütün dünyayı içine aldı. Böylece süper-güçler doğdu. Bu güçler bir diğerinden korktuğu için saldırı biçim ve taktikleri değişti. Ham madde pazarı durumunda bulunan ve mamul maddelere muhtaç fukara ülkeler, «kara» ve «kızıl» emperyalizmin oyunları ile «iç savaşlara» sürüklenir oldu. Kapitalizm «uluslarası şirketler», komünizm ise «sınıf savaşları» vasıtası ile fukara ve muhtaç ülkeleri sömürmenin veya paylaşmanın yolunu buldular. Istırapla belirtelim ki, bu tip savaşlarda Türk ve İslâm dünyasının üçte ikisi ve bütün Afrika yenik düştü.
Biz, bir millet olarak, bu sahne karşısında üzülüyor ve barışı özlüyoruz, onun tesisi için çalışıyoruz. Bugün soydaşlarının ve dindaşlarının yarısından fazlası esir ve sömürge hayatı yaşayan, daha dün, vatanı istilâ edilmiş, milyonlarca insanı öldürülmüş ve kendi yurdunda «İstiklâl Savaşı» vermek zorunda kalmış, bu uğurda ırmaklar gibi kan, bulutlar, gibi göz yaşı akıtmış ve halen de açık ve gizli tertiplerle devleti ve milleti tehlikeye itilen bir millet olarak «savaşın» inkâr edilemez bir gerçek olduğunu ister istemez biliyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki, savaş bir varolma kanunudur. Sun'i bir şey değildir. Tabiatın bağrında var... Savaşı kelebekler ve güvercinler bile yapıyor. Barış güzel şeydir, ama savaşın gerçekliğini inkâr etmeye yetmez. Barış devrelerini bile «nitelik değiştirmiş savaş dönemleri» olarak değerlendirenlere hak vermemek mümkün değildir. Bu sebepten, insanlık dünyasını paylaşmaya çalışan ve paylaşan süper devletlerin «barış ve yumuşama» sloganlarına inanılamaz.
Savaş, ayrı milletler durumunda oluşumuzdan doğmaz, aksine savaşın doğurduğu tehlikelerden milletler halinde teşkilâtlanarak korunuruz. Güçlü bir millet olamazsak «güçlü milletlere» yem olacağımızı biliriz. Savaş yok edilecekse, bu, milletleri yok etmek biçiminde gerçekleşemez, bunun yolu, milletlere saygı olmalıdır. Milletleri yok etmenin adı «barış» değil, ancak «savaş» olabilir.
Unutmayalım, savaşın da, barışın da hem «şereflisi» hem «şerefsizi» vardır. Türk milliyetçileri, şerefli barışları ve savaşları hem yapar, hem alkışlar.

İSLÂMİYET VE MİLLETLER
İslâmiyet, üniversel (âlemşümul) bir davettir. Irkları ve milletleri hem kabul ve tasdik eder, hem de «İslâm kardeşliği şuuru» içinde işbirliği yapmaya çağırır.
İslâm kardeşliği, milleti yok etmeye çalışan komünist ve masonik beynelmilelciliğe (internationalisme'e) asla benzemez ve benzetilemez. İslâmiyet, komünistlik ve masonluk gibi milliyetleri ve ırkları inkâr ederek kozmopolit bir dünya kurmak dâvası peşinde değildir. Yüce ve mukaddes kitabımıza göre, insanlar, Âdemoğulları olarak aynı kökten gelmiş olmakla beraber, çeşitli millî ve ırkî şubeler ve dallara bölünmüşlerdir. Bu durum, ilâhî bir irâde olup inkâr ve ihmal edilmesi mümkün olmayan biyolojik, psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve politik bir vakıadır.
Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'in emirleri o kadar açıktır ki, «Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasanız diye, sizi şubelere (ırklara, milletlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefli takvada en ileri olanınızdır.» Hucurat Sûresi, âyet: 13).
Yine, «O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda bilenler için elbette ibretler vardır.» (Er-Rûm Sûresi, âyet: 22).
