« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ

 

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ
AYHAN TUĞCUGİL
TEORİ

Ankara 1980
Milli Eğitim Bakanlığınca 8 Ağustos 1977 tarih, 1946 sayılı tebliğler
dergisinin 451 ci sayfasında yayınlanan genelge ile ilgililere
duyurulmuştur

TÖRE - DEVLET YAYINEVİ PK 203 Kızılay – Ankara
TÖRE - DEVLET YAYINLARI Nu: 39
DÜNDAR TAŞER'in AZİZ RUHUNA

2

İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
I BÖLÜM İdeolojiler savaşı ve Türkiye
I Fikir Sistemleri Savaşı
II Türk Fikir Sistemi
III Ülkücüler ve Türk Milliyetçiliği Eğitimi
II BÖLÜM FİKİR SİSTEMİ NEDİR?
I — İdeolojilere Sistemsiz Bakış
II — İdeolojilere Sistemli Bakış
III — Sisteme Dört Misal
III BÖLÜM SİSTEMİN UNSURLARI
I Gaye
II Tarifler
III Metot
IV Kabuller
V Uygulama ve Doktrin
IV BÖLÜM GAYE-TERCİH
I «İzm »ler
II Mensubiyet Şuuru ve Cemiyet Bilinci
III Tercih
V BÖLÜM GAYE - VARILMAK İSTENEN NETİCE
I Millet'in Tarifi
II Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin Gayesi
1. Muhafakarlık ve Gelişmecilik
2. Güçlülük
3. Turancılık .
4. Millet'in zaman boyutu ve ülkücülük
VI BÖLÜM METOD - İLİM VE SKOLASTİK
I Giriş
II Skolastiğin Tarihi
III Çağdaş Skolastik
IV Skolastiğin Tahlili
V Türkiye'de Skolastik
1 Din ve Skolastik
2 Bilimsel Sosyalist Skolastik
3 Batıcı Skolastik
4 «Atatürkçü» Skolastik
5 Kitle Haberleşme Vasıtacı Skolastik
VII BÖLÜM METOD-İLİM, İDEOLOJİLER VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ
I Sistem Olarak İlim
II İlmin Gayesi
III Tarifler
IV İlmin Metodu
V İlmin Kabulleri
VI İlmin Uygulaması
VII Bilimsel Sosyalizm ve İlim
VIII İlim ve İdeolojiler
IX Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ve İlim
VIII BÖLÜM TARİH GÖRÜŞÜMÜZ - CEMİYET BİRİKİMLERİNİN TEŞEKKÜLÜ
I Tarih ve Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi
II İnsanda ve Cemiyet Birimlerinde Rekabet
III Cemiyet Birimlerinin Teşekkül Şartları
IV Medeniyet ve Kozmopolitlik Karşısında Millet Birimi
IX BÖLÜM TARİH GÖRÜŞÜMÜZ-CEMİYET BİRİMLERİNİN EVRİMİ
I Tarih Neyin Mücadelesi?
II Tarih İçinde Cemiyet Birimleri
III Evrimin Şartları - Üst Birim – Bağlayıcı Güç
IV Millet ve Ümmet
V Millet ve Sınıf

4
GİRİŞ
Türk Milliyetçiliği üç kademeli bir yapıya sahiptir Temelde, Türk
Milletine ait değer hükümleri veya kısaca «Türklük sevgisi» bulunur
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, yani ideoloji, bu yapının ikinci ve
üçüncü kademelerini teşkil eder

Türklük sevgisi, Türk kültüründen, İslamiyet'ten ve Türk tarihinden
kaynaklanır, şuurlanır. Bu temel olmadan ideoloji boşlukta kalır ve
hiçbir mana ifade etmez Çünkü Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi Türk
Milleti'nin ebedi bekasını gaye edinmiştir Türklük sevgisini yapıdan
çekip aldığınız anda bu gayeyle birlikte fikir sistemi de anlamını
kaybeder ve biz artık Türk Milliyetçisi olduğunu söyleyenlere, «Ya öyle
mi? Ne güzel ama neden mesela İngiliz Milliyetçisi değilsiniz veya
niçin ferdiyetçi olmuyorsunuz?» diye soracak hale geliriz

Ülkücülük yoluna girenler, az veya çok bu birinci kademeyi, temeli,
yani Türk kültürünü, İslamiyet’i ve Türk tarihi şuurunu hissetmiş
demektir Ülkücü çevrede geçirdikleri her gün bu sevgi ve şuur biraz
daha güçlenecek, yerleşecektir! Birinci kademeyi tam anlamıyla hazmetme
hemen hemen imkansız bir iştir Bu zorluk, kültürümüzün, İslamiyet'in ve
tarihimizin derinliğinin tabii bir sonucudur Bu temellerin öğrenilmesi
asla bitirilemez Fakat bu sonsuz yolda atılan her adım olgunluğa biraz
daha yaklaşma demektir (Bu kitap bu temeli anlatmak maksadını
taşımamaktadır Zaten bu temeli bir kitaba sığdırmaya kalkışmak pek akıl
karı değildir)

Diğer taraftan fikir sistemini bilmeden tek başına Türklük sevgisini
taşımak da zor iştir Bu sefer milletini seven, fakat bu sevgi yolunda
ne yapacağını bilmeyen insanlarla karşılaşırız Gerçi bu ikinci eksiklik
birincisi kadar büyük değildir Çünkü sevgisiz ideoloji tamamen
anlamsızken, ideolojisiz sevgi bile bir başlangıç ve bir kuvvettir
Ancak ideolojiler savaşını yaşayan bir dünyada fikir sistemini bilmeyen
Türk Milliyetçisi büyük sıkıntılara mahkûmdur

Bugün Türk Milliyetçiliği eğitiminde, hızla büyümenin getirdiği bir
boşluk var Büyükçe bir kitle fikir sistemini hakkıyla öğrenememiştir
İdeolojisiz sevginin yukarda bahsettiğimiz sıkıntılarına düşmektedir Bu
sıkıntıyla, Türklük sevgisine karşı tavır alanlar bile vardır

Düşmanlarımız temel kademeye, «Vatan, Millet, Sakarya edebiyatı» adını
verip hafife alırlarken bazı iyi yetişmemiş ülküdaşlarımız da aynı
temeli, «hamasi milliyetçilik», «hissi milliyetçilik» klişeleriyle
küçümseyip kendilerine bir «bilimsel milliyetçilik» arar olmuşlardır
Yaptıkları ilk iş bu «bilimsellik»in ispatı için ortaya orijinal
iktisat doktrinleri, sanayi projeleri, sosyolojik reform
planlanmaktır ki, bu aynı zamanda hem iktisatçı, hem mühendis, hem
sosyolog olma gayretine eşdeğerdir ve manasızdır Türk milliyetçiliği
«Vatan, millet, Sakarya»dan ibaret değildir ama herhalde bir demirçelik
tesisi planı veya ithalat ihracat politikası da değildir

Eksiklik şu noktada doğuyor: Temelin hemen üstüne yükselmesi gereken
ideolojiyi, yani fikir sistemini bir patlama hızıyla çoğalan
kitlelerimiz henüz öğrenememişlerdir Onlara bu sistemi komprime halde
verecek kitaplar pek azdır Eskiden, Milliyetçi Hareket dernek
seviyesinde çalışırken sistem eğitimi usta-çırak münasebeti içinde
verilirdi. Komprime kitaplara bu yüzden pek ihtiyaç duyulmamıştı
Talebeler esası, sohbetlerde alır, kendilerine geniş bir okumayla
bilgilerini derinleştirmek görevi kalırdı Bu usul çok güçlüdür Ancak,
sayının artmasıyla işlemez- hale gelir Bugünün şartlarında seminer
grupları ve temel komprime kitaplar zaruret haline gelmiştir
İktisat, eğitim, reform, sanayi projeleri aslında Türk
Milliyetçiliği’nin son kademesinin içindedir Bu son kademeye «uygulama»
diyoruz «Bilimsel milliyetçilik» meraklılarının hatası temelden hemen
uygulamaya atlama gayretleridir Bu iki uç arasında Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi’nin teorisi bulunur Temelsiz sistem ne derece havadaysa,
ideolojisiz uygulama da o derece havada kalmaya mahkûmdur

Türk Milliyetçiliği eğitim planı, fikrin yapısına paralel üç
kademeden geçmelidir:
1) Türk kültürünün, İslamiyet’in ve Türk tarihinin öğrenilmesi
2) Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin teorisinin öğrenilmesi
3) Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin uygulama planlarının
öğrenilmesi

Görüldüğü gibi (1)'de takılıp kalmak ne kadar sıkıntılı ise, (2)’yi
öğrenmeden (3)’e atlamağa çalışmak da o derece anlamsızdır Teori (1)
ile (3) arasındaki yegane köprüdür Köprüden geçmeden uygulama' planlan
aramak beyhude bir gayret olur

Bu kitap, hissedilen eksikliğin giderilmesine yönelmiş bir
teşebbüstür Eski usta - çırak eğitimini komprime haline getirme
çabasıdır İddiası orijinallik değil, eğiticiliktir Bu çalışmanın
devamını teşkil edecek, «Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi — Uygulama
ve Doktrin» adlı ikinci ciltte, inşallah, köprünün öbür tarafına
geçilecek ve teorik ideolojiyle uygulama projelerinin nasıl bağlandığı
görülecektir

Bu kitap, baştan itibaren bir bütün olarak planlanmış ve birinci
derecede ferdi okuma için hazırlanmıştır Ancak, ülkücü teşkilatlarda
seminere dayanan eğitimin ağırlık taşıdığı da göz önüne alınmış ve
kolayca ders kitabı olarak kullanılabilecek bir tarzda sunulmuştur
Bölümlerin başlarındaki planlan sonlardaki özetler ve «Sorular —
Araştırma Konuları»bu ikinci gayeye yönelmek maksadını taşır Sorular —
Araştırma Konuları bölümlerin tamamını kapsamamaktadır Bunlar,
öğrencilerden çok seminer yöneticilerine yol göstermek, misal teşkil
etmek gayesiyle hazırlanmıştır Yönetici işaret edilen tarzdaki soru ve
araştırma projelerini -bütün konuları içine, alacak ve seminer grubunun
eğitimini tamamlayacak tarzda çoğaltmalıdır Soru ve projeler seminer
sonunda tartışmaya ayrılan zaman içinde değerlendirilmelidir.
“Tanrı Türk’ü Korusun ve yüceltsin”
Ayhan Tuğcugil Ankara, 1 Şubat 1977

6
I BÖLÜM
İDEOLOJİLER SAVASI VE TÜRKİYE
«Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken, onlara, bilhassa
mevcudiyetiyle, hakkiyle, birliğiyle, taarruz eden bilumum yabancı
anasırla mücadele lüzumu ve efkarı milliyeyi kemal-i istiğrakla her
mukabil fikre şiddetle ve fedakarane müdafaa zarureti telkin
edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvayı rubiyesine bu evsaf ve
kaabiliyetia zerki midümdır Daimi ve mütlıiş bir cidal şeklinde tecelli
eden hayat-ı akvamın felsefesi, müstakil ve mesut kalmak isteyen her
millet için bu evsafı kemali şiddetle talep etmektedir»
«Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin
hudutları ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin
istiklaline kentli mülküne ve milli ananelerine düşman olan bütün
anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir Beynelmilel vaziyeti
cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı ruhiye ile
mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere
hayat ve istiklal yoktur»
Mustafa Kemal Atatürk

«Siyasi detant, asla ideolojik savaşın duracağı anlamına gelmez»
Leonid Brejnev

BÖLÜMÜN PLANI
I — FİKİR SİSTEMLERİ SAVAŞI
II — TÜRK FİKİR SİSTEMİ
III — ÜLKÜCÜLER VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ EĞİTİMİ

I — FİKİR SİSTEMLERİ SAVAŞI
Her gün şiddetini arttıran bir harbin içindeyiz Ancak bu, eski,
bildik harplerden farklı Cephelerde döğüşülmüyor. Ortada, bayrağı,
milliyeti belli ordular da yürümüyor Fakat harp olmaya harp Fikir
sistemlerinin savaşı, devletleri klasik harp kadar yıpratabiliyor,
bölebiliyor, hatta ortadan silebiliyor Son birkaç senede Türkiye
Cumhuriyeti de bu savaşta mağlubiyetin eşiğine birkaç kere geldi ve
döndü 'Parçalanmadık, çökmedik ama hiç kimse sarsılmadığımızı,
yıpranmadığımızı söyleyemez Gelecekte aynı tehlikenin tekrarlanmayacağına
dair hiçbir garantimiz yok; hatta tersine daha büyük
tehlikelerin varlığı iddia ve İspat edilebilir

Tarih asırlardır milletlerin mücadelesini yazıyor Günümüzde de
tarihin itici yürütücü amili yine milletler mücadelesi, Ancak şartlar,
özellikle teknik gelişmeler bu mücadelenin metodunu, biçimini
değiştiriyor İkinci Dünya Harbine kadar milletler mücadelesi sık sık
savaşlar halinde yürütüldü Otomatik silahların keşfinden önceki
harplerde, muharebe eden ordular bir sahrada karşı karşıya gelir ve
savaş, duruma göre bir tarafın taarruzu, diğer tarafın müdafaası şeklinde
sürerdi Kısa zaman sürelerinde çok mermi atabilen otomatik
silahlar, bilhassa makineli tüfekle birlikte «tabya» sistemi yeni
muharebe usulü oldu Çünkü, otomatik silahlarla savunulan tabyalara
karşı piyade hücumları çok zayiata yol açıyordu Muharebe usullerindeki
gelişmeler, onları takip etmemiş ordulara ağır darbelerle kendilerini
öğretirler Tabya tarzını iyi bilmeyen 150 bin kişilik Rus-Romen Ordusu
Plevne önünde Gazi Osman Paşa’nın 30 bin askeri karşısında tam beş ay
mıhlanıp kalmış, 50 bin ölü gibi korkunç bir zayiat vermişti Birinci
Dünya Harbinde baştan sona kadar tabya siper usulüyle dövüşüldü Yirmi
sene sonra, İkinci Dünya Harbi patlarken şartlar ve teknik bir daha
değişmişti Zırhlı birlikler ve uçak, harbe yeniden hareketlilik, hem de
tabya öncesi devrin- kinden çok daha süratli bir hareketlilik getirdi
Cephe gerisindeki moralin, iktisat faaliyetlerinin, üretimin en az
cephe kadar önemsediği «Topyekûn Harp» kavramı da bu harbin bir
yeniliğiydi 1930’larda, 1940'larda «Topyekûn Harp» artık bir zaruretti
Çünkü gelişen haberleşme sistemleri cephe gerisinin moralini, azmini
veya çöküşünü, bölünüşünü hemen aynı gün cepheye aksettirebiliyordu
Teknik muharebe vasıtaları, eskisinden daha çok cephe gerisindeki
sanayinin sağlıklı işleyişine bağımlıydı Nihayet uçaklar, bu sanayiyi
tahrip gayesiyle savaşı zaten cephe gerisine getiriyordu Her savaştaki
gibi bu sefer de gelişmeyi takip edemeyenler oldu Komünizm ve gözü
kapalı sulhçuluk akımlarıyla cephe gerisi zaten çökmüş olan Fransa,
modern silahlarına rağmen Majino hattı denilen 1 Dünya Harbi; usulü dev
tabyanın arkasında oturup bekledi ve Alman’lar karşısında birkaç günde
bozguna uğradı

İkinci Dünya Harbi’nden sonra geliştirilen çekirdek silahları ve
kıtalararası balistik füzeler, milletler mücadelesi usulünü bir kere
daha ve kökten değiştirdi Özellikle 1950’lerden itibaren iki düşman
blok - çok kullanılan ve her zaman doğru olmayan adlarıyla doğu ve batı
- birbirlerine, eski harplere kıyas kabul etmeyecek zayiatı verdirme
imkanını her an ellerinde tutar oldular Çekirdek silahlarının tahrip
gücü o kadar büyük ve bunları hedefe gönderme vasıtaları olan kıtalararası
balistik füzeler ve stratejik hava kuvvetleri o derece hızlı
ve hassastı ki taraflar, bir atom harbinde galiple mağlup arasında pek
az fark olacağı kanaatine vardılar Ve milletlerarası mücadeleyi yeni
bir usulle sürdürdüler; Soğuk Harp! Son yıllarda bu savaşa üçüncü bir
nükleer güç, Çin de katıldı Diğer taraftan batı Avrupa milletleri
bağımsız dördüncü bir unsur olma yolunu tuttular Japonya aynı hedefe
ilerlemekte Soğuk harp, veya diğer isimleriyle propaganda harbi,
ideolojik harp; yani fikir sistemlerinin savaşı bütün şiddetiyle ve her
geçen gün şiddetlenerek devam etmektedir

Fikir sistemleri savaşını bir bakıma, cephesiz bir «Topyekûn Harb»e
benzetebiliriz Sadece cephe gerisinde verilen bir «Topyekûn Harb» Yeni
harple eski usuller arasında başka bir benzerlik de, belki tarih kadar
eski olan «bölücü propaganda» taktiğindedir Nitekim asırlar boyunca
Türkiye'de İran, şii - sünni ayırımını; Rusya; Ermeni, Sırp, Bulgar,
Yunan milliyetçiliğini; İngiltere ise Arap, Yunan milliyetçiliklerini
ve Kürtçülüğü tahrik etmişlerdir Ancak eskiden, bölücülük çalışmaları
sadece etnik tahriklere ve mezhep-din kışkırtmalarına yönelmiş ve
klasik harbin bir hazırlığı olarak düşünülmüşken bugün, etnik, dinmezhep
bölücülüğüyle birlikte ideolojik bölücülük de kullanılmak' ta ve
bu usul bir hazırlayıcı değil, esas harp vasıtası olarak ele
alınmaktadır

8
İkinci Dünya Harbinde cephe gerisinin morali esas hedeflerden biriydi
Yeni harpte, «moral kavramı daha genişlemiş ve bir milletin dünya
görüşü, felsefesi, ideolojisi, yani fikir sistemi esas hedef alınmıştır
Gaye, düşmanın askerlerini öldürmek, topraklarını İşgal etmek değildir,
Çünkü böyle davranışlara sık sık başvurulması tarafların korktuğu atom
harbini başlatabilir Öldürmek veya işgal yerine kafaları esir etmek
aynı sonuca giden daha tehlikesiz bir yoldur Nitekim tarihimiz boyunca
—şükürler olsun-— bir askeri mağlubiyet sonunda İstanbul veya Ankara’ya
Rus bayrağı asılmamışken, aynı bayrak her iki şehrimizde de kendi
vatandaşlarımızın, elleriyle çekilebilmiştir Yukarda, dış
düşmanlarımızın Türkiye'ye karşı kullandıkları klasik silahlar arasında
saydığımız şii — sünni kışkırtmaları, kürtçülük tahrikleri bugün kendi
insanlarımız tarafından, siyasi partiler tarafından ve zaman zaman TRT
ve Milli Eğitim teşkilatı gibi kendi devletimizin imkanları
kullanılarak yürütülebilmektedir.

Fikir sistemleri savaşının ateşi, propagandadır Silahları: Radyolar,
televizyonlar, kitap, dergi, gazete, bildiriler ve nihayet vasıtasız
sözdür Savaş alanı, dağlar, ovalar değil, üniversiteler, fabrikalar,
şehir meydanları veya özetle: Beyinlerdir. Hedef düşmanı öldürüp
yaralayarak değil, iç karışıklık çıkartarak zayıflatmaktır. Zayıflatmak
zaten başlı başına bir gaye teşkil eder Çünkü klasik harplerden çoğunda
da galip, mağlup devleti ortadan kaldıramamış; fakat zayıflatmakla,
parça koparmakla yetinmiştir: Yine de son hedef, tam galibiyet,
kafaları esir edilen milletin zayıflatılıp bölünerek sonunda siyasi
anlamda da ilhak edilmesidir

Fikir sistemleri harbinde büyükçapta tam ilhakler İkinci Dünya
Harbinin hemen ertesinde, bugün peyk durumuna düşmüş devletlerde
Çekoslavak’ya, Macaristan, Bulgaristan gibi görüldü. Tam ilhak, ancak
kızıl ordunun süngüsüyle başarıldıysa da esarete gidişte yerli komünist
partileri mühim rol oynadı Zayıflatmaya, bölmeye en yakın misal,
Türkiye’nin son yıllarıdır Pakistan daha birkaç sene önce büyük bir
parçasını kaybetti Şu satırlar yazılırken Portekiz bu cins bir
mağlubiyeti tadıyor. Fikir sistemleri savaşı başlıyalı beri bütün Latin
Amerika ve Orta Doğu, ileri cephe durumundadır

Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi ve zaman zaman Adalet
Partisi çevrelerinden ileri sürülen bir görüş; fikir sistemleri
savaşının iktisatta geri kalmış ülkelere has olduğu, ekonomik
gelişmenin bu meseleyi kökünden çözeceğidir Bu fikrin yanlışlığını
tesbit için kitap değil, sadece gazete okumak bile yeter: Yukarıda
sözünü ettiğimiz Portekiz iktisapta bizden ileridir Aynı harbin
darbelerini zaman zaman yiyen Yunanistan’da fert başına düşen milli
gelir, bizimkinin yaklaşık iki katıdır Yine solcularımızın iki bin
bilmem kaç sene sonra bugünkü seviyesine ancak yetişebileceğimizi ilan
ettikleri İtalya'da bugün, İtalya tarihinin belki en büyük komünist
tehdidi yaşanıyor Japonya dış münasebetlerinin sarsılmasına kadar varan
ideolojik sokak hareketlerine sahne oldu ve hala fikir sistemleri
savaşırım darbelerini yemekte. Daha dün — 1968, 69’larda — umumiyetle
komünistlerin öncülüğünde yürütülen ve bütün Batı Avrupa’yı sarsan
talebe hareketleri bu kadar çabuk mu unutuldu? Nihayet ABD, Güneydoğu
Asya mağlubiyetini en az cangıl savaşındaki kadar, kendi memleketindeki
öğrenci gösterileri, sokak hareketleri ve basın — yayın taarruzundan
aldı Eğer, soğuk harbin yıkıcılığından kurtulmanın tek ve kesin yolunu
iktisatta görenler, İtalya ve ABD gibi ülkelerin refah seviyesinin
birkaç yüz misli üstüne çıkılacağı ve belki birkaç bin yıl sonra
gelecek bir devirden değil de bugünden bahsediyorlarsa,
saçmalamaktadırlar.

Bu noktada akla gelebilecek bir soru var: Fikir sistemleri savaşı,
bildiğimiz klasik harbin tarihe karıştığını mı gösterir? Bu soru Kıbrıs
savaşından önce daha modaydı Belki çok sayın aydınlarımız birkaç sene
sonra Kıbrıs’ı unutup tekrar moda haline getirirler Ne zaman sorulursa
sorulsun, bunun cevabı «Kesinlikle hayır!» dır Aksine inanarak asker gücüne önem •vermeyen bir milleti felaket bekler1

Fikir sistemleri savaşının asıl sebebi, klasik harpten
gönüllü bir vazgeçme değil, klasik harbi göze alamamaktır «Hazır ol
cenge eğer ister isen sülh - u salah» sözü bugün eskisinden de
geçerlidir Ancak, taraflar, dünyanın herhangi bir noktasında ateşli bir
harbe zaman zaman cesaret etseler bile bunu sınırlı tutmağa çalışmakta,
imkanları olduğu halde çekirdek silahlarını kullanmamağa dikkat
etmektedirler Nasıl biraz önce, İkinci Dünya Harbi’nin zırhlı
birlikler, uçaklar ve topyekûn harp usulünün savaşı olduğunu söylerken,
«Bu harpte hiç siper muharebesi yapılmadı» demek istememişsek; fikir
sistemleri savaşı çağında da hiçbir zaman klasik harp yapılmayacaktır
diyemeyiz. Nihayet, fikir sistemi savaşının ana cepheleri olan
üniversite, fabrika ve meydanlarda da bugün silah kullanıldığı bir
vakıadır. Ancak eskiden moral harbi ve bölücü propogandalar ateşli
harbin yardımcılarıyken, bugün tersine, silahlı çatışmalar ve hatta
sınırlı harbler, esas savaşın, fikir sistemleri savaşının yardımcıları
sayılmaktadır Komünistlerimiz, adam öldürmeye bile «silahlı propaganda»
adını veriyorlar.

Tabya - siper savaşı yapan otomatik silah kullanan bir düşmana karşı
en iyi müdafaa, yine tabya - siper vs otomatik silahtı Zırhlı
birlikler, uçak ve topyekûn harp devrinde aynı silahlarla karşılık
veremeyen taraf ’mutlak mağlubiyete mahkûmdu Fikir sistemleri savaşında
da kesinlikle gerekli silah fikir sistemidir İdeolojik taarruza öz
fikir sistemiyle karşı duramayan milleti yine mutlak mağlubiyet
beklemektedir Türkiye'de bazan iyi, bazan kötü niyetle sık sık
tekrarlanan «Anarşi polis tedbirleriyle önlenemez» sözü bu açıdan doğrudur
Ancak daha doğrusu «Anarşi sadece polis tedbirleriyle
önlenemez»dir Nasıl tabya devrinde tüfek ve süngü tamamen lüzumsuz hale
gelmemiş, tank-uçak devrinde siper tamamen ortadan kalkmamışsa, bir
devleti koruyan güvenlik kuvvetleri ve kaza organı da fikir sistemleri
mücadelesinde tamamen saf dışı bırakılmamıştır. Bunlar, gerekli, fakat
yeterli değillerdin Güçlü bir milli felsefe yokken güvenlik kuvvetleri
ve adalet mekanizması sürekli bir aşınmaya uğrar Sonunda düşman
fikirler, bu müessese mensuplarının beyinlerini de işgal edip onları
ters görev yapar duruma itecektir ideolojik taarruza mağlup olmuş bir
güvenlik veya adalet mekanizması artık devleti korumak yerine devleti
yıkmakta düşmanla işbirlikçi duruma düşmüştür Çünkü bu müesseselere
mensup insanlar, teker teker «düşman kuvvet» haline gelir Bu noktaya
varıldıktan sonra, iktidar henüz düşmana teslim edilmemiş bile olsa
polisin içindeki esir beyinler fırsatım buldukça devleti yıkmağa
çalışanları değil, onlara karşı duranları yakalamaya, yargı organları,
devlet düşmanlarını hapsetmeğe değil, serbest bırakmaya
çalışacaklardır. Buna karşılık güçlü bir milli fikir sistemi milleti
kavradığında, bir zamanlar devleşen tehlikelerin hızla eriyip yok
olduğu, bu konuda güvenlik kuvvetleriyle adalet mekanizmasına artık pek

10
az iş düştüğü görülecektir.

Fikir sistemleri savaşmaktadır; savaş vasıtası olmaktadır Çağımızda
milletini seven, yurdunu seven hiçbir insan bu öldürücü savaşa bigane
kalamaz «Bana dokunmasınlar da» diyemeyecek kadar ahlak sahibi isek, bu
kavganın esasını, sebebini anlamak; sonra da Türk Milleti için, Türkiye
için elimimden geleni yapmak zorundayız Kaldı ki, fikir sistemleri
savaşında «Bana dokunmasınlar da» düşüncesinin de emin bir sığmak
olmadığım yakın tarih defalarca ispatlamıştır.

II TÜRK FİKİR SİSTEMİ
Türkiye’de, «Peki acaba biz hangi fikir sistemini seçelim? Bizim
milli, öz fikir sistemimiz hangisi olsun?» sorusu muhakkak ki son
derece lüzumsuzdur Türkler, son yağmurla yfer yüzüne inmiş, nevzuhur
bir millet değillerdir Binlerce yıllık tarihe sahip bir milleti, ilk
elbisesini arayan yeni doğmuş bir bebeğe benzetmek herhalde akıllı işi
değil Türkler dünyanın en eski milletlerinden, Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi de dünya- nin en eski milliyetçiliklerinden biridir
Türkiye Cumhuriyetimin temelinde bu fikir sistemi vardır Son bağımsız
Türk Devletinin bütün anayasalarında Türk Milliyetçiliği hareket
noktasıdır Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, Türkiye’de yalnız siyasi,
yalnız hukuki bir vakıa değil; aynı zamanda bir İçtimai gerçektir
Saptırmalar hangi noktaya varırsa varsın, son tahlilde bu devletten
Türk Milliyetçiliği’ni söküp atmak, ancak milletiyle, sosyolojik
anlamda cemiyetiyle birlikte bu devleti yıkmakla mümkündür. Cesareti
olan deneyebilir; fakat tarihte bu işi becerebilen çıkmamıştır. Bilge
Han'ın «Türk! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin ilini
ve töreni kim yıkabilir?» sözü, Osmanlı’nın Devlet-i ebed müddet»
inancı ve Mustafa Kemal’in « fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar
kalacaktır!» sözleri, hüsnüniyetli dilekler değil, binlerce yıllık bir
tarih tecrübesinin ifadeleridir.

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, yalnız köklülüğü değil, aynı
zamanda sistem olarak güçlülüğü, işlenmişliği ve gelişmişliği açısından
da diğer fikir sistemlerine kıyasla üstündür Orkun kitabelerine 8
asırda kazılan «Milletim için gündüz oturmadım, gece uyumadım,
çalıştım!» sözleri o tarihlerde en iyi tercüman tarafından bile
Avrupali’ya anlatılamazdı Çünkü Avrupalı henüz millet kavramına sahip
değildi 20 asrın Avrupa milliyetçilikleri dolikosefal-brakisefal kafa
avına çıktıklarında Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin «millet'ler
ailesi» kavramını vazetmişti Nihayet Atatürk’ün bu yazının başına
aldığımız sözleri, Türk Milliyetçilerinin daha 1920’lerde Fikir
Sistemleri Savaşı’nı görebildiklerinin açık delilidir.

Köklülüğü, sistem olarak gelişmişliği ve Türkiye Cumhuriyeti'nin
temel felsefesini teşkil etmesi açısından Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin durumu ne derece olumluysa, günümüzün Türk aydını
tarafından benimsenmesi, anlaşılması açısından da maalesef aynı
derecede olumsuzdur Bir taraftan komünist fikir sisteminin taarruzu
altında siyaset alanında mantık dışı bir batı aleyhtarlığına kapılan
kafalar; korkunç bir çelişkiyle, fikir alanında batıya tam tutsak
olmuş, batıdan başka bir kaynaktan fikir sistemi doğamayacağına sofuca
iman etmişlerdir. İster komünist, ister sosyal demokrat, ister liberalkapitalist
olsunlar, kendi fikir sistemlerinin batı menşeli olmasının
aşağılık duygusunu taşıyan bu adamlar, batı dışından, bilhassa Türk'ten
bir fikir sistemi çıkamayacağına o kadar emindirler ki, Türk
Milliyetçiliğine de mutlaka yine batı menşeli bir Nazi veya Faşist
etiketi yapıştırmadan rahat edememekte, aşağılık duygularını teskin
edememektedirler

Bir başka sapma, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi yerine
«Atatürkçülük» teklifidir Atatürkçülük, Atatürk’ün ölümünden sonra icad
edilmiş bir klişe, bir istismar vasıtasıdır İstismar o dereceye
varmıştır ki, komünistinden kapitalistine kadar fikir yelpazesi, birçok
siyasi parti «Atatürkçü», «Gerçek Atatürkçü», «En gerçek Atatürkçü»
rozetlerini çekinmeden takabilmişlerdir Kafalardaki bulutlar o derece
yoğun hale gelmiştir ki, kelli felli adamlar Türk Milliyetçileri ile
komünistlerin karşısına geçip «Atatürkçü çizgide birleşin!» vecizesini
söyleyebilmişlerdir Bu saçmalık, istiklal harbinde Kuvayı
milliyecilerle Yunan işgal kuvvetlerine «Atatürkçü çizgide birleşin»
demekten farklı değildir. Aynı tip kafalardan biri, Türk Hava Yolları’
na ait bir uçağı Bulgaristan’a kaçıranlar için, «Bir Türk genci bunu
yapmaz» lafını sarfetmiş, Bulgaristan’dan gelen, «Bizim Türk olduğumuzu
sana kim söyledi?» cevabı ile şaşırıp kalmıştı Eğer Atatürk yaşasaydı,
ilk hakkından geleceği ekip, herhalde bu Atatürkçüler olurdu Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi'ni reddedip Atatürkçülük’ü teklif etmek,
İslamiyeti reddedip yerine Hz Ömerciliği, komünizmi reddedip yerine
Lenin’ciliği, Nazizmi reddedip yerine Hitler’ciliği teklif etmeğe
benzer Türk MilliyetçiIiği'nin ismi Atatürkçülük değildir ama Atatürk,
kesinlikle bir Türk Milliyetçisidir. Gazete kültürü ile bile, Ziya
Gökalp — Atatürk sürekliliğini fark etmemek, özel bir geri zekaya
ihtiyaç gösterir.

Aydınımızdaki bu fikir karışıklığının, bütün bu sapmaların temelinde
yine cemiyetimize yönelen yabancı fikir sistemi saldırıları yatar
Yabancı ideolojiler, Türkiye'deki yegane başarı imkanlarının Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin mağlubiyetinde yattığını çok erken
farkettiler Fakat devletin temelini teşkil eden bu sistemin doğrudan
üzerine yürümek pek akıl karı değildi Mücadeleleri 30-35 sene sürdü
Bütün saçmalığına rağmen kesif bir propaganda hücumu ile Türk
Milliyetçiliğinden farklı bir «Atatürkçülük» yanlışı yaratmak ve bunu
Türk Milliyetçiliği’ne karşı kullanmak ilk başarılı adımdı Aslında
«Atatürkçülük» kullanılırken de aydınımızda mevcut, fakat sistemsiz
olan Türk Milliyetçiliği’nden faydalanılıyordu. İkinci bir taarruz
hattı, önce «inkılapları korumak» anlamındaymış gibi takdim edilen bir
«devrimcilik» kavramından yavaş yavaş «ihtilalcilik» anlamına gelen bir
kavrama geçişti Önceleri «Devrimci» inkılapçı, özellikle «inkılapların
müdafii» manasında kullanılırken, yavaş yavaş «ihtilalci», özellikle
«komünist ihtilalcisi» manasını kazandı Devrimci Gençlik Federasyonu
(Dev-Genç); Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’teki
«Devrim» kelimeleriyle herhalde şapka, harf, takvim, vs «inkılapları»
kastedilmemektedir «Gerici» kelimesi de bir zamanlar «irtica» anlamına
kullanılırken gün geçtikçe «devrimci»nin zıddı, düşmanı, yani «komünist
ihtilale direnen» manasını aldı (komünist ter- minolojide «reaksiyoner»
veya «karşı devrimci») Milliyetçi hisler ve Cumhuriyet aydınının
sistemsiz milliyetçiliği bu şekilde saptırılırken ikinci bir cephe,
komopolitlik propagandasıyla açıids Türk Milliyetçiliği doğrudan hedef
alınmıyor, fakat çağımızda artık bütün milliyetçiliklerin modassmn
geçtiği, «çağdaş» fikrin, milliyetten sıyrılmış bir dünya vatandaşlığı

12
olduğu anlatılıyordu Türk Milliyetçiliği iyi, hoş olabilirdi ama
«çağdışı» idi Milliyeti reddetmek ise «geniş görüşlülük», «dar
kalıplardan kurtulmak» idi Bu fikirlerin revaç bulmasında yabancı
misyon okullarının da hayli rol oynadığına işaret etmek gerekir Dünya
20 asırda ve tam millletler mücadelesinin doruğundayken, kategorik
milliyet düşmanı komünistler bile milliyetçiliği kabul eder ve yana
yakıla «millet gerçeği»nden bahsederken aslında kozmopolitlik fikrinin
kendisi çağdışı idi. Ama propagandada, fikir sistemleri savaşında, bir
fikrin, bir sloganın başarı sağlaması için muhakkak doğru olması
gerekmez ki Sık, sık tekrarlanması, bağrılarak tekrarlanması ve hep bir
ağızdan tekrarlanması kafidir.

Tamamen kelimeler ve kavramlarla oynamaya ve propaganda sanatının
bütün inceliklerini kullanmaya dayanan bu taarruz, aslında «aydın»,
«münevver» sıfatlarına asla layık olmayan bir kısırn «okumuş»larımız
üzerinde son derece tesirli oldu Bu kademe aşıldıktan sonra yabancı
ideoloji hücumunun işi artık kolaylaşmıştı Nihayet 1938 - 1971
döneminde komünizm, etnik bölücülük-kürtçülük, mezhepçilik bütün
açıklığıyla ortaya çıktı ve serbestçe propaganda edilir oldu Artık
«Atatürkçülük» istismarına bile ihtiyaç duymuyor aslında zaten düşman
oldukları bu Türk Milliyetçisi'ne de rahatlıkla sataşabiliyorlardı: Bir
«beyin yıkama» şiddeti gösteren hazırlayıcı propagandanın zayıflattığı
kafalar, bu esas hücum karşısında kolayca teslim oldu 1950’lerin
«Atatürkçü»leri, 1960’ların «devrimcileri, ya kendileri de ne
olduklarını anlamadan basbayağı komünist oluverdiler; yahut da
komünizmi kürtçülüğü, mezhepçiliği açık açık gördükleri halde yıkanmış
beyinlerindeki devre bir türlü kapanmadı ve Lenin’de «Atatürkçülük»,
Mao’da «devrimcilik» arayan entellektüel bunaklar haline geldiler.
12 Mart 1971, uçurumun kenarındaki son bağımsız Türk Devleti'ni
kurtarmak için ordunun giriştiği bir harekettir Acil bir ihtiyaca cevap
olarak, kapıyı çalan bir tehlikeye karşı; bir sol darbe teşebbüsüyle
aynı günlerde doğdu Ve önce yanıldı Bu «devrimci» lerin «inkılapçı»
olduğu safsatasına bir nebze olsun hala inanıyordu Bazı reformlar, yani
inkılaplar vadeden bir hükümet kurulursa «devrimci gençler»in evlerine
gidip oturacaklarını sandı. Darbelenerek, vurularak uyandı ve sonunda
hareket, gerçekçi rayına oturdu Fakat hala çağdaş harbin, Fikir
Sistemleri Savaşının tekniklerin' den habersizdi. Canlarını dişlerine
takarak gerçekleştirdikleri işler, kesif bir propaganda hücumuyla çok
kısa zamanda tesirsizleştirildi. Türkiye Cumhuriyete mahkemelerinin
mahkûm ettiği suçlular siyasi-hukuki oyunlarla serbest bırakılmakla
kalınmadı; propaganda ile de bir anda kahraman, devletin sahipleri’ni
suçlu mevkiine geçirildiler. 12 Mart, tabii olarak Türk
Milliyetçiliğine dayanıyordu ama fikri, sistemli olarak bilmiyordu 12
Mart’ın gücü vardı ama propagandası yoktu; hakkıyla anladığı bir fikir
sistemi yoktu. Çağdaş harbin bu modern silahları; fikir sistemi ve
propaganda, 12 Mart’ı da bir anda İkinci Dünya Harbinin Majino Hattı
gibi silip süpürüverdi. Bugün düşman, daha büyüyerek, daha
tecrübelenerek kaldığı yerden hücumunu devam ettirmektedir.
Yeni savaş, Türkiye cephesinde bütün şiddetiyle devam ediyor Yenilmek
istemeyen bir Türkiye'nin, tek kurtuluş yolu, her harpte olduğu gibi
bunda da, bu harbin silahını kullanmaktır Fikir Sistemi taarruzuna
fikir sistemi ile cevap vermektir. Türklerin tabii fikir sistemi,
Türkiye Cumhuriyetinin temelindeki sistemi, Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemidir. Önce öğrenilecek, sonra da uygulanacak sistem budur.

III ÜLKÜCÜLER VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ EĞİTİMİ
Fikir Sistemleri Savaşında, propaganda taarruzu altında standart
Türkiye okumuşu tam bir mağlubiyete uğramıştır Şaşkın, kararsız,
iktidarsızdır Aydın kesimin çoğunluğundaki bu çöküşe karşılık aydınlar,
gençlik ve ilim adamları arasında bir bölüm, aksine, büyük bir
zindelikle yeni savaştaki yerini almıştır Dostların «ülkücüler»,
düşmanların «komandolar» adını verdikleri bu gurup, Türkiye’de yeni
savaşa çağdaş silahla, fikir sistemiyle atılmış ve bütün maddi
imkansızlıklara rağmen düşmanı durduran ve adım adım, cephe cephe
gerileten bir güç olarak ortaya çıkmıştır Başarılarının, özellikle
Türkiye'deki bütün müesseseler saldırı karşısında gerilerken bunların
ilerlemesinin yegane sebebi, hareketlerine Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’ni rehber edinmeleri, fikir sistemi saldırısına, kendi fikir
sistemleriyle cevap vermeleridir Düşman da bunun farkındadır ve ilk
hedef, boy hedefi olarak Milliyetçi Hareket’i seçmiştir Çok rey alan
sağcı partiler, büyük maddi imkanlara sahip diğer sağcı kuruluşlar bir
tarafa bırakılmış, bütün saldırı ülkücüler üzerine teksif edilmiştir
Buna rağmen düşman, Milliyetçi Hareket’le karşılaştığı her noktada
gerilemiş, Milliyetçi Hareket ise, çağımız harbinin tekniğini bilmeyen
seyircileri çok şaşırtan bir gelişme göstermiştir Bugün Türkiye’de
ülkücülerin son bağımsız Türk Devletini savunmadıkları bir bölge,
ülkücü teşkilatların «Biz varız! Önce bizi yenmeniz lazım!» diyerek
ideolojik taarruzun karşısına dikilmedikleri bir kesim kalmamış gibidir.
Ancak, bu süratli büyüme bir problemi, bir boşluğu da beraberinde
getirdi Yeni harbin Türkiye üzerindeki tehdidinin henüz açık seçik
belirmediği ve Milliyetçi Hareket’in siyasette kendi ismiyle ortaya
çıkmadığı 1965 öncesinde Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin
mensupları sayıca az, fakat eğitim, yetişme bakımından üstündüler
Azlık, eğitim guruplarının kolayca kurulmasını ve ani tehlike yokluğu
da ciddi, derin çalışma imkanını sağlıyordu O zamanlar Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi usta-çırak münasebeti içinde kolayca
verilebiliyor, öğrencilere sadece, sistemin İnceliklerine,
derinliklerine inebilmek için geniş bir oku-ma-tartışma görevi
düşüyordu 1965 sonrasında, özellikle son yıllarda görülen hızlı büyüme,
küçük eğitim guruplarını imkansız kılarken, yabancı ideoloji saldırısının
her an canlı duran tehdidi de bizi devamlı harekete zorluyor ve
ülkücülere rahatça okumak, arattırmak, tartışmak için daha az zaman
bırakıyordu Bu durum, küçük ve derinlemesine çalışan eğ:tim guruplarından,
fikir hızla öğretecek geniş eğitim sınıflarına, seminerlerine,
fikir sistemimizin sözlü anlatmandan da, kitapla öğretimine geçişi
zorladı.

Sonuç olarak, bugün, ülkücülerin, Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin yolunda, onun direktifiyle hareket etmelerine rağmen,
hepsinin Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'ne tam hakim oldukları iddia
edilemez.

Lider kadrolar fikir sistemini bilmekte ve hareketteki kararlarını bu
sisteme göre almaktadırlar Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemini iyi
14
bilen bir grubun herhangi bir mesele üzerinde konuşması, dışardan seyredenler
için şaşırtıcıdır Meseleyi tartışanlar, ilk defa birbirlerini
tanımış bile olsalar, aralarında, çok iyi tanışan, hayat boyu birlikte
bulunmuş insanlarda bile nadir rastlanan bir anlaşma görülür Karışık
görünen meseleler çok kısa zamanda çözülüp geçiliverir ve umumiyetle
fikir birliği doğar Bu gurubu alıp dağıtın Birbirleriyle
danışamıyacakları yerlere gönderin ve sonra tutup hepsine belli bir
konudaki fikirlerini sorun Verdikleri cevaplar o derece intibak halinde
olacaktır ki, Türk Milliyetçiliği'Fikir Sistemi’ni bilmeyen biri, bütün
tedbirlere rağmen bu insanların yine de gizlice haberleştiklerine yemin
edebilir.

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemini bilenler birbirlerini kolay tanır
Aynı şekilde, sistemi tam öğrenmemiş olanlar da kolay tesbit edilir
Milliyetçi Hareket’e yeni katılan bazı arkadaşlarımıza, «Türk
Milliyetçiliği Nedir?» sorusunu yönelttiğimizde, zaman zaman fikrin tam
öğrenilmediğini ortaya koyan cevaplar alırız: Mesela «Türk Milletini
sevmektir» cevabı, sistemin «tercih» kavramının bilinmediğini gösterir
ve eksiktir. «Türk Milliyetçiliği, tarım kentleri kurmak, sanayileşmek,
Ortak Pazar’a karşı çıkmak vs’dir» cevabı ise Türk Milliyetçiliği ve
onun fikir sistemi ile uygulama unsurunun karıştırıldığının işaretidir.
Mesela bu ikinci cevaba, «Siyasi ümmetçiler de Türkiye’nin sanayileşmesini
istiyor ve Ortak Pazar'a karşı çıkıyorlar; diğer taraftan sosyal
demokratlar, «köy-kent» adıyla tarım kentlerini benimsiyorlar O halde
onlar da Türk Milliyetçisi mi?» sorusu, epey sarsıcı bir darbe indirir
Yanlış cevap misalleri verdik. Yanlış sorular da vardır «Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin ekonomik temeli nedir?» sorusu gibi.
Fikir sistemlerinin ekonomik temele oturacağı, sadece Marksizm’in bir
kabulüdür Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi iktisat temeline oturmaz
Aksine, sistemimizin iktisat uygulaması, iktisat görüşü Türk
Milliyetçiliği temeline oturur.

Peki, zaman darlığı söz konusu olduğuna ve mücadele devamlı hareket
istediğine göre, Türk Milliyetçiliğini sistem olarak öğrenmek yerine,
yavaş yavaş ve hareketle birlikte öğrensek olmaz mı? Önce Türk Miliiyetçiliği’nin
gerektirdiği bilgileri toplasak, bunları bir sisteme
oturtmak arkadan gelse? Bu düşüncelerin yanlışlığını ve fikri sistem
olarak öğrenme gereğini şöyle maddelendirebiliriz :

1) Yukarıda da temas edildiği gibi, sistemi bilenler karşılaştıkları
meseleleri hızla tahlil edip çözüme ulaştırabilirler Birbirleriyle
süratle anlaşırlar Sistemsiz bilgi sahipleri, daha önce okudukları,
öğrendikleri bir meseleyle karşılaştıklarınaa rahat edebilirler Fakat,
konu hakkında daha önce okumamışlarsa, meseleye bakışları rastgele bir
vatandaşınkinden, hiçbir fikir sistemine mensup olmayan bir kimseden
farksızdır Rastgele karar verecekler ve bu karar sistemle çelişki
halinde olabilecektir

2) Sistem olarak öğrenilmiş fikrin müdafaası, propaganda edilmesi
çok daha kolaydır Türk Milliyetçiliğinin her konudaki görüşünü ayrı
ayrı, kopuk kopuk, anlatmak, karşınızdakini her konuda yeni baştan ikna
etmek yerine eğer sistemi biliyorsak, bir düşünce zinciriyle
çıkabiliriz Bu taktirde sistemin başlangıç noktalarını - gayesini,
tariflerini, metodunu ve kabullerini karşımızdakine kabul ettirdikten
sonra bütün uygulamalar mecburen kabul edilecektir Diğer taraftan, sistemsiz
çıkışlar propagandanın tekrar prensibine de uymaz Mesela bir
ülkücü üç konuda; diyelim ki pahalılık, dış politika ve okullardaki
anarşi mevzularında; üç ayrı konuşma yaptı Eğer konuşan, sistemi bilmiyorsa
iddiaları birbirinden kopuk üç teklif olacak ve her iddia sadece
bir kere müdafa edilecektir Eğer sistem bilinerek konuşulmuşsa, üç
iddianın müşterek çıkış noktasını dinleyenler de farkedecek ve konu ne
olursa olsun, aslında Türk Milliyetçiliğinin propagandası sağlanacaktır
İşin muhasebesini yaparsak: Sistemi bilen, üç ayrı iddiasını birer kere
savunduğu gibi, aynı anda üç defa da Türk Milliyetçiliğini müdafaa etmiş
demektir.

3) Fikri sistem olarak öğrenen, karşı fikirleri de bir sistem
olarak ve kendi sistemi açısından ele alarak tenkld edebilir Güçlü
fikirler sistem haline geldiklerinde propaganda ve anlatımla daha da
güçlü olurlar Buna karşılık hatalı ideolojiler, sistem halinde düşünüldüklerinde
zayıf ve yanlış noktaları daha belirli hale gelir ve
kolayca çürütülebilirler

4) Nihayet, sistemi öğrenmeden bilgileri almaya çalışmak, zamandan
tasarruf değil, aksine, zaman kaybına yol açar Burada, ezbercilikle,
anlayarak öğrenme arasındaki farkı misal alabiliriz Herhangi bir konuda
ezbere kaçan, önceleri, anlayarak gidenden
daha kısa zamanda daha çok şey öğrenmiş gibi görü nür Fakat konu
genişleyip öğrenilen kısımlar arttıkça ezberci, altından kalkamayacağı
bir yükle karşılaşır Unutmağa unutmamak için daha çok çalışıp ezberlemeğe
mecbur kalır Anlayan ise, başlangıçtaki temposuyla rahatlıkla
devam eder Çünkü unutma ve karıştırma tehlikesi — anlayarak öğrendiği
için yoktur
Bugün, fikir sistemleri savaşı çağında, Türkiye’nin galibiyeti Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin iktidarı demektir Bu iktidarın şartı
ise, gençlik, aydınlar ve ilim adamları arasında hızla yayılan Türk
Milliyetçiliği’nin fikir sistemi olarak kavranmasının da aynı hıza
erişebilmesi ve sonunda bütün Türk Milletini sarmasıdır.

ÖZET:
Tarih asırlardan beri milletlerarası rekabetin hikayesini anlatıyor
Bu rekabet ve mücadele, her çağa has teknik imkanlara göre farklı
zamanlarda farklı tarzlarda veriliyor Asırlar önce miletler
mücadelesinin doruğu meydan muharebeleri idi Sonra, otomatik silahların
gelişmesiyle tabya — siper savaşı önem kazandı Zırhlı birlikler ve uçak
mücadele tarzım bir daha değiştirdi Nihayet çekirdek silahları harbi
mağlup kadar galip için de yıkıcı bir hadise haline getirdi Bu son
gelişmeyle milletler mücadelesinin ana vasıtası fikir sistemleri
savaşı, ideolojik harp, yani propaganda harbi oldu Her devirde, o
devrin mücadele tekniğine ayak uyduramayan taraf mağlubiyete mahkûmdur
Tek çıkar yol, düşmana kendi silahıyla karşı koymaktır Fikir sistemleri
savaşı devrinde de en iyi silah kendi fikir sistemimizdir
Türk Milleti, dünyada en eski tarihe sahip milletlerden biridir Bu
millete yeni doğmuş muamelesi yaparak ona uygun yeni bir fikir sistemi
aramaya kalkmak abestir Türk Milleti'nin tarihinin derinliklerinden
gelen, gelişmiş, oturmuş bir fikir sistemi vardır Adı: Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi'dir Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde de
bu sistem mevcuttur Yeni savaşta, Türkiye'yi mağlup etmek için
önce Türk Milliyetçiiiği'ni yenmek gerektiğini gören düşman saldırısı
çeşitli yollarla bu sistemi hedef almıştır Yarı aydın kalabalıklar
içinde bu taarruz epey mesafe almıştır Ancak Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi mağlup edilememiş, aksine, ülkücülerin elinde yeni bir silkiniş

16
ve büyüme göstermiştir Yeni savaşta, fikir sistemleri harbinde Türk
Milleti'nin tabii silahı ve felsefesi Türk Milliyetçiliği'dir Öğrenilecek,
öğretilecek ve sonunda iktidar olacak sistem budur Fikir
sistemleri savaşında Türkiye'nin tek galibiyet yolu Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi’nin bütün Türkiye'de hakim olmasıdır.
Ülkücüler sayıca azken Türk Miliyetçiliği Fikir Sistemi eğitimi usta
çırak münasebeti içinde kolayca yürütülebiliyordu Mücadele bugünkü
şiddetine varmamışken öğrenciler geniş okuma ve araştırma imkanına
sahipliler Bugün, bir taraftan sayı çokluğu, diğer taraftan hareket
mecburiyeti eğitimi aksatmıştır Artık usta - çırak tipi eğitim yerine
büyük sınıflarda ders ve seminerler tipinde bir eğitim gerekmektedir
Sözlü eğitimin yerini de geniş çapta kitaba dayanan eğitim almaktadır
Hareket mecburiyetine rağmen fikrin sistem olarak öğrenilmesi ihmal
edilemez Çünkü sistem olarak öğrenilen fikir:

1) Hızla karar vermeği;
2) Propagandada büyük avantaj;
3) Karşı fikirleri çürütmede üstünlük;
4) Eğitimde kolaylık ve zamandan tasarruf sağlar.
Bu hususlar ise, içinde bulunduğumuz mücadelenin esasıyla ilgilidir.

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1)Komünistler silahlı hareketlerine «silahlı propaganda» adını
veriyorlar Bundan neyi kastettiklerini açıklayınız
2)Yurdumuzda ülkücülerin, ülkücülerin dışındaki komünist olmayan
gurupların ve komünistlerin propaganda vasıtalarını tiraj, kalite,
tesirlilik yönlerinden karşılaştırınız Bu karşılaştırmayı TRT, günlük
gazete, haftalık, aylık dergiler, bildiriler ve diğer özel yayın
vasıtaları seviyelerinde ayrı ayn yapınız Ülkücülerin kuvvetli ve zayıf
oldukları yayjn sahalarını tesbit ediniz,
3)İçinde bulunduğunuz ülkücü çevrenin eğitim yeterliliği bakımından
bir değerlendirmesini yapınız.

III BÖLÜM
FİKİR SİSTEMİ NEDİR ?
BÖLÜMÜN PLANI
I İDEOLOJİLERE SİSTEMSİZ BAKIŞ
II İDEOLOJİLERE SİSTEMLİ BAKIŞ
III SİSTEME DÖRT MİSAL

I İDEOLOJİLERE SİSTEMSİZ BAKİŞ.
Bir ideolojiye iki türlü bakabiliriz : Bir iddialar, sloganlar ve
hareketler topluluğu olarak Veya bir fikir sistemi olarak Birinci bakış
tarzında ideoloji, karmakarışık bir ormanı andırır Ortalıkta,
birbirinden kopukmuş zannını veren münakaşalar, hareketler tezler
uçuşur

Komünizm veya «bilimsel sosyalizm» adlı ideolojiye, aslında iyi
niyetli, fakat sistemden habersiz bir adamın baktığını düşünelim Bir
gün bir meydanda veya okulda «Tam bağımsız Türkiye» diye bağırarak yürüyen
insanlar görecektir Ertesi gün bir komünist gazetede «gerçek
demokrasi» isteyen «gençier»le ilgili bir haber okuyacaktır Daha öbür
günde bir komünistle karşılıklı çay içerken ondan, meselelere
«bilimsel» açıdan bakmak gerektiği, «bilimsel» olmayan yaklaşımların
yanıitıcılığı üzerine bir nutuk dinleyecektir

Bu safdil vatandaşımız, «Tam bağımsız Türkiye» haykırışlarını
dinlerken tabi? ki Lenin’in «emperyalizm» teorisinden habersizdir
Sosyalist lügatte, dünya dev* letlerinirı «emperyalist» ve «emperyalist
olmayan» diye ikiye ayrıldıklarını; «emperyaiist»in, «komünist rejime
sahip olmayan endüstri ülkeleri» anlamına geldiğini; «emperyalist
o!mayan»ın da, gerçekte en gaddar imparatorluklar bile oisalar,
«komünist» ülkeler demek olduğunu bilmez «Bağımsızlığın ise kendi
kafasındaki «istiklal» kavramından çok farkı bulunduğunu ve bilimsel
sosyalist terminolojide bunun sadece komünist olmayan ülkelere karşı
savunulabileceğini ve bu cins bağımsızlığın ancak «sosyalist dünya»ya,
yani komünist kuvvetlerin safına geçmekle sağlanabileceğini düşünmez
bile Bu nokta son on - onbeş yıl içinde biraz daha karıştı : Çin ve
Rusya'nın aralarının gittikçe açılması, lügati biraz daha karıştırdı

Konuştuğunuz komünist Mao’cu ise «emperyalist olmayan devletler» Çin, Arnavutluk ve irili ufaklı birkaç Çin peykidir Rusya «sosyalist maskeli emperyalist»
olmuştur 5-6 sene önce ülkücülerin sloganı olan «Ne Amerika ne Rusya»
sözünü bugün Mao'cular kullanmaya başlamıştır Fakat bu slogana bir de
«ne Çin» eklenmesini faşistlik olarak yorumlarlar Yok eğer Rus tipi
«bilimsel sos- yalist»le konuşuyorsanız, «emperyalist olmayan» Rusya ve
peykleridir Bu çok bilimsel iki grup, bugün Türkiye sokaklarında
birbirlerine kurşun sıkıyor Mesela Türkiye, ABD üslerinin
faaliyetlerine kendi kararıyla son verebilse de bu, «bağımsızlık»
sayılmaz Çünkü komünistlere göre Türkiye komünist kamplardan birine,
Rus veya Çin mandasına girmediği müddetçe bağımsız değildir; ABD ve

18
Batı Avrupa’ya «tarihi materyalizm» açısından, Lenin’in «emperyalizm»
teorisi açısından bağımlıdır Buna karşılık Çekoslovak’lar SSCB’nin
hoşuna gitmeyen laflar ediyorlar diye, Macarlar başlarındaki Rus
kuklalarını istemiyorlar diye veya Doğu Türkistan (Çin Halk
Cumhuriyetinin resmi tabiriyle «Sinkiang», yani «Yeni Ülke») Türkleri
Türk gibi yaşamak istiyor diye Rus veya Çin tanklarının bu ülkeleri
talan etmesi asla bağımlılık anlamına gelmez Hatta Brejnev’in, bu
istilaların aslında bağımsızlık garantisi öldüğünü söyleyen bir
doktrini bile vardır : Brejnev Doktrini : «Bir sosyalist ülkede sosyalist
rejim tehlikeye düşerse müdahale diğer sosyalist ülkelerin hakkı
ve görevidir»

Üstelik iyi niyetli yurttaşımız, «Tam bağımsız Türkiye» diye
bağıranların asıl gayesinin «Türkiye» olduğunu sanmaktadır Halbuki
«emperyalizm» teorisi, bilimsel sosyalizmde «temel çelişki» olan sınıf
kavgasını yerinden kaldırmamış, sadece ona «baş çelişki» sıfatıyla
«emperyalist devletlerle sömürülen devletler
arasmdaki çelişki» yi eklemiştir Türkiye’den bahse- derken bile temel
gaye «Türkiye» değil,-«dünya proletaryası »mn «kuruluşu»dur Türkiye'de
olup biten ancak bu temel gaye için bir basamaktır

Yine bu iyi niyetli yurttaş, gazetede «Gerçek demokrasi» sözünü
okuduğu zaman, halk! içeride tutmak İçin sınırlarına duvar örülen Doğu
Almanya’nın resmi isminin «Demokratik Alman Cumhuriyeti» olduğunu
hatırlamayabilir Bu «demokrasi»yi, kendi kafasındaki çok partili, hür
prcpagandah ve hür seçimli demokrasinin biraz daha iyisi, biraz daha
gerçeği olarak alabilir Çünkü bilimsel sosyalizmin «sosyalist
demokrasi» tarifini, yani, en hakiki demokrasinin «üretim araçlarının
sosyal mülkiyeti» olduğunu ve sadece bundan ibaret bulunduğunu; «siyasi
demokrasi» denilen burjuva üst yapı kurumu ile uzak yakın bir
akrabalığı olmadığını bilemez.

Karşılıklı çay içerken dinlediği genci de çok sempatik bulacaktır
Çünkü o her «bilim», «bilimsel» dedikte bizim tonton vatandaşımızın
aklına fizik, kimya, vs gelmektedir ve kendisi de çağdaş, kültürlü, vs
olduğu için ilme büyük hürmeti vardır Bilimsel sosyalist ideolojide
«bilimcin diyalektik ve tarihi maddecilik anlamına geldiğini, bu
felsefelere komünistlerin «bilimlerin bilimi» olarak iman ettiklerini
duymamıştır bile

Tonton vatandaşımızla komünistler arasındaki diyalogun hikayesi daha
çok uzatılabilir «Devrim», ilericilik», «faşist» gibi nice kavramda bu
«Efendim nerde ben nerde?» komedisi devam edip gider
«Bilimsel sosyalizmi bir sistem olarak kavrayamayan bu adam, fırsat
buldukça mesela «Ülkücülerle, sosyalist gençler Atatürkçü çizgide
birleşsin» vecizesini yumurtlayabilecek veya «ihtilal »in, bilimsel
sosyalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğunu bilmediğinden
komünistlere dönüp, «Çok iyisiniz, çok hoşsunuz ama, ihtilal yapmasanız
olmaz mı?» nasihatini verebilecektir Aldığı netice, sadece, kendisi
gibi tontonlardan bol alkış ve sistemleri bilenlerin tebessümlerinden
ibaret kalmaya mahkûmdur.

Komünistlerle bizim iyi niyetlimiz ayrı dalgalardan yayım yapmaya ve
bizimki onlan, arada bir yaramazlık etseler de, aslında devrimci,
ilerici, «bilimsel» ve hatta milliyetçi sanmaya devam ederken,
Bulgaristan’a uçak kaçıranların «Bizim Türk olduğumuzu size kim
söyledi?»; veya Fransa’daki komünistlerimizin Rum komünistleriyle
birlikte «Gerici ve şoven Türk askeri Kıbrıs'tan atılmalıdır» gibi
hesap harici çıkışlarıyla karşılaştığında ağzı bir karış açsk kalacak;
eğer beyni az yıkanmışsa «Yahu, bunlar ne biçim Türk genci?» sorusunu
akıl edebilecektir Fakat beyninin yıkanması birkaç su ilerlemiş ve
hatta bilimsel sosyalistlere uzun yıllar yardım da etmişse, irkilişi
ancak Nadir Nadi’nin «Yahu bunlar ne biçim ilerici?’» saçmalığı
mertebesinde kalacaktır(*),Beyin yıkamanın bu son sayfasında artık
ilerici, devrimci, sosyalist, gibi sözlerin arasında mana farkı
kalmamış, bunlar, topu birden «cici», ülkücü, komando, milliyetçi,
sağcı, gerici ise «kaka» anlamına gelir olmuşlardır.

Aynı iyi niyetli vatandaşımızın bir Türk Milliyetçisi ile
maceralarını da inceleyebiliriz Türk Milliyetçisi de ona
«ilimcilik»ten, «ilim metodu»ndan bahsedecektir O, kendilerini ilim
yerine koymak gayretindeki ideolojilerle Türk Milliyetçiliği
arasındaki en büyük farkın işte bu «ilimcilikle yattığını anlayamayacak
ve belki saf saf, «Ne iyi İşte siz ilimcisiniz; onlar da bilimsel
sosyalist Neden kavga ediyorsunuz?» diye soracaktır Belki de bütün
fikirlerimizi kabul ettiğini, fakat Avrupa milletlerinin kültürüne
direnmemizi tasvib etmediğini belirtecek ve «Milliyetçi olun ama şu
güzelim batı kültürünü de kabul edin Hem Atatürk 'muasır medeniyet’
seviyesine çıkmamızı istememiş miydi?» diyebilecektir Sistemden
habersiz olduğundan, milli kültür-millet - milliyetçilik arasındaki
bağların kuvvetini de bilmemekte; Gökalp’in ve Atatürk’ün hars -
medeniyet ayrımından habersiz bulunmakta; kültürle medeniyetin ayrı
nesneler olabileceklerine aklı bir türlü ermemektedir

Belki bir başka sohbette, «Çok iyisiniz, çok hoşsunuz ama, bu
Turancılık ne oluyor? Bu devirde oklarla, yaylarla, at sırtında fethe
mi çıkacağız?» diye nasihat verecektir İyi niyetli yurttaşımız, bir
taraftan «millet»! sadece siyasi bir kavram sanmakta, diğer taraftan
Türk Miiliyetçiliği’ne karşı yürütülen propaganda saldırı* sının
tesirinde yüzbinlerce Türk Milliyetçisi’ni ok ve yaylarla Sovyetler
Biriiği ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne harb açmağa hazır deliler
zannetmektedir Aslıfıda birçok «aydın»ımızın Türk milliyetçileri
hakkında besledikler acayip zan, okumuş kesimindeki erken bunamanın
derecesini gösterir. Bu zavallılar şu satırlar yazılırken Türkiye’de
sayıları milyona yaklaşan bir fikir sisteminin taraftarlarının tümünü
bu derece aptal, kendilerini bu derece akıllı görmekle aptallığın en
büyük belirtisinin belki tarihteki en şiddetli numunesini yaşamaktadırlar
Aptallığın baş belirtisi, kendini çok akıllı, başkalarını
ise çok aptal görmektir.
(*) 1974 Ağustosumda Paris'te Türkiye’Ii Öğrenciler Birliği, Türkiye'li İşçiler Birliği (Türk
değil «Türkiye’li»), Fransız eski Muharipler Birliği ve Yunan İşçileri Birliği (Fransa'Iı,
YunanistanlI değil, Fransız, Yunan!) bir bildiriyle «Birbirlerinin kardeşleri olan Kıbrıs’lı
Rumiar ve Türkler, emperyalist ve saldırgan, gerici ve şoven Türk askerlerine karşı birlikte
mücadele etmelidirler» gibi yüksek fikirlerini ilan ettiler Paris'teki «Türkiye'lerin gerçek
kardeşlerine yıllardır gazetesini açan ve ekmek babalığı yapan Nadir Nadi, bu bildiriye çok
kızdı ve «Bunlar da İlerici Ha!» başlıklı bir yazı kaleme aldı İşin tuhaf tarafı, aynı
«fikirler»in, aynı günlerde kendi gazetesinde bol bol yazılıp çizilmekte oluşuydu (Bakınız:A
Bican Ercılasm, «İki Mektup», Töre Dergisi, Sayı: 42, Kasım 1974)

II — İDEOLOJİLERE SİSTEMLİ BAKIŞ
Bu bölüme, «Bir ideolojiye iki türlü bakabiliriz: Bir iddialar,
sloganlar ve hareketler topluluğu olarak Veya fikir sistemi olarak
Birinci bakış tarzında ideoloji karmakarışık bir ormanı andırır»
sözleriyle başladık Yukarda, iyi niyetli vatandaşımızla bir bilimsel

20
sosyalist ve bir Türk Milliyetçisi arasında geçtiğini tasavvur
ettiğimiz konuşmalar hep birinci bakış açısını misallendirdi ve her
seferinde de hüsnüniyetli zat, çok kullanılan bir tabirle, «ağaçlara
bakmaktan ormanı göremedi» Sistem tarzı ele alışta durum çok farklı
olacaktır İster bilimsel sosyalizm, ister Türk Milliyetçiliği incelensin,
iddialar, sloganlar ve hareketler, sistem içinde, bir mantık
zincirinin birbirine sıkı sıkıya bağlı halkaları haline geliverir
Artık, Türk Milliyetçisi isen, Avrupa milletlerinin veya herhangibir
milletin kültürüne direnmek bir keyif meselesi değil, «Suya girersen
ıslanırsın» ifadesi kadar kesin bir sebep - netice münasebetidir Aynı
şekilde, eğer bilimsel sosyalistsen, ihtilal yapmağa mecbur olduğunu
görürsün Aksini teklif etmek, «Müslümanlık iyi, hoş ama, bir noktaya
itirazım var: Gel Allah’ın birliğine inanmaktan vazgeç Diğer bütün
dediklerini kabul ediyorum» demek kadar saçmalaşır

Şimdi, bu bölümün başlığını teşkil eden sorumuza dönebiliriz : Sistem
nedir?

Yukarda, standart aydınımızla komünist ve Türk Milliyetçisi arasında
kurulan hayali diyaloglardaki misaller ve yanlış anlamalar dikkatle
incelenirse, «sistem» kavramının bazı unsurları hemen ortaya çıkar
Herşeyden önce, Türk Milliyetçisi İle komünist arasında gaye’de büyük
bir farklılık göze batmaktadır Yukarda verilen münakaşalarda konu ne
otursa olsun, Türk Milliyetçisi’nin meseleye bakışında gaye «Türk
Milleti», komünistinkinde ise «proleter sınıfadır Birincisi her konuyu
Türk Milleti’nin diğeri «dünya proletaryasının çıkarları açısından
değerlendirmektedir

Aynı münakaşalarda, bilhassa standart vatandaşla komünist ve kısmen
de vatandaşla Türk Milliyetçisi arasındaki yanlış anlamaların temelinde
tarif farklılıkları yatmaktaydı Demokrasi, ilim, istiklal, Turancılık,
kültür kavramlarının vatandaşın kafasındaki manalarıyla sistem
sahiplerinin aynı kelimelere verdikleri manalar arasındaki fark,
tarafları, adeta başka dillerden konuşur hale düşürmektedir
Sistem sahibinin meseleleri incelemede kullandığı metod, sistemin
üçüncü unsurudur ve sistemleri birbirinden ayıran temellerden biridir
Metod, sistemin meseleleri ele alışında ve gaye'sine varmak için tutacağı
yollarm tesbitinde kullanılan mekanizmadır Türk Milliyetçiliği'
nin metodu «ilim» bilimsel sosyalizminki «diyalektik mantık»tır.
Sistemlerin meseleleri ele alışları arasındaki bir diğer fark ve
dolayısıyla sistemlerin dördüncü unsuru da kabuller, veya ilim
tabiriyle «postülalar»dır Herşey den önce, sistemin metod unsurunun
kendisi de bir kabulü teşkil eder Kabul, ispat edilemeyen, fakat çeşitli
sebeplerle doğruluğuna inanılan şeydir Türk Milliyetçiiiği’nin,
metod olarak “ilimi” seçişi bir kabuldür. Çünkü bir metod kendisi
doğruluğunu ispatlayamaz. Fakat insanlığın binlerce yıllık tecrübesi,
bize, ilmi metod olarak seçmekle pek yanlış bir iş yapmayacağımızı
söyler İlim metodunun seçilmesi, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin
yegane kabulüdür; tek postülasıdır. Bilimsel sosyalizmin diyalektik
mantığı metod alması da bir kabuldür Metodun kendi doğruluğunu ispatlayamaması
kuralı, burada da geçerlidir

Ancak, Türk Milliyetçiliği’nden farklı olarak, bilimsel sosyalizmin kabülleri
diyalektik mantıkla bitmez «Maddecilik», bilimsel sosyalizmin bir başka
postülasıdır Nihayet «tarihi maddecilik» denilen ve tarihin, cemiyet
olaylarının sadece iktisat ilişkileriyle izah edilebileceğini iddia
eden tez de bilimsel sosyalizmin bir başka kabulüdür.
Sistemlerin beşinci ve son unsurları da uygulamaları, yani her alanda
ileri sürdükleri tezler, kültür, iktisat, dış ve iç politika görüşleri,
din anlayışları ve gayelerini ilgilendiren her sahadaki tatbikat
planlarıdır Düzenli, sınırları ve muhtevası iyi belirlenmiş bir şekilde
sunulan uygulama planları doktrin adını alır Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin günümüz Türkiye’sinin kalkınması için tesbit ettiği
uygulama planı «Dokuz Işık Doktrini»dir Dokuz Işık, sistemimizin
Türkiye’nin meselelerine tatbikinin sonuçlarını verir ve dolayısıyla
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ile Dokuz Işık Doktrini arasında
kesin bir sebep-netice bağı vardır Aynı şekilde proleter ihtilali,
proletarya diktatörlüğü ve Brejnev doktrini de bilimsel sosyalist
sistemin bugünki cemiyetlere uygulanışının sonuçlarıdır. Bu uygulamalarla
komünist sistem arasında, yine kuvvetli bir sebep - netice bağı
mevcuttur Bir fikir sistemini, aralarında bağlantı bulunmayan bir
iddialar yığını halinden çıkarıp ona «sistem» niteliği kazandıran en
önemli özellik, işte bu, sistemin gayesi ile uygulamaları arasındaki
kuvvetli bağdır Bir teklifin sistem içinde tutarlı olabilmesi,
gerçekten sistemin bir parçasını teşkil etmesi için, gayeden ve
kabullerden hareketle ve sistemin metodunu kullanarak bir matematik
teoremi ispatlar gibi adım adım bu teklife varılabilmesi; bu uygulamayla
gaye arasındaki bağın açıkça gösterilmesi lazımdır Mesela, Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin «Tarım Kentleri» teklifinin Türk
Milliyetçiliğinin gayesinden, yani «Türk Milleti’nin Bekasından
hareketle ilim metodunu adım adım tatbik ederek çıkartılması gerekir Bu
usulü kullanmadan, sanki teklif o anda aklımıza esivermiş gibi «Tarım
Kentleri kuracağız» demek sistemsizliktir ve gerek tutarlılık, gerekse
propaganda açısından zayıflık yaratır.

Özetleyecek olursak bir sistemde:
1) Gaye,
2) Tarifler,
3) Metod,
4) Kabuller
5) Uygulama (Doktrin) unsurları bulunur

III SİSTEME DÖRT MİSAL
Bu beş unsur, yalnız Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ve Bilimsel
Sosyalizm gibi insan cemiyetlerini konu alan fikir sistemlerinde değil,
tabiat ilimleri, lyia- tematik gibi sistemlerde de mevcuttur Bu yüzden,
genel olarak «sistem» kavramını incelerken, misallerimizi sadece
ideolojilerden seçmek mecburiyetinde değiliz Buraya kadarki
misallerimiz, ana konumuz olan Türk Milliyetçiliği ile bugünkü
Türkiye’ye yöneltilmiş soğuk harp silahlarından en çok gürültü çıkaranı
olan komünizme aitti Hakikaten, yeni harbin, fikir sistemleri savaşının
Türkiye cephesinde esas kavga Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ile
SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin propaganda silahı ölan bilimsel
sosyalizm arasında verilmektedir Bu yüzden, sistemleri incelerken
bilimsel sosyalizmden de misaller vermek, Türkiye'nin günlük meseleleri
açısından da faydalıdır. Ancak aynı sebep, yani bilimsel sosyalizmin
bir propaganda silahı olması, onu bir sistem olarak ele alıp incelememizde
bazı güçlükler çıkarmaktadır. Bugün memleketimizde bu ideoloji
etrafında, bilimsel sosyalist sistemin kendisiyle ilgili ilgisiz öyle

22
büyük bir yaygara kopartılmakta, öyle büyük bir toz bulutu kaldırılmaktadır
ki zaman zaman sistemi iyi bilenler bile onu tanımakta güçlük
çeker oluyorlar. Mesela bilimsel sosyalizmi savunan ve piyasamızda bol
bol satılan kitaplarda «ruh» kavramına sayfalar dolusu küfür edilirken
bizim komünistlerimiz hiç çekinmeden, «Devrimciler öldürülebilir, fakat
ruhlarındaki devrim ateşi söndürülemez» gibi gayet spiritüalist sözler
sarfedebilmektedirler(*) Bu yüzden, «sistem» yapısı incelenirken Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi ve Bilimsel Sosyalizmin yanına, fikir
sistemi olmayan, fakat «sistem» özelliğini çok belirli şekilde gösteren
iki misal daha eklemek faydalı olacaktır.
(*) Türkiye’de «devrim» olduktan sonra komünistlerimizin Marks’m ruhuna mevlüt okutacakları, bu
çelişkileri aksettiren güzel bir espiridir Fakat gerçeğin hayalden daha çarpıcı olduğunu şu
anektod yefliden ispatlar gibi: tik Türkiye’li komünistlerden Mustafa Suphi’nin başarısız
meslek hayatı (ve bütün hayatı) Karadeniz'de yoldaşları ile boğularak sona ermiştir M Suphi
ölümüyle sonuçlanan bu yolculuğa çıkmadan önce bir dostu tarafından ikaz edilmiş ve ortalık
bu kadar karışıkken böyle bir teşebbüste bulunmaması salık verilmiş Mustafa Suphi’nin cevabı
gerçek komünistleri utançtan kıpkırmızı edecek bir idealist hava taşımaktadır: «Vallahi
kardeşim bu bir dervişliktir Kaderde ne_ varsa o olur»

Bu bölümde ele alacağımız iki yani misali fiziğin mekanik ve
matematiğin geometri konularından seçelim Bilimsel sosyalizmin aksine,
bu iki sahanın çevresinde hiçbir propaganda bulutu yoktur ve
dolayısıyie bu sistemlerin yapıları ve unsurları açık seçik görülür
Ayrıca, tabiat üimleri ve matematik gibi kesin sahalardan alınan
misallerle fikir sistemlerini karşılaştırmak, fikir sistemlerinin
sağlamlıkları hakkında daha iyi bir kanaat edinmek imkanını verecektir.
Fiziğin [klasik) mekanik dalı, birbirlerine belirli kuvvetlerle etki
eden veya belirli bir kuvvet alanında bulunan taneciklerin
(partiküllerin) dengede (statik) veya hareket halinde (dinamik) iken
bağlı oldukları kanunları inceler Umumiyetle «mekanik» dendiği zaman
kastedilen saha budur Lise fizik müfredatının ışık, ısı, elektrik gibi
konularının dsşında hep bu mekanik incelenir (Sarkaç, eğik düzlem,
kaldıraçlar, makaralar, vs) Matematiğin sentetik geometri sahası ise
düzlem ve uzay şekillerine ait teoremleri bulmayı konu almıştır Eski
Yunan'daki geometrinin büyük bölümü (Öklid geometrisi), klasik lise
müfredatındaki geometrinin en çok üzerinde durulan kısmı bu geometridir
(Doğrular, üçgenier, çemberler, düzlemler, küp, küre, silindir, vs)
Şimdi, sistemin ne olduğu sorusuna cevap verebilecek ve bu cevabımızı
Türk Milliyetçiliği Fikir Sis- temi, Bilimsel Sosyalist Sistem, mekanik
ve geometri gibi dört ayrı sistemde misaller vererek açıklayabilecek
durumdayız Fakat, yine de önce dört sistemi sis^ tcmsiz şekilde ele
alalım Böyiece daha sonra sistemli tarzda yeniden incelediğimizde her
birinin yapısı ve unsurları daha iyi belirecektir :

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi:
1) Tarım Kentleri kuracağız,
2) Dünyada 100 milyon Türk yaşamaktadır
3) Türk kültürünü korumak ve geliştirmek istiyoruz
4) Türkiye'nin Ortak Pazar'a girmesine karşıyız
5) vs

Bilimsel Sosyalist Fikir Sistemi:
1) Her türlü mülkiyet hırsızlıktır
2) Nato'ya karşıyız
3) Dinin halk üzerindeki tesiri yok edilmelidir
4) Yaşasın halkların kurtuluş savaşı
5) vs

Mekanik :
1) Dünya güneş etrafında bir elips çizer
2) Sarkacın salımmı, ucuna asılan ağırlığa bağ- I? değildir
3} Etki tepkiye eşittir
4) Bir merminin azami menziline gidebilmesi için yerle 45e açı
yapacak şekilde ateşlenmesi gerekir
5) vs

Geometri :
1) İki açıları eşit olan üçgenlerin üçüncü açıları da eşittir
2) Bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnız bir paralel çizilebilir
3) Bir dik üçgenin hipotenüsünün karesi, dik ke narların kareleri
toplamına eşittir
4) Bir çember üzerinde eşit açılar, eşit yaylar (ve kirişler) görür
5) vs
Yukarıda verilen şekilleriyle dört saha da bir sistem teşkil
etmemektedir Bunlar ister ideoloji, ister fizik, İster matematik olsun
en çok birer ifadeler ve iddialar yığınından ibarettirler
Bu dört
misalin «sistem» olabilmeleri için
1) Önce gayelerini belirtmeleri;
2) Gayeden uygulamaya kadar, bütün boyunca kullandıkları kavramların
tariflerini vermeleri;
3) Gerek sistemi, gerekse gayeleri ile uygulamaları arasındaki bağı
kurarken kullanacakları metodu belirtmeleri:
4) Yaptıkları kabulleri (kullandıkları postülaiarı postülalan ve
aksiyomları) açıkça belirtmeleri;
5) Nihayet uygulamalarını, tekliflerini, varsa doktrinlerini,
sistemin kabullerini kullanarak göstermeleri gerekir.

Demek ki, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, «sistem» olarak ele
alındığında önce gayesini, «Türk Milleti ’nin bekası» olarak
açıklıyacaktır Hemen arkasından «millet»ten ve «Türk Milletinden
kastedilen tarif edilecektir «Beka» da tarif edilmelidir ve bu tarif
«Türk milletini, onu belirleyen değerlerle birlikte ebediyete kadar
yaşatmak» şeklinde verilince sistemimizin ana meselelerinden biri
aydınlanacaktır. Sonra bu gayeye varmak ve sistemi kurmak için «ilim
metodu» nu seçtiğimizi açıklıyacak ve bundan ne kastedildiğini
anlatacağız. Bu açıklama tek kabulümüz olacak Nihayet Türk

24
Milliyetçiliği’nin gayesine varmak için uygulayacağı iç ve dış
politikaya ait tedbirler, dil, din görüşü bilhassa Dokuz Işık Doktrini
gayeden hareketle ve ilim metodu kullanılarak elde edilecektir Halbuki
yukarıdaki sistemsiz ele alışta tarım kentleri, Ortak Pazar bu son
safhaya, uygulama ve doktrin safhasına ait tekliflerdir Dünyada yüz
milyon Türk yaşadığı bir iddia veya teklif değil, «Türk Milleti»
tarifinin bir sonucudur. Nihayet Türk kültürünü korumak ve geliştirmek
isteği, bir tez değil, sistemimizin gaye unsurunun açıklanmasından
ibarettir.

Bilimsel Sosyalist Sistem önce «Komünist cemiyet düzeni kurmak»
şeklinde gayesini açıklamalıydı. (Bu bilimsel sosyalizmin ne zaman
varacağını kendilerinin de bilmediği nihai gayesidir Biz bundan sonra
bu sisteme yapacağımız atıflarda daha yakın gayeyi, özellikle
Türkiye’de bugün güttükleri «proletarya’nın kurtuluşu - emperyalizmin
kovuluşu» gayesini esas alacağız) Daha sonra «komünist cemiyet»ten
kastedilen tarif edilmeli, bu gaye için diyalektik mantığın metot
seçildiği belirtilmeliydi Sonra «maddecilik», «tarihi maddecilik»,
«emeğin değer teorisi» gibi kabuller ilan edilecek ve gerekli tarifler
yapılacaktı Nihayet uygulama - proleter ihtilalı, proleter
diktatörlüğü, emperyalizmin kovulması, dünya sosyalizminin birliği
(burada Çinciler ayrı Rusçular ayrı teklifler yapar) gelecekti Halbuki
misal olarak aldığımız sistemsiz sunuşta ilk madde, «her türlü mülkiyet
hırsızlıktır», ancak emeğin değer teorisinin kabulünden sonra ortaya
atılabilir «Nato’ya karşıyız!», Lenin'in emperyalizm teorisi ortaya
konulduktan sonra anlam kazanır Dinin halk üzerindeki tesirinin yok
edilmesi bir uygulama teklifidir ve tarihi materyalizm kabulünden, alt
yapı - üst yapı münakaşalarından sonra - ve diyalektik mantık
kullanılarak - ileri sürülebilir «Yaşasın halkların kurtuluş savaşı»
da, aynı kabülden ve mantıktan hare^ ketle emperyalizm teorisinden
geçerek söylenebilir.

Mekanik önce «Cisimlerin denge ve hareket kanunlarının bulunması»
şeklinde gayesini ilan eder Sonra tariflerini - «cisim» tarifinden
başlayarak verir Metod olarak ilim metodunun seçildiği söylenir
Nevton’un dört postülası verilir Ve bu postülalardan hareketle ilim
metodu deneme, gözlem, teori kurma, teoriyi deneme v,s„ ile sonuçlara,
uygulamalara gidilir. Sistemsizlik misalimizde 1, 2 ve 4, iddialar, bu
sistemli çalışma, sonucu havada kalmaktan kurtulur ve ilmin ispat
edebileceği derecede ispat edilirler Buna karşılık 3 misaldeki «Etki
tepkiye eşittir» ifadesi Newton postülalarmdan biridir ve ispat
edilemez.

Benzer şekilde geometri, önce, «Düzlem ve uzay şekillerine ait
teoremlerin bulunması» gayesini açıklar Hemen arkadan «düzlem», «uzay»,
«teorem», vs’- nin tarifi gelir Kabul edilen metod «matematik (mantık)
»tir Sonra geometrinin aksiyomları ve postülaları, yani kabulleri yer
alacaktır Mesela sistemsiz incelemedeki 2 numaralı iddia Öklid
geometrisinin postülalarından biridir ve bu postülayla çelişik
postülalardan hareketle değişik geometri sistemleri kurulmuştur.
Nihayet postülalardan hareketle ve matematik mantık kullanılarak lise
öğrencilerine ter döktüren teoremlerin ispatı başlayacaktır. Geometri,
sistemin teklifleri ile geri kalan kısmı arasmdaki sıkı bağı çok açık
gösteren bir sahadır. Herhangi bir geometri teoremini ispatlamış bir
insan bu sıkılığın derecesini bilir, Sistemsiz ele alış misallerimizde
ikinci iddia postüladır ve ispatlanamaz. Diğer üçü, yani üçgenlerin
eşitliği, dik üçgenlerin kenarlarına ait teorem (Pisagor teoremi veya
eskilerin tabiriyle «eşek davası») ve çemberdeki eşit açıların eşit
yaylar görmesi hep geometrinin uygulamaları sonucudur ve kesinlikle
ispatlanır.

Şu halde sistem : Gayesi, kullandığı kavramların tarifi ve gerek
sistemi kurarken, gerekse gayeden uygulamaya giderken kullanacağı metot
açıklanmış, kabuller açıkça ve ayrı ayrı belirtilmiş, nihayet uygulamaya
ait teklifleri daha önceki dört unsur kullanılarak çıkarılabilen
bir yapıdır.

ÖZET
İdeolojileri sistemsiz olarak ele alıp değerlendirmeğe imkan yoktur
Memleketimizde «aydın» geçinen, «olgun» geçinen bir yığın insan, bu
gerçeğin farkında değildirler, ideolojilerin kendilerine has
tariflerinden, gayelerinden, kabullerinden habersiz; her sözü
kulaklarında bıraktığı ize göre değerlendiren bu tipler günlerini iyi
niyetli fakat saçma teklifler yapmakla geçirirler. Komünistlerin
milliyetçi sanan, Mao'da, Lenin'de «Atatürkçülük» arayan sosyal bunaklar
haline gelirler Türkiye'de epey söz sahibi olan bu tip, kendini çok
akıllı, başkalarını da aptal zanneder Türk Milliyetçileri'ni ok ve
yaylarla Rusya'yı Çin’i at sırtında fethe çıkmak isteyen
maceraperestler olarak görür Bu acayip ve gerçeklerden kopuk zanları,
aptallıklarının kesin ispatıdır.

Bütün fikir sistemlerinin — ideolojilerin — gaye, tarifler, metod,
kabuler, uygulama ve doktrin olmak üzere beş unsuru vardır. Bir
ideoloji ancak bu unsurlar bilindikten sonra değerlendirilebilir. Aksi
takdirde, yukarıda misallendirdiğimiz hatalara düşülür.

«Sistemler» sadece ideolojilere (fikir sistemlerine) has değildir.
Çeşitli ilim ve felsefe dallarının da «sistem» vardır. Sistem kavramını
iyi anlayabilmek için Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ile birlikte
«Bilimsel Sosyalist» ideolojiyi, fiziğin mekanik ve matematiğin
sentetik geometri sahalarını inceleyeceğiz, Bilimsel sosyalizm saran
propaganda bulutu, bu sistemin yapısını yer yer gözden saklar. Halbuki
matematik ve fizikten alınan sistem misallerinde böyle bir güçlük
yoktur ve bu misaller sayesinde «sistem»i daha iyi anlamamız mümkün
olur İdeolojilere sistemli bakış, hatalı fikir sistemlerinin yanlış
taraflarını açığa çıkarır, Güçlü bir yapıya sahip fikir sistemlerinin
doğruluğunu da açıkça gösterir.

Sistem : Gayesi, kullandığı kavramların tarifi ve gerek
sistemi kurarken, gerekse gayeden uygulamaya giderken kullanacağı medot
açıklanmış, kabulleri açıkça ve ayrı ayrı belirtilmiş, nihayet
uygulamaya ait teklifleri, daha önceki dört unsur kulanılarak
çıkarılabilen bir yapıdır.

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1)Son hafta içinde okuduğunuz gazetelerden, takib ettiğiniz radyo ve
televizyon programlarından ve çevrenizden «ton ton vatandaş» tipi
davranışlara misaller bulunuz Her davranıştaki yanılmanın sistemin beş
unsurundan hangilerini anlamamaktan ileri geldiğini tesbit ediniz
2)Bu bölümde, kendilerini çok akıllı, başkalarını aptal zanneden

26
aptalların, «Turancılık» konusundaki hataları ve «tavsiyeleri»ni
gördünüz Bu tipler, aynı cins yanlışlıkları, «kafatasçılık» adım
verdikleri konuda da yapmaktadırlar Tipik 'düşünceleri ve tavsiyeleri
sayınız Türkiye'de hiç kafatasçılık yapılmış mıdır? Araştırınız
3) Bir öğrencinin, bir çiftçinin, bir fabrika sahibinin faaliyetini ve
davranışlarını ayrı ayrı «sistem» yapısı içinde değerlendiriniz Her
birinin «gaye»sini, işleriyle ilgili «tarifleri, «kabuler»i,
«metod»larmı ve «uygulama»yı bulmağa çalışınız
4)«Türk Milliyetçiliği'nin ekonomik temeli» ifadesinin sistem
açısından yanlışlığını gösteriniz.

III BÖLÜM SİSTEM'İN UNSURLARI
BÖLÜMÜN PLANI
I — GAYE
II — TARİFLER
III — METOD
IV — KABULLER
V — UYGULAMA VE DOKTRİN

I — GAYE
Şimdi, sistemin beş unsurunu ayrı ayrı ve daha yakından inceleyelim:
Sistemin konusunu ve varmak istediği sonucu belirten unsur «gaye»dir
Dört misalimiz için gaye unsurunu aşağıdaki gibi tablolaştırabiliriz.
(Tablo I) Tablodan, gaye'nin de kendi içinde «konu» ve «varılmak
istenen netice» olmak üzere iki ayrı unsur taşıdığını görüyoruz Genel
«sistem» kavramındaki bu «konu» unsuru, fikir sistemlerinde, yani insan
cemiyetlerine ait sistemlerde (ideolojilerde) «tercih» unsuru haline
dönüşür «Tercih» kavramını ilerdeki bölümlerde teferruatı ile
inceleyeceğiz

Fikir sistemlerine ait münakaşalarda ilk bakılması gereken nokta,
gaye'dir II.Bölüm un başındaki «tonton vatandaşın hatalarının önemli
bir kısmı, gayenin teşhisindeki yanlışlıktan doğmaktadır O, mesela
«Nato'ya hayır!» sloganın bir melodi gibi ve sempati ile dinlerken bu
sloganın sahiplerinin gayesinin Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’ninkiyle eş olduğunu sanıyordu «Natoya hayır!» diye
bağıranların en fazla, bir yanlış değerlendirmenin kurbanı olduklarını
düşünebilirdi Halbuki bilimsel sosyalistlerin gayesinin asla Türk
Miileti veya Türkiye olamayacağını; bu fikir sisteminin dünyanın her
tarafında sadece «Proleterya sınıfının hakimiyeti» için çalıştığını ve
bu sloganın da bu gayenin bir vasıtasından ibaret bulunduğu gerçeğini
görebilse, «yanlış değerlendirme» yerine «hainlik» hükmünü verirdi.