Bu âyet-i kerime mealleri, hiçbir tevile meydan bırakmadan, dinimizin ırklar ve milletler karşısındaki tavrını ortaya koyar. Öte yandan, yüce Peygamberimizin (O'na selâm olsun): «kişi kavmini sevmekle kınanamaz» ve «kavmin efendisi hizmet edendir» tarzında ifade buyurdukları meşhur hadîsleri,, konuyu daha da aydınlığa çıkarmaktadır. «İslâm sosyolojisinde», milletler ve ırklar, insanlık kadar gerçektirler ve ancak bunların «şerefi», Allah yolunda gösterecekleri hizmet ölçüsünde değişir, islâm'a göre «şeref», et ve kemikte değil, renk ve biçimde değil, ancak «takvada en ileri olmak»tadır. Bize göre, sarı saçlı bir Alman ile kıvırcık saçlı kara derili bir zenci, «insan olmak haysiyeti» itibarı ile eşittirler. Yine, «beyaz insan» ile «zenci», İslâm olmakla şereflenmişlerse, «din kardeşi» olurlar, manevî rütbe ile şerefleri, bu imanın gerektirdiği aşk, ahlâk ve aksiyon oranında değişir. Bu fazilet yarışında, ileride olmak ise bir renk ve kafatası meselesi değildir. Yüce peygamberimiz, takva yarışına katılmayıp faziletlerle değil «et ve kemik» üstünlüğü, «renk ve kafatası biçiminde şeref» iddia ederek, «cahiliye devri âdetlerine saparak» kavmiyetçilik yapmayı men etmişlerdir.
Yüce Peygamberimiz, insanların, «kavmiyet» adları ile çağırılmalarını sevdiklerini bildikleri için, kendisine «sahabî» olmak şerefine ulaşan başka kavimlerin çocuklarını, bir taraftan «islâm kardeşliği şuuru» ile mukaddes bağırlarına basarlarken, diğer taraftan da «Bilâl El-Habeşî», «Selman El-Fa-risî», «Süheyl El-Rumî»... olarak çağırırlardı. İslâm tarihindeki bu gelenek, hâlâ devam etmektedir.
Evet, İslâmiyet, millî hüviyetimizi koruyarak, bizi âlem-şumul bir davetle bağrına basarak her iki dünyada mutlu kılmak istemektedir: BARIŞ BUDUR.

TOPLUMLARIN ÇÖZÜLMESİ
Birçok sosyolog, insan gruplarının, eski mütecanis (homogene) karakterini kaybetmekte olduğunu, zaman içinde «farklılaşmaların» arttığını, bilhassa son iki yüzyıl içinde ise bu gidişin hız kazandığını belirtiyorlar. Bu tarzda düşünen sosyologlar arasında E. Durkheim, L Bruhi ve F. Tönnies sayılabilir.
Bu sosyologların, Türk - İslâm Ülküsü açısından tenkid edilebilecek pek çok görüşleri bulunmakla beraber biz de çeşitli sebeplerle toplumların «gittikçe çözülmekte» olduklarını müşahede etmekteyiz.
Gerçekten de, insanlar arasındaki farklar, insan gruplar kalabalıklaşıp büyüdükçe, sosyal etkileşim (interaction) çoğaldıkça, iş ve meslekler çeşitlendikçe artmaktadır. Bu durum toplumlarda iki yönlü bir gelişmeye sebep olmaktadır. Bunlardan birincisi ferdiyetçiliğin (individualisme)ın güçlenmesi, ikincisi de «sendikalizmin» doğmasıdır.
Büyük sanayinin doğması ile artan «kentleşme» hızı, ilmin ve teknolojinin gelişmesi ve çoğalan sosyal temaslar, eğitimin yaygınlaşması», büyüyen ve devleşen insan gruplarında «sosyal kontrolün» zayıflaması, ailelerin küçülmesi, geleneğe boğlı dayanışmanın eski gücünü kaybetmesi, insan gruplarında «sosyal yalnızlaşmaya» yol açtı. İnsanlar, kalabalıkların içinde «yalnız» kalmanın ruh haline kapıldılar. «Gemisini kurtaran kaptan» havasında herkes kendini, kendi menfaatini kollar duruma geldi. Toplumla bağları gevşeyen kişilerde egoizmin ve güvensizliğin arttığını herkes bilir. Fert, kendini himâye edemeyen «cemiyete» önceleri küser, sonra ona isyan ederek «kendi bildiği gibi» yaşamaya ve hareket etmeye yönelir. Bu isyanını da «özgürlük» çığlıkları ile maskeler. Oysa, fert, topluma' isyan çığlıkları bastığı bu anda topluma ne kadar muhtaçtır.
Çağımızın gerçek gidişi ve akımı «ferdiyetçiliktir, yani toplumların çözülmesidir. «Toplumcu» akımlar ise, bu çözülme ve fertleşme eğilimlerine karşı bir «tepki» (reaction) olarak doğmuştur. Sürüye, isyanı emreden Nietzsche (Nice)ci akımın, ferdiyetçiliği, «anarşizme» vardıracak ölçüde güçlendirmesi, hürriyetçi (liberal) akımın sosyal bütünlüğü tehlikeye sokacak bir biçimde ortaya çıkışı toplumların, kendilerini korumak endişesi ile «toplumcu akımlara» sarılması neticesini doğurmuş ve sosyolog Sombart'ın tesbitlerine göre yüzden fazla «sosyalist» anlayış biçimi ortaya konmuştur:
Bu «toplumcu akımların», farklılaşmaları ortadan kaldırarak fertleri toplumdan kopardığı, alternatifleri ifade eden «hürriyet»leri yok ederek, «komünal ve sınıf diktatoryasını» esas alan «bir yönetime» dönüşeceğini sanmak «tarihin ters çevrilmesi» kadar imkânsızdır. Ancak, «toplumcu akımların güçlenmesi» toplumu çözmeye götüren «ferdiyetçi gidişe» yeni bir denge ve düzen getirebilecek niteliktedir.