28
Bir sistemin gayesinin seçiminde mantıkla veya ilimle ilgili hiçbir
kural yoktur Sistem açısından, gaye seçimi, tamamen keyfidir Bir
geometrici, neden geometriyle uğraştığı sorusunu, geometriye dayanarak
cevaplandıramaz Ancak, «Ben, geometriyi seviyorum» gibi hisse dayanan
bir cevap verebilir Bir fizikçi, neden cisimlerle ugraştsğj sorusuna,
fizikten faydalanarak bir cevap bulamaz ve yine geometrici gibi hisse,
ilgiye bağlı bir izah yapabilir Ancak, ille hisse dayanmayan bir sebep
üzerinde ısrar edilir veya soru daha genel olarak, «İnsanlar neden
geometriyle, fizikle uğraşırlar?» şekline dökülürse belki, «Geometri ve
fizik, insanların tabiata hakim olmalarını; daha iyi yaşamalarını
sağladığı için» çözümü bulunabilir Dikkat edilecek nokta, bu son
cevabına da geometriden veya fizikten değil, onların dışından, insan
cemiyetlerine ait düşüncelerden doğduğudur Halbuki ideolojiler, böyle
faydacı bir cevabı da veremezier Çünkü fikir sistemlerinin kendileri,
şu veya bu cemiyet biriminin faydasını gaye edinmişlerdir Gaye, bir
cemiyet biriminin faydası olarak tesbit edilince, dönüp, «Bu gayeyi
o cemiyete faydalı olsun diye seçtim» demek, mantık çemberine düşmek
olur.

Aynen fizikçi veya geometrici misallerindeki gibi bir Türk
Milliyetçisi’ne de niçin bu yolu tuttuğu sorulduğunda, «Türk Milleti’ni
sevdiğim için» cevabından başkası düşünülemez. Samimi bir komünist de
bu mesleğe yine hislerinden dolayı girmiştir. İlimle, mantıkla
incelenebilecek, incelenmesi gereken mesele, gayenin seçimi değil, olsa
olsa varılmak istenen netice’ye ulaşılıp ulaşılamayacağıdır. Yani, bir
adamın Türk Milletinin bekasını isteyip istemeyeceği tartışılamaz,
ancak bu isteğin dünya şartları içinde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği
incelenebilir. Aynı şekilde, «proletarya»ya duyulan aşk münakaşa
edilemez; fakat «proletarya hakimiyetinin mümkün olup olmadığını tartışabiliriz
Bu husus da ileriki bölümlerde tekrar ele alınacaktır.

Misallerimizi ikiden dörde çıkarır ve fizikle matematikten de birer
konu alırken sebep olarak, bilimsel sosyalizmi saran propaganda
bulutunu; bu bulutun, komünizmin sistem özelliklerini örttüğünü öne
sürmüştük. Nitekim mekanik ve geometriye ait misallerimizle sistemin
kendi gayesinin doğruluğunu ispat edemeyeceği açıkça ortaya çıktı.
Fakat komünistler, sistemlerin bu temel niteliğini bile gizleyerek,
ideolojilerinin gayesinin doğruluğunu ve ideolojilerinin gerekliliğini
yine ideolojilerini kullanarak ispatlamak gibi saçma bir çaba içine
girmişlerdir Birçok temel komünizm kitabında bu sözde ispat şu şekilde
yürür (Siyah dizilmiş sorular bizimdir):
— Bilimsel sosyalizmi benimsemek zorundayız
— Niçin?
— Çünkü bilimsel sosyalizm proleteryanın felsefesidir ve proletarya
yarının hakimidir
— Peki bunları kim söylüyor?
— Bilimsel sosyalizm!

Bu, aslında, enfes bir mantık çemberi örneğidir ve bir eşine daha zor
rastlanır Son tahlilde bu iddia,«Bilimsel sosyalizmi benimse, çünkü
bilimsel sosyalizm bunu gerektirir» saçmalığına dönüşmekte ve dünya
aptallarına sunulmaktadır.

Gayelerindeki farklılık ve gaye seçimindeki bu serbestlikten dolayı
çoğu zaman ayrı sistemlerin mensuplarının münakaşa etmeleri bile
gereksizdir Nasıl bir mekanikçi ile bir geometricinin sistemleri
üzerinde tartışmaları saçma ise, mesela bir bilimsel sosyalistle bir
Türk Milliyetçisi'nin tartışması da çoğunlukla manasızdır. «Ben dünya
proletaryasının kurtuluşu için Türk Devleti’nin yıkılmasını teklif
ediyorum» diyen bir komünistle, «Ben, Türk Milleti’nin bekası ve
yücelmesi için onun devletini korumayı teklif ediyorum» diyen bir Türk
Milliyetçisi arasında ne gibi bir fikir tartışması yapılabilir?
Açılacak bir münakaşa üst kata çıkmak isteyen bir insanla düz yolda
gitmek isteyenin oturup, «Asansör mü iyidir yoksa otobüs mü?» tercihini
yapmaya çalışmaları kadar saçma olur.

Tartışma ancak, fikir sistemlerinin sistem olarak tutarlılığı,
seçtikleri gayelere varmanın mümkün olup olmadığı konularında
açılabilir Bir de, iki gayeye birden hizmet iddiası ile ortaya atılan
teklifler münakaşa edilebilir Misal verecek olursak, «Proletarya için
Türk Devleti'ni yıkmak», tek gayeli, sadece bilimsel sosyalizmin
gayesine uygun bir tekliftir ve bizimle münakaşa edilemez Fakat aynı
komünist, «Ben proleteryanın hakimiyeti için Nato’dan çıkmamızı
istiyorum; fakat bu, aynı zamanda Türk Milleti’nin de lehinedir» diye
gelirse, o zaman ve ancak ikinci gaye için onunla tartışmaya
girebiliriz
II — TARİFLER
Bir sistemin anlaşılabilir, olması, herkesin kendine göre
yorumlayabileceği bir kavramlar anarşisi durumuna düşmemesi için, temel
kavramlarını açıkça tarif etmesi gerekir Mesela geometride « paralel»,
«üçgen», «açı» vb kavramları tarif edilir Tarifler, açıklıktan başka,
anlatıma kısalık getirme faydasını da sağlar. Mesela her seferinde
«sonsuzda kesişen doğrular» demek yerine «paralel» tabirinin
kullanılması muhakkak daha elverişlidir. Mekanikte «kütle», «ivme»,
«enerji» vs, Türk Milliyetçiliği'nde «cemiyet birimi», «tarihin temel
yürütücü amili», «millet», «tercih» vs, bilimsel sosyalizmde
«proieterya», «artık değer», «sömürü»,«emperyalizm», «devrim» hep tarif

30
gerektiren kavramlardır.

Nihayet bir isimlendirme, kavramlara ad takmadan ibaret oldukları
için tariflerde de bir serbestlik vardır Ancak, bir kere isimlendirilen
kavramın artık başka adla anılmaması ve tekrar isimlendirilmemesi gerekir
Sağduyunun bir gereği de, kavramlara verilen isimlerin mümkün
olduğu kadar bu kavramları hatırlatan adlar olmasıdır «Ben, başa
giyilen şeye ayakkabı ismini vereceğim» diyebilirsiniz Buna kimse mani
olamaz ama sağduyu önler Bir kavrama, gündelik lisanda bambaşka anlama
gelen bir isim vermek de sağduyuya aykırıdır Fakat bazs ideolojiler,
propaganda için, muhatapların! aldatmak için bu hatayı biie bile
yaparlar Mesela yerli komünistlerimizce Rusça’dan Türkçe’ye tercüme
edilen ve kitapçı vitrinlerini süsleyen bir «Felsefe Sözlüğü»nde iki
türlü demokrasi tarif edilmektedir: «Sınıflı topiumlarda demokrasi,
hakim-sınıf taşralından yürütülen bir diktatörlük şeklidir Sosyalist
demokrasi üretim araçlarının sosyal mülkiyetine dayanır» Ve Lenin,
bağıra bağsra, proleter diktatörlüğünde, »gerçek demokrasi »de, «siyasi
demokrasi »nin, klikleşmelere, partileşmelere yol açan demokrasinin
söz konusu olmadığını açıklar. Bu, açıklanmakla da kalmaz, «gerçek
demokrasi» de aksine fikir beyan edenler, aksine fikir beyan etmesi
mümkün olanlar, kafalarından aksine fikir geçirdiği sosyalist bilimle
tesbit edilenler Gulag Takımadaları’nda misafir edilir, SSCB'nin
kampları Hitler’inkileri ikinci kümeye iter. Koskoca bir memleket
halkı, Kırım Türkleri toptan yurtlarından sürülür ve «Demokratik Alman
Cumhuriyetinde yaşamak talihine erenleri içerde tutmak için bu
demokrasinin etrafı duvarlarla çevrilir. Bütün bunlar da utanılmadan,
sıkılmadan «Demokrasi» hatta «Gerçek demokrasi» diye tarif edilir(*) Bu
demokrasi tarifi gibi bir de Çekoslavakya ve Macaristan’ı da içine alan
bir «bağımsızlık» hatta «tam bağımsızlık» tarifi vardır ki çok şükür
biz bundan mahrumuz Ve Türkiye sokaklarında «gençler» (bu da bir
tariftir) «Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye» diye bağırarak
yürür ve aptallar alkış tutar Halbuki «üretim araçlarının sosyal
mülkiyeti »ne mesela «kamulaştırma» denerek, herkesin bildiği
«demokrasi» tarifine dokunulma- yabilirdi Çekoslovakya’nın,
Macaristan’ın işgaline «enternasyonal proleter diktatörlüğü» adı
verilebilir ve «bağımsızlık» rahat bırakılabilirdi Fakat «Kamulaştırılmış
Almanya», «Demokratik Alman Cumhuriyeti» kadar propagandaya
elverişli değildir ve «tam enternasyonal proleter diktatörlüğü altında
ve gerçekten kamulaştırılmış Türkiye» kullam'an slogan kadar çarpıcı
değildir (ve kimbilir tontonlar bile bu iste bir bit yeniği
sezebilirler) «Devrim», «devrimci», «ilerici», «gerici» tariflerindeki
benzer oyunlara daha önce temas etmiştik.
(*) Nasrettin Hoca, bu noktada, bilimsel sosyalistlerimizi iyi alaya alır Hoca, leyleği
beğenmez Tüylerini yolar, gagasını, kuyruğunu, ayaklarını keser ve sonra karşısına geçip,
«Hah! işte şimdi kuşa benzedin!» der Maalesef fikri montaj sanayiimizin ürünü standart aydınımız
Nasrettin Hocanın engin ferasetinden çok uzak.

Bildiğimiz «istismar» anlamında değil, «artik değer» kavramına uygun
olarak kullanılan «sömürü» de bu tarif saptırmalarının bir başka
türüdür Misaller çoğaltılabilir Ancak, ne yönden bakılırsa bakılsın
kelimeleri karşısındakinin kafasındakinden başka manalarda kullanarak
sempati sağlamaya çalışmak birinci sınıf bir siyasi ahlaksızlıktır.
Aynı oyunlar, memleketimizde bilimsel sosyalistlerden başka, siyasi
ümmetçiler (*) tarafından da sahnelenmektedir:

«Millet» kelimesinin bir zamanlar «ümmet» manasına kullanıldığı
gerekçesiyle (bu gerekçe ancak dost toplantılarında açığa vurulur) bu
gurup «millet»i «ümmet», «milliyi» de «ümmetle ilgili» anlamında
sarfeder olmuşlardır. Ancak bu saptırma «milli» de kalmış, çok şükür
şimdilik «milliyetçilik» kavramına bulaşmamıştır. Bu gurubun siyasi
liderinin bugünlerde herkesin «Milliyetçi Cephe» dediği nesneye «Milli
Cephe» deyip durması dil sürçmesinden ibaret değildir. Bazı kimselerce
ciddiye alınmasalar bu tipleri yalan yere yemin ederken ayağını
kaldırarak sorumluluktan kurtulacağını sanan çocuğa benzetip gülüp
geçebilirdik.

Bu bölümün başında verdiğimiz hayali tonton vatandaş - komünist
diyalogundaki yanlış anlamaların çoğu komünistin kavramları tarif
etmeden ve günlük manalarının dışında kullanmasından doğuyordu Adeta
taraflardan biri, geometrideki şekli kastederek «küp» derken diğeri,
içine turşu kurulan kabı anlıyor ve ağzı sulanıyordu.
(*) «Siyasi ümmetçilik» de tarif gerektiren bir kavramdır «Ümmetini sevmek» anlamına gelmez;
«Türk Milletindenim, islam Ümmetindenim Garp Medeniyetindenim* düsturuyla bir ilgisi yoktur
Siyasi ümmetçilik, «ümmetin bir bayrak altında, yani siyasi devlet birliği içinde
toplanması, milletlerin yok olması» gayesine sahiptir Dolayısıyla bir taraftan
milliyetçiliğe aykırıdır, diğer taraftan İslam’ın gereği de değildir Bu konu, bundan sonraki
bölümde etraflıca incelenecektir.

Sistemin «tarif» unsurunu «gaye» den hemen sonraya almamız,
tariflerin hepsinin gaye’nin açıklanmasından sonra verileceği manasına
alınmamalıdır Tarifler, sistemin yapısı içinde, ihtiyaç duyuldukça
verilir Dikkat edilecek nokta, mümkün olduğu kadar tarifsiz kavram
kullanmamaktadır Nihayet, tariflerin gerekliliği yanında, herşeyin
tarif edilemeyeceğini, bazı kavramları sağduyuya burakmak lüzumunu da
belirtelim Bu yalnız fikir sistemlerinde değil, matematikte bile
böyledir Mesela geometride «çizgi» ve «nokta» kavramlarından birini
tarifsiz bırakmak zorundayız Çizgiyi noktanın hareketi olarak tarif
edersek, dönüp, «nokta, iki çizginin kesim yeridir» diyemeyiz (Bir şeyi
kendisiyle tarif etmiş ve biraz önce bilimsel sosyalist felsefeden bir
misalle anlattığımız «mantık çemberi»ne düşmüş oluruz) Noktayı iki
çizginin kesim yeri olarak alırsak, bu sefer noktanın hareketi ile
çizgiyi tarif etmememiz gerekir Ancak, her şeyin diğer tariflerin çıkış
noktasında ve mümkün olduğu kadar az sayıda bulunmasına dikkat
edilmelidir.

III — METOD
Sistemin açıklanan gayesine varmak için tutacağı yol metot’tur. Ancak
metot yalnız «gaye»den «uygulama»ya gidişte değil, sistemin yapısının
kuruluşunda da tesirini gösterir, Bir düşünme yolu haline gelir.
Sistemin hangi metodu kullanacağı da gayeyle sıkı sıkıya bağlıdır
Mesela geometri «mantıklı metod olarak alır Ancak geometrinin ve bütün
matematiğin kullandığı mantık günlük lisanda mantık dediğimiz kavramla
ilgili olmakla birlikte o derece işlenmiş, geliştirilmiştir ki ona
«matematik metodu» da diyebiliriz «Mantık» veya «matematik metodu»nun
ilim metodundan en büyük farkı, fizik dünyayla, hadiselerle uyuşmasının
şart olmamasıdır. Nitekim matematikçiler özel olarak da geometriciler
tamamiyle düşünceye dayanan ve fizik dünyada hiçbir benzeri bulunmayan
sistemlerle uğraşabilirler; zaman zaman uğraşmaktadırlar da. Buna

32
karşılık mekanik, veya daha genel olarak fizik, vakılarla uyum içinde
olmak ve metod olarak mantığı değil, ilim metodunun kullanmak
zorundadır. Çünkü gayesi fiziki dünyadan seçilmiştir Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin metodu da İlim metodudur. Çünkü «Türk
Milleti’nin bekası» gayesi vakılara ve dünyaya sıkı sıkıya bağlı bir
hedeftir ve metod seçimi bu bağı hesaba katmak mecburiyetindedir
Burada hemen açıklanması gereken bir nokta, Türk Milliyetçiliğimin
«ilim metodu»ndan kastettiği şeyin «ilimlerin ilmi» «İlahi ilim», vs,
olmayıp; düpedüz, alelade «ilim metodu»ndan; fiziğin, kimyanın,
sosyolojinin, psikolojinin kullandığı mütevazi ilim metodundan ibaret
olduğudur Bu ilim metodunun da gayemizi kesinlikle isbat eden, mesela
dünyaya neden Türklerin hakim olacağını gösteren bir sihir olmadığını
daha önce söylemiştik Nihayet ilim, bizim için bir metottan ibarettir
Yani bir vasıta, bir alettir; Türk milliyetçiliği bir ilim değildir.
İlme müdahale etmez Fakat ilmi kullanır.

Aslında çok basit ve herkesin hemen kabul etmesi gerekecekmiş gibi
görünen bu açıklamalar Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi haricindeki
hemen hiçbir ideoloji tarafından benimsenmez. Bilhassa son iki asırda
ortaya çıkan fikir sistemleri, ilmi bir metod olarak almak yerine,
kendilerinin bizzat ilim olduklarını iddia etmiş, ilim iddialarına
uymayınca da ilme saldırmaya kalkmışlardır Özellikle komünist ülkelerde
bütün şiddetiyle hüküm süren bu yeni ortaçağ apayrı bir kitaba konu
olabilir Nazizm’in «Ari ırkın üstünlüğü» ilmi, en az bilimsel sosyalizm
kadar aynı saçmalığın sahibidir.

Türk Milliyetçiliği fikir Sistemi’nin ilmi metod olarak seçişi ve
ilme bütün ideolojilerden farklı bir açıdan bakışı onun en belirli
özelliklerindendir. Gerçekten, Türk Milliyetçiliği’ni diğer bütün fikir
sistemlerinden tabiat itibariyle ayıran en önemli unsur «ilimcilik»tir.
Bu yüzden ilmin ne olduğu ve daha önemlisi, ne olmadığı, ayrı bir
bölümde ele alınacaktır.

Bilimsel sosyalizmin metodu ise «diyalektik mantıktır».Bu ideolojinin
tam bir ortaçağ dogmasına dönüşmesinin baş sebebi de belki metod olarak
ilmin değil bir mantık türünün seçilmesi ve dolayısıyla ilmin
vakıalarla devamlı münasebet, içiçelik imkanlarını kaybetmesidir.
Bilimsel sosyalistler, ilimden uzaklaşmanın kaybını diyalektik mantığa
ve diyalektik materyalizme «bilimsel» sıfatını eklemekle
kapatamamışlardır.

IV— KABULLER
Doğruluğu ispat edilemeyen, fakat çeşitli sebeplerle itimad edilen
esaslar «kabuller»i teşkil eder. İlimde bu kabullere «postüla» adı
verilir.

Bir sistem, kabulsüz kurulamaz. Sistem içindeki bütün iddiaların
isbatı imkansızdır İlk misal olarak geometriyi alalım : Geometride
iddialara «teorem» denir ve isbatlanırlar. Ancak bir teoremin isbatı
sırasında başka teoremleri kullanır ve bu kullandıklarımızı da isbat
zorunda kalırız. Bu isbatlarda da başka teoremler kullanılır ve bu hal,
artık isbatlanamayan iddialara kadar gelip dayanır. Öklid geometrisinde
«Bir doğruya, dışındaki bir noktadan ancak bir paralel çizilebilir»
iddiası bu, artık ispatlanamayan kabullerden, postülalardan biridir
Mekanikte de durum aynıdır İncelenen herhangi bir sistem, daha önce
sağlanmış, ispatlanmış bilgilere dayanılarak çözülür Kullanılan bu
bilgiler de kendilerinden önce ispatlanmış başkalarına dayanır ve sonunda
artık ispatlanamayan, fakat belki binlerce gözleme, deneye
dayanılarak ortaya konmuş «kanun» veya postülalara inilir Nevton’un,
«Üzerine bir kuvvet tesir etmeyen bir cisim ya hareketsiz kalır, yahut
da sabit bir hızla bir doğru üzerinde hareket eder» postülası bu cins
bir kabuldür ve ispatlanamaz.

Sistemlerin kullandıkları metod da aslında bir kabuldür Geometrinin
gayesine «mantık» veya eşdeğer olarak «matematik metodu»nu kullanarak
gidebileceği' ispatlanamaz Aynı şekiide mekaniğin «ilim metodu» ile
gayesine varacağı gösterilemez Fakat her ikisine de inanmamız için
elimizde epey sebep vardır Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin yegane
kabulü metod olarak «ilim metodu»nu seçmesidir Bu aslında, bütün
sistemimizde bir tek kabul bulunduğunu ve bu yüzden sistemimizin
diğerlerine nazaran üstün olduğunu göstermez. Çünkü «ilim metodu»nu
seçmekle ilmin bizi ilgilendiren herhangi bir sahasında yapmak zorunda
kaldığı kabulleri de benimsemiş oluyoruz. Fakat insanlığın uzun
tecrübeleri, dünya meselelerini halletmede «ilim metodu»nun mantık’tan
da, felsefe’den de daha 'sağlam olduğunu göstermiştir. Bu konulara
«ilim metodu» nun etraflıca anlatıldığı bölümde dönülecektir.
Bilimsel sosyalizmin «diyalektik mantık»ı, metod olarak seçmesi de
aynı şekilde bir kabuldür Yalnız, bir felsefeyi metod olarak benimseyen
bu sistem, dünya meslelerini incelerken başka kabuller de yapmak zorunda
kalır Dünya tarihini sadece «üretim vasıtaları ile bunların
mülkiyetinden doğan çelişkenin belirlediği iddiasından ibaret olan
«tarihi madecilik» bir ikinci kabulü teşkil eder Tarihi maddecilik
içinde kullanılan «değerin emek teorisi» bir üçüncü kabuldür Ancak
bilimse! sosyalistler bu noktada da toz bulutundan fayda umar ve
kabullerini hiç kimsenin itiraz edemeyeceği büyük bilimler olarak
takdim ederler Özellikle «diyalektik maddecilik» ve «tarihi maddecilik»
ileri sürülürken adeta terbiyesizleşilir ve «inanmayan aptaldır»
cinsinden laflar edilir Bazan da «Hangi felsefeyi benimseyeceğin
sorusuna senin akim yetmez Bak, bizim sistemimizi kuranlar çok akıllı
insanlardır Sen gel, düşünme zahmetine girmeden bize katıl!» fikrinden
ibaret bir ispat yoluna giderler! Aşağıdaki satırlar, bir Türkiye’li
bilimsel sosyalistin kitabından (Ali Kızılırmak, «Bilimde ve Felsefede
Diyalektik Nedir?», Odak Yayınları, Ankara, 1973) alınmıştır: öyle ise
«ben KENDİ düşüncemle hakikati bulurum» sanmak yanlıştır, kuruntudur
Kişinin ‘kendi düşüncesi’ sağlam ayakkabı değildir Toplum içinde
yüzyıllarca işlenip geliştirilmiş olan düşünce yordamlarından birini
seçmek gerekir (Peki hangisini?) Her şey gibi düşüncenin de bir bilimi
vardır Herhangi bir konu üzer-inde doğru düşünebilmek için, doğru bir
düşünce bilimi (Demek bilimler de ikiye ayrılıyor: Doğru bilimler ve
yanlış bilimler) yani doğru bir yöntem bulmak ve kullanmak şarttır
Böyle bir bilim ve mantık da vardır.

Adı : DİYALEKTİK’dir Toplumun genel gidiş kanunlarını inceleyen bilime
TARİHSEL MADDECİLİK diyoruz» Eh artık sosyologlar tatile çıkabilir!
Bugün Türkiye’de bu tip kafaların bir mesele olarak karşımıza
çıkabilmesi bile cemiyetimiz hesabına bir ayıptır Biz yine gerçeğe
dönelim ve tesbitimizi tekrarlayalım: Sistemlerin metod seçimi de bir
kabul sonucudur Bir sistemin kendi kendini ispatlayamaya- cağı, metod
için de aynen geçerlidir

Bilimse! sosyalizmin kabullerinin tenkidini, bu sistemin eie
alınacağı bir kitaba bırakarak «kabul» kavramının gene! incelemesine
devam edelim

34
«Kabul» ismine bakılarak, postülaların seçiminde, gaye seçimindekine
benzer bir serbestlik bulunduğu zannedilebiiir Bu doğru değildir
Kabul’ün tarifinde kullandığımız, «fakat çeşitli sebeplerle itimad
ettiğimiz» kaydı böyle bir serbestliği önler Kabulün, her- şeyden önce
gerçekle çelişmemesi gerekir Mesela yukarda verdiğimiz Nevton postülası
keyfe göre, «Üzerine bir kuvvet tesir etmeyen cisim daireler çizerek
hareket eder» şeklinde alınamazdı Bunun gerçeklerle çeliştiği açıktır
Benzer şekilde, bilimse! sosyalistler, «Bir defa komünizmi tadan insan,
bir daha vazgeçemez» gib! bir kabu! yapmayı çok İsterlerdi: ama bu da
hakikata zıddır Bir kabulün gerçekle çelişip çelişmediğinin tahkikinde
en güçlü metod yine ilim metodudur Ancak ilim metodu, bir kabulün
gerçekle çelişmediğini gösterse bile, bu ispat sayılmaz Çünkü gerçekle
çelişmeyen her şey doğru olmak zorunda değildir Ve, gerçekle
çelişmemek, kabulün «kabul» niteliğini değiştirmez.

V — UYGULAMA VE DOKTRİN
Gayesi, kavramlarının tarifleri, metodu ve kabulleri belli bir
sistem, artık hedefe doğru yürümeye hazırdır Uygulamaya geçer
Geometride, ispatlanan her teorem bu sistemin bir uygulamasıdır
Mekanikte, Nevton postülalarından hareketle bulunan her prensip bu
sistemin bir uygulamasını, yani gaye alınan «Cisimlerin denge ve
hareket kanunlarının bulunması» yolunda bir adımını teşkil eder (Bizim
incelediğimiz sistem kavramı içinde geometri ve mekaniğin gayeleri
yolunda ilerlemeleri «uygulama»yı teşkil etmektedir Bu dalların
mühendislik veya mimarlıktaki tatbikatı değil Günlük lisanda matematik
veya fiziğin «uygulanmasından bu ikinci mana anlaşılır)
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin uygulaması içinde Türk
kültürünün güçlendirilmesi, tarım kentleri, ağır sanayi - makina yapan
makinalar, birinci sınıf ülkücü ilim ve teknik kadroların kuruluşu;
özetle, Milliyetçi Hareket’in teklif ve projeleri bulunur Bu uygulama
da, gayemize, «Türk Milleti’nin bekasına yönelmiş atılımlardır Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin uygulama esasları, Dokuz Işık
Doktrini’nde özetlenir.

Proleter ihtilali, proleter diktatörlüğü, milli demokratik devrim,
«Yeni Ekonomik Politika» (NEP), tek ülkede sosyalizm, Brejnev doktrini,
vs bilimsel sosyalizmin veya bilimsel sosyalist mezheplerden bazılarının
uygulamalarıdır. Demek ki bütün bu teklif ve doktrinler, ana
gaye, «Komünist cemiyetin kurulmasına veya daha yakın ara-gaye, «Dünya
proleter- yasının kurtulması-hakimiyeti»ne giden adımlar olarak
düşünülmektedir

Üzerinde önemle durulması gereken nokta, her dört sistemde de
uygulama ile diğer unsurlar-gaye, tarifler, metod, kabuller arasındaki
sıkı bağdır. Gerçekten, uygulama’dan önceki unsurlar bir kere ortaya
kondu mu, uygulama artık kendiliğinden çıkmalı. Sistemin metodunun
imkan verdiği bazı tercihler hariç, artık serbestliğe, keyfiliğe yer
kalmamalıdır, Daha önce de belirttiğimiz gibi uygulama, bir sistemde,
bir geometri teoremi ispatlar gibi gayeden hareketle, metod, tarifler
ve kabuller kullanılarak adım adım çıkartılabilmelidir.

Doktrin, bir uygulamaya, bir uygulama planına veya bir seri uygulama
teklifinin tümüne birden verilen özel bir isimdir. Demek ki doktrin,
tek veya çok gayeli olabilir Misal olarak Monroe Doktrini’ni, Brejnev
Doktrini’ni ve Dokuz Işık Doktrini’ni alabiliriz Bunlardan birincisi,
«Avrupalılar, Amerika kıtasının işlerine müdahale etmemelidirler»
şeklinde özetlenebilir. Gayesi, kıta üzerindeki Avrupa milletleri
tesirini gidererek Amerika’yı, mümkün olduğu kadar Amerika Birleşik
Devletleri’nin kontrolünde tutmaktır. Brejnev Doktrini, aynı şeyi, Rus
tesir sahası içinde Rusya hesabına yapar*.
(*) Burada, dünya proletaryasını ku: * edinmiş bir fikir sisteminin nasıl oiup da bir millet,
Rus Milleti, hesabına uygulama yaptığı sorusu sorulabilir Aslında Brejnev, doktrini «Rusya,
raydan çıkan sosyalist ülkelere müdahale edebilir» şeklinde değil «Bir sosyalist ülke, diğer
bir sosyalist ülkeye» şeklinde konulmuştur Fakat gerçekte, mesela Çekoslovakya'nın Rusya’ya
müdahalesi düşünülemeyeceğinden p r a t i k sonuç, birinci ifadedeki gibi olmaktadır Aslında
bilimsel sosyalizm kitapta, Rus ve Çin milliyetçilikleri de uygulamada hakimdir

Ancak İkincisinin tatbikatında daha kesin davranılmış ve silahlı
işgale daha çok yer verilmiştir. Gerek Monroe gerekse Brejnev
doktrinleri, tek konuya inhisar eder. Dokuz Işık ise, 20 asır Türkiye'sinde
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin bütün uygulama planını
toplayan bir demettir Sistem açısından, «Türk Milleti'nin bekası»nı
gaye edinmiştir ve o da bir milletin, Türk Milleti’nin menfaatlarına
hizmete yönelmiştir. Özel olarak, Dokuz Işık'ın bazı maddeleri, Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin bütününe o derece sıkı bir şekilde
bağlıdır ki, bu doktrin, aynı zamanda, fikir sisteminin önemli bir
kısmını da içinde taşır. Mesela, dokuz esastan biri olan
«milliyetçilik», nesillere bir fikir sistemi verme anlamında uygulama,
fakat aynı zamanda, muhteva bakımından Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin gayesidir. Aynı şekilde, «ilimcilik», Türkiye’nin
kalkınmasında bir uygulama esası, fakat aynı zamanda fikir sisteminin
metodudur.

Günlük konuşmalarda, «fikir sistemi» ile «doktrin» kavramları sık sık
eş manalı imiş gibi kullanılmaktadır Buraya kadar izah edilen «sistem»
kavramı çerçevesinde bu anlayışın yanlışlığı açıktır Gerçekten de
«doktrin» (Dokuz Işık’ın yukarda işaret ettiğimiz bazı özellikleri
istisna edilmek kaydıyla) fikir sisteminin kendisi değil, bir veya
birçok alandaki uygulamasıdır. Fikir sisteminin zamanla değişmeyeceği
düşünülür. Fakat doktrin, uygulama sahalarındaki değişikliklere göre
değişebilir. Mesela bugün Dokuz Işık’ın bir maddesi olan «köycülük»,
köy meselemiz hallolduktan, tarım kentleri kurulduktan sonra,
kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Fakat o zaman da, Türk Milleti'nin
bekası gayesi, başka maddelerin doktrine ilavesini gerektirebilir.
(«uzaycılık» gibi) Fakat bütün bu değişiklikler olurken Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi, gayesi, tarifleri ve metoduyla değişmez
olarak kalacaktır.

Buraya kadar dört ayrı misal üzerinde incelediğimiz sistem unsurları,
Tablo II’de özetlenmiştir.

36
TABLO II
Geometri, Mekanik, Türk Milliyetçiliği (TMFS) ve Bilimsel Sosyalist
(BSFS) Sistemlerde Sistemin Beş Unsuru.
Gaye, sistemin konusunu ve varmak istediği sonucu belirtir Fikir
sistemlerinde (ideolojilerde) «konu»ya «tercih» denir Bir sistem
incelenirken ilk bakılması gereken unsur, gayedir
Bir sistemin gayesinin seçiminde mantıkla, ilimle ilgili bir kural
yoktur Sistem gayesini ispatlayamaz Gaye seçimi tamamen hisse, değer
hükümlerine bağlıdır

Gayeleri farklı sistemlere mensup olanların tartışması, çoğu zaman
abesle uğraşmaktır

Tarifler, kavram anarşisini önlemeye, kolay anlaşmaya yarar
Kavramlara isim teşkil ötmek üzere seçilen kelimelerin kavramlardan
bambaşka manalar ifade etmemesi, birden fazla kavramın aynı kelimeyle
isimlendirilmemesi gerekir Bazı fikir sistemleri, propaganda avantajı
sağlamak için bile bile bunun tersini yaparlar.

Bir sistemin «gaye»sine varmak için tutacağı yola «metot» denir Metot
aynı zamanda sistemin kuruluşunda da kullanılır Sistemde metot seçimi
gaye ile yakından ilgilidir

Bir sistemde sistemin iddialarının azamisinin ispatı istenir Ancak
bütün sistemlerde ispatlanamayan iddialar vardır Bunlar sistemin
kabulleridir Kabulsüz sistem kurulamaz Her sistemin metodu aynı zamanda
o sistemin ilk kabulüdür

Kabuller rastgele seçilmez ispatlanamamalarına rağmen onlara
inanmamız için kuvvetli sebepler vardır Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin tek kabulü; ilmi, metot olarak seçişindedir
Sistemin beşinci unsuru, gayeye varmak için girişilen uygulama’dır
Doktrin, bir uygulamaya, bir uygulama planına veya bir seri uygulama
teklifinin tümüne birden verilen isimdir Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi'nin doktrini «Dokuz Işık»tır Özel olarak Dokuz Işık, fikir
sistemimizin birçok unsurlarını da içinde taşır.
Fikir Sistemi'nin zaman içinde değişmeyeceği kabul edilir Uygulama
planları ve doktrinler ise şartlara göre değişikliklere uğrarlar.

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1)Gayesi «Türk Milleti’nin bekası» olan Türk Milliyetçileri ile
«Proletarya’nın hâkimiyeti» olan bilimsel sosyalistlerin
tartışmalarının manasız olduğunu gördük Ancak ülkücüler zaman zaman
komünistleri tartışmaya davet ederler Bunun sebebi nedir?
(Yol gösterme: Bazı aydınların bilimsel sosyalistlerin gayelerini ve
çeşitli kavranılan tariflerini bilmediklerini görmüştük Bu nokta göz
Önüne alınırsa, açık tartışmalardan “komünisti ikna etmek dışında” bir
fayda umulabilir mi? ülkücüler, zaman zaman komünistlerle fikir
münakaşasına girerler Bu münakaşalarda hedef kendisiyle tartışılan
komünist mi yoksa dinleyiciler midir?)
2)Solcuların, çok farklı anlamlarda, kullandıkları kelimelere dair —
kitapta verilenlerin dışında misaller bulmağa çalışınız
3) «Kabulsüz sistem olmaz» ve «Sistemler kabullerini asgaride tutmağa
çalışırlar» ifadelerini açıklayınız
4)Dinler doktrin olabilirler mi? (Yol gösterme: Doktrinin zaman
içinde değişeceğini göz önüne alarak cevaplandırmaya çalışınız)

38
IV BÖLÜM GAYE-TERCİH
BÖLÜMÜN PLANI
I «İZM»LER
II MENSUBİYET ŞUURU VE CEMİYET BİRİMİ
III TERCİH

I — «İZM»LER
Geçen bölümde, saha ister ideoloji, ister bir ilim dalı olsun,
sistemlerin önce gayelerini belirtmeleri gerekir demiştik Bu bölümle
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni, sistemler için daha önce
koyduğumuz esaslara göre incelemeğe başlayacak ve önce gayeyi ele
alacağız. «Gaye»nin de kendi içinde «konu» ve «varılmak istenen netice»
şeklinde ikiye ayrıldığını genel olarak sistemlerde «konu» denilen
kısmın ideolojiler de «tercih»e dönüştüğünü de daha önce görmüştük. Bu
bölümdeki incelemede tercih'ten başka Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin iki temel kavramına -mensubiyet şuuru ve cemiyet birimi -
ihtiyaç duyulacak ve bunlar tarif edilecektir. Sonuçta,
«milliyetçilik», «Türk Milliyetçiliği» ve «ülkücülük» mefhumlarının,
herkesin kendi keyfine göre yorumlayabileceği laflar değil, kesin
anlamlı kavramlar olduğu ortaya çıkacaktır. Diğer ideolojilerin Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi açısından sınıflandırılması ve her
«cilik»in (Avrupa lisanlarında «izm») kendi yerine oturtulması da bu
bölümün bir yan ürünüdür.

Burada da daha önce kullandığımız usulle hareket edelim ve doğrularla
değil, sık yapılan yanlışlarla işe başlayalım :
Proleteryacıların çok kullandıkları bir propaganda sorusu, «Ezenden
mi, yoksa ezilenden mi yanasın?» dır Tabii, vicdan sahibi hiç kimse,
bir ezenle bir ezilenin bulunduğu durumda bu soruya «Ezenden!» cevabım
veremez Mutlaka ezilenden yanayızdır Proleteryacı, «O halde sen de
bizdensin Arkadaş Gel, katıl» diye devam eder. Hasta milli eğitimimizin
ürünleri bazı gençler, hatta; bırakın gençleri kelli felli adamlar,
öğretmenler, politikacılar, profesörler ve sairler bu davete icabet
etmişlerdir. Ve bu davetliler, bir de «tek gazete aydını» iseler ki
yüzde doksan öyledirler, birkaç ay sonra ya ellerinde silahla
ezilenleri kurtarma, yahut da silahlılara alkış tutma eylemine
çıkacaktırlar.

Siyasi ümmetçi, ezen - ezilen yerine müslüman - gayrı müslim ayrımını
kullanacaktır: «Müslümandan mı, yoksa müslüman olmayandan mı yanasın?»
Türkiye’de bu sorunun cevabı da 40 milyonda 39’9 milyon ihtimalle
tektir: «Müslümandan» «O halde neden bize katılmıyorsun?». Ve birkaç ay
sonra Türk Milliyetçiliğine düşmanlıkta, mezhep ve bölgecilik
kışkırtmacılığında komünistlerle yarış eden bir tip doğabilir.
Ferdiyetçi, veya bu sistemin sadece iktisat görüşünü ifade ettiği
halde, «ferdiyetçiden'daha sık kullanılan adıyla kapitalist,
«Kaabiliyetli ve çalışkan insandan mı yoksa kaabiliyetsiz ve tembelden
mi yanasın?» sorusuyla gelecektir Aklı başında kimseler için bunun
cevabı da tektir: «Tabii ki kaabiliyetli ve çalışkan insandan» Sonunda,
«Millet, birlikte ticaret yapmak isteyen insanların meydana getirdiği
topluluktur» veya, «Neden solcu gazetelere ilan vermeyecek mişim? Benim
buzdolaplarımı solcular da satın alıyor» gibi vecizeler söyleyen veya
söyleyenleri alkışlayan karekterlerle karşılaşırız.

Nihayet, bir Türk Milliyetçisi bu tip sorularla sempatizan toplamaya
kalksa, «Türk Milleti’nden mi yoksa Rus (veya Çin, veya Amerikan, veya
Yunan) Milleti’nden mi yanasın?» der ve yine 40 milyonda 399 milyon
taraftar bulmağa çalışırdı.

Bu seviyelerin üstüne çıkamayan ideolojik münakaşaların neticesi
mefhumlar anarşisidir ve sonunda kimin kazanacağı tamamen talihe kalır
Artık neticeyi, doğruluk - yanlışlık değil, sadece propaganda gücü tayin
edecektir. Büyük ihtimalle her «İzm» cemiyetin belli bir parçasını
etrafına toplayacak ve didişme sürüp gidecektir- Fikir sistemlerinin bu
seviyede ele alınışı, kararsız, korkak ve bir şeyler yapmaktansa
prensip olarak hiçbir şey yapmamayı tercih eden kimselerin de işine
yarar Öyle ya Her fikrin kendine göre haklı olduğu tarafları vardır.
Gerçek, muhakkak ki bunların hepsinin aritmetik ortalamasıdır' Ve
«Aşırı sağa da aşırı sola da karşıyız» dır. Nihayet, bu karışıklıktan
ideolojik melezler doğar Marksist milliyetçiler, en hakiki
milliyetçiliğin «ekonomik» markalısı olduğunu ilan edenler gibi
Milliyetçi Hareket’in hızlı gelişmesiyle birlikte, milliyetçilik, Türkiye’de
gittikçe değerlenen bir sıfat haline gelmiştir. Milliyetçiliğin
külfetine katlanmadan nimetinden istifade etmeğe kalkan bazı gruplar
da, fikir sistemlerindeki «tercih» meselesinin iyi anlaşılmadığı
ortamda, «Milliyetçilik hiç kimsenin tekelinde değildir!» veya «Canım,
herkes milliyetçi değil mi?» cinsinden sorularla kendilerine bir yer
açmağa çalışırlar.

Şahsiyet sahibi, Müslüman ve Türk olan bir insan mutlaka Türk
Milleti’nden, İslam Ümmet’inden, ezilen- den, kabiliyetli ve çalışkan
insandan yanadır Fakat, diğer taraftan hem Türk Milliyetçisi, hem
siyasi ümmetçi, hem proletaryacı ve hem de ferdiyetçi olması mümkün
değildir. O halde bütün bu «cılık»larin, «İzm» lerin gerçek manası
nedir? Bu soruya cevap verebilmek ve «cılık»ları bir sınıflandırmaya
sokabilmek için Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin mensubiyet şuuru,
cemiyet birimi ve tercih-kavramlarını iyi anlamak gerekir.

II — MENSUBİYET ŞUURU VE CEMİYET BİRİMİ
İnsan, hayatı boyunca, iç içe birçok gurubun bir
den üyesidir En küçük gurup tabii olarak tek insan: fert'tir Fert’ten
sonra aile, sülale, belli bir yaş dilimi, adları «A» harfiyle
başlayanlar, bir semt halkı, bir bölge halkı, bir otobüsün yolcuları
bir spor takımının, bir derneğin, bir siyasi partinin mensupları, bir
okulun talebeleri ve mezunları, soy-, millet, ırk, ümmet, bir kıta
üstünde yaşayanlar ve nihayet-en büyük gurup - bütün insanlık Bir uçta
tek insan - fert’ten diğer uçta bütün insanlık'a kadar bu guruplamaları
rastgele ve sonsuz sayıda çoğaltabiliriz. Ancak, daha ilk bakışta,
rastgele sayılan bu guruplardan bazılarında bir tabiilik hissedilmekte,
bazılarından, bahsedilmesi bile gereksiz, saçma görünmektedir «İsmi ‘A’
ile başlayanlar» gurubundan bahsetmek mutlaka saçmalık hissini veriyor
«Bir otobüsün yolcuları» gurubu da ona yakın gereksizlikte. Buna
karşılık millet, ümmet gibi gurup isimleri bize anlamlı, lüzumlu
gelmektedir. Spor takımı, bölge halkı gibi guruplamalar da saçma ile
manalı uçlarının arasında bir yere oturtulabilirler.

Yukardaki misallerde sezdiklerimizi biraz yakından incelersek, «İsmi
‘A’ ile başlayanlar» gurubunda hissettiğimiz saçmalık; buna karşılık

40
«millet» gurubunda sezdiğimiz anlamın, bu gurupların üyelerine
aşıladıkları mensubiyet şuuru ile ilgili olduğunu görürüz «Mensubiyet
şuuru»nu, «İnsanın üyesi olduğu bir guruba karşı duyduğu bağlılık
hissi» şeklinde tarif ediyoruz. Üyelerine mensubiyet şuuru verebilen
guruplara da «cemiyet birimi» diyoruz. Şimdi, bu bilgilerle yukarda ki
guruplara bir göz atacak olursak, fert, aile, sülale, soy, ümmet ve
millet’in, kesinlikle, Cemiyet birimleri olduğunu görürüz. Yukarda
verilen «saçma» misallerin hepsi de cemiyet birimi olmayan guruplara
aittir. Cemiyet birimlerinin aşıladıkları mensubiyet şuurunun gücü de
birimden birime farklılık gösterir Hatta bu «bağlayıcı güç» zamanla
değişebilir. Mesela, «kabile», eski çağların kuvvetli bir cemiyet
birimi iken bugün bağlayıcılığını hemen tamamen kaybetmiş, artık bir
cemiyet birimi olup olmadığı tartışılır hale gelmiştir.

Bir gurup kuvvetli bir mensubiyet şuuru aşılarken, bir diğerinin
neden daha zayıf bir bağlayıcılık taşıdığı, cemiyet birimlerinin
verdiği mensubiyet şuurunun, tarih içinde ne şekilde ve niçin değiştiği
gibi sorulara sıhhatli cevap verebilmek için ilim metodu kullanan bir
incelemeye ihtiyaç duyarız. Özellikle cemiyet birimlerinin tarih
içindeki değişmeleri ve cemiyet birimlerinin tarihe tesirleri - tarih,
sınıfların mücadelesi mi, milletlerin mücadelesi mi gibi sorular -
fikir sistemlerinde büyük önem taşır. Bütün bu noktaların teferruatlı
incelemesini metod bahsinden, ilim metodunun anlatılmasından sonraya
bırakıyoruz.

Burada sadece, mensubiyet şuurunun doğmasına, yani bir gurubun
cemiyet birimi haline gelmesine yol açan şartları özetleyeceğiz. Bir
insan gurubunun cemiyet birimi olabilmesi için:

1) Aynı cinsten başka toplulukların mevcudiyeti;
2) Bu toplulukların birbiriyle yoğun temasta olmaları;
3) Bu topluluklar arasında menfaat çatışmalarının, rekabetin
mevcudiyeti şarttır.

III — TERCİH
Her fert, iç içe bir dizi cemiyet biriminin birden üyesidir dedik
Mesela, çağdaş bir insan umumiyetle fert, aile, sülale, sınıf, millet
soy, ümmet, ırk, birimlerinin hepsine birden mensuptur.(«Çağdaş» diye
tavsif etmek zorundayız Aksi takdirde mesela oymak, kabile, boy gibi
birimleri de listeye dahil etmek gerekebilirdi) Her insan, mensup
olduğu bu cemiyet birimlerinin birkaçına birden kuvvetli veya zayıf bir
mensubiyet şuuru ile bağlıdır.

İç içe bir dizi cemiyet birimine mensup olan fert, bu birimler
arasında şuurlu veya şuursuz tercihler yapar. Mesela, milleti için
gönüllü olarak harbe giden bir asker, «millet» birimini «ferd»e tercih
etmiştir. Eğer aynı şahıs, kendisini tehlikeye atmakla ailesinin menfaatlerini
de sarsıyorsa «millet>'le «aile» arasında yine «millet»i
tercih etmiş demektir. Milletine bu derece bağlı misalimiz, diyelim ki
diğer taraftan ailesine de çok düşkündür ve ailesi için şahsını fedaya
nazırdır.

O zaman, millet-aile - fert gibi bir tercih sırası doğmaktadır. Bu
sıralamaya, mensup olunan diğer cemiyet birimlerini de yerleştirirsek
örneğimizin kafa yapısı, dünya görüşü ortaya çıkar.

Her şahsın şuurlu veya şuursuz olarak yaptığı bu sıralamada ilk
mevkie yerleştirdiği, en çok değer verdiği birim, onun «cilik»ini
(Avrupa lisanlarında «izm»i- ni) tayin eder. Şu halde «milletçi»,
«milliyetçi», millet birimine birinci sırada yer verenlerin sıfatıdır.
Demek ki bir milliyetçi, şahsından, ailesinden, sülalesinden, İçtimai
sınıfından, ümmetinden, ırkından (burada beyaz, zenci, sarı gibi büyük
anlamda «ırk» kastedilmektedir) daha ziyade milletine bağlı olan
insandır. Yoksa milleti sadece sevmek, milliyetçi olmaya yetmez. Kendi
çıkarları tehlikeye girmemek kaydıyla, veya proleterya sınıfının
menfaatleriyle milli menfaatler çatışmadığı müddetçe milletini
sevenlere milliyetçi değil, sırasıyla «egoist» (fikir sistemi haline
dönüştüğünde «ferdiyetçi», iktisat görüşü tartışılırken de
«kapitalist») ve proletaryacı (komünist veya sosyal demokrat) denir
Amerikan ve Türk Milletlerinin menfaatleri çatıştığında Türk’ü, fakat
Rus ve Türk veya Çin ve Türk çıkarları çatıştığında sosyalist oldukları
için Rus veya Çin’i tutan insanın milliyetçilikle uzak yakın bir ilgisi
olamaz.

Aynı şekilde birinci tercih sırasına «ferd»i koyana «ferdiyetçi»
(liberal kapitalist); «sınıf »ı koyana «sınıfçı» (tercih ettiği sınıfa
göre aristokrat veya proleteryacı - komünist - sosyal demokrat);
«ümmet»i koyana «ümmetçi» veya (her Türk Milliyetçisi’nde bulunan ümmet
sevgisi ile karışmasına engel olmak için) «siyasi ümmetçi» denir. Yani
«sınıfçı», mensup olduğu sınıfı sadece seven, değil, onu şahsına,
ailesine millet ve ümmetine tercih edendir. Ümmetçi de ümmetini seven
değil, ümmeti ferde, millete, aileye, vs ye tercih eden demektir. Bir
milliyetçi, özellikle bir Türk Milliyetçisi milletiyle birlikte mensup
olduğu ümmeti, ailesini, şahsını, hatta İçtimai sınıfını da sevebilir.
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi «Türk Milletinin bekası»
ve «beka» da, «Türk Milleti’ni, onu belirleyen değerlerle ebediyete
kadar yaşatmak» şeklinde verildiğinde; İslamiyet, Türk Milleti’ni
belirleyen en önemli değerlerden biri olduğuna, göre, ümmetini sevmek,
Türk Milliyetçisi için kesin bir şart olmaktadır. Fakat siyasi ümmetçi
bu sevgiyle yetinmez, ümmeti, millete de tercih ettiği için milli
devleti ortadan kaldırıp ümmeti siyasi birlik haline sokmak ister.
(«Siyasi» sıfatını bu yüzden kullanmaktayız)

Görüldüğü gibi «tercih»» bir cemiyet birimi lehine diğerlerinden
tamamen vazgeçilmesini değil, birimlerin bağlılık sırasına sokulmasını
ifade etmektedir Bu anlayışı bir tarif şekline getirdiğimiz zaman :
«Tercih, ferdin iç içe mensup olduğu cemiyet birimleri arasında yaptığı
bağlılık sıralamasıdır» deriz. Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin
kurucularından Ziya Gökalp’ın, «Türk Milletindenim,İslam Ümmet’indenim,
Garp Medeniyeti’ndenim» düsturu bu anlayışın ifadelerinden biridir.
Şimdi, BU bölümün başında verdiğimiz yanlış misallere dönebiliriz:
Mensubiyet şuuru, cemiyet birimi, tercih ve «cilik»ler kavrandıktan
donra, «Kimden yanasın?» cinsinden soruların hatalı' tarafı; derhal
ortaya çıkmaktadır. «Ezenden mi, ezilenden mi?», «Müslüman’dan mı,
gayrı müslimden» mi?», hatta-, «Türk’ten mi, gayrı - Türk'ten mi?»
sorularında aranan tercih, insanın iç içe mensup olduğu birimler
arasında değildir. Bu sorularda muhataptan mensup olduğu birimle,
olmadığı birim arasında tercih yapması istenmektedir. Netice de tabii
olarak, her zaman mensup olunan birim lehine çıkacaktır. Dolayısıyla
bu sorular, ustaca kalıplanmış demagojilerden ibaret kalmaktadır.
Tercih insanın mensup olduğu birimlerle olmadığı birimler arasında
değil, mensup olduğu birimler arasın da yapılırsa manalıdır. Şu halde
doğru soru, «İlk tercihin hangisi? Türk Milleti mi, ezilen mi, İslam

42
Ümmeti mi, yoksa kabiliyetli insan mı?» şekilde sorulmalıydı.
Diğer taraftan, milliyetçilik, lalettayin bir millet sevgisi değil,
milleti fertten ümmete, aileden sınıfa kadar mensub olunan diğer bütün
cemiyet birimlerine tercih etmek olduğuna göre, kesinlikle:

1) Herkes milliyetçi değildir.
2) Milliyetçilik, milliyetçilerin tekelindedir. Milliyetçiliğin
Türkiye’deki itibarı- arttıkça onun nimetlerinden faydalanmak
isteyenlerin sayısı da hızla kabarmaktadır Bir külfete girmeden
milliyetçiliğe duyulan hürmetten pay almak isteyenlere, «Ben, milleti
ümmete tercih ederim» veya, «Ben milletime mensubiyeti, dünya
vatandaşlığına tercih ederim» diyerek milliyetçi oluvermek kolay
gelmektedir. Pratikte, milleti, milletten daha büyük birimlere tercih
ettiğini ilan etmek pek zor ve tehlikeli bir iş değildir. Zorluk, milli
menfaatlerle şahsi menfaatler arasında veya aile menfaatleriyle millet
menfaatleri arasında tercih yaparken ortaya çıkar. Milleti daha büyük
birimlere tercih ettikleri için milliyetçi olduğunu söyleyenler, Türk
Milleti için şahsi veya ailevi menfaatlerinden fedakarlık yapmağa davet
edildiklerinde sarsıntı geçirebilirler. Milliyetçi Hareket, mücadele
içinde bu pratik gerçeği tespit etmiş ve şahsi, ailevi menfaatlerini
millet yararına feda edebilenlere özel bir sıfat daha vermiştir Ülkücü.

ÖZET
Çeşitli ideolojiler, «Ezenden mi, ezilenden mi yanasın?»,
«Kabiliyetli insandan mı, kabiliyetsiz, tembel insandan mı yanasın?»,
«Müslümanlardan mı, gayrı - müslim’den mi yanasın?» tarzında sorularla
taraftar toplamaya çalışırlar Sistemsiz kafalar bu sorulardaki hatayı
anlayamadan propagandanın ağına düşerler Halbuki bu sorulara aklı
başında her insanın, Türk ve Müslümanın vereceği cevap bellidir Tabii
olarak ezilenden, kaabiliyetliden, müslümandan yanayızdır. Fakat bu
cevapların ideoloji belirlemede hiçbir anlamı yoktur

insan, cemiyet içinde birçok guruba birden mensuptur İnsanın üyesi
olduğu bir guruba karşı duyduğu bağlılık hissine «mensubiyet şuuru»
diyoruz Üyelerine mensubiyet şuuru aşılayan guruplara da «cemiyet
birimi» adı verilir Her insan iç-içe mensup olduğu cemiyet birimlerinin
her birine, değişen şiddetlerde bir şuurla bağlıdır

İç içe bir dizi cemiyet birimine mensup olan fert, bu birimler
arasında şuurlu veya şuursuz tercihler yapar Bir insanın bu tercih
sıralamasında en değer verdiği cemiyet birimi onun «cilik»ini,
«izm»ini; yani ideolojisini belirler «Millet»! İlk tercih olarak kabul
eden «milliyetçi», sınıfa mensup olduğu diğer birimlerden daha çok önem
veren «sınıfçı» (proletaryacı, komünist, sosyal demokrat veya aristokrat), ferde ilk
sırada yer veren «ferdiyetçi» (iktisatta «liberal-kapitalist»), ümmet’i
ön plana alan «siyasi ümmetçi»dir. Tercih, bir cemiyet birimi lehine
diğerlerinden vaz geçilmesi anlamına gelmez Ancak «ilk sıraya almak»
anlamını taşır Mesela milliyetçi, milletiyle birlikte şahsını,
ailesini, ümmetini, vs sevebilir. Fakat ilk sıraya millet’i koyduğu
için ona milliyetçi denmiştir Aynı sebepten, milletini her seven de
milliyetçi değildir. Milliyetçi olabilmek için, milletini, mensup
olunan diğer birimlerden daha çok sevmek gerekir. (Yukarda misal olarak
verilen sorularda muhataptan bu cins bir tercih — yani mensubu
bulunduğu birimler arasında bir sıralama — istenmemektedir. Bu sualler,
şahsın mensup olduğu birimle, olmadığı birim arasındaki tercihi
soruyorlar ki bunun cevabı tabii olarak her zaman mensup olunan birim
lehine çıkacaktır. Dolayısıyla bu tip soruların propaganda avantajı
sağlamaktan öte bir manası kalmamaktadır)

Bir fedakarlık gerektirmediği müddetçe «milliyetçiyim» demek kolaydır
«Millet»i mensup olunan diğer büyük birimlerden (sınıftan, ümmetten,
vs) daha çok sevdiğini ilan etmek kolaydır Zor olan şahsi, ailevi
menfaatlerinden millet birimi uğrunda vazgeçebilmektir Yani «millet»
birimini, mensup olunan daha küçük birimlere tercih ettiğini söylemek
ve hareketleriyle bunu ispatlayabilmektir Bu daha zor fedakarlığı
yapabilenlere Milliyetçi Hareket içinde «ülkücü» sıfatı verilmiştir.

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1)«Genel olarak sistemlerde ‘konu' adımı verdiğimiz unsur fikir
sistemlerinde ‘tercin’ adını alır» ifadesinden ne anlıyorsunuz? (Yol
gösterme: Mesela fizikte, matematikte bu unsura «konu» denirken,
ideolojilerde «tercih» denmektedir)
2)Birlikte» askerlik yapanlar, birlikte savaşa girenler, aynı
dükkandan alışveriş yapanlar, aynı yılda doğanlar, guruplarından
hangileri cemiyet birimidir? Hangileri değildir? Cemiyet birimi olanlar
arasında birimin şuur aşılama gücü bakımından bir sıralama yapabilir
misiniz?
3)Bir otobüsün yolcuları, umumiyetle bir cemiyet birimi değildir
Fakat bu otobüs bir başka vasıtayla yanşa kalkarsa bir mensubiyet şuuru
doğabilir. Burada şuur yaratan amil nedir?
4)Çevrenizden, siyasetçilerden «Biz de milliyetçiyiz!» dedikleri
halde Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi açısından milliyetçi olmayan
kimselere dair misaller veriniz.Bu kimselerin «tercih»leri nedir?

V BÖLÜM - GAYE-VARILMAK İSTENEN NETİCE
BÖLÜMÜN PLANI
I — MİLLETİN TARİFİ
II — TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİNİN GAYESİ
1) Muhafazakârlık ve Gelişmecilik
2) Güçlülük
3) Turancılık
4) Millet’in zaman boyutu ve ülkücülük

I— MİLLET’İN TARİFİ
Milliyetçilik kavramını anladıktan, kimin milliyetçi olduğunu ve daha
önemlisi kimin olmadığını gördükten sonra şimdi geriye doğru bir adım
atıp «millet» kavramını ele alalım. Millet nedir? Bu soruya bugüne
kadar yüzlerce cevap verilmiştir. Mesela Fransız fikir adamlarının
çoğuna göre millet, sadece kültür birliğinin doğurduğu bir cemiyet
birimidir. Buna karşılık Alman fikir adamlarının büyük kısmı millet’in
soy birliğine dayandığı görüşündedirler. Komünistlere göre millet
Stalin’in «Marksizm ve Milli Mesele» kitabında verdiği tarifle «Dil,
toprak, İktisadi hayat birliği ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi

44
şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş
istikrarlı bir topluluktur»

Bu tariflerden acaba hangisi doğru? Doğruluk yanlışlık üzerinde bir
karar vermek kolay değil, Fakat daha önce ve çok daha kolay
yapabileceğimiz bir tesbit var. Yukardaki tariflerin hepsi de, tarifi
yapan zümrenin menfaatine uygundur. Fransız’ların millet tarifi Fransız
çıkarlarına, Alman’larınki Alman çıkarlarına en uygun olanıdır.
Stalin’in millet tarifi ise adı geçen kitabın yazıldığı tarihlerde
Rusya’daki komünist harekete hizmet gayesini taşır. Fransız’lar
kültürden başka bir bir şeye, özellikle soy’a dayanan bir tarif yapmağa
kalkarlarsa önce Fransa’yı latin, cermen vb şekillerde bölmeleri
gerekecekti. Almanya ile aralarındaki tarihi Alsas anlaşmazlığını da,
bölgeyi derhal Alman’lara vererek sona erdirmeleri gerekiyordu. Çünkü
Alsas, kültür bakımından Fransız, fakat soyca cemrendi. Buna karşılık
Almanya’nın kültüre dayanan bir millet tarifi yapması, Alman'lığın
bölünmesine yol açacaktı. Üstelik Alsas Fransa'ya kalırdı.
«Milli Mesele» kitabı Rusya’daki - özellikle Kafkasya'daki milletleri
sosyalizme kazandırmak için Lenin tarafından Stalin’e ısmarlanmış bir
propaganda broşürüydü. Çarlık devrilip komünistler başa gelince Rus
İmparatorluğu'ndaki milletlere istiklal verileceğini müjdeliyordu.
(Fakat Lenin’in başa geçmesinden sonra bu milletler her nedense istiklalden
vaz geçiverdiler. Aralarındaki istiklal inatçısı guruplar da
aniden vefat ettiler) Kitapta propaganda gayesi o derece hakimdir ki
«bilimsel sosyalizm» in S’sini bilenlerin ağzını açık bırakacak «ruhi
şekillenme birliği» gibi idealist lafların kullanılmasından bile çekinilmemiş
ve Rus emperyalizminin hakimiyetindeki milletlere istedikleri
her şey, bol keseden vaad edilmiştir. Bir millet hariç: Yahudiler
Rusya'nın, Lenin ve Stalin’in başı o ara Yahudi'lerle hiç de hoş
değildi ve bu belalı guruptan kurtuluvermenin en kolay yolunu onlara
millet sıfatı vermeyen bir bilimsel tarifte buldular Komünistlere göre
Yahudi diye bir millet hala yoktur! (Rus komünistleri bugünlerde Çin’i
ortadan kaldıracak «bilimsel» bir millet tarifi peşindedirler Ancak bu
sefer nüfus çokluğu epey mesele çıkarmakta) «Hangi tarif doğru?» sorusunun
cevabı böylece, «hiçbiri» oluyor

Aslında mesele, vakıaların, tabiatta var olan şeylerin tarifindeki
güçlükten doğuyor. Tarif, bir yerde, insan mantığının ihtiyacıdır ve
insan mantığı basitliği sever. Halbuki tabiat bizim sevdiğimiz gibi
basit olmak zorunda değildir Bu konuya ilim metodu bahsinde döneceğiz
Burada bir misal vermekle yetinelim ve «masa»yı tarife çalışalım.
Masa, muhakkak ki millet’ten çok daha basit bir kavram Fakat masa da
bir vakıadır ve tabiatta var olan bir şeyi tarif etmenin güçlüğü bu
misalde bile bütün şiddetiyle ortaya çıkar «Dört ayağı olan» diye
başlayacak bir tarife derhal, «Üç, hatta tek ayaklı masa olmaz mı?»
sorusuyla son verebiliriz «Yatay»a hemen verilecek, «Yatak da, tavan da
yataydır» cevabi var. Bu ilk başarısız denemelerden sonra «Üstünde
yemek yenilen, yazı yazılan» gibi daha karışık ve kullanışa ait
tarifler gelecek, bunlar da çürütülecek ve o basit masa önemli bir
mesele olup çıkacaktır. Halbu ki biz, «masa» diye bir nesnenin
olduğundan kesinlikle eminiz ve bir şeyin masa olup olmadığını her
zaman söyleyebiliriz.

Tarif güçtür ve bir eşya değil bir cemiyet birimi, bir İçtimai vakıa
olan millet'in tarifi çok güçtür. Tek çıkış yolumuz yine ilim metoduna
başvurmak ve gözlemlerimize dayanarak bir tarif bulmağa çalışmaktır.
İlimle bir an için bile çelişkiye düşmeğe tahammülü olmayan Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin ortaya koyduğu bu güçlük, tabiidir ki
bir «bilimsel sosyalist» veya Alman için, yanıp tutuşan bir Alman veya
Fransız için söz konusu değildir. Çünkü onlar doğrunun değil, o anın
propagandasının peşindedirler ve günlük işleri hallolduğu anda
rahatlamışlardır. Benzer şekilde İngiliz’e hayat boyu düşman olduğu
halde ana dilini unutup İngilizce konuşan İrlandalı için millet
tarifinde lisanın yeri yoktur Soy önemlidir Pakistanlı’ya da dil’den,
kültür’den değil din'den bahsetmeniz gerekir.

İlim metodunun, veya bu hale uygulanan şekliyle tarafsız gözlemin
ortaya koyduğu gerçek ise şöyle özetlenebilir: Soy birliği, dil
birliği, kültür birliği, vatan birliği, tabiyet birliği (siyasi
birlik), din birliği, ülkü birliği, tarih birliği, menfaat biriliği Bu
müştereklerin birkaçının bir araya gelmesi millet teşekkülüne sebep
olabiliyor. Hepsinin birden bulunmasına lüzum yok; fakat sadece biri de
umumiyetle millet biriminin teşekkülüne kafi gelmez. Bir de, herhangi
bir millet için verilecek tarifte «efradını cami, ağyarını mani»
ilkesine, yani bir şeyi tarif ederken tarif sonucu ortaya çıkan
sınırlamanın o şeyi tamamen içine alması o şey dışındakileri de tamamen
dışarıda bırakması prensibine riayet etmek gerekir. Kısacası tarif,
tarif olmalıdır. Mesela Pakistan milletini sadece din birliği ile tarif
etmekle bütün Pakistanlıları içeriye almış (efradını cami) fakat
Pakistanlı olmayanların bir kısmını da (Pakistanlı olmayan
Müslümanları) tarife dahil etmiş oluruz (ağyarını mani ilkesini
çiğnemiş oluruz) Bu şekilde tarifin belirleyicilik özelliği kaybolur.
Pakistan milleti için din birliğine ilaveten vatan birliğini, tabiyet
birliğini, ülkü ve' menfaat birliğini de tarife dahil etmek gerekir.
Yukarda sayılan temel unsurlardan ancak birkaçının bir araya
gelmesiyle millet teşekkül eder; bir unsur tek başına umumiyetle buna
yetmez, dedik. Dil birliğinin kafi gelmediği, İrlanda - İngiltere, şart
olmadığı da İrlanda, Pakistan, Yahudi misallerinde görülür. Din
birliğinin yetmezliği, müslümanların veya hıristiyanların ayrı ayrı
milletlere mensup olmaları gerçeğiyle ortaya çıkar. Şart olmadığı Çin,
Vietnam gibi misallerde görülebilir. Diğer unsurların her biri için de
benzer şekillerde:

1) Umumiyetle tek başlarına millet teşekkülü için yetmedikleri,
2) Müşterek birkaç unsur varsa, bir veya birkaçının yokluğunun millet
teşekkülüne engel olmadığı, gerçeği tespit edilebilir.
Şu halde: Millet; dil, kültür, din, soy, vatan, tabiyet, ülkü, tarih,
menfaat birliklerinin birkaçının (veya hepsinin) belirlediği bir
cemiyet birimidir. Demek ki belirli bir milleti, mesela Fransız veya
Alman veya İrlanda milletlerini tarif için farklı ifadeler kullanmamız
bir tutarsızlık değil, bu milletlerin herbirinde müşterek olan
unsurların farklılığının tabii bir sonucudur. Ancak yukarıda sayılan
birlik unsurlarının hepsinin gerekmediği ve umumiyetle birkaçının
birlikte lazım olduğu gerçeklerine ilave edilecek bir nokta daha
vardır: Soy, dil, kültür, vatan, tabiyet, ülkü, tarih, menfaat
birliklerinin hepsi gerekmeyebilir. Fakat bir millet, bunlardan ne
kadar çoğuna sahipse onun bağlayıcı gücü, (milli birliğin gücü, veya
başka bir deyişle, bu cemiyet biriminin aşıladığı mensubiyet şuurunun
gücü) o kadar büyüktür. Şu halde her milliyetçinin ilk ve temel ülküsü,
milletinin mümkün olduğu kadar çok müştereğe sahip olmasına çalışmak ve
mevcut müşterekleri muhafaza etmektir.

Bu açıklamaları ışığında Türk Milleti’nin durumu nedir? «Türk» adı
verilen insanlara kısa bir bakış bile Türk Milliyetçiliği açısından

46
memnuniyet verici bir gerçeği ortaya koyar: Tabiyet birliğinin dışında
Türk Milleti - küçük istisnalarla - millet teşekkülüne yol açan hemen
bütün unsurlara birden sahiptir. Dünya üzerinde pek az millet için bu
iddia ileri sürülebilir. Uzun bir tarih içinde büyük bir coğrafyaya
dağılan milletimizin temel müştereklerini bu derece koruyabilmesi
olağanüstüdür. Küçük istisnalar ise gerçekten küçüktür: Avarlar,
Çuvaşlar gibi anlaşılamazlığa varan dil ayrılıklarına sahip guruplar
son derece azdır. Din birliğine sahip olmadığımız Gagauzlar, Karayimler
gibi guruplar da ancak İlmi teferruat açısından önem taşıyabilirler.
Fakat bir veya iki unsurda ayrılan bu bölümler bile, başka milletlerde
başlıbaşına millet teşekkülüne sebep olan müştereklerin birkaçına
birden her zaman sahiptirler. Mesela birkaç bin Gagavuz, milletin geri
kalan kısmıyla dil, kültür, tarih, soy birliğine sahiptirler ki bu
kadar unsur birkaç millette bir arada mevcut değildir Diğer istisnalar
için de benzer örnekler verilebilir.

Ancak, istisnalar ne kadar küçük olursa olsun, bunlar,
milliyetçiliğin «bütün unsurlarda müşterekliğin sağlanması» ülküsünün
dışında kalmamalıdır. Misal gerekirse bu, Gagavuz’un müslüman olmasının
temini, onlar'ın Türklüğün ana gurubuyla aynı dili konuşur hale
getirilmesi, vb dernektir.

Milletin tarifi ile ilgili bu kısma son vermeden önce, bütün tarif
mekanizmasına teme! teşkil eden bir gerçeği tekrarlayalım : Millet bir
cemiyet birimidir Bir gurubun cemiyet birimi olmasının temellinde de
aşıladığı «mensubiyet şuuru» yatar. O halde millet tarifine bütün
yönelmeler aslında bir şuur’un tarifine, bir şuurun sebebine inmeğe
çalışmaktır. Millet teşekkülü için gerekli gördüğümüz müşterekler de
aslında millete mensubiyet şuuru için gerekli unsurlardır Atatürk'ün,
«Ne mutlu Türk'üm diyene» sözünde saklı olan Türk Milleti tarifi de bu
mensubiyet şuurunun belirtilmesinden ibarettir Daha önceki bölümlerde
incelediğimiz Türk Milliyetçiliğinden farklı, hatta Türk
Milliyetçiliğine karşı bir «Atatürk Milliyetçiliği» yanlışının
savunucuları zaman zaman bu sözü, iddialarına dayanak diye takdim
ederler. Varmak istedikleri sonuç, Türk dili, Türk kültürü, Türk soyu,
vatanı, tarihi, ülküsü ve diğer müşterekler olmadan da bir Türk Milleti'nin
mevcud olabileceğidir. O zaman Türk Milleti sadece tabiyete
bağlı, siyasi bir kavram haline sokulabilmekte, Türkiye dışındaki
Türklerle ilgi tamamen koparılabilmekte, Türk milletini tarif eden
değerler tahrip edilse de bu acaip siyasi millet yaşayabilmektedir. Şu
halde Türk dilini istediğimiz gibi değiştirebiliriz. Türk kültüründen
pek hoşlanmıyorsak onun yerine mesela Alman kültürünü geçirebiliriz
Atatürk’ün kastettiği muhakkak ki bu değildir O, yukarıda da
belirttiğimiz gibi millet'in bir «mensubiyet şuuru» olma vasfını
vurgulamaktadır Bu gerçeği kabul etmeyenlere «Peki kim, ‘Ne mutlu
Türk’üm! der; kim demez?» diye sorunuz. Eğer muhatabınız biraz akla
sahipse, bu soruyla birlikte müşterek unsurlar, dil kültür, din, soy vs
bütün gücüyle tekrar ortaya çıkacaktır.

II — TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ'NİN GAYESİ:
Artık Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin gaye’sini kesin şekilde
verebiliriz : Türk Milliyetçliği Fikir Sistemi’nin gayesi, Türk
Milleti’nin ebedi bekasıdır.

İfade basittir. Fakat gaye tesbitine gelene kadar yaptığımız
inceleme, bu basit ifadenin içinde birçok kimsenin bir türlü
kavrayamadığı bazı gerçeklerin yattığını gösterir Bunlardan en önemli
dört tanesi, 1) Muhafazakarlık ve gelişmecilik, 2) Güçlülük, 3)
Turancılık ve 4) Milletin zaman boyutu ve ülkücülük’tür. Teker teker
inceleyelim:

1 ) Muhafazakarlık ve Gelişmecilik :
Yukarda da temas ettiğimiz gibi Türk Milleti, siyasi bir isim değil,
dil, din, soy, kültür, vatan vb gibi müşterek değerlerin tarif ettiği
bir kavramdır. Bu değerlerin yarattığı şuura dayanan bir cemiyet
birimidir.

O halde, yukarıda verdiğimiz gaye tarifini, bundan önceki kısımları
Okumamış bir kimseye, «Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi,
Türk Milleli’nin, onu tarif eden değerle birlikte, ebedi bekasıdır»
şeklinde vermek daha doğru olurdu. Müştereklerin korunması ve
müştereklerdeki eksikliklerin giderilmeye çalışılmasına muhafazakarlık
diyoruz. Türk Milliyetçisi, Türk Milleti'nin dil, din, kültür, soy,
vatan, tabiyet, ülkü, tarih, menfaat birliğini korumaya, eksik olan
birlikleri kurmaya dikkat ederek Türk Milleti’nin ebedi bekasını temin
edecektir.

Millet birimine bağlayıcı gücünü veren müşterekler, hayatiyete sahip
unsurlardır. Bu gerçek bizi muhafazakarlığın ayrılmaz bir parçası olan
ve 9 Işık’ın bir maddesiyle vurguladığı «gelişmecilik» e götürür.
Canlılığa sahip her şey büyür, gelişir, değişir. Hayatiyeti olan
şeylerin muhafazası, onları oldukları gibi dondurmak değildir Bu,
muhafaza değil kısırlaştırma, fosilleştirme olurdu Canlı unsurların
muhafazası, onların tabii gelişmesini sağlamak, tabii gelişmeyi önleyen
veya yozlaştıran yıkıcı tesirlere karşı korumaktır. Mesela Türk
kültürünün 8 asırdan 18 asra (ve bu güne) kadar değişmiş, gelişmiştir.
Bundan sonra da gelişmeğe, değişmeğe, devam edecektir. Muhafazakarlık,
bu tabii gelişmeyi önlemek değil, aksine, sağlamaktır. Ancak «gelişme»
kelimesine de yanlış manalar vermemek gerekir Gelişen bir çınar
ağacının dallarını kesip yerine kiraz dalı yamamak değişikliktir, ama
gelişme, tabii gelişme değildir Türk müziği 8, 18 ve 20 asırlarda
gelişmiş ve değişmiştir dedik. Fakat Türk müziği yerine İngiliz,
Fransız veya tümüyle batı müziği koyma çabaları geliştirme değildir.
Tasfiyedir; yok etmedir ve Türk Milliyetçiliği’ne aykırıdır. Gelişme,
unsurların kendi içinden olur. Darbeyle değil evrimle olur, tekamülle
olur Türk Milliyetçiliği «İnkılapçı»dır, «tekamülcü»dür,
«gelişmeci»dir, fakat «ihtilalci» değildir. Fikir hayatımızın bugünkü
fakirliğinde kendilerine solcu diyen bazı kafalar bu kelimeler
arasındaki mana farkını anlamaktan acizdirler ve en küçük değişmeden en
büyük alaboraya kadar bütün kavram yelpazesine «devrim» adını
verdikleri için kendilerine bu gerçekleri anlattığımızda şaşkın şaşkın
ülkücülerin yüzüne bakar, kafaları karışınca da popüler küfür olan
«faşist!»i savurup geçerler.

Sol beyinlilerin en az gelişmişlerine, biraz daha gelişmişlerinin
sunduğu ikinci bir yanlış kelime de muhafazakar karşılığı olarak
«tutucu» lafıdır. Bu kasti cinayet, muhafazakarlığın içindeki
gelişmecilik kavramını gizlemeğe, «muhafaza» ya «fosilleştirme»
anlamını vermeğe yöneliktir.

2) Güçlülük: Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gaye tarifinde
saklı ikinci bir husus, Türk Milleti’nin güçlenmesi, dünyada maddi,
manevi her sahada en güçlü yapılması hedefidir. Ebedi beka’da bu anlam

48
gizlidir; çünkü milletler mücadelesinin en şiddetli şekliyle
süregeldiği dünyamızda beka, güçlülükle; ebedi beka da en güçlülükle eş
anlamlıdır Atatürk’ün, Türk Milletini «Muasır medeniyet seviyesinin
üstüne» çıkartma dileği, Milliyetçi Hareket'in «Çağlar üstünden
atlayarak», «güçlü» Türkiye’yi kurma hedefi hep bu gerçeğin değişik
ifadeleridir. O halde, dünya durumunu göz önüne aldığımızda, Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesini «Türk Milleti’ni en güçlü
kılmak» şeklinde koymak da birinci gaye ifadesine eşdeğerdir. Bu
konuya, cemiyet birimlerinin tarih içindeki gelişmesini inceleyeceğimiz
bölümde tekrar döneceğiz.

3) Turancılık: Genel olarak millet’in, özel olarak da Türk
Milleti'nin bir siyasi kavramdan ibaret olmadığını gördük. Siyasi
müşterek, yani tabiyet, milletin bağlayıcı gücünü sağlayan unsurlardan
sadece biridir Fakat siyasi birlik olmasa da millet yaşar Aksi takdirde
işgal altına girdiği veya coğrafya bakımından dağıldığı (Yahudiler’de
olduğu gibi) andan itibaren milletin yok olması gerekirdi. Bu saçma
anlayışı bir an için doğru kabul edersek, Milli Mücadele sırasında
işgal altında kalan bölgelerimizde Türk Milleti’nin işgal tarihinden
itibaren ortadan kalktığını kabullenmemiz gerekir. Daha yakın bir misal
Kıbrıs’tır Millet’i siyasi bir kavramdan ibaret sayarsak Kıbrıs’da Türk
yoktur ve ordumuz orada boşuna kan dökmüştür. Yok, eğer millet
siyasi kavramın ötesinde bir vakıa ise, Türk Milletini tarif eden
değerlere sahip her insanı Türk saymağa ve dolayısıyla Turancı olmağa
mecburuz. Turancılık aslında Türk Milliyetçiliğinin, ayrıca
belirtilmeğe bile lüzum göstermeyen ayrılmaz bir parçasıdır. Urfa’lı
ile Kerkük’lü, Kars’lı ile Bakû’lu arasındaki fark mesela Urfa’lı veya
Kars’lı ile İstanbul’lu arasındaki farktan az oldukça, Azeri’nin veya
Kerkük’lünün Türk olmadığını iddia etmek saçmadır. Türk Milletini
bugünkü Türkiye sınırları içinde kalanlardan ibaret saymak isteyenlerin
kendilerine yeni bir Türk Milleti bulmaları gerekiyor. Türk
Milliyetçiliğinin bütün Türkleri kapsadığını söylemek aslında «İnsan»
kelimesi bütün insanları kapsar demek kadar gereksizdir. Fakat yabancı
fikir taarruzlarının Türkiye’li aydının kafasında yarattığı tahribat
bazan iki kere ikinin dört ettiğinin bile izahını gerektiriyor.
İşgal altındaki kafaların Turancılık konusunda giriştiği bir başka
erken bunama gösterisi, «Bu halimizle Rusya’ya harp mı açacağız?»,
«Önce Türkiye’yi düşünmemiz gerekir,» cinsinden çıkışlarıdır Daha önce
de, söylediğimiz gibi bu tipler, bu gibi çıkışlarla, aptallığın en
önemli belirtisi olan «Kendini çok akıllı, başkalarını çok aptal sanma»
arazının en şiddetli tezahürünü göstermektedirler. Onlara göre sayıları
milyona varan Türk Milliyetçileri Rusya’ya harb ilan etme veya
Türkiye’den önce Turana yönelme peşindedirler. Bunlara bir ata sözü ile
cevap verelim: «Ülküler gökteki yıldızlara benzer. Yıldızlara belki
erişilemez ama onlara bakarak yönümüzü tayin ederiz»
Turancılık, Türk Milletinde eksik bulunan tabiyet birliğinin
sağlanması ülküsüdür. Milliyetçilik, milli müştereklerin muhafazasını
kapsadığı için Turancılık muhafazakarlık unsuruyla da bağıntılıdır
Diğer taraftan müştereklerin çokluğu milli birliği güçlendireceği için
Turancılık’ın «Güçlülük» ilkesiyle bağı vardır. Biraz sonra
Turancılıkla «Milletin zaman boyutu ve Ülkücülük» arasındaki münasebeti
de göreceğiz.

Turancılık konusuna son vermeden ülkücülerin bile sık yaptıkları bir
hataya temas edelim: Türkiye dışındaki Türkler bizim ırkdaşlarımız
değil millettaşlarımızdır. Onlarla soy müşterekliğimiz yok mu? Evet,
var. Fakat iki insan veya insan topluluğu arasındaki bağ ifade
edilirken en yakın ilgi belirtilir Mesela kardeşimize «dedemin torunu»
değil, «kardeş» deriz Gerçi kardeşimiz aynı zamanda dedemizin torunudur
ama akrabalık belirtirken bu bağı kullanmak saçma olur. Soy da bir
bağdır. Fakat millet soydan daha yakın bir bağdır ve Türk Milleti soy
müştereğini zaten içinde taşır İngilizlerle Alman’lar ırkdaş olabilir
ama Azeri, Özbek ve Türkiye’li ırkdaşın da ötesindedir; millettaşdır.
Türk Milleti için «ırkdaş», millettaşlarımız için değil, mesela
Macarlar için kullanılabilir.

4) Millet'in zaman boyutu ve ülkücülük: Bir taraftan «ebedi beka»
kavramı, diğer taraftan milletin fertlerle değil, müşterek unsurlarla
tarifi bizi «milletin zaman boyutu» mefhumuna götürür Sosyolojide cemiyet,
tek tek fertlerin aritmetik toplamı olmadığı gibi millet de
tarihin herhangi bir anında yaşayan millettaşların aritmetik toplamının
ötesinde ve üstündedir. Sosyalistler, sosyolojinin bu temel ilkesini
iyi kavrayamadıkları için, ferdi menfaatlerin tatmini ile milletin de
tatmin olacağını, hatta, sadece menfaat birliğinin milli birlikten
güçlü çıkarak mesela «dünya proleteryası» nın birleşeceğini sanırlar
Millet, «fertlerin aritmetik toplamı»nı bir yandan sosyolojik anlamda
aşarken diğer taraftan da zaman boyutunda aşar Millet fertlerin toplamı
olmadığı gibi milli hayat da fertlerin hayatıyla sınırlı değildir.
Sadece menfaata, yalnız ferdi çıkarlara dayanan idealler ölümle son
bulacağı için, menfaat uğruna ölmek akıl dışıdır Fakat aile, millet
gibi zaman boyutu olan birimler için gereğinde ölüm bile göze alınır;
alınmıştır. Zaman boyutu, millet mensuplarının gelecek nesiller için
fedakarlık yapabilmelerini, bir insan ömrünü aşan uzun vadeli hedeflere
yönelebilmelerini sağlar Materyalist «izm» lere (sosyalizm de
kapitalizm de) nazaran milliyetçiliğin bir üstünlüğü bu noktadadır.
«Ülkücülük» kelimesinin ikinci anlamı budur. Milliyetçiliğe yabancı
kafalar bir iki senelik geleceği, en çok hayatlarının sonuna kadarki
zaman parçasını düşünebilirler. Milliyetçi kendini daima ezelden ebede
yürüyen bir akışın içinde hisseder. Tabii bir tarih şuuruna sahiptir.
Kısa vadeli taktik planları vardır ama aslında ömürler, nesiller
ötesine uzanan stratejik hedeflere yönelmiştir. Ülküler, fertlerin
ömürleriyle kısıtlı olmayan milli hedeflerdir.

ÖZET
«Millet», çeşitli fikir adamları tarafından birbirinden farklı
tarzlarda tarif edilmiştir Ancak bütün tarifler, tarifi yapan" şahsın
mensup olduğu millete veya ideolojiye fayda sağlamak amacına
yönelmiştir.

Aslında, tabiattaki vakıaları tarif etmek oldukça zordur «Masa» gibi
basit bir kavramı tarif etmeğe, kalkıştığımızda bile büyük güçlüklerle
karşılaşmamız bunun güzel bir misalidir •

Millet, dil, kültür, din, vatan, soy, tabiyet, ülkü, tarih, menfaat
birliklerinin birkaçının (veya hepsinin) belirlediği bir cemiyet
birimidir. Bu unsurlardan sadece biri umumiyetle millet teşekkülüne
yetmez. Fakat mutlaka hepsinin bulunması da gerekmez. Ancak, bir
millette ne kadar unsur müşterekse milli birlik o kadar kuvvetlidir
Türk Milleti, tabiyet birliği ve bazı Türk topluluklarında görülen
küçük istisnalar dışında yukarıda sayılan unsurların hemen hepsinin
birliğine sahiptir. Bu, birçok millette bulunmayan bir avantajdır.
Millet bir cemiyet birimi olduğu için, «millet'in teşekkülü», ona

50
mensup olan fertlerde bir mensubiyet şuurunun teşekkülü demektir.
Müşterekler, bu şuurun teşekkülüne yol açtıkları için önemlidirler.
Türk Miliyetçiliği Fikir Sistemi’nin gayesi, Türk Mitleti'nin ebedi
bekasıdır.

Milletin tarifi ve Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin gayesi bizi
hemen önemli dört ilkeye götürür:
1) Muhafazakârlık ve Gelişmecilik
2) Güçlülük
3) Turancılık
4) Milletin zaman boyutu ve Ülkücülük

Muhafazakârlık ve Gelişmecilik: Milleti müşterekler tarif ettiğine
göre bu müştereklerin muhafazası ve eksik olanların tamamlanması
milliyetçiliğin gayesinde saklıdır Buna muhafazakârlık diyoruz Gayenin
içinde bulunan bu unsuru bilhassa belirtmek istersek, «Türk Milleti’nin
onu tarif eden değerlerle birlikte ebedi bekası» şeklinde bir gaye
tarifi yapmamız gerekir ki bu aslında birinci tarifle eşdeğerdedir,
«Muhafaza», korunan şeyin dondurulması, fosilleştirilmesi değil,
aksine, tabii gelişmesinin sağlanmasıdır. Muhafazakârlığın bu ayrılmaz
vasfına «gelişmecilik» diyoruz.

Güçlülük : Milletler mücadelesinin şiddetle sürdüğü dünyada «beka»,
ancak güçlü olmakla garanti altma alınabilir Dolayısıyla Türk
Mületi’nin güçlü kılınması da gayede gizli bir hedeftir

Turancılık: Turancılık, Türk Millet:'nde eksik bulunan tabiyet
birliğinin sağlanması ülküsüdür

Milletin zaman Boyutu ve Ülkücülük: Millet, fertlerin Ömürleriyle
sınırlı olmayan, nesilden nesile aktarılan müştereklere dayanan bir
kavram olduğu için fertlerin ömürlerinin ötesinde bir zaman boyutuna
sahiptir Milliyetçi kendini, milletinin teşekkülünden başlayıp ebede
uzanan bir akışın içinde hisseder. Bu yüzden milliyetçinin hedefleri de
kendi ömrüyle sınırlı olmak mecburiyetinde değildir. Milliyetçi,
ömürler, nesiller, asırlar ötesine uzanan stratejik planlar yapabilir
Böyle, ömürlerde sınırlı olmayan hedeflere ülkü, böyle hedef
sahiplerine ülkücü diyoruz («Ülkücü»nün ikinci anlamı)

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1) Biz, bütün milletler için kullanılabilecek bir millet tarifi verdik
Bu genel tarifin varlığına rağmen her milletin tarifi diğerinden
farklıdır Niçin? Bu durumda Türk Milleti’ni nasıl tarif edersiniz?
2)«Turancılık, Türk Milleti’nin tarifinin tabii bir sonucudur»
diyoruz Açıklayınız.
3)«Muhafazakârlık» ile «tutuculuk», «gelişmecilik» ile «devrimcilik»
kavramlarını karşılaştırınız.
4)«Halk» ve «millet» kavramlarını milletin zaman boyutu açısından
karşılaştırınız.
5)Bu bölümde verdiğimiz ülkücülük tarifine «ikinci anlam» dedik
Ülkücülüğün IV Bölüm’de verilen tarifiyle bunu karşılaştırın

VI BÖLÜM
METOD-İLİM VE SKOLASTİK
BÖLÜMÜN PLANI
I — GİRİŞ
II — SKOLASTİĞİN TARİHİ
III — ÇAĞDAŞ SKOLASTİK İV — SKOLASTİĞİN TAHLİLİ
V — TÜRKİYE’DEKİ SKOLASTİK
1 Din ve Skolastik
2 Bilimsel Sosyalist Skolastik
3 Batıcı Skolastik
4 «Atatürkçü» Skolastik
5 Kitle Haberleşme Vasıtacı Skolastik

I — GİRİŞ
Cemiyet birimleri arasında' tercihimizi yaptık Millet birimini ve
Türk Milleti’ni seçtik Daha sonra gayemizi ortaya koyduk; Türk
Milleti’nin ebedi beka'sı. Nihayet sıra, bu gayeye varmak için
tutacağımız yolun tespitine geldi. Fikir sistemlerinde «metot» adını
verdiğimiz bu yol Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminde «İlim Metodu»dur
«ilimden yararlanarak Türk Milletinin ebedi bekasını temin», Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin en kısa ifadesidir

Metod olarak ilmi seçmesi, Türk Milliyetçiliği’ni diğer
ideolojilerden ayıran önemli özelliklerden biridir.
Türk Milliyetçiliği bu metot seçiminin doğruluğunun ispat
edilemeyeceğini bilir. Bu biliş de aslında ilim metodunun bir gereğidir
Metot kendini ispat edemez. Dolayısıyla ilim metodunu seçmemiz, bu
metotla gayemize ulaşacağımıza inanmamız bir «kabul»; bir postüladır.
Gerçekten de Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin tek kabulü bu metot
seçimindedir Kabuller ispat edilemeseler de kuvvetli gerekçelere
dayanırlar, ilim metodunu seçmemizin arkasında insanlığın bince yıllık
tecrübesi yatar Bu tecrübe, denenen bir seri usul ve felsefeden sonra
«dünyada hakiki mürşidin gerçekten ilim olduğunu göstermiştir Ve bunu
öyle kuvvetli bir tarzda göstermiştir ki bugün ilimle uzak yakın bir
ilgisi bulunmayan, hatta ilme düşman ideolojiler bile isimlerinin önüne
bir «bilimsel» eklemekten fayda ummuşlardır. İş, ilmin ismini almakla
da kalmamış, ilim adamlarının ağzını açık bırakan bir dizi «bilim»
tarifiyle propagandaya devam edilmiş ve sonuçta öyle bir gürültü
yaratılmıştır ki tarif savaşında neyin ilim olduğu, neyin olmadığı
birçok kafalarda içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir.

Hâlbuki ilim metodunun ifadesi son derece basittir : «Vakıalara
dayanmak» Eş manalı olarak «tecrübeye dayanmak», «ayağımızı gerçek
dünyaya basmak» da diyebiliriz. Bu kadar açık bir ifadenin nasıl
karıştırılabildiğini anlamak; ilim metodunu, yaratılan propaganda
bulutları arasından ayırıp kavrayabilmek için daha önce de
başvurduğumuz bir yolu seçelim vs ilim metodunun ne olduğundan önce ne
olmadığını inceleyelim.
52

II — SKOLÂSTİĞİN TARİHİ
İlim metodunun tam tersi bazan «ortaçağ düşüncesi», bazan «skolastik
metod» isimleriyle anılan yoldur.