Nitekim, sosyal yalnızlıklara ve güvensizliklere maruz kalan fert ve gruplar, yeniden teşkilâtlanma ihtiyacı ile bir araya gelmeye, bu suretle bir güç olmaya ve birbirlerinde «güven» bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu teşkilâtlanmalar, maddî olmak kadar bir iman, ahlâk ve ülkü bütünleşmesine dönmedikçe başarılı olamazlar.
Nitekim, sosyal yalnızlıklara ve güvensizliklere maruz kalan fert ve gruplar, yeniden teşkilâtlanma ihtiyacı ile bir araya gelmeye, bu suretle bir güç olmaya ve birbirlerinde «güven» bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu teşkilâtlanmalar, maddî olmak kadar bir iman, ahlâk ve ülkü bütünleşmesine dönmedikçe başarılı olamazlar.

SOSYAL ORGANİZASYON
Aşırı hürriyetçilik eğilimleri, ister istemez «ferdiyetçiliği» kışkırtmıştır, «Liberal» düşünceler ve akımlar, gittikçe ('toplumun çözülmesi» neticesini vermiş ve bu durum, bütün dünyada, reaksiyon olarak çeşitli renkte «toplumcu» akımların doğmasına vesile olmuştur. Bu toplumcu akımlar, dinî, millî, ırkçı, sınıfçı, maneviyatçı, maddeci, radikal demokratik... olma iddası altında değişik gruplarda değişik biçimlerde ortaya konmuştur.
Hürriyetçilik, «şahsiyetlerin» doğup güçlenmesi için ne kadar zaruri ise, toplumların çözülüp dağılmasına vesile olacak ölçüde «istismar» edilmesi de o kadar büyük tehlikedir. Sosyal kontrolün zayıfladığı, sosyal normların» geçersiz kaldığı bir vasatta, devleti idare edenlerin işleri güçleşir, polis ve jandarmanın işi çoğalır. Sosyal yalnızlıklar ve güvensizlikler içinde bunalan fert ve zümreler artar.
Sosyal bağların zayıflaması, ferdî iştihaları kamçılamakta, yalnızlık korkusu ve güvensizlik duygusu fertteki «ego»yu kışkırtmakta, hırslar ve başıboş kalmakta, zayıf ve güçsüzler ezilmek tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir.
Bu durumda tehlike ile karşılaşan fert ve gruplar, başlarının çaresini ararken «geleneğe» bağlı dayanışmadan» boşalan sahada, yeni güvenlik» kurumları, dernekler, birlikler, sendikalar, partiler, kooperatifler, şirketler, açık veya gizli teşkilâtlar belirlemeye başlar. Birçok fert ve grup «can havliyle» bu teşkilâtlara kapılanır. Bazıları da zorlanır. Böylece, istesin veya istemesin bir teşkilâta katılan fert ve zümreler, güçleri oranında «üyelerine» menfaat, güvenlik ve refah temin etmeye yönelirler. Bu suretle güçlenenlerin «baskı grupları» meydana getirerek toplumdan bazı «imtiyazlar» koparmayı başardıkları halde, böyle bir varlık gösteremeyenler ise ezilmekte ve sızlanmaktadırlar.
Büyüyen ve sanayileşen ülkelerde, bu problem her geçen gün biraz daha da artmaktadır. İnsanların sırf maddî «çıkarlar» için elele verip, kendi zümre ve grubu için «imtiyazlar koparması» ile doğacak bir toplumda huzur bulunabilir mi? Milletin tamamına yönelmeyen, sadece «güçlü baskı gruplarına» imtiyaz tanıyan bir ülkede mutluluk doğabilir mi? «Sınıf
diktartoryası» ile hangi demokrasiyi, hangi hak ve adaleti temin edebilirsiniz?
E. Durkheim Meslek Ahlâkı adlı kitabında, sırf maddî menfaat bağları üzerine kurulu ve sınıf çatışmalarını esas alan bir sanayi toplumunda huzur aramanın beyhude olduğunu şöyle anlatır: «insanlar arasında, barış ve düzen, tamamı ile maddî illet (sebep)lerden, hattâ pek ileri de olsa, kör bir mihanikiyetten otomatik bir şekilde doğamaz. Bu bir ahlâk işidir».