Biz, skolastik kelimesini tercih edeceğiz Zira Avrupa için, bat:
dünyası için «Ortaçağ karanlığı» sözü ne kadar doğruysa bizim için de o
kadar yanlıştır Ortaçağ denilen tarih devresinde biz, Türkler ve bütün
İslam alemi parlak bir ilmin ve kültürün kaynağım teşkil ediyorduk. Bir
Avrupalı, «Bırak şu ortaçağ kafasını!» sözünden engizisyon papazlarının
kafasını anlar ve bırakmayı ister. Aynı sözü bir Türk'e söylemek «Bilge
Han'ın, Tonyukuk’un, İmam-ı Azam'ın, ibni Sina’nın, Alparslan’ın, Uluğ
Beğ’in, Fatih’in kafasını bırak» demektir ki bizim o kafalara tekrar
eriştiğimizde bırakmaya hiç niyetimiz yok. Skolastik düşüncenin hakim
olması anlamında «ortaçağ» bizde ortaçağ'da değil yakınçağ’da başladı.
ve içinde bulunduğumuz günlere kadar sürdü; hala sürüyor.
Bugün ne kadar açık, ne kadar doğru ve basit görünürse görünsün,
«vakıalara dayanmak» ilkesine insanlık çok uzun ve zahmetli bir yoldan
geçerek varmıştır. Bin yıllık bir ortaçağ boyunca batı, vakıalara
dayanmanın tam tersini yapmış, göklere çıkarılan eski Yunan felsefesi
de birkaç münferid pırıltıyı saymazsak ilim metodunu bir türlü
keşfedememiştir*.
(*) Arş ime t bu münferit pırıltılardan biridir Deney yapmış, elleriyle çalışmış, bulduklarım
vatanının müdafaasında kullanmıştır Suyun cisimleri kaldırma kuvvetini hesaplamakta
kulanılan Arişmet prensibi kesinlikle müsbet ilimdir

Bu başarısızlığın bir sebebini eski Yunan ve Roma cemiyetlerinin
yapılarında arıyabiliriz. Yunanistan’da «vatandaş», Roma'da «patrisyen»
denilen ve sayıca az olan imtiyazlı kesimler vardı. Hürriyet, serbest
düşünce, demokrasi gibi çok sevilen haklar ancak bu kesimlere hastı.
Yunan ve Roma medeniyetlerini yaratan vatandaş ve patrisyenier bu özel
haklarının farkındaydılar ve kendilerinden olmayanlara mahsus
davranışlardan dikkatle kaçınırlardı. Elleriyle çalışmak, dolayısıyla
deney yapmak bu aşağılık davranışlar gurubuna girerdi ve imtiyazlılara
yakışmazdı. Değerli olan halis düşünce, mantık, bol bol düşünmek ve
güzel konuşmaktı. Bu zihniyet edebiyat, matematik ve felsefe hesabına
çok yararlı, fakat ilim metodu ve müspet ilimler açısından son derece
zararlı olmuştur**.
(**) Birçok kimsenin zannettiğinin aksine matematik müsbet ilim değildir Sadece tecrübeye,
gözleme dayanan, vakıalarla uğraşan ilimlere müsbet denir Matematik ise tabiata değil mantığa
dayanir Kafalarda kurulan mücerret sistemlerle uğraşır Ancak nnisbet ilimlerin bir alet olarak
matematiği kullandıkları ve matematiği kullandıkları ölçüde kesinlik kazandıkları doğrudur.

Bugünkü ilmin birçok sonucunun Yunan felsefesinde bulunduğu söylenilerek
bu görüşlerimize itiraz edilebilir Mesela o çağın bir feylesofu
«atomizm» adıyla bir felsefe kurmuş, cisimlerin taneciklerden meydana
geldiğini söylemiştir (Demokritus). Dolayısıyla bugünkü atom kavramının
ilk defa eski Yunan’da ortaya atıldığı iddia edilebilir. Ancak şu da
bir gerçektir ki; bugünkü ilim, maddenin taneciklerden değil de sürekli
ortamlardan meydana geldiğini gösterseydi, yani atom kavramının zıddını
bulsaydı bu görüşün de ilk defa eski Yunan’da ortaya atıldığını
görecektik. Aslında Yunan feylezofları her konuda söylenebilecek her
şeyi söylemişlerdir. Dolayısıyla bugünkü ilmin herhangi bir genel
görüşünün Yunan felsefesinde bulunmaması adeta imkansızdır. Fakat her
şeyi söylemek aslında hiç birşey söylememeğe eşdeğerdir. 1939 yılında
ikinci dünya harbini müttefiklerin kazanacağını tahmin etmek bir
marifettir. Fakat, «Harbi müttefikler kazanacak», «Harbi müttefikler
kaybedecek, «Hiç kimse kazanamayacak, ortada kalacak» tahminlerinin
üçünü birden yapıp sonra bunlardan birinin doğrulanmasından pay çıkarmak
saçmalıktır. Eski Yunan'da herşey, herşeyin zıddı ve varsa üçüncü,
dördüncü, beşinci, vs ihtimaller de söylenmiştir ve netice ne olursa
olsun Yunanlıların haklı oldukları bir taraf mutlaka bulunacaktır. Ama
bunun bir değeri olmadığı da aşikardır.

Avrupa ortaçağı bir bakıma eski Yunan’ın hürriyet noksanıyla
devamıdır Hür insanların, birinci sınıf insanların deney yapmayıp sırf
düşünceyle, mantıkla uğraşmaları gerektiği yanlışı Avrupa
skolastisizminde bütün şiddetiyle hüküm sürer. O çağın Avrupa okullarında
okutulan gramer, hitabet, diyalektik (mantık), hesap, hendese,
astronomi ve musikiye «yedi hür sanat» denmesi tamamen Yunan ve Roma'da
ki hür kesim ikinci sınıf kesim ayrılıklarının bir aksidir. Bugün bile
bu ve buna benzer derslerle program düzenlenen bazı batı okullarına
«hür sanatlar koleji» adı verilmektedir (İngilizcede : Liberal arts
college) Ortaçağda da Yunan ve Roma’daki gibi safi düşünceye, masa başı
mantığına büyük değer verilmiş, deney horlanmıştır. Deney yapanların,
yapmağa teşebbüs edenlerin başında «Büyücü» ithamının korkusu, büyücü
diye yakılma endişesi Demokles'in kılıcı gibi sallanmaktaydı. Çetrefil
mantık oyunlarının, laf labirentlerinin birçoğunu neticeye
bağlayabilecek deney ve gözlem metodları mevcut olmadığı için bu
hakemlik görevini yanılmaz otoritelere yüklemek gerekiyordu. Bir
münakaşada kazanmanın yolu söylediklerinin doğruluğunu tabiatta göstermek
değil, söylediklerinin otoritelerin fikirlerinden hareketle ispatlanabileceğini
göstermekti. Bu yüzden mantık ve mantık oyunları Avrupa
orta çağında altın çağlarını yaşadılar. Aristo en büyük otoritelerden
biriydi. İncil ve bazı ünlü papazlar, azizler, kilise babaları da
otoriteler cuntasını tamamlıyordu. «Aristo der ki…» («Kaale Aristo…»)
en kesin ispat sayılırdı. «Araştırma», tabiatı tetkik edip bazı
sonuçlar çıkarmak değil, Aristo gibi otoritelerin yazdıklarını ve tarih
boyunca bir konuda otoritelerin söylediklerini tetkik edip sonuç
çıkarmaktı. Tabiatla bağ gerekiyorsa onun yolu da otoritelerin
söylediklerinin tabiatta nasıl doğrulandığına dair mantıklı ve seçme
misaller vermekti. İlmin ana medodu özelden genele gitmek, deneylerden
genel kanuna varmağa çalışmaktır. (tümevarım); skolastikte ise genel
zaten otoritelerce ortaya konulmuştu, şimdi yapılacak iş bu genel ve
kesin doğruların özel uygulamalarını (tabii düşünerek, masa başında)
bulmaktı. Genelden özele gitmekti (tümdengelim) Mesala skolastiğin dev
eseri sayılan Abelard’ın «Sic et non» (Evet ve hayır) adlı kitabı
otoritelerin iddialarını inceler, her iddianın lehinde ve aleyhindeki
münakaşaları toplar ve zamanın büyük araştırmalarından biri sayılırdı.
Bin yıl batı insanının düşüncesine hâkim olan bu yanliş şu üç misalde
bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkar: Bir papaz meclisinde atın ağzında
kaç diş olduğunu tartışılıyordu Aristo atın 28 dişi olduğunu yazmıştı.
ve Aristo böyle dediğine göre kimsenin bu konuda şüphe etmemesi
gerekiyordu. Saatler, saatler süren münakaşadan belki biraz da sıkılan
papazlardan en genci ötede otlayan bir atın yanına gidilip dişlerinin
sayılmasını teklif etti. Ne ayıp, ne ayıptı. Düşünce varken, mantık,
diyalektik varken pis atın pis dişleri sayılırmı? Bütün gürültülere
rağmen biri gidip saydı ve hayret, Atın 12 dişi vardı. Netice yüce
papazlara bildirildiğinde dinlemek bile istemediler ve sonunda

54
Aristo’nun değil atın yanıldığına karar verdiler*
(*) Bu anekdotta gidip atın dişlerini saymayı teklif edenin Bacon olduğu da rivayet edilir

Aristo mantıkla şu neticeye varmıştı: « Ağır cicimler, hafif
cisimlerden hızlı düşer» Bu fikir (o zaman sadece bir fikir değil, aksi
düşünülmeyecek bir dogma idi) Galile’nin hesaplarına ters geldi ve bir
deney yapmağa karar verdi. Piza kulesinin tepesine biri büyük, diğeri
küçük iki taşla çıktı ve taşları kuleden aşağıya bıraktı. Yine hayret!
İki taş da aynı zamanda yere düştü Deney çok muhterem skolastik
bilginler heyetinin önünde tekrarlandığında davetliler gözlerine
inanamadılar ve sonunda gözlerinin yanıldığına karar verdiler. (Bugün
fizik, bütün cisimlerin aynı hızla düştüğünü göstermiştir Taşla pamuğun
aynı hızlarla düşmemesinin sebebi ağırlık farkı değil hava sürtünmesinin
bu maddelere farklı tesirindendir. Yoğunlukları ve şekilleri
aynı olan cisimler aynı süratle düşerler. Havasız bir ortamda, mesela
havası boşatılmış bir kavanozda farklı yoğunluk ve şekle sahip cisimler
de - mesela bir taş ve bir tüy - aynı hızla düşer Düşme hızı ağırlıktan
tamamen-bağımsızdır)

Üçüncü ve son misalimizi tarih açısından ilk ikisinden daha iyi
biliyoruz. Galile, o güne kadar otoritelerin ve skolastiğin
desteklediği Ptoleme sistemini tenkid etmişti. Bu sisteme göre güneş,
yıldızlar ve bütün kainat dünya etrafında dönüyordu Galile tersini,
Kepler’in görüşünü savunuyordu- Yazdığı «İki temel dünya sisteminin
diyaloğu» adlı eserinde mümkün olduğu kadar tarafsız görünmeğe
çalışarak Kopernik’i savundu. Engizisyon tarafından yargılandı ve bu
fikirleri yaymamağa ve evinden çıkmamağa mahkûm edildi. Cezası ancak
hastalanıp gözleri kör olduktan sonra kaldırıldı. Galile’nin
yargılanırken fikirlerinden vaz geçtiğini, papazların haklı olduğunu
ilan ettiğini biliyoruz. Bir rivayete göre, cezayı hafifletmek gayesiyle
yaptığı bu ilandan sonra salondan çıkarken, «Ama yine de dönüyor»
demiş Tabii bütün gürültü patırtı sırasında kimsenin aklına Ptoleme ve
Kopernik görüşlerini ölçmelere, gözlemlere dayanarak konrol etmek ve
öyle karar vermek gelmemişti.

Bu üç skolastisizm misali bizim ortaçağımıza ait bir hikaye ile ne
kadar zıddır: İmam-ı Azam bir gün atıyla giderken birisi atının kaç
ayağı olduğunu sormuş Ebu Hanife atından inmiş, hayvanın ayaklarını
saymış ve ancak ondan sonra «Dört!» cevabını vermiş.

Bir kısmı tarihi gerçekten alınmış, bir kısmı ise uydurulmuş
anekdotlardan ibaret olmakla birlikte skolastik zihniyeti çok güzel
yansıtan bu üç hikaye vakıalara dayanmak fikrinin pek öyle kolay ve
zahmetsiz doğmadığını gösterir. Gerçekten de ilim metodu ancak
ortaçağdan sonra ağırlığını hissetirmeğe başlamış ve ancak son birkaç
asırda hakimiyetini ortaya koyabilmiştir. Buna karşılık skolastik,
kavgasız teslim olmamıştır ve kesin yenilgisi hala söz konusu değildir.
Bugün bile skolastiğin dünyanın en az yarısında saltanatını sürdürmekte
olduğunu rahatça ifade edebiliriz. Türkiye, bu saltanatın sınırları
dışında değildir.

III — ÇAĞDAŞ SKOLASTİK
Şimdi ortaçağ Avrupası’ndan günümüze atlayalım ve çağdaş
skolastisizme, bu metodun günümüzdeki fikir sistemlerine yansımasına
bir göz atalım.

Skolastik metodu en belirgin tarzda taşıyan ideoloji Marksizm’dir
Bertrand Russel bu yüzden Marks’a «Son kilise babası» der Diyalektik
mantığa verdiği delice önemden haşin otoriteciliğine kadar adeta
ortaçağ Avrupası’nın 19-20 asırlarda yeniden dirilişi dir. Marksizm Bu
ideolojinin devlet gücüyle savunulduğu SSCB'de 1937- 1964 arasında
cereyan eden Lizenko olayı yukarıda anlattığımız üç hikâyeden hiç de
geri kalmaz Olayın kahramanlarından Vavilov ile Gailile arasında da
benzerlik vardır. Fark, olayı anlatırken görülecek.

Biyolojide bir aralık denenip sonra terkedilen Lamarkçılık diye bir
görüş vardı. Lamark’a göre hayat boyunca kazanılan karakterler nesilden
nesile geçerdi. Mesela oduncunun oğlu güçlü kuvvetli, buna karşılık
rahat işlerde çalışan bir adamın çocuğu zayıf olurdu. Kullanılmayan
organlar yavaş yavaş dumura Uğrar ve nihayet ortadan kalkardı. Mesela
30 nesil farenin kuyruğunu kesersek 31’nci nesil fare yavruları
kuyruksuz doğacaktı. Bu teori fazla denenmeden ortaya atılmış ve evrim
kavramını desteklediği için çok taraftar bulmuştu. Fakat yukarıda
kabaca anlatılan fare deneyine benzer tecrübe ve gözlemler Lamamc'ı
desteklemedi. Bu arada «genler» keşfedilmiş, «genetik» adıyla bir ilim
dalı doğmuş, nesilden nesile aktarılan karakterlerin ömür boyunca
çevreden, cemiyetten kazanılmayacağı, bunların genlerle şifrelenmiş
bulunduğu ırsiyete has olduğu anlaşılmıştı. Neticede biyolojide
Lamarkizm tamamen terk edildi.

Fakat şanssızlığa bakın ki Marks ve Engels tam da Lomarkizm'in
revaçta olduğu devrede geldiler. Bu teori onların da işine yaradı.
Madem ki karakterler bir hayat boyunca kazanılıp sonra nesillere aktarılabiliyordu,
insanın birçok tabii içgüdüsü de kolayca değiştirilebilirdi. Mesela mülkiyet, aile bağlılığı hisleri. Bunlar
herhalde içinde yaşanılan cemiyet tarafından fertlere, onlardan da
nesillere veriliyordu. Bunlar değişmez şeyler değildi ve komünist
toplum kurulduğunda, birkaç nesil sonra mülkiyet duygusu, rekabet
hissi, aile bağlılığı ortadan kalkacak, insanlar artık sahip olmağa
çalışmayacak, birbirleriyle yarış etmeyecek, kıskanmayacaklardı.
Marks da, Engels de öldü. Fakat hiç beklemedikleri yerde onların
otoriteleri adına bir ihtilal yapıldı ve mantıkları orada yaşadı.
1937’ye gelindiğinde ilim dünyası için Lamarkizm tarihten bir yapraktı.
Ama neo- skolastik Rusya’da çağdaş ilme «burjuva bilimi» deniyor,
apayrı bir sosyalist bilim, hatta sosyalist biyoloji gelişiyordu! Ölü
Lamarkizm’in Marks’a, Marks’ın da Lamark’a uyması bu iki otoriteyi de
Rus ilminin başına bela etti Lizenko (Lysenko) adlı biri Lamarkizm’in
asla ölmediğini, sadece burjuvaların ve emperyalistlerin,
kapitalistlerin hışmına uğradığını ilan etti Stalin ve devlet de onu
destekleyince Rus tarım ve biyolojisine hakim oldu.Kışlık buğdaydan
yazlık buğday yetiştirebileceğini, uygun ortamda yetiştirilen buğdayın
çavdar tohumu vereceğini ileri sürdü ki bu, ormanda büyüyen köpeğin
tilki doğuracağı iddiasına benzer. Gerçek ilim adamları Lizenko’ya
karşı çıktılar Fakat Komünist Partisi Engizisyondan da başkın çıktı
Kitle halinde tevkifler, mahkûmiyetler başladı. En çok direnenlerden
genetikçi Vavilüv yargılandı ve ölüme mahkum edildi. Bu ceza sonradan
hapse çevrildiyse de Yavilov yeraltı hücrelerine dayanamadı ve hapiste
öldü.

Galile, Engizisyon karşısında fikirlerinden döndüdüğünü ilan etmişti.
Vavilov öyle yapmadı, «Ateşe gideceğiz, yanacağız, fakat kanaatlerimizi
değiştirmeyeceğiz» diye haykırabildi. Vavilov, Galilei’den cesurdur.
Engizisyon, Gailile’yi ev hapsine mahkûm etmişti. Bilimsel Sosyalizm

56
ise Vavilov'u ölüme. Engizisyon herhalde Bilimsel Sosyalizm'den daha
yumuşak daha az skolastikti.

IV— SKOLASTİĞİN TAHLİLİ
Şimdi, yukarda verilen atın dişleri, cisimlerin düşüş hızı, dünyanın
hareketi ve Lizenko olayı misallerini inceleyerek skolastik metodun
özelliklerini tespite çalışalım Bu dört olayda da deney ve gözlemden,
vakıadan kaçış hakimdir. Atın dişlerinin sayılmasına karşı direnilmiş;
Aristo’dan Galile’ye kadar özellikleri aynı fakat ağırlıkları farklı
cisimleri atıp düşüş hızlarını ölçmek düşünülmemiş; Galile
yargılanırken astronomi gözlemlerinin hakemliğine başvurulmamıştır.
Lizenko olayında ilim adamlarının yüzlerce makalesi, biyoloji ve tarım
araştırmaları bir kalemde «burjuva» damgasını yemiş, gözler vakıaya
kapanmıştır. Buna karşılık atın neden 28 dişi olacağının, ağır
cisimlerin neden hızlı düşeceğinin, güneşin neden dünya etrafında
döneceğinin ve uygun şartlarda yetiştirilen buğdayın neden çavdar
olacağının hep mantıklı izahları vardı. Mesela, «Ağır cisimler
hafiflerden hızlı düşer» iddiası mantıklı, fakat deneye gözleri kapalı
bir kafadan çıkabilir. Yine dört misalde de şüphe edilmeyen otoriteler
vardır. At ve düşen cisimlerde otorite Aristo, gezegenlerde Aristo ve
Ptoleme, çavdar olan buğdayda ise Marks ve Engels’dir. Nihayet, her
dört misalde de meseleler, bu otoritelerin genel hükümlerinden
hareketle ve mantık kullanılarak çözülmeğe çalışılır. Keşfedilecek,
anlaşılacak, yeni ve mühim şeyler yoktur. Genel esaslar otoritelerce
zaten söylenmiştir. Yapılacak iş, onların veciz genel hükümlerinden
hareketle, karşılaşılan özel meseleleri, teferruatı halletmekten
ibarettir. Ortaçağ Avrupası'mn teslim olduğu Sokrat ve Eflatun
fikirlerine göre zaten «Güneşin altında yeni birşey yoktur!». Bütün
bilgiler insanda doğuştan mevcuttur. İnsanoğlu bilebileceği herşeyi
doğuştan bilir; ancak bu bilginin şuurunda değildir. Gaye,bu «a priori»
bilgiyi mantıkla şuura çıkarmaktan ibarettir. Bilimsel sosyalizmin
kurucuları da benzer bir ruhla hareket ederler. «Komünist Manifesto»da
da, «Kapital»de de «değerin emek teorisi», «tarihi sınıf kavgasının
belirlediği» gibi temel hükümler bile tarih ve sosyolojiye dayanılarak
isbatlanmaz. Ta başta, şüphe edilmez hakikatler olarak va’z edilirler.
Sonra okuyucunun bu kati gerçekleri daha iyi anlayabilmesi için lütfen
misaller verilir. Tabii bu misaller, karmaşık bir insanlık tarihinden
aslında Marks sadece Avrupa tarihini bildiği için yalnız Avrupa tarihinden
cımbızla bulunup çıkarılır. Son safha, bu seçme misallerin, tezi
tam destekleyecek yanları vurgulanarak kaleme alınmasıdır.
Bu akıl yürütme usulüne, yani genel hükümlerden özel neticeler
çıkartmaya, tümdengelim (dedüksiyon) denir.*
(*) İnsanın akıl yürütmede kullandığı usuller genel olarak üçe ayrılır : 1) Tümevarım (özelden
genele gitme - in- düksiyon), 2) Tümdengelim (genelden özele gitme - de- düksiyon), 3)
Benzetme (analoji) Yerine göre, her üç usul de kullanılabilir. Ancak, ilmin «kanun»ları
birinci usulle, tümevarımla bulunmuştur. Tümdengelim’e, halihazırda bilinen kanunların
uygulanmasında başvurulur Skolastiğe göre «genel» önceden malûm olduğu veya otoritelerce
ortaya konduğu için tümdengelim dışındaki iki usul, bu arada ilmin indüksiyon yolu
lüzumsuzdur. Hatta skolastik, tümevarım'ı kullananlara kızar. Mesela Engels, «Doğanın
Diyalektiği» adlı eserinde, belki gelmiş geçmiş en büyük fizikçi olan Nevton'a, «indükisyoncu
eşek - indüksiyoncu budala» sözleriyle hakaret eder. Bu tek taraflı münakaşada sağduyu
sahipleri gerçek eşeğin kim olduğuna kolayca karar verebilir.

O halde skolastiğin özelliklerini şöyle toparlayabiliriz :
1) Vakılara (deney ve gözleme) değil, mantığa dayanmak
2) Yanılmaz otoriteler kabul etmek
3) Düşünce usulüne tümdengelimcilik

Bu üç özellik birbirinden bağımsız değildir. Sadece otoriteye bağlı
ve vakaları görmeyen bir kafa, kendiliğinden tümdengelimci olur. Benzer
şekilde, tümdengelimcilik ve bir otoriteyi benimseme, giderek, vakıalardan
kopmaya ve safi mantığa bağlanmaya yol açar. Nihayet,
vakalardan kopan ve tümdengelimi benimseyen bir mantık da kendi
otoritesini arayıp bulacaktır.

Skolâstiğin üç ana özelliği hemen bazı ikincil (sekonder) özellikleri
doğurmuştur Vakıalara dayanmamak, deney ve gözlemden kaçış, skolâstik
kafada bir nevi şizofreni yaratır. Tıp terimi olarak şizofreni (akıl
bölünmesi), gerçekle ilginin kopmasını ifade eder. Dış dünyadan gelen
tesirlerle bir şizofrenin gösterdiği tepkiler arasında akıllı bir bağ
yoktur Halk arasında «erken bunama» denilen bu hastalığa yakalananlar
mesela denizde yürümeğe, karada yüzmeğe kalkabilirler. Yukarıdaki
misallerde atın dişleri görüldüğü ve sayıldığı halde hala Aristo’yu
savunup, «Belki at yanılıyor» saçmalığına kadar gitmek; Piza
Kulesi'nden düşen taşları gördükten sonra gözlerine inanamamak, hep
şizofreniye paralel davranışlardır. Lizenko olayında tam 27 yıl buğday
çavdar olmamış, şarlatanların elindeki SSCB tarımı halka açlık ve
kıtlık çektirmiş, fakat liderler tarım ve biyolojideki şizofreniden
ancak Hrutçof’dan sonra kurtulabilmişlerdir. Tıbbi şizofrenle skolastik
şizofren arasında önemli bir fark varsa o da birincinin elinde olmadan
İkincinin ise bile bile vakıalardan kopmasındadır. Mantığa dayanmanın
sebep olduğu ikinci özellik, tabiatı basit görme eğilimidir. İnsan
mantığı basit ve kısa izahları sever. Bu mantığın tabii bir eğilimidir.
İlim de, karışık tabiat olaylarını izah etmek için mümkün mertebe basit
kanunlar bulmağa çalışır; aynı olayın biri karışık, biri basit iki izahı
varsa basit olanı seçer Fakat bu arzuyu vakıalara dayanarak
gerçekleştirmeğe uğraştığı için mantığın tabii basitleştirme eğilimi
ilimde yıkıcı olmaz

Vakıaya dayanmanın sağladığı emniyet skolastikte yoktur. Olaylar
saçmalaşıncaya kadar basitleştirilebilir Eski Yunanlıların bütün
tabiatı su, hava, ateş ve toprak olmak üzere dört elemanla izaha
çalışmaları bu cins bir basitleştirmedir (Bugün fizik, 103 eleman
tesbit etmiştir) Genler - mutasyon - tabii seçim süreci ilmin
tespitidir ve skolastik Marksizm’in iddiası olan Lizenkoculuk, yani
çevrenin kalıtıma tamamen hakim olacağı tezinden daha karışıktır.
Bilimsel sosyalizmin diyalektik mantığının bütün olayların temelinde
iki unsurun çelişkisinden ibaret bir mekanizma bulmağa çalışması;
tarihi maddeciliğin bütün sosyolojiyi iktisatla (üretim ilişkileriyle),
bütün tarihi sınıf kavgasıyla izaha çalışması; birbiriyle karmaşık
münasebetler içinde bulunan cemiyet müesseselerini kolayca alt yapı üst
yapı diye ikiye bölüvermesi hep skolastik basitleştirme zorlamasının
sonuçlarıdır.

Yanılmaz otoriteler kabulü, skolastiği otoriter olmağa zorlar
Skolastik kafa, inandığı otoritenin tenkit edilmesine, ondan şüphe
edilmesine tahammülsüzdür. Tenkitçi ve şüphecileri cezalandırmak,
elinden gelirse yok etmek ister. Nitekim skolastik metodun hakim olduğu
rejimler sevgili otoritelerinin manevi şahsiyetlerini koruyacak çok
maddi ve tesirli ceza mekanizmalarını zaman kaybetmeden kurmuşlardır

58
Avrupa ortaçağında bu otoriteyi ve ceza dağıtma görevini kilise ve onun
engizisyonu yüklenmişti Marksist markalı skolastik rejimlerde kilisenin
yerini komünist partisi, engizisyonun yerini de devletin gizli-açık
polis teşkilatı ve önce karar verip sonra yargılayan mahkemeleri
almıştır. Galile’yi hapseden, Vavilov’u öldüren hep bu özelliktir.
Nihayet, vakılara dayanmak ve otoritecilik özellikleriyle birleşen
tümdengelimcilik, skolastiğin iyi bir izahçı, fakat kötü bir tahminci
olmasına yol açar Otorite ve safi mantığa dayanılarak çok güzel ve uzun
izahlar yapılabilir Mesela maddenin neden atomlardan meydana
«geleceğinin izahını eski Yunan felsefesinde bulabilirsiniz Neden
atomlardan meydana gelemeyeceğinin izahını da bulabilirsiniz «Eğer -
madde atomlardan teşekkül etmişse bu atomları birbirinden boşluk
ayıracaktır Boşluk ise yok’tur; hiç’tir Halbuki
yok iki şey arasında sınır olamaz O haide madde sürekli olmak
mecburiyetindedir» Bu laflar ilim değil, beyin jimnastiğidir, Bu
jimnastiğin ustaları her siparişe uygun izahlar yapabilir; fakat hiçbir
şeyi tahmin edemezler Bilimsel sosyalizmde de durum aynıdır. 1980'larda
ABD ve SSCB uzayda yarışırken Rusya'nın her başarısı bilimsel
sosyalistlerce «Bilimsel ideoloji sahibi bir toplumun bilimde başarılı
olması olağandır» diye başlayan gayet mantıklı izahlarla karşılanıyordu
ABD’nin başarıları ise, «Proleter toplumların ve işçi sınıfının
sırtından, bu zavallılar sömürülerek, uzay gayet tabii fethedilir,
fakat sosyalist toplumlar önce halklarının karınlarını doyurmayı
düşünür» mantıklı izahı ile hallediliyordu. İş öyle bir hal aldı ki aya
ilk adamı SSCB de indirse ABD de indirse yine bilimsel sosyalistlerimiz
haklı çıkacaklardı. Her iki şıkkı da rahatlıkla izah edebiliyor, fakat
doğru dürüst bir tahmin yapamıyorlardı. Bir meselede bütün ihtimalleri
izah etmenin aslında hiçbir şeyi izah edememeye eşdeğer olduğunu daha
önce görmüştük.

V — TÜRKİYE’DEKİ SKOLASTİK
Türkiye’si aydın, skolastik’i kelime olarak iyi bilir Ona bu ismin
dışında «gericilik», «ortaçağ kafası», «örümcekli kafa», «irtica» gibi
ilgi çekici isimler de vermiştir Ancak skolastiğin belli bir fikir
değil, bir metod, dünyaya bir bakış tarzı olduğunu bir türlü anlayamamış;
Avrupa ortaçağındaki skolastiğin kilisesini ve engizisyonunu
görerek «ortaçağ kafası» dediği nesnenin ille dinle bir ilgisi
bulunması gerektiğini sanmıştır Diğer taraftan» skolastikle ilmin
zıtlığında hayal meyal kavramış, fakat ilimden, İlim metodundan habersiz
olduğu için «bilimsel» kelimesinin peşinden sürüklenerek yeni bir
skolastisizmin kucağına düşmüştür Gericilikle, ortaçağla kavga ede ede
yaşayan bu kalabalığın giderek skolastiğin «yılmaz savaşçıları» haline
gelişi 20 asır Türkiye'sinin dramıdır.

1 Din ve Skolastik :
Türkiye’de dindarlık iddiası taşıyan skolâstik tipler yok mudur?
Şüphesiz var Biz bunlara - her Müslüman’da bulunan tabii ümmet
sevgisiyle karışmaması için “siyasi ümmetçiler” diyoruz. Fakat bu
kafalar, memleketimiz için 20 asrın ikinci yarısında doğrudan bir
tehlike teşkil etmekten çok uzaktır Ancak aşağıda ele alacağımız
«ilerici» skolâstikleri diri tutmak, onların kuşkularına bir sebep
teşkil etmek suretiyle dolaylı bir tehlike yaratmaktadırlar.
Siyasi ümmetçi skolastiğin Türkiye’de işi zordur Çünkü İslam dini
Katolik Hıristiyanlığın aksine, skolastiğe kapalıdır Katoliklikte
fertle Tanrı arasına bütün heybetiyle Papalık ve kilise teşkilatı
girmiştir Cennetin anahtarı endülüjansa kadar bütün manevi kozları
elinde tutan bu teşkilat, skolastiğin otoritesini ve otoriterliğini
tesise amadedir İslamiyet’te böyle mutlak hakim bir ruhban sınıfı
esasta mevcut değildir Tam aksine, kulla Allah arasına kimse giremez;
günah - sevap defterine hiçbir faninin hariçten şerh düşme hakkı
yoktur.

Katoliklik, bütün hakikatlerin kendisinde gizli olduğunu iddia
edebilir Dolayısıyla vakıadan kopma, mantığa ve tümdengelime dayanma
özelliklerine açıktır İslamiyet’te ise, «İlim Çin'de bile olsa» gidip
bulmak emredilmiştir İlmin yalnız tefsirle değil, fiili araştırmayla
elde edilebileceği İslam’ın açık telkinidir. Geçen yazıda naklettiğimiz
İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye atfedilen hikâye, İslam’ın vakıaya, deney ve
gözleme dayanma anlayışını kuvvetle vurgular.

Bu vasıflar İslam'ı skolâstiğin üç özelliğine de kapalı tutar. Avrupa
ortaçağını yaşarken İslam dünyası bu anlayışla maddi-manevi bütün
sahalarda parlayabilmiştir.

Hal bu iken, İslam’a dayalı skolastik bir sistem kurma çabasındaki
siyasi ümmetçiye, İslam kisvesi altında Katolik zihniyetini telkinden
başka açık kapı kalmamaktadır Nitekim, endülüjans anahtarına kadar «tam
tekmil» bir otorite merkezi, bir Papalık tesisine çalışılmaktadır Kendi
kendini Bedir Muharebesi Başkumandanlığıma tayin eden düzenbazlar
türemiştir Propagandasını yapmayanlara, kendisine oy vermeyenlere
müminlik yolunun kapanacağını ilan eden sapıklar vardır
Bütün cemiyetlerde belli bir oranda sapık bulunması tabiidir. Her
toplulukta nasıl belli bir yüzde nispetinde idiyot, astımlı, mongoloid
veya romatizmalı varsa, belli bir yüzde nispetinde de sapık ve
fanatikler bulunacaktır. Tehlike, bunların uğruna bütün bir memleketi
yakmak, bütün dikkatleri bu fanatikler üzerinde toplayıp diğer
skolâstikleri görmezlikten gelmektir Özellikle milletler mücadelesinde,
fikir sistemleri savaşının devletimize yönelen silahlarıyla bu
zavallıları aynı kefeye koymaktır Tehlike, «Makineli tüfeğe de tesbihe
de karşıyım» budalalığındadır.

Bugün siyasi ümmetçi skolastikler, İslam kisveli Katolikler, siyaset
alanında gerçek güçlerinin üstünde bir netice sağlayabilmişlerse bunun
tek sebebi var': Aşağıda inceleyeceğimiz «ilerici» skolastiklerin
irtica ile savaş saplantısıyla dine, İslam’a kadar uzanan saldırıları
Bazan fiili tecavüz, bazan da - maneviyatı fiili tecavüzden çok
yaralayan - istihza küfrü!

Gerçekte skolastiğin dinle, hele İslamiyetle doğrudan bir ilgisi
yoktur. Vakıalardan kopuk bir mantık, otoriteye dayanmak ve düşünce
usulünde tümdengelimcilerin tekelinde kalmak, savunulan tez ne olursa
olsun, bir insanı skolastiğe teslim etmek için yeterlidir. Din düşmanı
Marksizm'in skolastiğin en güzel örneklerinden biri oluşu skolastiğin
dinle ilgisizliğine kafi delildir.

2 Bilimsel Sosyalist Skolastik
Türkiye’de skolastiğin en açık tezahürleri de bilimsel sosyalistlerden
gelmiştir. 12 Mart öncesinde Türkiye işçi Partisi'nin hakim
fraksiyonu ile milli demokratik devrimci (MDD) Mihri Belli fraksiyonu
arasında geçen «bilimsel» münakaşayı misal olarak alabiliriz. Çeşitli

60
sebeplerle MDD, gençlik arasında TİP den daha başarılı olmuş, TİP’e de
işçi, köylü arasında çalışacağını ilan etmek düşmüştü. Bu durumda TİP,
hemen bilimsel sosyalist otoritelerden şu tefsiri yaptı : «Bilimsel
sosyalizm proleter sınıfının felsefesidir. Faaliyet alanı proletaryadır
MDD’liler Marks - Engels - Lenin’in bu açık hükmünü hiçe sayıp burjuva
kökenli üniversiteliler arasında çalışmakta, buradan topladıkları
taraftarlarla bize yüklenmektedirler. Bu hareket Marks-Engels-Lenin’e
aykırıdır; dolayısıyla yanlıştır ve başarılı olmayacaktır. Mihri
Belli’nin TİP’e verdiyi cevap ise mealen şöyleydi: «Evet bizim
gençlerimiz burjuva kökenlidir. Devrimci sosyalistleri coplayan toplum
polisi ise proleter kökenli Bu durum Marks - Engels - Lenin e aykırıdır
Marks - Engels - Lenin yanılmayacağına göre bu işin bir başka izah
tarzı olmalı» Ve mantıklı izah tarzını de buldu : «Bir insanın hangi
sınıftan olduğu kökenine değil, attığı adıma ve davranışına bağlıdır
Üniversiteli, burjuva kökenine rağmen proleter felsefesini benimseyip o
felsefeye göre hareket diyorsa, o, proleterdir Toplum polisi, kökenine
rağmen kapitalist düzeni savunuyorsa, o, proleter değil, kapitalisttir»
Bu münakaşadaki skolastik unsurların tesbitini bir alıştırma olarak
okuyucuma bırakıyorum.

Türkiye’de siyasi ümmetçilerin ve bilimsel sosyalistlerin dışındaki
«ilerici» skolastikler yakın tarihimizin ürünleridir Bunları bir
sınıflamaya tabi tutmak zordur Taradıkları otorite bakımından
«batıcılar», «Atatürkçüler», «Kitle haberleşme vasıtacılar» gibi guruplardan
bahsetsek bile bunların çoğu zaman aynı şahısta içiçe
bulunduğunu görürüz Bu iç içe bulunabilme kaydıyla, saydığımız üç
gurubu inceleyelim :

3 Batıcı Skolastik
Batıcıların otoritesi, etiketlerinden de anlaşılacağı gibi batı
Avrupa ülkeleri ve ABD’dir İmparatorluğumuzun batı karşısında
gerileyişinin ve çöküşünün sebep olduğu aşağılık duygusu, Osmanlı'nın
son devirlerinden günümüze kadar birçok aydını, vakıayı anlamadan
batıya hayranlık duymaya ve taklide itmiştir. Burada vakıa, batının
kalkınması ve kalkınmanın sebebi iken bu incelenmemiş, gözden kaçmış;
yerine, kalkınmanın bazı neticelerini (sebeplerini değil) taklid yoluna
gidilmiştir. Sonra bu neticelerin neden kalkınmaya sebep olacağı tam
bir kilise babası ustalığıyla izah edilmiştir. (Değerli Türk
Milliyetçisi ve ilim adamı Prof Dr Mümtaz Turhan birçok eserinde,
özellikle «Garplılaşmanın Neresindeyiz?» kitabında aydınlarımızın bu
tutumunu çok güzel tenkid eder). İktisat anlayışında bu taklit önce
(19. asır başında, Koca Reşit Paşa zamanında) Adam Smith tipi bir
liberal kapitalizm şeklinde belirmiştir. Smith’i baş tacı eden kadrolar
Türkiye’de henüz sanayi kapitalinin bulunmadığını görememişlerdir. Daha
sonra ve günümüzde aynı taklit bu sefer sosyalizme yönelmiştir.
Bu gurup, batılı gibi davranmak, batılı gibi müzik yapmaktan II.
Meşrutiyet batıcısı Abdullah Cevdet’in Avrupa’dan damızlık erkek
getirmek teklifine kadar varan bir tayf yaratmıştır. Daha birkaç yıl
önce Türkiye'de Başbakanlık yapmış bir zat (Nihat Erim) yabancı bir
gazeteye, «Memleketimde Almanca’dan başka dil bilmeyen, Bavyera tipi
deri pantolonlar giyen Türk çocukları' görüyorum Bu fevkaladedir; Türkiye
büyük bir değişme içinde!» fikirlerini söylerken bayaği
heyecanlanıyordu. İslam kültürü batının antitezi olarak görüldüğü için
Türkçe’deki doğu menşeli kelimelere karşı savaş açılmış; buna karşılık
«öz Türkçe» adı altında batı dillerinden kelime ve kaide ithaline
girişilmiştir. Yalnız Türk - İslam kültürü değil, İslamiyet’in kendisi
de onlar’ca anti-batı olduğundan, batıcı dine cephe almada başı
çekmişlerdir.

Batıcılar «Hangi Batı?» sorusuna tam bir cevap veremezler Her biri en
çok tanıdığı veya talebelik veya başka vesilelerle ziyaret ettiği batı
ülkesini otorite kabul eder Birkaç nesi! önce moda otorite, Paris’in
fakir talebe muhiti, Latin kesimi idi; bugün daha çok ABD’nin tenkidçi
üniversite talebesi muhitleri otoritedir. Bu muhitlerin kendi
düzenlerini tenkidi bizim batıcılarımızda bu sefer acaip bir ikilik
yaratmış, kültürde, davranışta, dilde batının kölesi olanlar ayni anda
gözü kapalı birer batı düşmam kesilmişlerdir. Onların ABD düşmanlığının
aslında ABD’lilerin kendi düzenlerini tenkidlerinin; Fransa, Almanya,
vs düşmanlıklarının, bu memleket tenkidçilerinin kendi kendilerini veya
birbirlerini kınamalarının maymunca bir taklidi olduğunu anlarsak,
görünürdeki tenakuz çözülür. Kendisi de bir batı ideolojisi olan
bilimsel sosyalizm Rusya ve Çin’in soğuk harp silahı olduktan sonra
batı düşmanı batıcılara yeni bir cephe açıldı.

Batıcılar, Atatürk’ün de kendilerinden olduğunu savunurlar Onun,
«batı medeniyeti» ni benimsediğini ileri sürerler. Halbuki Atatürk
dikkatle medeniyet demiştir Gökalp'i biraz okumuş bir yarı aydın bile
onun medeniyetle harsı (kültürü) nasıl titizlikle birbirinden
ayırdığını görür. Atatürk ise Gökalp’i herhalde çok iyi biliyordu.
Batıcı skolastiğin vakıalara kapalı kafasını Milliyetçi Hareket’in
düşmanları akıllıca kullanmaktadırlar. Ülkücülere karşı girişilen
propaganda saldırısında sık sık başvurulan bir usul, hücumu batı’dan
getirmektir. Bunu gerçekleştirmek için ya batıda Milliyetçi Hareket
aleyhine demeç verebilecek bir politikacı bulup onun söylediklerini
«Almanlar diyor ki» edasıyla manşete geçer, veya Türkiye’li bir yazarın
batıdaki bir gazeteye yazı yazmasını sağlayıp sonra da o yazıyı tercüme
ve iktibas ederler «Frankfurter Algemeine diyor ki» veya «The Sun şöyle
yazdı» tipi tercüme iktibasların arkasında umumiyetle yerli bir
Milliyetçi Hareket düşmanı yazarın önce batı dillerinden birine
çevrilmiş bir yazısı vardır. Diyen de, yazan da aslında o anda
İstanbul veya Ankara’da oturan bir adamcağızdır. Milliyet gazetesinin
Türkçe yazarken «Sami Kohen» İngilizce yazarken «Sam Cohen» imzalı
yazarı buna tipik bir örnektir. Aynı adam aynı yazıyı Türkiye’de ve
Türkçe yazsaydı batıcı skolastik ondan şüphe edebilirdi. Ama «Batı bizi
böyle görüyor!» klişesinin yanılmazlık garantisi altında büyük
hakikatlerin tercümelerin huşû içinde okurlar. Onların kafasında «Kaale
Aristo» şimdi «Kaale batılı» olmuştur.

Batıcı skolastik zihniyetin diğer bir tipik tezahürü, Türk
Milliyetçilerini faşist veya nazi sanmalarıdır. Vakıaya konu olan
sokalastik kafa yapıları Milliyetçi Hareket’i anlamalarına engeldir.
Şöyle düşünürler: «Ben sosyalistim Bu batıya uygundur. Orada da
sosyalistler görmüştüm Öteki kapitalist Bu da uygun Batıda da
kapitalistler var. Peki bu ülkücüler ne oluyor? Türk Milliyetçisi mi?
Olamaz! Ben batıda Türk Milliyetçisi görmedim Ama orada Naziler,
Faşistler var (veya bir zamanlar varmış) O halde bunlar kapitalist ve
sosyalist olmadıklarına göre herhalde (ve muhakkak) nazi, o da değilse
faşisttirler»

Skolastiğin üç temel özelliği açısından batıcıları incelersek:

62
1) Vakıayı, yani batının kalkmışının sebeplerini görememişlerdir
Birinci sınıf ilim ve teknik kadrolar, üniversiteler, ve kapital
birikimi gözlerinden kaçmıştır Görebildikleri unsurlar esas sebepler
olmadığı için onları sebep halinde takdim mantık oyunlarına kalır.
2) Tanıdıkları, ziyaretlerinde görebildikleri kadarıyla ve her türlü
teferruatı ile kafalarındaki batı yanılmaz bir otoritedir
3) Kafalarındaki otoritelerin sunduğu hükümlerden hareketle ve
tümdengelim usulüyle Türkiye üzerinde teklifler ve tesbitlerde
bulunurlar Türk Milliyetçileri’ni nazi, faşist sanmaktan damızlık insan
getirmeğe kadar bunun misallerini yukarıda gördük.

4. «Atatürkçü» Skolastik;
Bir diğer Türkiye tipi skolastiğe «Atatürkçü» diyoruz Daha önceki
bölümlerde gördüğümüz gibi Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nden ayrı
bir Atatürkçülük düşünmek saçmadır. Türk Milliyetçileri «Atatürkçü»
değildir ama Atatürk bir Türk Milliyetçisi’dir. Atatürk’ün gayesi Türk
Milleti'nin ebedi bekasıdır. Bu gayeye varmak için benimsediği metod da
ilim metodudur.

Türk Milliyetçiliği’nin, dolayısıyla Atatürk’ün metodunun ilim
olduğunu O, «Hayatta hakiki mürşid İlimdir» sözüyle vurgulamıştır.
Bizim skolastik Atatürk'çülerimize göre Mustafa Kemal’in bu sözü bir
tevazu eseridir. Doğrusu, «En hakiki mürşid benim» olmalıydı. Aslında
Atatürkçü skolastikler bu sözle bile Türk Milliyetçiliğine
varabilirlerdi. Eğer ilim metodunu, vakıayı yakalamayı başarabilselerdi.
O zaman, Atatürk’ün gayesiyle Türk Milliyetçilerinin gayesinin,
metoduyla Türk Miliiyetçileri’nin ilim metodunun intibakını görecek ve
Türk Milliyetçiliği’ne geleceklerdi. Onlar bu zahmetli usule de
başvurmamışlar, tam bir ortaçağ Avrupalı’sı kafasıyla Atatürk’ün hayatı
boyunca sarfettiği sözlerin tefsiriyle uğraşmışlardır. Atatürk, o
dediği sözü neden söylemiş; o yaptığını niçin yapmıştır? Bu soruların
doğru cevabı vakıayı yakalamak, dolasiyla skolastikten kurtulmak
olurdu. Kendilerine Atatürkçü diyenler bir mesele, bir vakıa karşısında
Türk Milliyetçiliğinin gayesine dayanan bir hedef tayini ve bu hedefe
gidişe ilim metoduyla bir yol aramazlar. Bunun yerine Atatürk'ün
sözlerine ve onun yaptıklarının tefsirine başvururlar Kafalarında
Aristo’nun yerini Mustafa Kemal almıştır. Bazan şaşırırlar Çünkü
Atatürk hem «Yurtta sulh, cihanda sulh», hem «Kırk asırlık Türk yurdu
düşman elinde kalamaz» demiştir. Skolastik kafa şimdi ne yapsın?
Yapabileceği Abeiard’ın «Sic et Non»u («Evet ve Hayır»ı) gibi bir
çetele tutmaktan ibarettir. Bir kumandanın, bir devlet adamının
sözlerini, sebeplerine inmeden uygulamaya kalkışmak ne kadar yanlışsa,
hareketlerini anlamadan taklid de o derece yanlıştır. İlmi metod alan
Mustafa Kemal, belki bugünün değişik şartlarında dün yaptığının tam
tersini yapardı. Fakat vakıadan kopuk mantık, otorite kara sevdalısı ve
dedüksiyon tekelindeki kafalar bu elastikiyeti gösteremez.
Söylediklerimizin bir misali, Atatürkçü skolastiklerimizin eski adıyla
«irtica», yeni adıyla «gericilik» e karşı bitmeyen savaşlarıdır.
Hilafete karşı sürdürdükleri büyük mücadeleyi de unutmamak lazım Cumhuriyet,
altı asır hükmeden bir hanedanı, altı asır süren bir
imparatorluğu sona erdirmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, altı asırlık
bir hakimiyetin yerine oturmak üzere geldi Bu gelişin, bu oturuşun
kolayca ve zahmetsiz olabileceğini düşünmek muhakkak ki akıl karı
değildir. Osmanlı, hanedanıyla olmasa bile manevi hakimiyetiyle genç
Cumhuriyet’e karşı direnecekti ve direndi de 1920'lerin Türkiye
Cumhuriyeti, Osmanlı ile mücadele etmek zorundaydı Bu mücadeleyi verdi
ve başardı. Osmanlı kaybetti; Cumhuriyet kazandı Daha 10. yılında
Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı diye, hilafet diye bir alernatifi
kalmamıştı. Fakat skolastik vakıaya değil, otoritenin sözlerine ve
mantığa bakar Ortada düşman kalmamış! Fakat skolastikler 1920'lerde,
1930’larda Atatürk'ün ve Cumhuriyet’in Osmaniı’ya karşı açtığı savaşı
bütün hızıyla sürdürdükleri zannındadırlar, Dayanakları, o tarihlerde
Atatürk’ün söyledikleri ve yaptıklarıdır Fakat şartlar tamamen
değişmiş, ateş ettikleri düşman ortadan kaybolmuştur. Onlarsa ateşte
berdevamdırlar!

Hilafete karşı mücadeleleri daha da acıklıdır Hilafetin kaldırılması
zamanı için hayati bir olay, Türkiye hesabına çok kritik bir meseleydi
1970 lerin Türkiye'sinde ise Hilafetle uğraşmak ancak zavallılık,
gülünçlüktür. Ama madem otorite öyle yapmış, skolastik bugün de öyle
yapmağa mecburdur Bir an Avrupa ortaçağı kafasından kurtulup, «Yahu
bugün biz birini tutup halife ilan etsek - bunu kabul edecek bir
akılsız bulabildiğimizi düşünelim - o halifeyi kaç kişi dinler? Bırakın
Türkiye dışındaki müslümanları, Türkiye'de kaç kişi dinler?» sorusunu
soran yok Kaldı ki bugün bir kaç İslam ülkesinde bu cins «halife»ler
vardır; varlıklarından da çoğu müslümanın haberi bile yoktur.*
(*) Bu tip skolaslisizmin komşularımızda da bulunduğunu 'biliyoruz Mesela İran'da sırf Şah Rıza
Pehlevi (Bugünkü Şah'ın babası) «Demiryolu yapın!» dediği ve demiryolu yaptığı için
demiryolu yapılmaktadır Halbuki yeni demiryollarının yapıldığı bölgelerde karayolunun hem
daha ucuz hem daha karlı ve faydalı olduğu uzmanlarca tesbit edilmiştir.

Bu davranışı bir atasözümüz çok güzel alaya alır: Maymuna soba
yakmayı öğretmişler; yazın da yakmış!

Atatürkçü skolastik tipini üç özelliği açısından özetleyelim:
1) Vakıayı kaybetmiş, mantıklarıyla baş başa kalmışlardır Teklif
ettikleri tedbirler aslında 1920’ lerin, 1930’ların meselelerinin
çözümleridir.
2) Otoriteleri, anlayabildikleri kadarıyla Atatürk'tür
3) Düşünceleri, Atatürk'ün söz ve hareketlerinin tefsiri, bu söz ve
hareketlerden gelerek meseleleri çözme üzerinde toplanır
Tümdengelimcidirler.

5 Kitle Haberleşme Vasıtacı Skolastik
Ele alacağımız son tip Türkiye skolastiği «kitle haberleşme vasıtacı»
dır

Bu gurup mensuplarıyla gerçekler arasına bir kitle haberleşme
vasıtası, umumiyetle bir günlük gazete veya radyo ve televizyon
girmiştir Bu vasıta, yarattığı kafadar çevresiyle birlikte otorite
unsurunu teşkil eder.

Kitle haberleşme vasıtacı «ilerici» skolastik tipleri arasında en
yenisidir Komünist blok dışındaki batı, skolastiği iyi tanıdığı ve
artık yendiği için batı ile yoğunlaşan temas aslında skolastiğin
aleyhine işler. Türkiye’de batı ile temas arttıkça “çelişki gibi
görünse de” batıcı ve Atatürkçü skolastisizm zayıflamağa başlamıştır.
Diğer taraftan, bu iki gurubun teklif ettiği bütün tedbirler az çok
denenmiş ve beklenen sonuç bir türlü alınamamıştır. Bu hal, batıcı ve
Atatürkçü skolastiklere prestij kaybettirdi. Bu durumda, sağ şöyle dur64
sun, solun içinden bile bazı yazar ve sanatkarlar (Kemal Tahir, Attila
İlhan, Metin Erksan, Halit Refiğ, vs) «ilerici» skolastikleri tenkide
başladılar. Türkiye'de ilerici skolastiğinin artık sonu görünüyordu.
Tam bu sırada bir yandan bazı siyasetçilerin —özellikle CHP'- nin—
diğer yandan hayatını kurtarmak için çırpınan skolastiğin gayretleri
ile kitle haberleşme vasıtacı hamle doğdu.

Basın övülürken, gazeteler için, «İnsanın dünyaya açılan penceresi»
sözünü kullanmak adettir Bu söz ancak, gazetecilerin haber namusuna
sahip oldukları kabul edildiğinde doğrudur Aksi taktirde gazete, «İnsanın
dünyaya açılan penceresini örten bir kağıt parçası»-da oiabiiir Bu
gidişi önleyecek karşı tesirler vardır : Gerçeği çarpıtarak okuyucusunu
vakıadan koparan gazetenin yanında aynı kalitede ve doğruyu yazan gazeteler
varsa yalancı mağiup edilebilir Saptırılmış bir değerlendirmeyi
savunan okuyucunun çevresinde saptırılmamışını bilen dostlan
bulunuyorsa gazetelerin kafalarda tekel kurması önlenir Türkiye’de bu
iki kurtarıcı süreç de işlemedi

Kitle haberleşme skolastiğinde otorite öncülüğünü Milliyet ve
Cumhuriyet gazeteleri yaptı (Bugün humara, aynı yolda ilerleyen daha
küçük başka yayın organları da eklenmiştir Fakat liderlik yine bu
ikisindedir Milliyet bir arahk devlet radyo ve televizyonunu da ele
geçirerek bir kamu oyu diktatörlüğüne yönelmişti) Bu iki gazete, yayın
politikalarım batıcı ve Atatürkçü
aydına göre ayarladı Aynı teknik kalitede diğer gazeteler, daha geniş
bir kitleye hitap etmeye çalışıyorlardı Bu tutumlar, batıcı ve
Atatürkçü çevre içinde doğru yazanın yalan yazanı düzeltmesi imkanını
yok etti Kafalarındaki mitler yıkılmağa, mantık zincirleri kopmağa
başlayan «ilerici» skolastik guruplar, yeni sunulan skolastiğe bir
kurtarıcı gibi ve kitle halinde sarıldılar Standart ilerici skolastik
aydınlar Türkiye'de zaten kapalı ve ayrı bir sınıf halindeydiler Kitle
halinde gazete edinişleri de, gerçekleri bilenlerin tek yanlı propagandaya
maruz kalanları uyarma imkanını ortadan kaldırdı Tam aksine,
günlük yalanlar ve yarım gerçekler bürolarda çay saatlerinde, dost
meclislerinde, konken, poker masalarında tekrarlanarak, uygun
mizahlarını da yaratarak bir cins «geri besleme» ile güçlenip kuvvetleniyordu
Böylece vakıalardan kopmuş, falan genel yayın müdürünün veya
filan yazı işleri müdürünün emrettiği mantıkla düşünen; önüne çıkan
bütün meseleleri bu açıkgözlerin telkinleri doğrultusunda tahlile çalışan
iğfal edilmiş bir kesim doğdu

Kitle haberleşmesinde iki türlü aldatma vardır:
1) Adi tarzda doğrudan yalanla 2) Gerçeğin sadece bir kısmını
söyleyerek İkinci tarz daha etkilidir Bunun güze! bir misalini Milliyet
hakimiyetindeki TRT vermiştir Bir haber bülteninde, TÖB- DER mensubu,
yani solcu bir öğretmenin tabancayla vurularak öldürüldüğü
bildiriliyordu Olay gerçekti Bir TÖB-DER mensubu tabancayla vurulup
öldürülmüştü Gerçekti ama, gerçeğin söylenmeyen yarısı, katilin de TÖBDER
mensubu olduğuydu Skolastik bayraktarı basın bazı basit hilelerle
tekzib müessesesini de çalışmaz hale getirmiştir «Ülkü Ocaklılar falan
suçu işledi» demez Böyle dese, Ülkü Ocakları'nın resmen tekzib hakkı
doğar «Komandolar» der! Ordudakilerin haricinde isimleri resmen
«komando» olan bir gurup bulunmadığı için bu haberi tekzib edemezsiniz.
Bu taktiğe yarım doğru tipindeki yalanlar da eklenince uygulanması
kolay bir aldatma mekanizması doğar Komünistlerle milliyetçiler kavga
mı etti Manşet hazırdır: «Komandolar (yine) öğrencilere Saldırdı» Bir
kavgada muhakkak iki taraf da birbirine saldırmıştır (Aksi taktirde
kavga değil kaçanla kovalayan olurdu) Tekzib edilemeyen yarım gerçekse
yukardaki manşetle verilir

Bu küçük, adi oyunlar her gün birkaç haberde tekrarlandıkça, bu
yalanlar uygun karikatürlerle, bilgiç yorumlarla desteklendikçe kitle
haberleşme skolastiğinin kafasında sarsılmaz sterotipler doğar: Bir
tarafta ellerinde kan damlayan katil, kaba komandolar, diğer tarafta
masum devrimci, ilerici öğrenciler Bir tarafta barıştan başka birşey
istemeyen namuslu parti ve lideri, diğer tarafta el altından silah
dağıtan gangster çeteleri Nihayet vakalardan kopuş o hale gelir ki,
Elazığ’da bir ülkücü, CHP'li dernek başkanı tarafından öldürüldükten
iki saat sonra CHP lideri hakimiyetindeki radyodan «Bitsin bu faşist
cinayetler» vezninden yirmi dakika nutuk atabilir, ölen ülkücü ve tek
kişi iken namusluluk iddiasını elden bırakmayan gazete «Faşistler iki
kişiyi öldürdü» diye manşet atabilir Seydişehir’de komünistlerin ülkücü
bir işçiyi öldürmesi aynı kişiler tarafından defalarca «Faşistlerin
sendika gangsterliği» olarak vasıflandırılabilir Atın dişlerine, baka
baka Aristo’nun haklılığını tekrarlayan kilise babaları yeniden
dirilmiştir Skolastik şizofreni bütün ağırlığıyla kafalara çökmüştür
İttifak halinde bulundukları ihtilalcı solun Türkiye'ye yönelen açık
tehdidi Milliyet ve Cumhuriyet’in sayfalarında yer bulamaz Bir hafta
içinde dört ülkücünün • ard arda CHP’liler ve komünistlerce katline bu
sayfalar kapalıdır. Bunlar yerine, ortaçağın büyücülüğüne eşdeğer
sentetik tehlikeler, Pan - Islamizm'ler, Pan-Tür- kizm’ler keşfolunur.
Artık komünist ihtilalciler seslerini duyurabilmek için duvarları «tek
yol silahlı devrim» sloganı ile doldursalar da, kitle haberleşme skolastiği
sadece eli kanlı komandoları okur, eli kanlı komandoları söyler
«Kürdare azadi» sloganı üniversite duvarlarını boyar, miting
meydanlarında bağrılırken, bazı liselerimizde istiklal marşı
söylenemez, Türk bayrağı çekilemezken kelli felli adamlar kaba kuvvetle
iktidara gelmeğe çalışan faşistlerden korkar olurlar. Nihayet adalet
mekanizması hedef alınır. Öyle ya Katillerin, komandoların yeri, rengi
belli iken mahkemeler niçin onları mahkûm etmemektedir? Diktatörlüğe
has istekler demokrasi adına tekrarlanır: Hükümetten suçluları mahkûm
etmesi istenir Hiç kimse bu adalet anlayışının Stalin’inkinden farksız
olduğunu hatırlamaz. Tıpkı Rusya’daki, tıpkı Çin'deki gibi icradan kaza
görevini yüklenmesi istenmektedir Sağduyu, vakıa, akıl, hepsi İpekçi
Holding'e teslim olmuştur, artık.

Aynı oyun sanatta da tekrarlanır İlk romanını yazan her solcu büyük
romancıdır Yeni kilise babaları, ikinci sınıf senaryoların, üçüncü
sınıf hikaye, oyun ve romanların niçin şaheser olduklarını radyolarda,
televizyonlarda, sayfalarda tartışırlar Tutsak okuyucu işe hangi
şaheseri okuyarak başlayacağını şaşırmıştır. Guruba dahil yayınevlerinin
elde kalmış kitapları iki yoldan satılarak iflasları önlenir:

1) Satmayan kitaba ödül verirseniz satmağa başlar.
2) Satmayanı, «en çok satan kitap» ilan ederseniz satmaya başlar!

Günümüzde en diri «ilerici» skolastisizmi temsil eden bu gurubu üç
özellik yönünden özetleyerek Türkiye’deki skolastik bahsini kapayalım:
1) Vakalarla aralarına gerçeğin yarısını veya adi yalanı vererek
yayın yapan kitle haberleşme vasıtaları girmiştir.
2) Otoriteleri bir gazete, bir genel yayın müdürü, birkaç fıkra
yazarı ve yorumcudur.

66
3) Olayları, inandıkları otoritelerin hükümlerinden hareketle izah
ederler; tümdengelimcidirler.

ÖZET
Türk Milliyetçiliği gayesine varmak için metod olarak ilmi seçmiştir
ilim metodu kısaca «vakıaya dayanmak» tarzında ifade edilebilir, ilim
metodu, insanlık tarifline nispetle çok yenidir, ilmin ne olduğunu ve
daha önemlisi ne olmadığını anlamak için onun tersi olan «skolâstik»i
incelemek gerekir.

Skolâstik eski Yunan ve Ortaçağ Avrupa'sının bir ürünüdür Bir bakıma
doğduğu cemiyet yapılarının bir neticecidir Baş özelliği; vakıaya
kapalılık, gözlem ve deney yerine, otoritelerin hükümlerine değer
vermektir.

Skolastik insan cemiyetlerinde genç ilimden çok daha uzun bir süre
hüküm sürmüştür Bugün bile bu hakimiyeti geniş çapta devam etmektedir
Marksizm çağdaş skolastiğin en belirli örneklerinden biridir

Skolastiğin başlıca üç özelliği vardır:
1) Vakıalara değil, mantığa dayanmak
2) Yanılmaz otoriteler kabul etmek
3) Düşünce usulünde tümdengelimcilik

Bu üç ana vasıf üç ikincil özellik doğurmuştur Bunlar,
1) skolastik şizofreni;
2) tabiatı basit görme eğilimi;
3) otoriterlik ve
4) iyi bir izahçı fakat kötü bir tahminci olmak özellikleridir

Türkiye’de bugün “bazan iç içe bulunmak kaydıyla” başlıca 5 tip
skolastik gurup mevcuttur; İslamiyet skolastiğe, kapalı olduğu halde
müslüman olduklarını iddia edenler; Türkiyeli Bilimsel Sosyalistler;
batıcı skolastikler; «Atatürkçü» skolastikler ve kitle haberleşme
vasıtacılar
1) «Metod seçimi postülıdır» hükmünü daha önceki bölümlerde incelenen
hususlara dayanarak açıklayınız
2) Atın dişleri, gezegenlerin hareketi, düşen cisimler olaylarını
skolastiğin üç ana özeliği açısından inceleyiniz Skolastiğin ikincil
özelliklerinden hangileri bu misallerde göze çarpmaktadır
3)Lizenko olayım skolastiğin ana ve ikincil özellikleri açısından
inceleyiniz
4) 12 Mart öncesi TİP - MDD münakaşasında skolastiğin ana
özelliklerini bulunuz
5)Bir aylık bir dönemde Türkiye'deki skolastik guruplarının tipik
tezahürlerini toplayınız (Demeçler, makaleler, teklifler olarak) Her
tezahürün hangi skolastik guruba ait olduğunu bulunuz
6) Bir aylık bir dönemde kitle haberleşme vasıtacı skolastiğin yayın
organlarını yalan haber ve yarı yalan haber açısından tarayınız
(Bu işi, mümkünse yayınları satın almadan yapmağa çalışınız)
Tesbit ettiğiniz yalanları bu yayınları otorite kabul edenlerle
münakaşa ediniz.

VII BÖLÜM
METOD-İLİM, İDEOLOJİLER VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ
BÖLÜMÜN PLANI
I SİSTEM OLARAK İLİM
II İLMİN GAYESİ
III TARİFLER
IV İLMİN METODU
V İLMİN KABULLERİ
VI İLMİN UYGULAMASI
VII BİLİMSEL SOSYALİZM VE İLİM
VIII İLİM VE İDEOLOJİLER
IX TÜRK MİLLİYEYÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ VE İLİM

I — SİSTEM OLARAK İLİM
ilmin tersi ve düşmanı skolastiği tanıdıktan sonra artık ilmin
kendisini incelemeğe hazırız Türk Milliyet çiliği Fikir Sistemi’nin
metodu olan ilmi daha önce «vakılara dayanmak» ifadesiyle özetlemiştik
Vakıalara dayanmanın, skolastik - ilim zıtlaşmasında ilmin en belirli
vasfı olduğunu artık biliyoruz Fakat «vakıalara dayanmak», ilmi daha
iyi tanımak isteyenler için yeterli bir açıklama değil Özellikle Türk
Milliyetçileri, sistemlerinin metodu olduğu için ilmi titizlikle ve daha
yakından tanımak zorundadırlar İlmi incelerken de baştan beri
kullandığımız bir ölçüye başvuracak ve onu bir sistem olarak e|e
alacağız Demek ki ilmin 1) gayesini, 2) tariflerini, 3) metodunu, 4)
kabullerini ve nihayet 5) uygulamasını bir bir ele almamız gerekiyor.
Bu konuyu bir felsefe alıştırması değil, Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin bir parçası olarak incelediğimiz için de gaye, metod ve
uygulama üzerinde bilhassa duracağız

II— İLMİN GAYESİ
İlmin gayesi, olayları tahmin etmektir
Mesela mekanik, cisimlerin belli bir andaki özelliklerinden -
yerleri, hızları, kütleleri, onlara tesir eden kuvvetler gibi
gelecekteki özelliklerini çıkarmayı hedef alır. Belli bir anda bir,
birkaç veya birçok cismin yerlerini, kütlelerini, hızlarını ve onlara
tesir eden kuvvetleri öğrenen mekanikçi bir süre birkaç saniye veya
yıllar, asırlar sonra bu cisimlerin yer, kütle, hız ve üzerlerindeki
kuvvetlerin ne olacağını hesaplamak ister. Mesela mekaniğin ve
astronominin özel bir dalı olan gök mekaniğinde, ay, dünya, güneş gibi
gök cisimlerine ait ölçmelerden, güneşin ne zaman tutulacağı, bir
kuyruklu yıldızın dünyaya ne zaman ve ne kadar yaklaşacağı gibi
tahminlerde bulunulur. Özel uranyum ve plutonyum izotoplarının belli
bir andaki şekil, miktar, yoğunluk, izotop oranları gibi özelliklerinden
hareketle, bunların bir müddet sonra patlayıp atom bombası mı
yoksa, yavaş yavaş bozunarak atom reaktörü yakıtı mı olacağını fiziğin
çekirdek fiziği dalı tahmine çalışır. Fiziğin diğer sahalarında da
durum aynıdır.

Benzer şekilde sosyoloji, belli bir anda bir İnsan cemiyetine tesir

68
eden şartları tesbit edip bu cemiyette bir müddet —birkaç saatten
birkaç asra kadar— sonra ne gibi şartlar ve özellikler görüleceğini
tahmine çalışır. Sosyologlar bir cemiyetin belli bir tarihteki nüfus,
töre ve adetler, din, şehirleşme, iş bölümü, iktisat hayatı gibi
özelliklerini alarak gelecekte aynı özelliklerin ne olacağını bulmağa
uğraşırlar. Psikoloji aynı şeyi tek insan için yapar: Belli bir anda
bir insanın özelliklerinden ve ona tesir eden şartlardan hareketle o
insanın gelecekteki davranışlarını ve diğer özelliklerini kestirmek
ister Çevre şartlan, irsiyet, zeka seviyesi, ömür boyunca ferdin
başından geçen ve onun üzerinde bir tesir bırakan olaylar psikoloğun
verileridir Ferdin gelecekteki ruh halini tesbit de'gayesi
İktisat, —çeşitli dallarına göre— bir milletin, bir müessesenin veya
bir şahsın belli bir tarihteki İktisadi özelliklerinden gelecekteki
İktisadi özelliklerini tahmine uğraşır Mesela bir millet için bu
özellikler, tabii kaynaklar, işgücü, nüfus, dış ödemeler dengesi, kredi
ve faiz politikaları, vs’dir iktisatçı bü özelliklerin haldeki
durumlarını ölçüp istikbalde ne olacaklarını bulmak ister

«Tahmin» sadece gelecek için yapılmaz Geçmişi de tahmine çalışabiliriz
Geleceğe ait tahminlerde sebeplerden neticenin ne olacağı çıkarılmağa
çalışırken geçmişe ait tahminlerde, gözlenen neticelerden mazideki
sebeplere gidilmeğe çalışılır. Bu geriye doğru tahmin mekanizması,
jeoloji, tarih gibi ilimlerin esas çalışma tarzıdır.

İlmin esas gayesi ne olacak (veya geçmiş incelenirken, ne oldu)
sorusuna cevap vermektir Nasıl olacağını izah değil İlim tahmin
hedefine ulaşmağa çalışırken olayı izah etmeyi de başarabilirse ne ala
Fakat izahsız tahmin de yeterlidir İzah bir yan ürün, tahmin yapmada
bir kolaylıktan ibarettir Tatmin edici izahlar değil hassas tahminler
başarıdır Skolastiğin iyi bir izahçı fakat kötü br tahminci olması bu
noktada ilimle açık bir zıtlaşmasıdır.

III — TARİFLER
Her daldaki mütehassıs ilim adamı, sistemin sağlamlığı açısından;
kendi sahasındaki kavramların isimlerini yani tarifleri iyi bilmek
mecburiyetindedir. Sistemlerin tarif unsuruna ilimde büyük önem
verildiği için her ilim dalının kendine has bir terminolojisi, adeta
özel bir lisanı vardır. Çeşitli ilim dallarındaki özel anlamlı
terimleri öğrenmek şu anda konumuz dışında ve lüzumsuzdur Ancak, dikkat
edilecek bir nokta var : İlim terminolojisi, günlük hayatta
kullandığımız birçok kelimeyi de ihtiva eder Fakat ihtisas dallarının
bu kelimelere verdikleri anlamlar, yani kelimelerin ifade ettikleri
tarifler günlük hayattakinden çok farklı olabilir. Dolayısıyla birçok
kelimenin biri ilimdeki, biri de günlük kullanmadaki olmak üzere iki
manası teşekkül etmiştir. Bu hal, fikir münakaşalarında ve yazılarında
yanlışlıklara yol açabilir.*
(*) «İlim dili» sadece, anlamları kesinlikle tarif edilmiş ve gereğinde günlük manalarından
farklı muhtevası olan terimleri ifade eder Yoksa ilim lisanının İngilizce,
Bazan da propaganda savaşında kelimelerin bu çift anlamlılığı
istismar edilerek avantaj sağlanmaya çalışılır.

IV— İLMİN METODU
— İlim olayları tahmin hedefine nasıl yürür?
— Vakalara dayanarak
Bu iki kelimelik cevap aslında asırlar boyunca geliştirilmiş bir
mekanizmayı ifade eder Tahmin işlemi Şekil I’de şematik olarak
gösterilmiştir Bugüne ait deney, gözlem ve ölçme neticeleri —ki bunları
ilmin gayesi bahsinde çeşitli dallar için misallendirmişjik— toplanarak
tahmin edilecek olaya ait ilim teorisine veri olur*
*Fransızca veya Almanca olması gerekmez Nitekim her milletin İlmi tariflere verdiği isimler
umumiyetle farklıdır ve kendi lisanlarındandır İlimce konuşmak, kelimeleri günlük manalarıyla
değil ilimdeki tarifleriyle kullanmak demektir Yoksa mesela iktisat ilmindeki kesin anlamlı
«tasarruf» kelimesi yerine İngilizce «sa- vings» demekle ilim yapmış olmayız Mesele tasarrufu
Fatma Tevze'nin anladığı gibi değil, iktisat ilminin ona verdiği manada kulanmaktır
Memleketimizde birçok yalancı alim, Fransızca, Almanca, İngilizce lügat paralamayı gerçek ilmin
yerine geçirmeğe çalışıyor ve cahiller nezdinde itibar sağlıyor (Bu itibarda batıcı skolasr tik
hislerin de rolü büyüktür) Mesela «opinvon», ka: naat; «argüman» münakaşa ve iddia demektir
Türkçe- leri yerine bunlan kullanmakla boyumuz ne uzar, ne de kısalır Sadece Türkçe yerine
Frenkçe konuşmuş oluruz Teoriye giren bilgilere —ölçme, deney ve gözlem neticelerine— «veri»
veya «muta» denir (İngilizce’de «data», Fransızca'da «donne»)

Teori bu verilere uygulanır ve gelecek (tarih, jeoloji gibi sahalarda
geçmiş) tahmin edilir.
O halde mesele teori veya kanunun elde edilmesi' ne kalıyor.
Teorilerinin kuruluş mekanizması da Şekil II’de şema halinde
gösterilmiştir.

70
İşe yine gözlem ve deneylerle, yani vakıaya dayanılarak başlanır
Teori kurarken faydalanılacak gözlem ve deneyler, yeni yapılabileceği
gibi daha önce aynı veya yakın sahada çalışan ilim adamlarının elde
ettikleri sonuçlardan da faydalanılabilir*. Bilgiler belli bir miktara
ulaşınca insan mantığı vakıaya ait bir teori imal eder. Ancak bu imal,
bir sonuç değil, bir başlangıçtır Yeni teorinin o güne kadar yapılmış
gözlem, deney ve ölçmelere uyup uymadığı araştırılır Bunun için yine
tabiata başvurulur; vakalara dayanılır. Eğer yeni teori bütün gözlem,
deney ve ölçmelere uymuyorsa reddedilir; yeni bilgiler toplama ve uygun
bir teori arama çalışmasına devam edilir Bu dönüş Şekil II'de «Red 1»
yoluyla gösterilmiştir Mevcut bütün deney, gözlem ve ölçmeler teoriyi
destekliyorsa bu sefer yeni denemelere, bilhassa test denemelerine,
yani tekrar vakıaya başvurulur.
(*) İlimde, araştırıcıların, kendilerinden önce aynı sahayı inceleyenlerin tesbitlerinden kolaylıkla faydalanabilmelerini
sağlamak için' bir atıflar (referanslar) sistemi geliştirilmiştir İlmi makalelere umumiyetle daha önce aynı konuda
yapılan araştırmalar özetlenerek başlanır Bu özetleme sırasında, her eski araştırmanın kimin taralından yapıldığı ve
nerede yayımlandığı dipnotlarla veya yazının sonunda belirtilir Özetlemenin dışında da, eğer bahsedilen şeyler daha
önce başkaları tarafından da incelenmişse, yine atıflar yapılır Bu referans- lama, bilgi verme görevinin yanısıra diğer
araştırıcıların haklarını teslim vazifesini de görür Ancak, bir makalenin ilmiliğinin tek ölçüsü, ilim metodunu doğru
uygulayıp uygulamadığmdadır; muhtevasındadır Yoksa, sırf ilim yazılarının atıf usulünü bol bol kullanıyor diye bir
makaleye İlmi denmez, tim! yazıların sadece bir yönünü teşkil eden atıflar, bazı kimselerde «ne kadar çok dip not
varsa yazı o kadar İlmidir» düşüncesini yaratmış; bu düşünce de bazı yalancı aiimierce bol bol istismar edilmiştir

«Test denemesinden kastedilen şudur: Teori kurulmadan önceki bilgi
toplama, bir bakıma sezgiyle yapılmaktaydı İncelenen olaya nelerin
tesir ettiği kesin- İlkle bilinmediğinden, hangi amillere daha çok
dikkat edileceği ve hangilerinin İhmal edilebileceği de tam olarak
bilinmemekteydi Hâlbuki teori, bize, olaya tesir eden amiller konusunda
bir şeyler söyler Bilgi top- lamada rehber oiur Ancak bu rehberlik,
skolâstikteki gibi teoriye uyan gözlemleri vurgularken uymayanla- ra
gözlerin kapanması şeklinde değildir Tersine, ilim, adeta kendi
teorilerini çürütmeğe çalışır Teorinin sağladiği rehberlik, onun —
varsa— yanlışlığını gösterecek denemeleri düzenlemekte kullanılır Test
denemeleri denilen öyle deneyler tertiplenir ki, bunların sonucu teori
hakkında mümkün olan kesinlikle “«Evet!» veya «Hayır!» desin Teori bu
engelleri de başarıyla atlatırsa, artık kullanılabilir Atlatamazsa,
şekilde «Red 2» ile gösterilen yola, yani hiç direnmeden mantıklı
teorimizden vazgeçerek bilgi toplamaya dönme yoluna gidilir Bütün eski
ve yeni deney, gözlem ve ölçmelere rağmen teori üzerindeki şüphe devam
eder Ne kadar çok deney yapılırsa yapılsın, mümkün bütün hal ve
şartlarda inceleme yapılamadığı bilinir Nihayet, deney, ölçme ve gözlem
vasıtaları (mesela bilgi toplama ve istatistik imkânlarımız, mesela
aletlerimizin hassasiyeti, mesela teleskoplarımız) sınırlıdır ve mükemmel
değildir Bu vasıtalar zamanla gelişir ve daha önce ölçemediğimiz,
göremediğimiz, deneyemediğimiz alanlar önümüze açılır Bu yeni şartlarda
eski teorimizin sandığımız kadar doğru olmadığını fark edebiliriz Bir
teori, zaman İçinde, ilmin tabiatında bulunan bütün bu taarruzlara
dayanabilmişse ona artık «kanun» denir «Kanun» kelimesi de mutlak bir
kesinlik ifade etmez «Kanun» zamanın yıpratıcılığına dayanan teorilere
verilen bir şeref payesinden ibarettir; o kadar. Nitekim, vasıtaların
gelişmesi, birçok eski kanunu çürütmüştür. Herhangi bir yeni gözleme
uymayan kanun, asırlık da olsa bırakılır; o artık ilimden ilim tarihine
geçer ve tekrar tabiata, vakıaya, bilgi toplamaya dönülür. Bu son dönüş
Şekil II'de «Red 3» le gösterilmiştir.
— Bir teori veya kanun reddi için kaç gözlem ve deneye uymaması
lazımdır?
— Bir tek uyumsuzluk, red için kafidir.
«İstisnalar kaideyi bozmaz» sözü dost sohbetlerinde geçerli olabilir
ama ilimde katiyetle yanlıştır Bir tek istisnası bulunan teori çürür
İlmin gayesi tahmin olduğuna göre tek istisna, yani tek yanlış tahmin
bile bütün gayretleri boşa çıkarır. Az sayıda da olsa yanlış tahmin
yapan teori ya esasta yanlıştır yahut da incelediği olaylarda rol alan
bütün amilleri hesaba katmadığı için eksiktir; her iki halde de ilmin
gayesinin dışına çıkar ve red yollarından biriyle bilgi toplama safhasına
iade edilir.

Buraya kadarki izahlardan, ilim metodu ile skolâstik metot arasındaki
farklar belirlenmiştir Zıtlıkları skolâstiği anlatırken kullandığımız
sıralama çerçevesinde inceleyelim:

1) Mantığa dayanma: Skolâstikte mantık, halis düşünce esas; tabiat
ise', ancak onu desteklediği ölçüde değerliydi İlimde mantık ne kadar
ustalıkla kullanılırsa kullanılsın tabiatın tek yalanlaması onu sıfıra
indirmeğe yetiyor İlimde mantığa teori kurulurken başvuruluyor Fakat
ilim, mantığın yapalabileceğinin o derece şuurunda ki, adeta kendj
teorilerini çürütmek istercesine mantığı vakıanın ateşi altında tutuyor
Skolâstikteki mantığa dayanma özelliği şizofreni ve tabiatı basit görme
ikincil özelliklerini doğuruyordu.

İlimde deney, gözlem ve ölçmede objektiflik; mümkün olan ölçüde
önyargısız tetkik esastır Bu ilkeler şizofreninin tam zıddıdır Tabiatı
basit görme veya tersine, olduğundan karışık görme, önyargısız tetkike
zıttır. Objektif deney, gözlem ve ölçmelerden, olay basitse basit,
karmaşıksa karmaşık sonuçlar alınacaktır Yanlış bir basitleştirme,
amillerin eksik tespit edilmesine, eksik tesbit ise doğru tahmin
yapamayan teoriye ve neticede redde gidecektir

2) Otorite: Skolastiğin otoriteleri ilimde yerlerini tabiatın
kendisine terk etmişlerdir. Son söz objektif deney, gözlem ve
ölçmelerindir Vakıayla uyumsuzla ğu, tahminlerinde hatası tesbit edilen
teori, onu kuran ilim adamı ne kadar şöhretli olursa olsun reddedilir
Gerçi ilimde de mütehassıs dediğimiz bir otoriteler zümresi vardır
Fakat onların otoritesi skolastiktekinden çok farklı bir tarzda tezahür
eder
Otorite, şahıslardan alınıp vakıaya verilince otori- terliğe imkan
kalmamakta, ilmi metod olarak benimseyen Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nde Engizisyon’un veya Komünist Partisi'ninkine benzer vahşet

72
yolları kapanmaktadır.

3) Tümdengelimcilik : Yukarda, Şekil II’de şemalaştırdığımız ilim
metodunun yapısından, teoriler kurulurken tümevarımın esas alındığı
görülmektedir Bir olay hakkındaki her tetkik, aynı olayın çeşitli
şartlarda her incelenmesi, ilim adamı için özel misalleri teşkil eder
Teori, bu öze! misallerden genel bir kaide çıkarma teşebbüsüdür :
Özelden genele gitme çabasıdır; tümevarımdır Skolastikte, önce mantıklı
teori kurulup sonra ve ancak teoriyi desteklemek için vakıaya başvurulduğundan
bunun tam tersi, yani tümdengelim uygulanmaktaydı Buna
karşılık, teori kafalarda teşekkül
ederken ve nihayet tatbik edilirken insan mantığının diğer iki çalışma
yolu, benzetme ve tümdengelim kullanılabilir Benzetmenin ilim
resmiyetinde bir yeri yoktur Benzetme, mantığın işe karıştığı teori
kurma safhasında kullanılır; fakat ilim adamı nazariyesinin müdafaasını
benzetmeye dayandıramaz Şekil I’de şemalaştırman uygulama safhasında
ise tümdengelim ön plandadır Orada genel olduğu ümid edilen teori veya
kanun özel bir hale tatbik edilmektedir ve tümdengelimden başka vasıta
mevcut değildir.

Skolastikte tümdengelimciğin yarattığı ikincil özelliği, iyi izahçı
fakat kötü tahminci olma konusunu ilmin gayesini incelerken ele
almıştık : İlimde tahmin her şey, izah ise ancak bir yan üründür

V — İLMİN KABULLERİ
Bütün sistemlerde olduğu gibi ilmin de kendi metodu onun bir
kabulüdür İlim metodundaki genel kabullerden başka her ilim dalının,
her ilim teori ve kanununun, her ihtisas alanının kendine has özel
kabulleri vardır İlim metodundaki kabullerin incelenmesi ilim
felsefesinin, ihtisas dallarındaki kabullerin incelenmesi ise o
dalların görevidir ve meseleyi bizim ele aldığımız açıdan kGnu dışıdır
Ancak burada, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin ilmi metod olarak
kabul edişinde insanlığın binlerce yıiiık tecrübesine dayanıldı- ğını,
olayları tahmin için ilimden daha güvenilir bir yolun henüz
bulunmadığını tekrarlayalım Her cinsiyle skolastik, özellikle
Marksizm'in yalancı peygamberliği başarılarıyla değil, terörü ve
propagandasıyla ölümünü geciktiriyor Falcılık veya istiareye yatmak da
herhalde ilim metodunun ciddi rakipleri değildir ve biz rahatça :
«Hayatta hakiki mürşid ilimdir!» diyebiliriz

VI — İLMİN UYGULAMASI
İlmin uygulamasına iki ayrı seviyeden bakabiliriz
1) Halis ilim açısından: İlim metodunun tatbikiyle bir olaya ait
kanunların bulunmağa çalışılması birinci cins bir uygulamadır Her yeni
araştırma, bu açıdan ilmin bir tatbikidir
2) İlmin bir fayda sağlamak üzere kullanışı da ikinci tip uygulamadır
Birinci tipte, ele alman olaya ait güvenilir bir teori varsa, metod
bahsinde açıklanan ve Şekil I'de şemalaştırılan yolla tahmin yapılır
Henüz teori yoksa yine metot bölümünde anlatılan ve Şekil II’de
gösterilen yolla önce teori kurulmağa, sonra da tahmin yapmağa
çalışılır.

İkinci tipte ise maksat teori kurmak veya tahmin yapmaktan ibaret
değildir. Teori ve tahminleri kullanarak tedbirler almak, fayda
sağlamaktır Atom çekirdeğinin davranışlarının kanunlarını bulmağa
çalışmak birinci, bu kanunlardan faydalanarak atom bombası veya atom
reaktörü yapmak için şartların ne şekilde düzenlenmesi gerektiğinin
tespiti ve bu tespitin fiile dönüştürülmesi ikinci tip uygulamanın
misalleridir.

Mesela iktisat ilminde bankaların kredi politikasının memleket
ekonomisine nasıl tesir edeceğinin tespiti birinci tip; bu tespitten
faydalanarak milli menfaatlere göre bu politikayı ayarlamak ikinci tip
uygulamadır. Aslında, ikinci tip uygulama da Şekil I’deki şema ile
açıklanabilir. Maksat tahminken şemanın uygulanışı pasiftir Şartlar,
özellikler, onlara müdahale edilmeksizin öğrenilmekte, sonra da
teoriden geçilerek tahmin yürütülmektedir. Faydayı öngören uygulamada
ise önce ne gibi neticeler istendiği tespit olunur, sonra şartların bu
neticeleri verecek şekilde ayarlanmasına çalışılır. Yani şema aktif
tarzda, veriler ayarlanarak işletilir.

Sanayideki faydaya dönük uygulamaya ait incelikli bilgilere
«teknoloji» adı verilir

VII — BİLİMSEL SOSYALİZM VE İLİM
ilmin buraya kadar gördüğümüz özelliklerinin kavranmasında yardımcı
bir misal olarak Marksist teoriyi ele alalım Marksizm, İlmi bir teori
olsaydı Şekil II’deki şemadan geçişte başına neler gelecekti?
Önce, bilgi toplama safhasına İlmin öngördüğü objektiflikle değil,
ateş püskürülerek, kızgınlıkla girilmiştir Bu tavır, sadece Marks ve
Engelse ait bir karakter zaafı değil, Bilimsel Sosyalizmin «teori -
pratik birliği» dediği temel bir hatasıdır Teori - pratik birliğine
göre bir şeyi objektif olarak gözlemenin tek başına hiçbir anlamı
yoktur. Gözlem o anda ve kendisiyle birlikte hareketi de getirmelidir
Bilimsel sosyalistlere göre mesela sosyoloji, bir ülkede ihtilal
olacağını tahmin ediyorsa, sosyologlar derhal cunta kurmağa, silahlanmaya
başlamalı; en kısa zamanda sokağa fırlayıp ihtilali bizzat
yapmalıdırlar. Gözlemin objektifliğiyle taban tabana zıt olan bu
anlayışa Marksistler «bilimsel» derler. İlim bu teori - pratik
birliğini gerçekten kabul etseydi, mesela güneşin tutulacağını
hesaplayan astronom veya gök mekanikçisinin, tutulmayı birkaç gün
önceye almak için gayret sarf etmesi gerekirdi Fakat Marksistler bu
acayip birliğe mecburdurlar Çünkü teorileri proleter ihtilalının
kaçınılmazlığını iddia etmektedir O zaman gayrete ne lüzum var? Tarih
madem önlenemez bir şekilde Bilimsel Sosyalizm’in lehine çalışıyor,
niçin yorulmalı? Niçin hapse, hatta ölüme gitmeli? Fakat bu tip sorular
da Marksistler için son derece can sıkıcıdır Herkes böyle düşünmeğe
başlarsa bunca «yılmaz savaşçı» ne olacak? SSCB'nin, Çin Halk
Cumhuriyetinin propaganda silahları ne yapacak? Çare, «teori - pratik
birliği»nin ta kendisidir Tarih kaçınılmaz şekilde ihtilale gidiyor ama
bunu sadece tespit etmenin bir manası yoktur. Bu anlaşıldığı anda anlayanların
kolları sıvayıp ihtilale katılması gerekir.

Bilgi toplama safhasının bir diğer gereği; yeterli gözlem, deney ve
ölçme yapma şartı da yerine getirilmemiştir Bir kere Marks, «iktisatçı»
Unvanını kullandığı halde öncelikle iktisatçı değil felsefecidir.
Engels’le birlikte, dünya iktisadı veya tarihi şöyle dursun, Avrupa
iktisadını bile doğru dürüst gözlememişler; Engels’in babasının tekstil
fabrikasına yapılan ziyaretlerle yetinmişlerdir.
Teori kurulduktan sonra test denemelerine de girişilmemiştir.
İstisnalar aranmamış, aranmadıkları halde ortaya çıkanlar ise

74
‘İstinalar kaideyi bozmaz' anlaşıyıyla etiketlenip rafa kaldırılmıştır.
Mesela ilkel toplum - köleci toplum - feodal toplum - kapitalist toplum
- sosyalist toplum teorisinin Asya’da çalışmadığı görülünce buna, “Asya
Tipi Üretim Tarzı” (ATÜT) adı verilip rahata erilmiş, dünyanın yarıdan
fazlasını kapsayan bu istisnanın teoriyi bozabileceği düşünülmemiştir.
Marks’ın yaptığı ilim olsaydı Bilimsel Sosyalizm daha bu safhada Red 1
ve Red 2 yollarıyla başlangıca iade edilirdi. Marksizm’in esaslarından
olan “değerin emek teorisi” de bırakın deneyi, ölçmeyi; etrafa
bakınmakla bile çürütülür ve Red 1 işlerdi. (Bu teoriye göre bir malın
değeri, onun imalinde sarfedilen emekle belirlenir. Bir saat çalışan
Van Goh’la bir saat çalışan badanacının imalatı bu görüşle eş
kıymettedir. Bir saat kömür madeninde çalışan işçinin çıkardığı ile bir
saat elmas madeninde çalışanın çıkardığı da eşit)
Teori, kapitalist memleketlerde ihtilal tahmin ediyordu Marks -
Engels mektuplaşmasında bazan Almanya, bazan Fransa için, “Ağustos’ta
ihtilal kati Ama olmazsa Ekim'de muhakkak» gibi cümlelere sık sık
rastlanır. Bu yanlış tahminler ilimde yapılsa Red 2 ve Red 3 ile teori
derhal tarihe karışırdı. Artan yoksulluk teorisinin iflası da Red 2 ve
3 için kafi sebeplerdir. Nihayet, ihtilalin endüstri ülkelerinde değil
de henüz kapitalistleşmesini tamamlayamamış Rusya’da meydana çıkışı
zerre kadar ilim zihniyeti taşıyan komünistlerin mesleklerinden
istifaları için kafi sebeptir. Bu açık çürüyüşler, Lenin’in emperyalizm
teorisiyle kısmen tedavi edildi Fakat “emperyalizm”in kabulü bile
aslında Marks’ın çürütülüşü ve milletler mücadelesi gerçeğinin, adı
söylenmeden kabulüdür. Marks temel mücadeleyi sınıf kavgasında görürken
Lenin işi emperyalist milletlerle proleter milletlerin kavgasına
götürüyor; aslında “proleter”, “sömürü” gibi Marksist laflarla
milletler mücadelesini tasdik ediyordu. Laflar ne olursa olsun, masa
başında sınıf gören bilimsel sosyalizm, devletin başına geçtiğinde
millet görmeğe mecbur kalıyordu Lenin’in bu yeni keşfettiği “çelişki”
ye, Marksa saygısızlık olmasın diye “temel çelişki” denmedi. Onun
yerine “baş çelişki” tabiri kullanıldı. Bugün bizim komünistlerimizin
de ezberledikleri klişe şöyle kıraat edilir: «Temel çelişki sınıflar;
baş çelişki ise emperyalist milletlerle sömürülen milletler arasındadır
» İlimde bir teoriyi gerçeğe uysun diye bu çapta değiştirmektense
mutlaka yeni bir teori aramak yoluna başvurulurdu.*
(*) Bilimsel Sosyalist ve dahi Marksist teorinin bu hali, insana ister istemez yine bir Nasrettin Hoca hikayesi hatırlatıvor:
Hoca bir gün camide dua eden bir adam görüp kulak kabartır: «Allah'ın, sen görmeyen gözlerimi aç, tutmayan ayaklarımı
iyileştir, sağır kulaklarımı duyur bozuk midemi düzelt» Dua, bu minval üzre devam edip hastalık, sakatlık ve eksiklikler bir
hayli birikince hoca dayanamaz ve «Be adam, Allah seni tamir edeceğine yenisini yaratır!» deyip yürür.