«içtimaî bir müessese, bir ahlâk disiplini olmadan yaşayamaz. Çünkü böyle olmazsa, ortada ancak birbiri ile çarpışan fert iştihaları kalacaktır. Tabiî olarak da, sonu gelmeyen, bu doymak bilmez iştihaları düzene sokan birşey bulunmaz ise kendiliklerinden (disipline) girecek değillerdir.» (Bkz. E. Durkheim, Meslek Ahlâkı, (M. Karasan) sf: 20-21).
Türk - islâm Ülküsü sadece bir sınıf ve zümrenin değil, bir milletin, Türklük şuur ve vakarı ile İslâm iman, ahlâk, aşk ve aksiyonu ile teşkilâtlanması demektir. Bütün bir millet için huzur, güven adalet ve refah temin etmektir.

SINIF EGOİZMİ VE MİLLETLE BÜTÜNLEŞME
Çağımızda, bihassa büyük sanayi inkılâbına paralel olarak «toplumda» bir çözülmenin müşahede edildiğini ve yeni bir «sosyal organizasyon» ihtiyacı içinde fert ve grupların harekete geçtiğini belirtmiştik. Ayrıca, bir ahlâk ve disiplinden mahrum kalan bu «arayış dönemi»nin doğuracağı tehlikeleri de ortaya koymuştur. Organizasyon ihtiyacının şiddetli sınıf kavgalarına zümre egoizmine dönüşmesi yanında, ezilen, zulme uğrayan kitlelerin anarşiye düşeceğini belirtmiştik.
Bu duruma düşen toplumların, «millî şuur ve ahlâk» açısından kontrol ve disipline ihtiyacı vardır. Devlet, gidişe müdahale ederek, milletin yeni ihtiyaçlar içinde millî ve çağdaş verilere göre «reorganize» olmasını, millî iradeye ve yapıya ters düşmeden temin etmelidir. Aksi halde, toplum başıboş bırakılır, iş oluruna terk edilirse, bunalım büyümekle, kalmaz, iç ve dış istismarlarla kangrene dönüşür. Milli varlık ve bütünlük «sınıf egoizmleri» ile tehlikeye atılmış olur.
Bunun için, «millî devlet» idealine bağlı, Türk milletini bir bütün kabul eden, mazlumu, ezilmişi ve mağduru, tutan, zalimi ezen ve haksızlık yapanı acımadan cezalandıran «ülkücü kadrolara» ihtiyaç vardır. Kim olursa olsun, hangi sınıf ve zümreyi temsil ederse etsin, kendi ferdî veya zümrevî menfaatlerini «milletin» menfaatlerinden ayrı ve önde tutan kimseler ya ferdî veya zümrevî bir «egoizmi» temsil etmektedirler. Yüce Peygamberimiz (O'na selâm olsun). Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîslerinde: «Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm gerdanlığını boynundan çıkarmıştır» diye buyurmuşlardır. (Bkz. Tarîk-un Necat, H.M. Hasan Serhendî (A.F. Meyan) Sf: 65)
Elbette meslekî kuruluşlara ve çeşitli sendikalara ihtiyaç vardır. Benzer iş faaliyetlerinde bulunmak, benzer problemlere sahip olmak, insanlar arasında sosyal ve psikolojik yakınlaşmalar doğurur. Bu yakınlık duyguları ekonomik bağlarla da birleşerek meslek teşekküllerinin ve sendikaların doğmasına, gelişip güçlenmesine sebep olur. Bu, sadece günümüze ait bir vakıa değildir. Tarihimizde «esnafın» kurduğu loncalar da böyle bir ihtiyacın ifadesidir. Ancak, Türk - İslâm kültür ve medeniyetinden kaynaklanan bu «esnaf teşkilâtımız» asla bir sınıf ve zümre «egoizmini» temsil etmez, bir sosyal ve ekonomik dayanışma müessesesi olduğu kadar, dinî, ahlâkî bir «oto-kontrol» vazifesi yapan ve eğitime değer veren teşkilâtlardı. Aynı vazifeyi yapan diğer «esnaf teşkilatları» ile çatışma içinde değil, işbirliği ve dayanışma ruhu içinde hareket ederdi.
Batı'da sendikaiar, bilhassa kapitalizmin istismarı karşısında haklı bir reaksiyon olarak doğmuşlardır. Batı dünyasında «sendika», istismara karşı kan ve göz yaşı ile kurulu olduğundan, öfkelidir.. 18. ve 19, yüzyılın «sömürücülerine» karşı duyduğu bu öfke, bugün de devam etmekle birlikte, şiddetinden hayli kaybetmişe benzer. Gerçi komünistler, bu öfkenin yatışmasını asla istemezler ve aksine daha da

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,79 M - Bugn : 35244

ulkucudunya@ulkucudunya.com