Emperyalizm teorisini ilerde tekrar ele alacağız.
Görüldüğü gibi, ilmin yapısı içinde Marksist teori defalarca
reddedilir, çok kısa bir ömür bile süremezdi "Kanun” payesindense
ilelebet mahrum kalırdı Neticede, ilmen kanunlaşmayan bu teori bilimsel
sosyalistlerin hakim oldukları ülkelerde hukuken kanunlaştırılmış ve
suni hayatını devam ettirmiştir. Bir ilmi teori olarak değil, yeni
harbin, propaganda savaşının silahı olarak...

VIII — İLİM VE İDEOLOJİLER
Tabiatı tahminde metot olarak ilmi skolastiğin çeşitli cinsleriyle
mukayese ettik. Netice ilmin o derece lehine tezahür etti ki, buraya
kadar yazdıklarımız adeta ilme bir övgü teşkil ediyordu Bu övgünün
tesiri altında bir adım daha ileri gidilerek, “ilim mademki bu kadar
güçlü, yanılmalara karşı bu derece sigortalı; o halde fikir
sistemlerine ideolojilere ne lüzum var? İlimcilik kâfi değil mi?" fikri
öne sürülebilir. Bu görüşe paralel bir düşünüş de ideolojiler değil,
din hakkındadır Biraz önceki cümlelerden “fikir sistemi’', '‘ideoloji’'
kelimelerini çıkarıp yerine “din” kelimesini koyarsak bir başka iddia
ile karşılaşırız : “İlim bu derece güçlü, bu derece yanlışlığa karşı
tedbirliyken dine ne gerek var? Dinin yerine ilmi koymakla daha doğru
bir iş yapmış olmaz mıyız”?

Bu sorular aslında birçok fikir adamı tarafından sık
sık ve hararetle sorulmuş; bu fikirler etrafında felsefeler
geliştirilmiştir Çeşitli tarzlarıyla pozitivizm, yukarıdaki sorulara
müsbet cevap veren düşünceler topluluğudur Hatta bilimsel sosyalizm
bile - kendisinin bizzat ilim olduğunu ilan ettikten sonra - yukarıdaki
sorulara ‘evet!’ cevabını veren bir ideolojidir Türkiyeli aydının
batıya karşı aşağılık duygusunun doruğa çıktığı devirlerde; dejenere
okumuşların Türk Milliyetine ait her şeye, bu arada özellikle Türk’
kültürüne ve İslamiyet’e savaş açtıkları dönemlerde bu tür fikirler
memleketimizde geniş akisler yapmıştır Hala da yapmakta Asrımızda
komünizmi de milliyetçiliği de reddeden bir görüş, pozitivist fikirleri
şöyle tekrarlar: «Çağımız ideoloji değil ilim çağıdır İlmin güçlenmesinden
sonra insanlık aleminde artık ideolojilere yer kalmamıştır
Gerçek ilim, yalancı ilimleri - ideolojileri - kovmuştur»
Bilhassa bu sonuncu tezin bugün komünist blok dışında epey taraftar
var.

IX— TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ VE İLİM
Fikir sistemlerinin - ideolojilerin - yerini alabilir mi?
Fikir sistemlerinin yapı özellikleri açısından bu soruyu ele alalım :
Fikir sistemlerinin “gaye” unsuru cemiyet birimleri arasında yapılan
sübjektif bir tercihe dayanır demiştik İnsan aynı anda iç içe birçok
cemiyet birimine birden değişen güçlerle mensubiyet şuuru duyuyor ve bu
şuurların güç sıralaması, tercih, sıralaması, ferdin dünya görüşünü,
‘cilik’ini (“izm” ini) ideolojisini belirliyordu Halbuki ilim cemiyet
birimlerine karşı hiçbir mensubiyet şuuru duymaz. Cemiyet birimleri
arasında hiçbir tercih yapmaz. İlmin cemiyet birimlerine karşı hiçbir
tutumu söz konusu olamaz O halde ilim de fikir sistemlerindeki “tercih”
unsuru, dolayısıyla cemiyet birimlerini konu alan bir “gaye”
bulunmayacaktır.

Bu yüzden ilim, fikir sistemi olmanın temel şartından mahrumdur.
İlme bakıp, fikir sistemine ne lüzum var? diye düşünenler, otomobile
hayran kalıp, ‘Bu araba bu kadar güzelken şoföre ne lüzum var? Hem
şoförler kazalara sebep oluyor’ diyen çocuklara benzerler Objektif görünmeğe
çalışan bu cins ilimcilerde, gerçekten “hayranlık” kelimesiyle
ifade edilebilecek bir sübjektiflik vardır Her atom bombasının
patlayışında, her jet uçağının geçişinde, iktisadın, sosyolojinin her
başarısında içlerini titreten bir hayranlık Sonunda vasıtayı gaye
sanmağa varan bir aşk.

Çekirdek fiziği bize, falan şartlarda hazırlanan uranyumun patlayıp
atom bombası olacağını, filan şartlarda hazırlananmış ise aynı
patlamayı yavaş yavaş yaparak atom reaktörü yakıtı olabileceğini

76
söyler. Fakat bomba mı yoksa reaktör mü yapmamız gerektiği konusunda
fiziğin söyleyebileceği tek şey yoktur. İktisat ilmi, Ortak Pazar’a
giren bir Türkiye'de halkın hayat seviyesinin yükseleceğini, her evde
renkli televizyon, otomatik çamaşır makinesi bulunabileceğini, ancak bu
ekonominin ağır sanayi yerine daha çok ara ürün işleyen, montaja ve
turizme dayanan bir yapı göstereceğini söyler. Ortak Pazar'a
girmemeninse tüketim malları kullanımıyla ölçülen refahı
geciktirebileceğini, buna karşılık güçlü bir ağır sanayine imkan
vereceğini gösterir. İki yoldan hangisini seçmemiz gerektiğine ilim değil
biz karar verebiliriz Sosyoloji açısından Ortak Pazar'a girmek veya
girmemek Türk kültürünün ne derece bati tesirinde kalacağı meselesidir.
Sosyoloji, girdiğimiz ve girmediğimiz hallerde kültür değişikliğinin ne
olacağını tahmin edebilir Ama “Girin!” veya “Girmeyin!” diyemez. Bu
karar bütün ağırlığıyla isteklerimizin omzundadır.

Konunun ruhunu muhafaza ederek çok basit bir misa! vermek istersek
İlimden bu gibi kararları vermesini beklemek, birine “Taksiyi mi
asansörü mü tercih edeyim?” diye sormağa benzer Akıllı adamın bu soruya
vereceği cevap, “Kardeşim, sen yukarı çıkmak mı düz yolda gitmek mi
istiyorsun?” olacaktır İlim, bir metod, bir aletten ibarettir. Alet
bize onunla ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ne yapacağımız tamamen
bizim isteklerimize, arzularımıza bağlıdır. İlimle ne yapılacağını,
ilim metodunu hangi neticeleri elde etmek için kullanacağımızı, yani
isteklerimizi, fikir sistemi tayin edecektir Çekirdek fiziğini atom
bomba-, sı mı, yoksa reaktör yapmak için mi kullanacağız? Bu soruya
çekirdek fiziğinin kendisi cevap veremiyordu: Fakat fikir sistemimiz,
Türk Milliyetçiliği cevap verebilir : Biz, cemiyet birimleri arasında
Türk Millet’ini tercih ediyoruz. Bizim gayemiz, Türk Milleti’nin
bekasıdır. Bu gaye, dünya şartlarına göre bazan İktisadi gücü, bazan
askeri gücü ön plana aldırabilir. Dünya şartlarına göre milletimizin
menfaati hangi yolu tutmamızı gerektiriyorsa ona karar veririz ve
çekirdek fiziğini atom bombası veya reaktör yapmakta kullanırız. Ortak
Pazar'a girelim mi? İktisat veya sosyoloji buna cevap veremez. Fakat
fikir sistemimiz cevaplandırır: Gayemiz Türk Milleti’nin bekasıdır
Milletler mücadelesinde İktisadi güç beka için, fertlerin çabucak
tüketim refahına ermesinden daha önemlidir. O halde turizme veya
montaja değil ağır sanayiye dayanan bir iktisat yapısı isteriz. O halde
Ortak Pazar’ı istemeyiz Kültür açısından da şöyle düşünürüz: Türk
Milleti’nin bekasından, onu tarif eden değerleri muhafaza ederek
yaşamasını anlıyoruz Ortak Pazar’a giriş Türk kültürü üzerindeki Avrupa
kültürleri baskısını arttıracaktır. O halde Ortak Pazar’ı istemiyoruz
Özetlersek : İlim bize, hangi şartların hangi sonuçlar! vereceğini
söyler Ama hangi sonuçları istememiz gerektiğine dair tek kelimesi
yoktur İsteklerimizi fikir sistemimizin cemiyet birimleri arasında
yaptığı “tercih” ve o tercihin belirlediği “gaye” tayin edecektir Demek
ki ilim tek başına fikir sistemi yerine geçemiyor İlim ancak bir fikir
sistemi içinde metod, yani alet olarak yerini alabilir Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin “ilimcilik” görüşü de tam budur.
Diğer taraftan, fikir sistemleri de ilmin yerine geçemez Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi, kendini ilim yerine koymak hatasına
düşmez. Mesela bir Türk Milliyetçiliği “fizik teorisi”, "iktisat
teorisi”, “sosyoloji teorisi” yoktur. Ama Türk Milliyetçiliği, fiziği,
iktisadı, sosyolojiyi hangi gayeye ulaşmak için kullanacağını bilir
Türk Milliyetçiliği'nin ilimde teorileri yoktur, ama ilimleri uygulama
planları vardır. Bir iktisat uygulaması, bir sosyoloji, bir fizik
uygulaması vardır.

Yukarıda verdiğimiz atom, ortak pazar misalleri Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi’nin fizik, iktisat, sosyoloji uygulama planlarının
parçalarıydı. Misalleri çoğaltabiliriz: Tarım kentleri, birinci sınıf
ilim ve teknik kadrolar yetiştirmeye öncelik verilmesi, millet sektörü
ve Milliyetçi Hareket’in, Dokuz Işık’ın diğer teklifleri, hep Türk

Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin kültür, eğitim, iktisat, sosyoloji
alanlarındaki uygulama planlarıdır
— Peki, bunlardan herhangi biri uygulamaya aksettiğinde
başarısızlığa uğrarsa ne olacak?
— Basit! Değiştirilecek, ondan vazgeçilecek.
Çünkü değişmeyen Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’dir Uygulama
planları değiştirilebilir ve onların değiştirilmesiyle sistem yara
almaz Bu planlar sistemimizin kendisi değil uygulamalarıdır Bunlar
ilmin kendisi, metodu değil, tatbikatıdır ve ilim çalışmayan teorilerini
acımadan atar.

İlim - fikir sistemi münasebetindeki bu anlayış Türk Milliyetçiliği
’ni diğer fikir sistemlerinden ayıran en önemli vasıftır Kısaca : İlim
yerine geçmeye çalışmayacak, fakat ilmi kullanacağız Mesela Marksizm
bunun tam tersini yapmaktadır İşe bir sosyoloji ve iktisat teorisi ile
başlar Hatta bunları da genel bir tabiat ilimleri teorisine -
diyalektik materyalizme - dayandırmak iddiasındadır. Ve bu çıkış
noktası, Marksizm’in sosyoloji, iktisat ilimlerinden tam manasıyla
faydalanmasına engel olur. Çünkü o, iktisadın herhangi bir zamanda
yaptığı tahminleri, gösterdiği yolları objektif olarak değerlendirip
gayesine göre bir seçim yapmaktan kendi kendini mahrum etmiştir
İktisat ilminin, sosyoloji ilminin tahminleriyle kendi özel iktisat,
sosyoloji teorileri çeliştiğinde Marksizm İkincileri dinlemek, ilme
kopalı kalmak zorundadır Fizikte, biyolojide bile Bilimsel Sosyalizm
için benzer dezavantajlar vardır Biyoloji ve tarımda Marksizm’in ilmin
yardımını nasıl bir kenara itmek zorunda kaldığını Lizenko olayında
görmüştük Bugün ölü bir ideoloji olan Nazizm’in de kendine has katı bir
sosyoloji - tarih görüşü vardır Nazilere göre dünyadaki bütün ilerlemeler
Ari adı verilen bir ırkın başarılarıydı. Ari kan en çok
Almanlar’da bulunduğu için üstün millet onlardı ve dünyaya hakim
olacaklardı. Ari ırkın uzunkafalı - dolikosefal - olduğunu tesbit
ettiler. Germenlerin, özellikle ünlü Almanların dolikosefalliğini
ispatlamak için mezarlarım kazdılar Herhalde doliko kadar mezo ve
brakisefal (orta ve yuvarlak kafalar) buldular ki bu araştırmadan fazla
bir ses çıkmadı; mezarlar örtüldü. Daha sonra hiç hoşlanmadıkları
zenciler arasında bol miktarda dolikosefal olduğu tesbit edilince
teorinin bu yönü askıya alındı Bu yalancı ilimle, veya ideolojinin
kendini ilim yerine koymasıyla aklı karışan Hitler, İngiltere’nin
Almanya’ya karşı harbe gireceğine bir türlü ihtimal veremiyordu Çünkü
aynı ırktandılar, Onlarda da biraz olsun üstünlük vardı ve Ari ırk
kendi kendine silah çekmemeliydi Kendini ilim sanan ideolojinin bu
yanlış tahmininin Almanya’nın mağlubiyetinde en kadar rol oynadığını
kesin olarak bilemeyiz ama tesir ettiği muhakkak
— Peki, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, çalışmayan uygulama
planlarından kolayca vazgeçebiliyordu Marksizm ve Nazizm bunu
yapamazlar mı? Bu noktada Türk Milliyetçiliğinin üstünlüğü ne?
— Marksizm, Nazizm ve daha birçok ideoloji, aslında İlmin sahasına

78
tecavüz eden teorilerinden öyle kolayca vazgeçemezler. Çünkü onların bu
teorileri, Türk Milliyetçiliği’ndeki gibi uygulama planlarından ibaret
değildir İdeolojilerinin ayrılmaz parçalarıdır. Onlar sistemlerini bu
teoriler üzerine kurmuşlardır ve onların çökmesiyle sistemleri de
çözülür.

"İlim geldikten sonra idelojilere yer kalmamıştır” sözü Marksizm,
Nazizm gibi kendilerini iiim sanan ideolojiler İçin doğrudur Bu sözden
yara almayacak tek yapı, kendini ilim yerine koymayan, fakat ilmi bir
vasıta olarak kullanan bir fikir sistemi olabilir. Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi tam bu yapıdadır Bizim sistemimiz ilmin güçlenmesiyle
zayıflamaz, tersine kuvvetlenir, çünkü rahatça ve önyargısız kullandığı
vasıta güçlenmiştir. Kendini ilim sanan, ilme müdahale eden ideolojiler
ise ilmin her yeni buluşuyla yeni bir yük, yeni bir yara alırlar Mantık
zincirleri zorlanır Ya mantıkları ilme uyacak, yahut da ilmi
mantıklarına uyduracaklardır Sonuçta ilmi serbestçe, kısıtlamasız
kullanamaz hale gelirler ve giderek Lizenkoculuk, dolikosefalcilik gibi
kendi menfaatleriyle çelişen saplantılara düşerler.

ÖZET
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nin metodu olan ilmin kendisi de
bir sistemdir Dolayısıyla ilmi 1) gaye, 2) tarifler, 3) metot, 4)
kabuller ve 5) uygulama unsurlarıyla inceleyebiliriz.
İlmin gayesi olayları tahmin etmektir ilim incelediği olaya, konuya
ait belirli bir andaki özellikleri bilgi olarak toplar ve aynı
özelliklerin gelecekte ne olacağını tahmine çalışır Gelecek yerine
geçmişi tahmine çalışan - tarih, jeoloji gibi - ilimler de vardır
İlmin her dalında kesin anlama sahip kavramlar ve bunların kesin
tarifleri vardır İhtisas dallarına ait tarifler konumuzun dışındadır
Ancak bu tariflere isim olarak bazen günlük lisandan kelimeler
seçildiğine dikkat etmek gerekir Bu kelimeler ihtisas dallarında günlük
konuşmalardaki anlamlarının çok dışında kullanılabilirler Bunun
bilinmemesi yanlışlıklara yol açar.

İlmin metodu kısaca, «vakıalara dayanmak»tır, İlim uygulanırken
teoriler kullanılır Tahmin edilecek konu hakkında gözlem ve deneylerle
veri toplanır Bu verilerden teori tahminleri çıkartır. Teorilerin
kurulmasında da önce tabiattan gözlem ve deneylerle toplanan bilgilere
başvurulur Sonra bu bilgilere dayanılarak teori kurulur. Teori
kurulduğu andan itibaren yine vakıanın sıkı kontrolü altındadır Önce
teorinin o güne kadar toplanan verilere uyup uymadığına bakılır.
Uymuyorsa teori reddedilir ve yenisi aranır İkinci safhada teori kendi
kendisini çürütme yolunda çalıştırılır. Teorinin sağlamlığını veya
çürüklüğünü «Evet!» veya «Hayır!» tarzında ortaya koyacak test deney ve
gözlemleri planlanır. Bu sınavı geçemeyen teori reddedilir Bütün bu
sınavlardan geçebilen ve uzun zaman yanlışlığı ispatlanamayan teoriye
«kanun» payesi verilir Ancak «kanun» bile yüzde yüz
doğru demek değildir Zaman geçtikçe yeni bilgiler elde edilir Her yeni
deney ve gözlemden sonra kanun bir daha denenmektedir Nihayet deney ve
gözlem vasıtalarının gelişmesi eskisinden daha hassas ve geniş
verilerin elde edilmesini sağlar Asırlardır «kanun» payesini taşıyan
bir teori bile bu yeni verilere uymazsa reddedilebilir Bütün bu safhalarda
bir tek uyumsuzluk bile ret için kafi sebeptir İlmin bu metodu
mantığa değil vakıaya dayandığı, vakıayı her türlü otoritenin üstünde
tuttuğu ve teorilerin kuruluşunda tümevarımcı olduğu için skolastiğe
zıttır.

İlim metodunun kendisi ilmin ilk kabulüdür Bundan başka her daim
kendine has kabulleri (postülaları) vardır.

İlmin uygulamasını iki seviyede ele alabiliriz: İlmin her tahmin
yapışı birinci seviyede bir uygulamasıdır Belli bir sonuç, bir fayda
temini için ilmin kullanılışı da ikinci seviyede uygulamadır Birinci
seviye umumiyetle pasif, ikinci seviye uygulama ise aktiftir Endüstri
sahasında yapılan ikinci tip uygulamaya ait bilgilere «teknoloji» denir
«Bilimsel sosyalizm», eğer bir ilim teorisi olsaydı, ilim metodunun
üç red mekanizmasıyla defalarca reddedilirdi Bu ideolojinin günümüze
kadar yaşayabilmesinin tek sebebi İlmi bir ieori değil, fikir
sistemleri savaşında bazı milletlerin silahı oluşudur

İlmin yapısındaki sağlamlık ve bugüne kadar ortaya koyduğu başarılar
bazı insanları, «İlim madem ki bu kadar güçlü, yanılmalara karşı bu
derece sigortalı; o halde fikir sistemlerine, ideolojilere ne lüzum
var?» tipinde sorular sormağa sevk etmiştir, Bazı fikir adamları, ilmin
güçlenmesinden sonra ideolojilerin tarihe karıştığını iddia etmiştir
Halbuki ilim cemiyet birimleri arasında bir tercih yapmaz
tarafsızdır. Böylece fikir sistemi olmanın temel vasfından mahrumdur
İlim fikir sistemleri için, tercih ettikleri cemiyet birimine fayda
sağlamağa yarayan bir alettir Alet gayeyi tayin edemez. Bu anlayıştaki
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi ile ilim arasında hiçbir zıtlaşma
yoktur Biz ilmi Türk Milleti için kullanırız. Uygulama planlarımızı,
ilmi kullanarak kurarız Kurduğumuz plan ilimle çelişirse o planı terk
eder yenisini yaparız. Çünkü değişmeyen tatbikat değil, Türk
Milleti’nin ebedi bekası gayesidir. Bu yüzden Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin kendine has kimya, fizik, iktisat, sosyoloji teorileri
yoktur Ancak bu dallarda, kendi gayesine uygun uygulama planlan vardır
Aslında ilim-ideoloji çekişmesi, kendini ilim yerine koymağa kalkan
ideolojiler için söz konusudur Mesela Marksizm’in kendine has bir
sosyoloji ve iktisat, hatta bunlara temel teşkil eden bir genel tabiat
teorisi vardır Nazizm de kendine has tarih, sosyoloji teorileri
kurmuştur Bu hata, bu ideolojilere iki yönden zararlı olmuştur: 1)
İlimle çeliştikleri anlaşıldığı andan itibaren bu ideolojiler
propagandada zaafa düşmüştür 2) Bu ideolojilerin sahipleri ilmi, bir
alet olarak, gayeleri için rahatça kullanamamışlardır.

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1) «İlim fikir sistemlerinin yerini alamaz» ile «İlimcilik, bizim
ilkelerimizden biridir» ifadeleri çelişmemektedir izah ediniz
2) «Türk Milliyetçiliği'nin ekonomik temeli nedir » ifadesini buraya
kadar anlatılanların ışığında inceleyiniz İktisadın bir ilim dalı
olduğunu düşünerek, aynı soruyu fizik, sosyoloji, biyoloji, kimya için
sorunuz
3) Memleketimizdeki fikir hareketlerini son 10 yıldaki olayları iyi
tahmin edip edememe açısından karşılaştırınız Vardığınız sonuca göre bu
hareketlerin ilim metoduna ya* kinliği hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Niçin?
4) Atatürk’ün, «Dünyada hakiki mürşit ilimdir!» sözünü inceleyiniz
İlmin mürşit (yol gösterici) olduğu doğru mudur? Türk Milliyetçiliği
Fikir Sistemi açısından bu «yol» neyin yoludur? (Ancak nereye gitmek
istediğini bilene yol gösterilir Atatürk'ün bu sözü İlmi vasıta olarak
anladığını vurgulamaktadır.

80
5) İlim metodu sadece İlmi ihtisas sahalarında mı kullanılır? Günlük
hayatta da ilim metodu kullanılabilir mi? Eskiler, gerçeklerden kopup
sırf mantıkla hareket edenleri tenkid eder ve mantığa değil, «aklı
selim»e uyulmasını tavsiye ederlerdi Mantıkla skolastik metodun, aklı
selimle ilim metodunun paralelliğini anlatınız (Aklı selim, bugünkü
dilde «sağduyu» kelimesiyle karşılanmaktadır) Bu açıdan aklı selim, bir
bakıma ilim metodunun günlük hayattaki uygulaması olmuyor mu?

VIII BÖLÜM TARİH GÖRÜŞÜMÜZ -CEMİYET BİRİMLERİNİN TEŞEKKÜLÜ
I —TARİH VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ
II —İNSANDA VE CEMİYET BİRİMLERİNDE REKABET
III —CEMİYET BİRİMLERİNİN TEŞEKKÜL ŞARTLARI
IV — MEDENİYET VE KOZMOPOLİTLİK KARŞISINDA MİLLET BİRİMİ

I — TARİH VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKİR SİSTEMİ
Genel olarak sistemin, özel oiarak da Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi’nin beş unsuru üzerinde durduk Bunlar, 1) Gaye (tercih), 2)
Tarifler, 3) Kabuller, 4) Metod ve 5) Uygulama (ve doktrin) idi Buraya
kadar ilk dört unsur incelendi Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’- nin
tek kabulü, ilmi, metot olarak seçmesindedir Bu yüzden ayrı bir
«kabuller» bahsine lüzum kalmadı İlim metodunun kabulündeki sebepler
«metod» bahsinin içinde anlatıldı Tarifler de teorik yapının işlenişi
içinde yeri geldikçe verildi Mesela Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi'nde önem taşıyan mensubiyet şuuru, cemiyet birimi, skolastik,
millet, milliyetçilik gibi tarifleri artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Dolayısıyle sadece «gaye» ve «metod» unsurlarını ayrı konular halinde
ele almamıza rağmen ilk dört unsuru kapsayan incelememizin sonuna
varmış bulunuyoruz Buraya kadar incelenen konular Türk Milliyetçiliği
Fikir Sisteminin «Teori» sini teşkil eder.

O halde sıra uygulamaya ve bu uygulama içinde doktrinimiz Dokuz
işık’a geldi Bu kitap teorinin dışına taşmayacak; uygulama ve doktrin
ayrı bir kitapta ele alınacaktır «Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi -
Uygulama ve Doktrin» başlığını taşıyacak bu bu ikinci kitapta
sistemimizin dil, din, kültür, sanat, iç ve dış politika ve diğer
konulardaki görüşlerini ve doktrinimiz Dokuz Işık’ı ayrı bölümler
halinde ele alacak ve teori kısmında kurduğumuz mekanizmayı bu konulara
tatbik edeceğiz.

Tarih görüşümüz de, bu açıdan bakıldığında teori kısmına değil,
uygulamaya girer Ancak, aşağıda izah edilecek sebeplerden ötürü tarih
konusunu ikinci seride değil şimdi ele almak daha uygundur •
Bir kere, din, dil ve sanat unsurlarıyla birlikte kül
tür ve tarih, bir millete mensubiyet şuurunun, yani milliyetçiliğin
temellerini teşkil eder Bunlar «tercihle sebep olan amillerdir ve
aslında fikir sisteminden de önce işlenmeleri gerekir Türk kültürü,
İslamiyet ve tarihte Türklük, Türk Milliyetçisi’nin sistemden önce öğrenmesi,
hissetmesi gereken konulardır Bunlar sindirilmeden sistem
temelsiz bir mekanizmadan ibaret kalır Diğer taraftan, ancak bunların
sindirilmesinden sonra sistemin öğrenilmesi bir mana ifade edebilir
Milliyetçi Hareket bu sebeple, «Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve
fazileti »ni ön slogan kabul etmiştir. Bu yazı serisinde
milliyetçiliğin bu temellerinin ele alınmayacağını, maksadımızın bu
temeller üzerine kurulan Sistemi incelemek olduğunu «Giriş» te
belirtmiştik.

Bu esas unsurların «uygulama ve doktrin» serisinde incelenecek
tarafları Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin kültür ve din
politikası ile tarih eğitimi ve araştırma programıdır Yoksa bu unsurlar
sistemimizde sadece birer tatbikat konusu değildir. Sistemin esaslarıdır.
Hatta «tercih» bunlara dayanılarak yapıldığı için din, kültür ve
tarih şuuru «sistem» den de önce gelir.

Demek ki tercihin esası olarak «tarih» bu kitaptan önce; eğitim ve
araştırma programı olarak «tarih» konusu ise uygulama bölümünde ele
alınmalıdır Tarihin fikir sisteminin teori böiümünde incelenmesi
bunların da dışında üçüncü bir sebebe dayanıyor:

Mensubiyet şuuru, cemiyet birimi ve tercih konularını anlatırken
tarcih'İn, ferdin iç içe mensup olduğu cemiyet birimleri arasında
vaptığı bir değer sıralaması olduğunu belirtmiştik B ekliyle
düşünüldüğünde değer sıralaması ve tercih tamamen ferdin seçimine
kalmaktadır Meselenin temelinde ferdin hileleri yatmaktadır. Gerçek de
budur. Bazı kimseler hamasi milliyetçilik diye bir milliyetçilik cinsi
tasarlarlar ve bunu akıllı, İlmi milliyetçiliğin tersiymiş gibi küçümserler.
Hâlbuki fikir sisteminin temelinde ferdin tercihi bulunur ve
ferdi tercih gayet tabii hissi, hamasi olacaktır «Sen neden
milliyetçisin de proletaryacı değilsin?» veya «Neden Türk
milliyetçisisin de Fransız milliyetçisi değilsin?» sorularının cevabı
hissi olmaya mecburdur Bu cevaplar hisse değil de mantığa veya ilme
dayansaydı mesela bütün akıllı insanların —milliyetleri ne olursa
olsun-— Türk veya Fransız veya İtalyan, vs milliyetçisi olması
gerekirdi Aynı konuyu, yani tercihin, fikir sistemi gayesinin seçiminin
hislere dayandığını «Fikir Sistemi» bölümünün IV (Gaye) maddesinde
görmüştük Orada, «Bir sistemin gayesinin seçiminde mantıkla veya ilim
ile ilgili hiçbir kural yoktur Sistem açısından gaye seçimi tamamen
keyfidir» demiş ve aksi iddiaların mantık çemberlerinden ibaret
olduğunu göstermiştik, özellikle bilimsel sosyalizmin başlangıçta böyle
bir mantık çemberine dayanmağa çalıştığına da işaret etmiştik. Cemiyet
birimlerine duyulan bağlılığın tartışılamayacağını kesinlikse ortaya
koyduktan sonra «Tartışma ancak fikir sistemlerinin sistem olarak
tutarlılığı, seçtikleri gayelere varmanın mümkün olup olmadığı
konularında açılabilir» demiştik.

İşte bu bölümdeki tarih incelemesi, genel olarak milliyetçilik, Özel
olarak Türk Milliyetçiliği tercihiyle beliren gayeye varmanın mümkün
olup olmadığı konusuna eğilecektir.

Bir insan cemiyet birimleri arasından milleti mi seçecektir? Bu
sorunun ilimle, mantıkla ilgili bir cevabı yek Belki insanların
psikolojileri tek tek incelenerek her biri için farklı bir cevap
verilebilir.

İnsanlar cemiyet birimleri arasında milleti mi tercih edecekler? Bu
soru birinciden bir hayli farklıdır

Çünkü şimdi tek insanın psikolojisi değil, cemiyetlerin, toplulukların
davranışları söz konusudur İşte bu ikinci soruya ilme dayanan,
sosyoloji ilmine ve onun bir laboratuarı olan tarihe dayanan bir cevap
verebiliriz (Sosyolojinin cevapları istatistik cevaplardır. Soruyu
aslında «İnsanlar cemiyet birimleri arasında çoğunlukla milleti mi
tercih edeceklerdir?» diye sormak yukarıdaki şekilden daha doğru olur.
Fakat sosyoloji gibi birçok insanın veya istatistik mekanik gibi birçok

82
taneciğin davranışlarını inceleyen ilim dallarında soruların bu
özelliği —sorulardaki «çoğunlukla» kaydı— zaten ayrıca belirtilmeden
kabul edilir).

Bugün millet biriminin dünyanın gidişindeki temel birim olduğunu neci
olursa olsun bütün fikir sistemleri kabul ediyor Peki bu durum devam
edecek midir? İlerde dünya vatandaşlığı şuuru milliyete galip gelebilir
mi? Millet biriminin yerine kozmopolitlik geçebilir mi? Veya milletler
yerine ümmetler tarihe yön veren unsurlar haline dönüşebilir mi?
Bilimsel sosyalizmin iddia ettiği gibi sınıfların mücadelesi milletler
mücadelesini ikinci plana atacak mı?

İşte bu bölümde ele alacağımız sorular
Bu sorulara ilim metodunu kullanarak cevap bulmağa çalışacağız. İlmin
bu konuyla ilgili sahası sosyolojidir Sosyolojinin bu konudaki bir
deney ve gözlem alanı da tarih Şu haiOe «tarih» bu bölümde sosyolojinin
laboratuarı olma açısından ele alınacak; Türk Milliyetçiliği şuuruna
temel olma veya uygulama açısından değil

Varacağımız sonuçlan «Kozmopolitlik milliyetçiliğin yerine geçebilir»
veya «Sınıflar arası rekabet milletler mücadelesini ikinci plana
atabilir» şeklinde olursa Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi teorik
olarak, sistem olarak tutarlı bile olsa ulaşılamayacak bir gayeye
yöneldiği için beyhude hale gelecek; biz erişilemeyecek hedeflere
yönelen idealistler durumuna düşeceğiz. Sonuç, millet birimi ve
milliyetçilik lehineyse teorik yapı tamamlanacak, fikir sistemimizin
tutarlılığı yanında olabilirliği de gösterilmiş olacaktır. Ancak o
zaman sistemin son safhasına, «uygulama»ya hazır olduğumuzu
söyleyebileceğiz Bu yüzden «Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi - Teori»
kitabının sonuna tarih bahsini koyuyoruz

II — İNSANDA VE CEMİYET BİRİMLERİNDE REKABET
Falan insan kabiliyetlidir Filan öğrenci veya iş adamı çalışkandır
Bir diğeri zekidir Bir insan veya eser güzeldir Falan aile mesuttur
Falan millet güçlü- dür O sanat eseri kıymetlidir.

Yukarda ard arda sıraladığımız ifadeler ferdlere veya cemiyet
birimlerine ait değer hükümleridir. Kendimizi, yakınlarımızı,
tanıdığımız cemiyet birimlerini hep bu cins hükümlerle değerlendiririz
Bütün insanlarda değer hükümleri var oluşun temel sebebi halindedir Her
faaliyet, her eser bu cins hükümlerle yargılanır O derece ki, dünya
yüzünde hiç bir insanın değer hükümlerinden bağımsız bir hayat
sürdürebileceği düşünülemez. Burada üzerinde dikkatleri toplamak
istediğimiz nokta, değer hükümlerindeki kıyas özelliğidir. Yukarda
sıraladığımız ifadelerin hepsinde hüküm, benzerleriyle kıyas sonucu
verilmiştir. Bütün hükümlerde söylenmeyen fakat zımnen kabul edilen bir
«diğerlerine göre» kaydı vardır. Bir insanın kabiliyetinden bahsederken
hükmü, onu diğer insanlarla mukayese ederek vermekten başka bir çaremiz
yoktur Gerçekten mukayesesiz bir «kabiliyet» hükmü düşünülemez
«Çalışkan» hükmü de «diğer öğrencilere, diğer adamlara nazaran»
manasını taşır. Umumiyetle tembellerin toplandığı bir sınıfın
çalışkanı, çalışkanlar sınıfının tembeli olabilir. Zeki güzel, mesut,
güçlü, kıymetli İster eşya, ister insan, ister cemiyet vs hakkında verilsinler
bu hükümlerin hepsinde bir kıyas mevcuttur.

İnsan cemiyetlerinde bütün değer hükümleri mukayeseler sonucunda
verilir.

Bu tespit arkasından hemen ikinci bir tespiti getirir: İnsan
cemiyetlerinde rekabet hayatın temel bir unsurudur Kuvvet, zeka,
güzellik, refah vs gibi temel değerlerin hepsine ait hükümler kıyas
sonucu olunca gerek fertlerin, gerekse daha büyük cemiyet birimlerinin
bu değerleri elde etmek için rekabete girişecekleri tabiidir Mesela
kuvvetin mutlak bir ölçüsü olsa her fert, veya her millet «kuvvetli»
denilen belli bir seviyeyi tutturmak için çalışır, ona erişince de
durabilirdi Halbuki kuvvet İzafi olunca fertler ve milletler
diğerlerinden daha kuvvetli olmaya çalışacaklardır, Bu kıyas, bu «daha»
ölçüsü de tabii olarak rekabeti doğuracaktır.

Rekabetin bu temel rolü, fikir sistemlerine, özellikle fikir
sistemlerinin tarih görüşlerine de aksetmiştir Her sistem tarihin kendi
tercihindeki birimlerin mücadelesinden ibaret olduğu görüşünü savunur
Mesela proletarya’yı tercih eden bir sınıfçılık olan komünizme göre
tarih sınıfların mücadelesinden ibarettir Siyasi ümmetçi benzer şekilde
tarihin dinlerin mücadelesi olduğunu söyleyecektir Ferdiyetçi - liberal
kapitaliste göre tarih fertlerin mücadelesi sonucunda şekillenir
Aristokrat sınıfçı ve hanedancı aileci de bize tarhin asillerin, asil
hanedanları mücadelesi oluğunu söyleyecektir Propagandaya daha yatkın
olan bu «mücadele» tabiri, rekabet’in değişik bir ifadesinden ibarettir
Rekabet faydalı mıdır, zararlı mıdır?

Bu soru muhakkak ki ilme değil değerlere aittir Biz şu anda objektif
olarak bir tarih incelemesi yapmak amacını güdüyoruz ve aslında
«fayda», «zarar» şu anki konumuz değil. Fakat cehennemi harplere
bakarak rekabetin, mücadelenin zararlı; diğer taraftan rekabetin hemen
bütün gelişmelerin anası olduğu gerçeğini görerek faydalı olduğunu
ifade edebiliriz, Hakikat odur ki rekabet, tek başına faydalı veya
zararlı değildir Tarzı, şekli onu biri veya diğeri yapabilir Ancak
rekabetsiz bir sınıftan parlak öğrenciler çıkamaz Rekabetsiz bir iş
hayatı büyük işletmeler, rekabetsiz bir sanat dünyası dev eserler
doğuramaz Asırlarca, hatta binlerce yıl uyuyan cemiyetlerin rekabetin
başlamasıyla canlandığı ve her sahada büyük hamleler yaptığı da inkar
edilemeyecek bir gerçektir Adasında, dünyadan tecrit edilmiş hayatını
binlerce yıl sürdüren Japonya batılı ülkelerin tehdidi altında hızla
silkinmiş ve günümüzün güçlü devletini doğurmuştur Bu silkinişin ve
hamlenin başlangıcım arayacak olursak Amerikan komodoru Perry'nin
1853’de Japon sahillerine taşıdığı rekabeti görürüz Bir taraftan
1839’da başlayan batı rekabeti, diğer taraftan daha önce uyanan
Japonya’nın tecavüze kadar varan rekabeti bu sefer Çin'i harekete
geçirdi Asırlarca dünya tarihine hiçbir etkisi olmayan bu ülke bu baskı
sonucunda bugünün süper devletlerinden biri olma yolunu tuttu Harbin
arzu edilmeyen bir vakıa olduğunda bütün aklı başında insanlar
müttefiktir Fakat jet uçağının, radarın, füzelerin ikinci dünya harbinin
hediyeleri olduğunu da kabul etmek zorundayız, Ateşli harbe
varamayan soğuk harp rekabeti ise insanoğlunun uzayı fethine yol açtı
Sovyetler Birliği’nin uzaya fırlattığı ilk suni peyk Sputnik bir anda
ABD’nin uzay çalışmalarına hız vermesine sebep oldu Bu iki devlet
arasındaki uzay yarışı ilk insanın aya ayak basmasıyla doruğa erişti.
Harp mutlaka zararlıdır. Soğuk harp ve yeni savaş dediğimiz fikir
sistemleri savaşı da zaman zaman yıkıcı olabilir. Fakat rekabeti ille
zararlı şekillerde sürdürmek mecburiyetin' de değiliz. Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin harbe övgüsü yoktur. Biz harbi
gerektiğinde katlanılacak bir mecburiyet olarak görürüz. (Bazı fikir
sistemleri, tersine, harbin faydalılığını savunur - Nazizm gibi) Fakat

84
rekabetin, (tercihan sulh içinde sürdürülecek rekabet'lerin) faydası
objektif olarak inkar edilemez. Hiç olmazsa — tekrar edelim —
rekabetsiz bir hayatın gelişmeye gem vuracağını kabul etmemek mümkün
değildir.

III — CEMİYET BİRİMLERİNİN TEŞEKKÜL ŞARTLARI
III.Bölümde cemiyet birimlerinin tarifi ve genel özellikleri üzerinde
durmuştuk Şimdi bu birimlerin teşekkül şartlarını, bilahare tarih
içindeki evrimlerini göreceğiz Cemiyet birimlerinin teşekkül şartlarını
şöyle özetlemiştik :
1) Aynı cinsten başka toplulukların mevcudiyeti;
2) Bu toplulukların biribiriyle yoğurt temasta olmaları;
3) Bu topluluklar arasında menfaat çatışmalarının, rekabetin
mevcudiyeti.
Yukarıdaki bahiste ön konu olarak incelediğimiz «rekabet» kavramından
sonra cemiyet birimlerinin teşekkülünde, (yani insanların bir topluluğa
mensubiyet şuuru duymalarında rekabet’in temel rolünü görüyoruz.
Gerçekten, yukarıdaki 3 şarttan sonuncusunda rekabet esas alınmıştır.
İlk iki şart ise rekabetin doğabilmesi için gerekil ortamı
yaratmaktadır. Tek birimin «rakip»i yoktur. Rekabet için aynı cinsten
birkaç birim şart oluyor. Birkaç birimin mevcudiyeti halinde de rekabet
bulunmayabilir. Rekabetin teşekkülü için mevcut birimlerin teması
gerekiyor Görüldüğü gibi ilk iki şart da rekabet üzerine kurulmuştur
Nihayet ilk iki şart gerçekleşince insan tabiatı üçüncüyü kendiliğinden
gerçekleştirecek, mevcut ve yoğun temastaki iki birim ister istemez
sahip oldukları değerleri kıyasa ve dolayısıyla rekabete başlayacaklardır.
Misallerle açıklayalım : Çin’in ortasında radyosuz, televizyonsuz,
hiç seyahat etmeyen bir Çinli düşünelim Mesela 15 asırda bulunduğumuzu
kabul etsek bu düşüncelerimizin tabii şekilde gerçekleştiğini görürüz
Bu Çinli daha Çinli olduğunun farkında değildir Ondan Çin milliyetine
karış bir mensubiyet şuuru taşıması asla beklenilmez Bu şuurun
uyanabilmesi için Çinli’den başka milletlerin de varlığını görmesi
(1 şart), şuurun güçlenebilmesi için bu «görme»nin binde bir değil sık
sık olması (2 şart), ve nihayet şahsına, ailesine, sülalesine duyduğu
bağlılıkla Çin milletine duyduğu bağlılığın mukayese edilebilir hale
gelmesi için Çin milletinin diğer milletlerle rekabete başlaması gerekir.
Bu şartların gerçekleşebilmesi için ya Çinli’nin dünyaya açılması
yahut da dünyanın Çinli’ye gelmesi gerekiyordu İşte 19 asırda bu
İkincisi oldu ve dünya Çin’e girdi Çinli’miz yerine misal olarak 1853
öncesi bir Japon’u alabiliriz. Tecrit edilmiş adasında diğer Japonlarla
birlikte yaşayan misalimizin başka milletlerle ya hiç teması yoktur (1
şartın yokluğu) yahut da pek azdır; duyma, rivayet halindedir (2 şartın
yokluğu) 19, asrın başında bir Japon mutlaka kendisini Japon’dan çok
ailesine, mesela Samuray ise Samuraylığa "bağlı hissedecektir.
(Samurai'ler Japonların şövalye sınıfıdır). O tarihlerde Japonya’daki
rekabet fertler, sınıflar, aileler, hanedanlar arasındadır Komodor
Perry'- nin gelişi bu düzeni temelinden sarsacaktır Japon, Japon
olmayan milletlerin varlığının birdenbire ve sert bir tarzda farkına
varacaktır. İlk iki şart hemen gerçekleşecek; ABD’nin tehdidi de derhal
üçüncü şartı işletecektir. Ve örnek Japon’umuz birkaç yıl sonra Çin'i
fethe çıkacak; 20 asra gelindiğinde fert, aile sınıf Japon milleti
yanında ikinci plana düşecek ve Japon- iar Kamikaze uçaklarına
bineceklerdir. Yakın tarihte millet şuuruna erişen veya bu şuura
yeniden kavuşan bütün topluluklar —mesela Afrikalılar— için bu söylediklerimiz
tekrarlanabilir

Avrupa milletlerinde millet birimi açısından üç şart ancak Fransız
ihtilali sırasında, 18 asırda gerçekleşebilmiş ve bugün tanıdığımız
Avrupa milletleri kendi kendilerini ancak 2 asır önce fark edebilmişlerdi.
Türk’lerde millet şuuru çok daha eskilere dayanır 8 asırda dikilen
Orkun kitabelerinde yoğun ve çağımızdakine eş bir millet şuuru,
milliyetçilik hissi görüyoruz. Türk bu şuuru dünya coğrafyasındaki
yerine ve hayat tarzına borçludur Atı erken ehlileştirmesi ve önce Orta
Asya’nın, sonra Orta Doğu ve Anadolu’nun milletler trafiğinin
merkezinde bulunuşu Türk'e Avrupa’dan çok önce millet şuurunu verdi.
Teşekkülünden itibaren bu millet kendisinden farklı başka milletler
bulunduğunu kavradı. Geniş bir coğrafya üzerinde büyük bir hareketliliğe
sahiptik Bir taraftan Çin’den diğer tarafta Roma’ya
Avrupa'ya kadar dünyanın çeşitli bölgelerine tesir ediyor ve tesir
alıyorduk. Bu durum ilk şartı gerçekleştirdi Türklerin büyükçe bir
bölümünün göçebeliği ve devlet kurma arzusu yeterli yoğun teması da
sağladı ve ikinci şart ortaya çıktı. Rekabet bir ve ikinin hemen
arkasından tabii olarak geldi. 8. asırda Bilge Kaan’a «Milletim için
gündüz oturmadım, gece uyumadım; çalıştım!» dedirten şuuru, «Ey Türk!
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim
bozabilir?» sorusunu sordurtan mensubiyet hissini bu amiller ortaya
çıkardı. Diğer milletleri ve dolayısıyla kendini tanıma Türklerde o
kadar erken olmuştur ki bütün yaratılış destanlarının aksine Türk destanında
insan dokuz ayrı tip olarak yaratılır. Bir ağacın dokuz dalında
dokuz insan olur ve bunların her birinin özelliği başka başkadır. Bu
tema daha destan çağında teşekkül eden milli şuura işaret etmektedir
Türklerdeki mekan ve millet şuuru komşularını da tesiri altına aldı
Rekabetin tek taraflı olamayacağı tabiidir Türk, Çinliyi tanıyınca
Çinli de Türk'ü tanıyacak, onun da kendi milletine mensubiyet şuuru
uyanacaktır Nitekim o asırlarda Çin kaynakları, daha sonra kaybedilen
bir milli şuurla doludur Çin Şeddi Türkler’», /Mogollar'ı dışarıda
tutmak için yapıldı ama içinde Çinlilik şuurunu da doğurdu. Türk ve
Moğol tehlikesinin zayıflamasıyla Çinlilik şuuru da zayıfladı ve tekrar
uyanması içih 19 asırda batının ve Japonya'nın müdahalesi, rekabeti gerekti.

IV — MEDENİYET VE KOZMOPOLİTİK KARŞISINDA MİLLET BİRİMİ
Şuraya kadar cemiyet birimlerinin teşekkül şartlarını gördük Bu
şartlar bir bakıma tarihin durgun (statik) izahıdır Cemiyet
birimlerini^ hareketli (dinamik) incelenmesini bu bölümün V bahsinde
ele alacağız Ancak bu durgun özellikler bile memleketimizde milliyetçiliğe
karşı zaman zaman yükseltilen bir takım itirazları çürütmeğe yeter

Teşekkül şartlarının hemen çürüttüğü iki iddia:
1) Medeniyetin ilerlemesiyle millet şuurunun yok olacağı;
2) «Dünyadaki bütün insanlar» biriminin sonunda bütün diğer cemiyet
birimlerinden daha güçlü bir şuur yaratarak «kozmopolitliksin (dünya
vatandaşlığının) doğacağı tezleridir Bu teklifler bazen samimiyetle yapılır
Çoğu zaman da gayelerinin milli şuurun zayıflamasıyla
gerçekleşeceğini gören bazı merkezler bu tip düşünceleri kasten telkin
ederler Memleketimizde yabancı misyon teşkilatları büyük çapta

86
«medeniyete açılma», «millet bencilliğinden kurtulma», «dünya vatandaşlığı
» yemlerini kullanıyor Aynı teklifler komünist propagandanın
başlangıcında da aşılanır Ancak bu İkincisi, başlangıçtan sonra hızla
ayrı bir yöne uzanır ve «bütün dünya vatandaşlığı» yerine süratle
proleter enternasyonalizmi telkin edilir

Birinci iddiayı ele alalım: Medeniyetin ilerlemesinin millet aleyhine
işleyeceği tezinde tamamen yanlış bir ön kabul vardır Bu görüşü
savunanlar, öncelikle, millet şuurunun bölgeciliğe has olduğunu kabul
ederler Onlara göre millet kapalı cemiyetin sonucudur Ayrılmanın,
tecridin doğurduğu bir bencilliktir Seyahat imkânları, radyo,
televizyon gibi haberleşme vasıtalar! bu mahalliliği ortadan kaldıracak
ve millet yok olacaktır Gerçeğin bunun tam tersi olduğunu biliyoruz Bu
görüş sahipleri «hata»nın ötesinde bir «ters değerlendirme»
içindedirler. Yukarda, gördüğümüz gibi millet şuuru tecridin değil,
tersine yoğun temasın sonucudur Çin, Japon, Afrikalı misalleri hep buna
işaret ediyordu Seyahat ve haberleşme vasıtalarının artışı mahalli
yeknesaklığı ferde daha kuvvetle hissettirecek; milli farklılıkları
vurgulayacaktır Haberleşme ve seyahat imkânlarının çoğalması millet
şuuruna ancak kuvvetlendirici yönde tesir eder 19 asırda Eskimo,
Eskimo'larla» ayı balıklarıyla ve biraz da kuzeyli insanlarla
temastayken Eskimo’luk özelliğini az fark ederdi. 20 asırda Eskimo
siyah derili Afrikalıdan, gözleri çekik Cinliye kadar bütün milletleri
görür ve bu görüş ona Eskimoluğunu her gün daha kuvvetle hissettirir.
Bu konuda vakıa en kuvvetli şahittir ve vakıa, modern teknolojiyi geç
alan topluluklarda teknolojiyle birlikte millet şuurunun da
canlandığını göstermiştir. Koca bir kara kıta şu anda bu değişimin
içindedir Afrika’da kabile şuurunu millet şuuruna çeviren en önemli
amil günümüzün teknolojisi ve onun sağladığı haberleşme ve seyahat
imkanlarıdır.

Türkiye’den misal verelim : Avrupa'ya çalışmağa giden işçilerimiz
milli şuur bakımdan güçlenerek mi, zayıflayarak mı dönüyorlar?
Milliyetçi Hareket’in yurt dışındaki işçilerimizi sarması, kavraması
bugünlerde düşmanlarımızı paniğe sürüklerken bu soruya hiç kimse
«zayıflayarak» cevabını veremez Yurt dışındaki işçi, Türk olmayanla
köyündekinden, kasabasındakinden çok daha yoğun bir temas içindedir ve
bu temas ona kendini, Türklüğünü idrake itmektedir İşte artan seyahat
imkanlarının ve medeniyetin milli şuura tesirinin bir neticesi Daha
basit bir misal milli spor karşılaşmalarıdır Radyo yaygın değilken,
televizyon yokken insanımız dış rekabetleri ancak harp sırasında hissederdi
Bugün spor karşılaşmaları bile evlerimize, köylerimize kadar bu
rekabet hissini sokuyor Heyecan büyük çoğunluğu sarabiliyor. Radyo veya
televizyonda Avrupa’nın falan ülkesinde yabancılarla Türker’in maçını
seyreden vatandaşımıza bir bakın ve sonra kendinize sorun : Haberleşme
imkanları bu adamın milli şuurunu ne yönde etkilemiştir?

Özetlersek : Medeniyetin millet şuurunu zayıflatacağı iddiası,
cemiyet birimlerinin teşekkül şartlarıyla taban tabana zıttır. Bu
şartlar incelenirken aynı cins başka birimlerin mevcudiyeti ve bu
birimlerin yoğun temasının birim şuurunun teşekkülündeki önemini gördük
Medeniyetin sağladığı imkanlar ancak birimlere kendilerine benzer diğer
birimlerin mevcudiyetini kuvvetle göstermeğe ve onların biribiriyle
temasını yoğunlaştırmaya yarıyor O halde medeniyetin gelişmesi tek
başına cemiyet birimlerini zayıflatan bir amil olamaz Tersine,
medeniyetin sağladığı imkanlar millet birimini güçlendirir (Medeniyetin
gelişmesi kabile, boy gibi küçük birimlerin yerlerini daha büyük millet
birimine terketmelerini sağlar Bu konu biraz sonra ele alınacaktır)
Kozmopolitlik tezi ise cemiyet birimlerinin teşekkül şartlarının
üçüne birden zıttır Tek aile, aile şuuruna, tek kabile, kabile şuuruna,
tek millet, millet şuuruna varamaz (1 şart) Bir cemiyet biriminde
mensubiyet şuurunun teşekkülü evvela aynı cinsten başka birimlerin
mevcudiyetine dayanıyordu. «Bütün dünya insanları» biriminin benzeri
mevcut olmadıkça bu birimin şuur aşılaması mümkün değildir. Bütün
insanlık’a benzer birim ne olabilir? İnsan’ın dışında akıllı bir türün
mevcudiyeti (1 şart). Bu türün insanlara yoğun teması (2 şart) ve
insanlarla bu tür arasında rekabetin doğuşu (3 şart). Bu ancak bir
yıldızdan dünyaya gelecek akıllı yaratıklarla mümkün olabilir
Kozmopolitler Merihlilerin veya Siriuslular’ın dünyaya gelmelerine
kadar programlarını tatil etmek zorundadırlar. Kozmopolitler ikinci bir
fırsatı da taş devrinde kaçırdılar: O zamanlarda mesela mamutlar,
mesela mağra kaplanları insanlara ciddi rakiptiler. Belki mağara adamı
insan cinsine mensup olduğunu çağımız insanından daha kuvvetle
hissediyordu. Bugün dünya üzerinde insanla rekabet edebilecek bir tür
mevcut değildir.

Özetle : Kozmopolit iddia cemiyet biriminin teşekkülü için gerekli
her üç şarta da zıttır
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi kozmopolit bir dünyayı değil birçok
milletin yan yana yaşadığı ve her birinin kendi özelliklerini muhafaza
ettiği bir milletler ailesi görünümündeki dünyayı ister Ziya Gökalp bu
düşünceyi, «Türkçülük beynelmilelcidir fakat kozmopolit değildir»
şeklinde ifade etmiştir. Biz de onun ayrımına sadık kalarak
beynelmilelciliğe, enternasyonalizme değil, dikkatle kozmopolitliğe
vurduk Ve aynı sözü tekrarlayabiliriz, «Biz beynelmilelciyiz;
kozmopolit değiliz!» Ancak «beynelmilel», «enternasyonal» ibarelerinin
kavram kargaşası içindeki Türkiye’de manalarına bakılmadan
kullanıldığına dikkat edilmelidir. Nitekim beynelmilelcilik ve
enternasyonalizm kelimeleri ya Gökalp'in ve bizim ayrımımıza dikkat
edilmeden yahut da doğrudan doğruya dünya vatandaşlığı, kozmopolitlik
manasına kullanılabilmektedir. Bunlara o zaman karşı; fakat doğru
anlamda kullanıldığında taraftarız. Türk’ün tarih boyunca özlediği
nizam, Türk sulhu, milletler ailesi görünümündeki bir dünyadır.

ÖZET
Türk tarihi, dinimiz, Türk kültürü, Türk Milliyetçiliği'- nin
temelleridir Bu unsurlar sisteme temel olan «tercih»ler esas
amilleridir. Dolayısıyla sistemden önce gelirler. Diğer taraftan Türk
Milliyetçiliği'nin tarih şuuru aşılama ve eğitimi, din eğitimi ve
politikası, kültür eğitim ve politikası sistemin «uygulama» bölümüne
aittir. Ancak tarih bu iki özelliği ek bir üçüncü özellik taşır.
Sosyolojinin bir laboratuarı olarak tarih, genel olarak milliyetçilik,
özel olarak Türk Milliyetçiliği tercihiyle beliren gayeye varmanın mümkün
olup olmadığı konusunu tahkike yarar Tarih, bu yönüyle bu kitapta
yer almaktadır.

insanlar - çoğunlukla - cemiyet birimleri arasında millet’i mi tercih
edecektir? Bu bölümde tarih, bu soruya cevap vermek için incelenmektedir.
İnsan cemiyetlerinde bütün değer hükümleri mukayeseler sonucunda
verilmektedir. Bu yüzden rekabet, cemiyet hayatının temel unsurudur
Bir insani topluluğunun cemiyet birimi olması için üç şart vardır:

88
1) Aynı cinsten başka toplulukların mevcudiyeti;
2) Bu toplulukların birbiriyle yoğun temasta olmaları;
3) Bu topluluklar arasında menfaat çatışmalarının, rekabetin
mevcudiyeti.

Bu şartların üçünün de temelinde rekabet yatmaktadır, ilk ikisi
rekabet için gerekli ortamı hazırlamakta, sonuncu ise doğrudan doğruya
rekabeti ifade etmektedir Çeşitli milletlerde millet şuurunun uyanması
tarih içinde bu şartların gerçekleşmesiyle mümkün olmuştur
Bu şartlar tarihin statik izahını teşkil eder Ancak bunlar bile
milliyetçilik aleyhine ortaya atılan iki iddiayı çürütür Bunlar:
1) Medeniyetin ilerlemesiyle millet şuurunun yok olacağı;
2) «Dünyadaki bütün insanlar» biriminin sonunda bütün diğer cemiyet
birimlerinden daha güçlü bir şuur yaratarak «kozmopolitliksin (dünya
vatandaşlığının) doğacağı tezleridir

Medeniyetin ilerlemesi insan topluluklarının daha yoğun temasına yol
açmaktadır Bu yukarıdaki (1) ve (2), sonunda da (3) şartının
gerçekleşmesine sebep olur Dolayısıyla medeniyetin gelişmesi, iddianın
tersine, millet şuurunu güçlendirecek, onu yaratacak tarzda bir tesir
yapmaktadır

Dünya insanlığı biriminin şuur yaratabilmesi için yukarda verdiğimiz
şartların üçü de mevcut değildir Dünya vatandaşlığı şuuru ancak insan
dışında bir zeki yarattığın insanlarla yoğun temasa ve rekabete
girişmesiyle doğabilir

SORULAR — ARAŞTIRMA KONULARI
1) Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi'nde tarih, İslamiyet,
Türk kültürü konuları iki ayrı açıdan ele alınmaktadır Açıklayınız
Bunlara ilaveten tarihin bir üçüncü yeri daha - bu bölümde incelenen
açıdan - vardır İzah ediniz
2) Hamasi, hissi milliyetçilik olmadan Türk Milliyetçiliği Fikir
Sistemi olamaz Açıklayınız His temeli olmayan bir ideoloji mümkün
müdür? His niçin «temel»dir? (Cevabınızı cemiyet birimi, tercih, vb
kavramlarını kullanarak veriniz)
3)Değer hükümlerinin izafi olması niçin rekabete yol açmaktadır?
4) Medeniyetin gelişmesinin milli hisleri uyandırıp kuvvetlendirmesi
konusunda - bu bölümdekilerden başka - misaller veriniz.

IX BÖLÜM TARİH GÖRÜŞÜMÜZ -CEMİYET BİRİMLERİNİN EVRİMİ
BÖLÜMÜN PLAN!
I _ TARİH NEYİN MÜCADELESİ?
II — TARİH İÇİNDE CEMİYET BİRİMLERİ
III — EVRİMİN ŞARTLARI —ÜST BİRİM— BAĞLAYICI GÜÇ
IV — MİLLET VE ÜMMET
V — MİLLET VE SINIF

I — TARİH NEYİN MÜCADELESİ?
Tarih neyin mücadelesi? Bu suale komünistlerimiz hemen «Sınıfların!»
cevabını vereceklerdir, Ferdiyetçiler (iktisattaki adlarıyla liberal -
kapitalistler), «Fertlerin» derler Siyasi ümmetçilerimiz de
tereddütsüz, «Ümmetlerin!» diyeceklerdir. Bizim, «Milletlerin!» dememiz
gerekirdi.

Aslında bu soru, öyie bir nefeste cevaplandırıla- bilecek basitlikte
değil Üstelik, tam objektif de değil Kuruluşunda bazı kabuller var:
Önce, tarihin «mücadele»ye dayandığı; sonra da bir tek şeyin
mücadelesine dayandığı postülaları bu sorunun içine gizlenmiş İlim
metodunu bilmeyen bir kafa için tabii bu meseleler yoktur Böyle
kafalar, yani çeşitli skolastik zihniyet tipleri, bu soruyu hemen
cevaplandırırlar Ve yanlış cevaplandırırlar

Sorudaki kabulleri ele alalım; Tarih mücadeleye mi dayanır? Belki
tamamıyla değil. Hastalık gibi, aşk gibi kolayca «mücadele» diye
isimlendirilemeyecek amillerin de tarihe tesir ettiği muhakkak. Fakat,
daha önce fertler ve cemiyetlerin değer hükümlerinin çok büyük bir
kısmının mukayeseye dayandığını, mukayesenin de tabii olarak rekabeti
doğurduğunu gördük Özellikle cemiyet birimleri, varlıklarını rekabete
borçludurlar O halde, cemiyet birimlerinin hikayesi demek olan tarih de
büyük çapta rekabete, başka bir deyişle, mücadeleye bağlı olacaktır
Rekabet (mücadele) tarihin yegane amili değilse bile temel amilidir»
Sorunun ilk kabulü haklı çıktı İkincisine gelelim: Tarih bir şeyin
mücadelesinden ibaret mi? Bu sistemsiz sorudaki «şey» kelimesine Türk
Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin ışığında bakarsak» «şey» den
kastedilenin «cemiyet birimi» olduğu anlaşılır. O halde sistemli soru :
«Tarih bir tek cins cemiyet birimlerinin rekabeti (mücadelesi) midir?»
tarzında sorulacaktır Komünizmin, siyasi ümmetçiliğin, ferdiyetçiliğin
bu soruya da cevabı «Evet»tir Yalnız bu ideolojiler söz konusu cemiyet
birimi cinsi üzerinde anlaşamazlar İlim metoduna dayanan Türk
Milliyetçiliği ise yine sorunun muhtevasını araştırır İlk dikkatimizi
çeken nokta, «Evet!» cevabının, skolastik metodun tabiatı basit görme
kusurunu taşıyabileceğidir Tarihi bir tek cins cemiyet birimleri
arasındaki mücadelenin yürütmesi, muhakkak ki, kolay bir izah olacaktır
Bu kolaylaştırma, bu basitleştirme acaba vakıayı da gizlemekte midir?
Tarihin izahı gibi karmaşık olmasını, zor olmasını beklediğimiz bir
konu tek sebeple açıklanabilir mi? Sağduyu buna hemen «Hayır! diyor
Yapılması gereken, vakaya, tabiata dönmek; hangi cemiyet birimi
cinsinin veya cinslerinin tarihe tesirli olduğunu tespite çalışmaktır

90
Bu inceleme sırasında yeni bir mesele ile karşılaşacağız : Acaba tarihe
müessir olan cemiyet birimi cinsi her zaman ve her yerde aynı mıdır?
Yoksa «önemli» sıfatını vereceğimiz birim zaman içinde değişmekte
midir? Aynı değişme coğrafya üzerinde de olur mu? Bu araştırmalar bizi,
«cemiyet birimlerinin evrimi», «tarihin teme! yüriicii amili», «tarihin
temel birimi» ve «cemiyet birimlerinin bağlayıcı gücü» kavramlarına
götürecek Nihayet, yukarıda derinlemesine incelediğimiz «rekabet»
kavramının tamamlayıcısı olan «ittifak» konusunu da karşımıza çıkaracak
Sonuçta, skolâstiğin tek sebepli cevabı kadar basit olmayan, fakat kullanışlı
ve tek sebepçilikten çok daha doğru bir mekanizma bulacağız
«Fert» birim!', insanın iç içe mensup olduğu cemiyet birimlerinin en
küçüğü en tabisidir. Fertler arası rekabetin her zaman mevcut olduğu o
derece a- çsk ki, bunu misallerle izaha lüzum yok Mağara devrinde de
bugün de fertler arasında rekabet vardır ve bu rekabet mutlaka tarihe
tesir etmektedir Bir an için, mesela, sınıflar arası rekabetin çok
Önemli olduğunu düşünelim Bu, fertlerin rekabetini durduracak mıdır?
Proleter sınıfına mensubiyet şuurunun zirvesini temsil etmeleri gereken
komünist partilerinin tarihine bir göz atalım: Tarihin en vahşi ferdi
rekabetleriyle karşılaşırız Stalinin Troçki’yi öldürmekte, Hrutçof
Stalin’i silmeğe çalışmakta ve fertlerin kavgası sürüp gitmektedir. Mao
putuna yıllarca tapan bir komünist Çin, Mao’nun ölümünden sonra ilk iş
olarak onun çevresini ortadan kaldırmağa girişti. Ümmetler içindeki
ferdi mücadeleleri dinler tarihine en kısa bir bakışla bile görebiliriz.
İslamiyet’te ferdi rekabet, daha dört halife devrinde zaman zaman
baş mesele olmuştur. Ferdi rekabetin önemi, ferdiyetçilerin ana
tezidir.

«Fert»ten sonra gelen en küçük ve en önemli birim «aile» sonra da
«sülale», «oymak», «kabile» ve «boy »dur

Yukarda verdiğimiz fertler arası rekabetle ilgili misallerimiz bile
yer yer aileler arası rekabetin izlerini taşır Çin’de bugün temizliğe
uğrayanların başında Mao’nun karısı gelmektedir «Aile» ve «sülale»
rekabetinin tarihte en çok rastladığımız tarzı hanedanlar mücadelesidir
Hanedan rekabetinin tarihe tesiri, misallendirmeğe lüzum kalmayacak
kadar aşikar Yukarda, fertler arası rekabetle ilgili olarak temas
ettiğimiz İslamiyetin ilk devirlerinde -Muaviye, Emevi’ler, vsaile,
sülale, kabile mücadeleleri de önemli rol oynar Orkun
Kitabeleri’nde Büğe Kaan, Türk boyları arasındaki mücadeleden şikayet
eder Türk tarihinde boylar mücadelesi, Osmanlı devletine kadar
süregelmiştir. Hatta, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ve dolayısıyla
bugünkü vatanımızı bile boylar arası mücadeleye borçluyuz.
Yirminci asra kadar Türk hakimiyetinde kalan İran’la, Osmanlı'nın
mücadelesi ve harpleri fert hanedan - boy - mezhep rekabeti unsurlarını
hep birlikte içinde taşır. Aynı şeyler mesela Timur -Yıldırım
mücadelesi için de söylenebilir Bugün Türk dünyasında boylar arası
çekişme hala devam etmektedir (Çok şükür, son derece zayıflamış olarak
Osmanlı iskan politikası sayesinde Anadolu’da boylar rekabeti hemen
tamamen yok olmuş durumdadır. Fakat Türkistan için aynı şey söylenemez)
Ümmetlerin rekabeti ve mücadelesi tarihe hiç tesir etmemiş midir?
Tabii ki etmiştir Hatta bazan ümmetler arası mücadele temel mesele oldu
Asırlar süren haçlı seferleri - daha birçok sebebe dayansalar da -
mutlaka ümmetler arası mücadelenin zirveleriydi Hristiyanlik şuuru
bugün batıda kuvvetle yaşıyor Avrupa - Türkiye münasebetlerinde 20
asırda bile, haçlı zihniyetinin izlerini görmek mümkündür
Milletler mücadelesinin tarihe tesiri de misale ihtiyaç göstermeyecek
kadar aşikar Milletler mücadelesi asırlardır tarihte baş roldedir.
Buraya kadarki münakaşadan çıkan kesin sonuç, tarihi tek cemiyet birimi
cinsinin içindeki mücadelelerle açıklamanın yanlışlığı; baştaki sorunun
ikinci kabulünün haksızlığıdır İnsanlar, tarih boyunca, mensubiyet
şuuru duydukları bütün birimler uğruna rekabete, mücadeleye girmişlerdir
Bazen sırf kendi çıkarları i£jn, bazan ailelerinin menfaati,
bazen kabileleri adına, bazan da boyları, milletleri adına
çabalamışlar, konuşmuşlar, mücadele veya harp etmişler, ölmüşlerdir
Mensubiyet şuuru yaratan bütün topluluklar, yani bütün cemiyet
birimleri tarihe tesir etmişlerdir İnsan bir şey adına, bir şey uğruna
harekete geçer Bütün cemiyet birimleri tarihe tesir etmiştir demek;
cemiyet birimi, “mensubiyet şuuru veren topluluk” olduğuna göre; insanı
harekete geçiren her kavram, insanı bağlayan her şuur tarihe tesir
etmiştir, demektir Bu son ifade tarzı, sonucun sebebini de içinde
taşımakta.

Şu halde tarihi tek cins cemiyet birimlerinin rekabeti iie izaha
çalışmak, skolâstiğin tabiatı basitleştirmek kusurunu gerçekten
taşımaktadır ve yanlıştır

Ancak, buraya kadar sürdürdüğümüz münakaşadan, verdiğimiz misallerden
ikinci bir gerçek daha ortaya çıktı. Zaman unsuru Türk tarihinde bir
zamanlar boylar arası mücadelenin şiddetli olduğu; bugün zayıfladığım
ifade ettik. Aynı şekilde aile (hanedan) rekabetinin tarihe tesirinin
bir zamanlar önemli, günümüzde ise zayıf olduğunu biliyoruz Şu halde,
bütün cemiyet birimi cinsleri arasındaki rekabet tarihe tesir etmişse
de, birimlerin önemi zaman içinde değişebilmektedir

Bu değişme, bu evrim, nasıl oluyor Niçin oluyor?

Bu sualin cevabını verebilmek için«ittifak» kavramını ve
mekanizmasını anlamamız gerekir:

İnsanlığın en iptidai çağlarından bu yana süregelen rekabet bir
taraftan medeniyetin gelişmesine yol açarken, diğer taraftan
medeniyetin gelişmesi ve nüfus artışı de rekabetin tarzına tesir
etmiştir En eski çağlarda nüfus çok seyrekti ve yegane ulaşım imkanı
yürümekti O çağ insanı, ancak çevresindeki birkaç kişiyle temas
edebiliyordu Bu şartlar altında en önemli rekabetin fertler ve aileler
arasında olması beklenir Nüfus artıp, temas yoğunlaştıkça rekabetin
şiddetlenmesi tabiidir. Bu şiddetlenme, mücadeleyi sürdürenleri
müttefikler aramaya itecektir Şiddetlenen aileler rekabetinde, aynı
sülaleden gelen aileler birbirlerinin tabii müttefikidir ve bu ittifak
gerçekleşecektir Aileler mücadelesinden sonra tabii olarak gelecek
safha sülaleler rekabetidir Daha önce esas mücadele fertler ve aileler
arasında iken şimdi ağırlık noktası sülaleler rekabetine kaymıştır
Birincisi hala devam etmektedir Aynı sülale içindeki fertler ve aileler
yine rakiptir Fakat mücadelenin şiddetlenmesi ve sülalelerin tümüyle
işe karışması, aile, fert çekişmelerini ikinci plana itmiştir Nüfusun
yoğunlaşması, temasın artması ve rekabetin şiddetlenmesini bir adım
daha ileri götürürsek, zorlaşan şartlar altında sülalelerin de müttefik
aradıkları görülecektir Bir ortak ataya bağlanma veya başka sebepler,
aslında müttefik arama mecburiyeti, sülaleleri bir araya getirecek; bu
yeni ittifaktan oymaklar doğacaktır Bundan sonraki adım, oymak
ittifaklarından kabilelerin ve nihayet kabile ittifaklarından boyların
doğuşudur Kabile ve boy biriminin önemli olduğu dönemlere geçişte
nüfusun artışı ve rekabetin sertleşmesi ile birlikte ulaşım
imkanlarının artışı da rol oynayacaktır Bu yeni imkan, atın
ehlileştirilmesiyle doğar Bu ulaşım vasıtasının devreye girmesiyle

92
temas ve rekabet birdenbire artmıştır Nihayet boylar arası rekabetin
şiddetlenmesiyle teşekkül edecek ittifak millet birimini doğuracaktır
(Burada iki noktaya dikkat etmek gerekir: Birincisi birimler, şuur
yaratmadan da mevzunular Sülale şuuru yokken de fiilen sülale vardı.
Bunun gibi, millet şuuru doğmadan da mesela Türk milleti denilebilecek
bir insan topluluğu vardı Biz millet «doğmuştur» derken, bu topluluğun
şuurlanması; yani cemiyet birimi haline gelmesini kastediyoruz İkinci
husus, yukarıdaki fert - aile - sülale - oymak - kabile -
boy - millet sırasının ille bu şekilde evrim mecburiyeti olmadığıdır
Şartlar bir veya birkaç ara kademenin atlanmasına sebep olabilir Mesela
bugün Afrika’da kabileden doğrudan doğruya millete geçilme eğilimi vardır
Yine şartlar, bu safhaların bazılarını atlatırken, araya bambaşka
safhalar da koyabilir Doğruluğunu koruyan şey, gene! evrimdir}
Önemli mekanizmayı böylece yakalamış bulunuyoruz Burada iki nokta
çıktı: Birincisi ittifak olayı ve mekanizması İttifakın, tarihte
rekabetle yan yana geliştiğini ve rekabetin tamamlayıcısı olduğunu
görüyoruz İkincisi (ve asıl netice) ise, şartlara ve zamana göre,
tarihte başrolü oynayan birimin değişebilmesi Bu değişmenin er geç
millet birimine varacağını ilerde göreceğiz

Tarihin herhangi bir anında tarihe en kuvvetli tesiri yapan rekabet
hangi cins birimler arasında oluyorsa o birim cinsine «tarihin temel
birimi» ve o rekabete «tarihin temel yürütücü amili» diyoruz.
En eski çağlarda fert ve aile tarihin temel birimleri, bunlar
arasındaki mücadele de tarihin temel yürütücü amili idi Ancak bu
çağların tarihi bize aksetmemiştir bile. Bunlara tarih öncesi - yazının
bulunmasından önceki çağlar – diyoruz. Ancak, ana hatlarıyla
özetlediğimiz gelişme dünyanın her noktasında aynı anda olmadığı için,
tarih öncesi cemiyet yapısının misallerini bugünün dünyasında bile bazı
iptidai topluluklarda görüyoruz. Afrika’da ve Avustralya’da - günümüzde
hızla ortadan kalkmakta olan - kabile, hatta kabile öncesi oymak - aile
devirlerini yaşayan iptidai topluluklar var. Daha sonra tarihin temel
birimi sülale, temel amili de sülaleler arası rekabet olmuştur Zaman
geçtikçe bu sıfatlar oymağa, kabileye, boya geçmiştir

Nihayet, asırlardan beri ve günümüzde tarihin temel birimi milleti,
temel yürütücü amili de milletler Mücadelesi’dir Aşağıda «bağlayıcı
güç» ve «üst birim» kavramlarının verilmesinden sonra millet'in
gelecekte de bu sıfatı koruyacağı ortaya çıkacaktır.

III — EVRİMİN ŞARTLAR! - ÜST BİRİM - BAĞLAYICI GÜÇ
Mücadele şiddetlendikçe rekabet - ittifak mekanizması tarihin temel
birimini değiştiriyor En eski çağlarda fert ve ailenin taşıdığı «temel
birim» sıfatı, bu evrimin sonunda millet’e geçmiş Acaba milletten sonra
da değişme devam edecek midir? Milletler ittifakı daha büyük bir birim
yaratacak mı? Bu yeni birimler, arası rekabet tarihin temel yürütücü
amili, bu yeni birim de temel birim olacak mı?

Bu soruların cevabını vermek için cemiyet birimlerinin tarih içindeki
evrimini daha yakından incelememiz gerekiyor

Önce şuna işaret edelim: Skolastik kafa bu noktada da tembelleşir;
rahatlar Şu ana kadar söylediklerimizi kabul etse bile bundan sonraki
incelemeye devam etmek istemez Çünkü mantığı tatmin olmuştur O- nun
için önemli olan da vakıa ve gerçek değil, mantık olduğuna göre artık
tatile çıkabilir Öyle ya : Tarihin değişen bir temel yürütücü amili ve
temel birimi var.

Bu değişme (evrim) küçük birimlerden başlayıp (fert ve aileden) büyük
birimlere doğru gidiyor, (millete kadar) O halde mesele hallolmuştur Bu
iş böyle sürüp gidecek demektir Herhalde birkaç asır sonra millet
ittifakları yeni bir şey doğuracak İsmi ne ola ki? «Süper millet» mi
destek? Birkaç asır sonra da süper millet ittifakları süper - süper
milleti doğurur ve mantığımız rahatlar

Halbuki ilim metodunu kullananlar bütün bu kavramların (birim, temel
birim, ittifak, rekabet, temel yürütücü amil gibi) ve ortaya ç*kan
evrim mekanizmasının vakıanın izahına yaradığını, vakıanın yerine geçmeyeceğini
bilir Aslolan vakıadır, objektif olaylardır, tabiattır Biz,
önce mantığımızla cemiyet birimlerinin evrimini tespit edip sonra bunu
vakıaya uygulamıyoruz Hele vakıayı bu yolda zorlamaya hiç çalışmıyoruz
Tersine, evrimi bize vakıa gösteriyor Sırf Avrupa’da 200-300sene
öncesine kadar, Türklerde ise yaklaşık 800 - 1000 sene öncesine kadar
evrim mekanizması işledi diye bunun ilanihaye devam edeceği iddiasında
bulunanlayız Bu ilim değil, mantık olur Tıpkı, «Dere çay oluyor, çay
nehir oluyor, nehir deniz oluyor, denizler birleşip okyanus oluyor O
halde bir gün okyanuslar da daha büyük bir süper okyanusa
akacaklardır!» saçmalığı gibi Bilimsel sosyalistler tam bu tip bir
saçmalığın içine düşmüşlerdir. Vakıayı inceleyip teoriyi kurmak (sonra
da devamlı sınamak) yerine, önce mantıklı teorilerini kurmuşlar, sonra
da vakıayı buna uydurmağa çalışmışlardır Diyalektik dedikleri,
diyalektik meteryalizim dedikleri ve ilmin yerine koymağa çalıştıkları
romantik felsefeye göre «hareket esastır» «Tarih sınıfların
mücadelesinden ibarettir» Önce bu vecizeler ilan edilir, sonra da
vakıaya uygulandığı söylenir: İlkel komünal toplumda ferdi mülkiyet
doğmuştur Mülk sahipleriyle sahip olmayanların mücadelesi köleci
toplumu yaratmıştır Efendi - köle mücadelesi feodal toplumu doğurmuş
Derebeyi - burjuva mücadelesi de kapitalist toplumu Nihayet burjuva -
proleterya mücadelesi sosyalist topluma yol açacakmış Peki sonra?
Bilimsel sosyalist, «Tamam, hepsi bu kadar!» diyemez Çünkü «hareket -
çelişki esastır», «tarih sınıfların mücadelesidir» tezlerini temel
kabul etmiş Önce bunları söylemiş «İşte bu kadar!» dediği anda teorisinin temelleri
sarsılır Bilimsel sosyalist, şimdi ya bize sosyalist cemiyette
birbirinin kanına susamış iki sınıf göstermeğe mecburdur- yahut da
bilimsel sosyalistlikten vazgeçmeğe Yani bilimsel sosyalistlerimiz için
okyanuslar da mutlaka akıp bir süper okyanusa dökülmek
mecburiyetindedirler Hakikaten bu mesele bugün komünistlerin baş
problemlerinden biridir Sınıf mücadelesini kabul etseler devletleri yıkılır,
kabul etmeseler fikir sistemleri! Aslında bu noktadan çok önce
gerçekten kopmuşlardı Fakat bir ortaçağ papazı yobazlığıyla vakıadan
tamamen kopuk bir münakaşayı kemal-i şiddetle sürdürüyorlar Bugüne
kadar verebildikleri tek çözümsü cevap: «Evet, sosyalist toplumda da
sınıf çelişkisi vardır ama bu, uzlaşmaz bir çelişki değildir!» Peki
neden? Uzlaşmazlıklar KGB’ye havale edildiği için mi?

Biz, kendi incelememize dönelim: Cemiyet birimlerinin evrimi millet
safhasından sonra da devam edecek mi? Yukarda kullandığımız misale göre
bu soruyu: «Millet çay gibi, ırmak gibi bir ara kademe mi; yoksa
okyanus gibi bir son safha mıdır?» şeklinde ifade edebiliriz
Önce evrimin iç mekanizmasına bakalım Mesela boy biriminden niçin
millet birimine geçiliyor da ümmet birimine değil? Veya kabile

94
ittifakları r için boy ve millete geçiyor da mesela «bölge halkı»
birimine değil?

İlk tespit edebileceğimiz nokta şu: Rekabet - itti' fak
mekanizmasının niteliğinden ötürü evrim daima daha kalabalık birime
doğru olmaktadır Nitekim sülale aileden, oymak sülaleden, kabile ve boy
oymaktan, millet de boydan daha büyük birimlerdir. Çünkü küçülme
yönünde, zayıflama yönünde bir ittifak anlamsızdır, ittifak güçlenmek
için yapılmaktadır; zayıflamak için değil. Rekabetin sertleşmesi,
ulaşım vasıtalarının gelişmesi gibi sebeplerin yol açtığı evrim hor
zaman küçük birimlerden büyüklere geçişi sağlayacaktır. İçinde ittifak
edilen yeni birime, bir öncekinin üst birimi diyoruz Bu tarife göre
aile ferdin, sülale ailenin, oymak sülalenin nihayet millet boyun üst
birimidir.

Temel birimin evrimi üst birime doğrudur.
Ancak bu ifade de sorularımızın cevabı değil. Sadece tarif vermek
suretiyle bir kolaylık sağlıyor Şimdi cevaplandırmamız gereken asıl
soru şu şekle girdi : üst birimin nitelikleri nelerdir? Bir birimin',
kendinden küçük diğer bir birime üst olabilmesi için ne gibi şartlar
lazımdır? Ve nihayet: Milletin üst birimi var mıdır?

Ümmet de millet de boy’dan kalabalık birimler Fakat millet üst birim
olmuş, ümmet olamamış Büyük bir coğrafya parçasında yaşayan insan
topluluğu, yani büyükçe bir «bölge halkı» kabile biriminden daha
kalabalık olabilir. Fakat «bölge halkı» üst birim olamamış Bu sıfatı
oymak ve boy almışlar.

Meseleyi çözmek için «cemiyet birimi» kavramına bir daha bakalım:
Mensuplarında şuur yaratabilen, mensubiyet şuuru aşılayabilen insan
topluluklarına «cemiyet birimi» diyorduk Şuur yaratamayanlar da bu
sıfattan mahrum kalıyorlardı. Mensubiyet şuurunu ise bazı müştereklerin
yarattığını biliyoruz. Mesela millet birimini incelerken bu
müşterekleri tek tek saymıştık: Dil, kültür, din, soy- vatan, tabiyet,
ülkü, tarih, menfaat Bunlar, milleti yaratan müşterekler Diğer cemiyet
birimlerinde de başka müşterek unsur demetleri bulunur. Mesela ümmet
biriminde din asıl müşterektir. Fakat dil, soy, vatan, tarih vs
unsurları yoktur Cemiyet biriminin bağlayıcı gücünü sağlayan, fertlere
birime mensubiyet şuuru veren bu müşterekler Biz bu hususları bir insan
topluluğunun cemiyet birimi olup olmaması bahsinde inceledik Ancak
orada esas aldığımız konu bir toplulukta bağlayıcı gücün bulunup bulunmamasıydı.
Kuvveti değil Yani, bağlayıcı güç var mı, yok mu diye baktık
O bahiste bağlayıcı güç iki değerlikliydi: Ya sıfırdı yahut sıfırdan
farklı. Üst birim kavramını değerlendirebilmemiz için şimdi, bağlayıcı
gücün farklı cemiyet birimlerinde farklı kuvvetlerde bulunduğunu
kavramak lazım Cemiyet birimlerin! İzafi bağlayıcı gücünden bahsetmemiz
lazım.

Bir an için söz konusu olan bütün cemiyet birimlerinin birbirine göre
(İzafi) bağlayıcı güçlerini bildiğimizi kabul edelim. O zaman evrimin
nasıl olacağını tahmin edebiliriz. Eğer biri diğerinden kalabalık iki
birim varsa ve büyük olan birimin bağlayıcı gücü küçüğe göre daha
kuvvetliyse, büyük birim üst birim olacaktır. Tersine, büyük birimin
bağlayıcı gücü küçüğünkinden zayıfsa, büyük birim, kalabalıklığına
rağmen üst birim olamayacaktır. Küçük birimler bağlayıcı gücü zayıf bir
büyük birimde ittifak etmez. Üst birim, bağlayıcı gücü kendini meydana
getiren küçük birimlerden daha kuvvetli olan büyük birimdir. O halde
biraz önce bizi tatmin etmeyen ifadeyi, incelememizin ışığında
tekrarlayalım:

Temel birimin evrimi, bağlayıcı gücü daha yüksek büyük (kalabalık)
birime doğru olmaktadır.

Cemiyet birimlerinin evriminin incelenmesinde son safhaya gelmiş
bulunuyoruz Elimizde nüfusça küçük bir B birimi ve B’lerin ittifakından
meydana gelebilecek bir büyük A birimi olsun A'nm bağlayıcı gücü
B’ninkinden yüksekse, A üst birim olacaktır Ve B'İer A'da ittifak
edeceklerdir Eskiden tarihin yürütücü amili B’lerin rekabeti iken ve B
temel birimken şimdi
bu sıfatlar A’ya geçecektir Yok, A birimi, B’den büyük olduğu halde
bağlayıcı gücü daha küçükse A üst birim olamayacaktır Evrim, Aya doğru
yeni bir adım atamayacaktır

Yukarıdaki A ve B harfleri yerine birim imleri koyarsak bir dizi
misal elde edebiliriz Kabile sülaleden büyüktür Eğer kabilenin
bağlayıcı gücü de sülaleninkinden büyük veya en az ona eşitse ittifak
şartlar! Gerçekleştiğinde (rekabet arttığında, ulaşım imkanları
kabilelerin birbirini tanımasına ve temasına müsaade edecek seviyeye
geldiğinde) sülaleler kabile birimi içinde ittifak edecek; temel
birimlik vasfı sülaleden kabileye geçecek; insanlar artık rekabetlerini
kabileler halinde teşkilatlanarak sürdüreceklerdir B yerine boy, A
yerine millet'i koyarsak yeni bir misal elde edebiliriz Bu misalde de,
birincideki gibi büyük birimin bağlayıcı gücü küçüğünkinden üstün veya
en az ona eşit çıkmış; büyük birim üst birim olmuş ve evrimin bu adımı
da yürümüştür Buna karşılık B yerine kabile, A yerine bir bölgenin
halkını koyarsak evrimin yürümediği bir misal elde ederiz Aynı bölgede
oturmak, umumiyetle aynı kabileye mensup olmaktan daha/j3Ü- yük bir
bağlayıcı güç teşkil etmemiş ve evrim yürümemiştir Bölge halkı,
kabileye üst birim olamamıştır.

Peki, birimlerin bağlayıcı güçlerini birbiriyle nasıl mukayese
edeceğiz?

— Birimleri yaratan müştereklerin şuur uyandırma güçlerini
karşılaştırarak Dil gibi, din gibi, soy gibi, vs müştereklerin şuur
uyandırma kabiliyetlerini karşılaştırarak. Fakat bu da öyle kolay bir
iş değil. Bir cemiyet biriminin bağlayıcı gücü, onu yaratan müştereklerin
mensubiyet şuuru aşılama güçlerinin toplamıdır diyebiliriz.
Ama bu «toplam», herhalde aritmetik bir toplama işlemi değil. Üstelik
her bir müştereğin, mesela bir sayı olarak şuur verme gücünü do
bilmiyoruz, ölçemiyoruz Bunu yapabilseydik işimiz kolaylaşırdı. Mesela
dil'in şuur yaratma gücü 17’dir; soy birliğinin 13’tür, vs
diyebilseydik.

Bu noktada iki yol tutulabilir Birisi ilim metodunun, diğeri İse
skolastiğin yolu Skolastik, falan müştereğin, diğerinden daha büyük bir
şuur uyandırma gücüne sahip olduğunu uzun mantık zincirleriyle, bazı
genellerden dedüksiyonla, büyük otoritelerin demeçlerine atıflarla ve
bol miktarda boş lafla İspatlamaya çalışacaktır İlim metodu ise, gerek
müştereklerin şuur güçlerinin mukayesesinde, gerekse cemiyet
birimlerinin bağlayıcı güçlerinin karşılaştırılmasında vakıayı gözler
Bu gözlem, sosyoloji incelemeleriyle ve sosyolojinin bir laboratuarı
olan tarih araştırmalarıyla yapılır Millet, boy'un üst birinaidir
Neden? - Tarih bunu gösteriyor! Bu kısa cevap, en çetrefil, en
zanaatkarane mantık oyunundan daha değerli ve daha doğrudur.

IV— MİLLET VE ÜMMET
Ancak, bizim tespit ettiğimiz evrim mekanizması eğer gerçekten ilmi

96
bir değer taşıyorsa bazı tahminler yapabilmelidir Misal olarak milletle
ümmeti alalını ve, «Ümmet,'milletin üst birimi olabilir mi?» diye
soralım Bugün tarihin temel yürütücü amili olan milletler mücadelesi
ilerde bu sıfatı ümmetler mücadelesine terk edebilir mi, temel birim
millet yerine ümmet olabilir mi? Aynı dine mensup milletler daha büyük
“ümmet” birimi içinde siyasi bir birlik sağlayıp, insanlar rekabetlerini
ümmet teşkilatı altında yürütebilir mi? Siyasi ümmetçilerin
hepsine «Evet!» diyecekleri bu sorulara teshillerimizin ışığında
bakalım: Milletin müşterekleri nelerdir? - Dil, kültür, din soy, vatan,
tabiyet ülkü, tarih ve menfaat unsurları Peki ümmetinkiler? - Din
unsuru Acaba hangi müştereklerin toplam gücü büyük? Ümmetin yegane
müştereği olan din, millet biriminde de mevcut Buna ilaveten millete
ümmette bulunmayan başka bağlayıcı unsurlar da var O halde milletin
bağlayıcı gücü ümmetinkinden fazladır Bir an için kendimizi siyasi
ümmetçinin yerine koyalım ve bu sonuçlan tenkide çalışalım : Siyasi
ümmetçilik gerçekleştikten sonra vatan birliği - bu sefer ümmetin vatanının
birliği - doğacaktır O halde «vatan»ı millet biriminin lehine
unsurlar arasından çıkaralım Tabiyet, menfaat ve ülkü unsurları için de
bir an için aynı şeyi yapalım (Tam doğru olmasa da) Geriye değiştirilemeyecek,
hiçbir izahla ortadan kaldırılamayacak dil kültür, soy ve
tarih unsurları kalıyor Bunlar milletin lehine Diğer tarafta ise hem
millette hem de ümmette bulunan din müştereği var Bu mukayese, ümmetin
millet üst birim olamayacağını göstermektedir.

Cemiyet birimlerinin evrimine ait teorimizin vardığı sonuç, vakıa
tarafından doğrulanmakta mıdır?

— Bugüne kadar milletlerin, ümmet ittifakı içinde ayrılmamak üzere
birleştikleri görülmemiştir

Semavi dinlerin geldiği zamanlarda dünyanın birçok yerinde oymak,
kabile, boy devirleri yaşanıyordu Fakat siyasi ümmetçilerin
umduklarının aksine, ümmet bu birimlerin bile yerini alamamış, kabile
ve boya karşı üst birim olamamıştır Mesela İslamiyet'in daha ilk
çağlarında, dört halife devrinin hemen arkasından kabile, hanedan, boy
birimleri rekabeti birinci plana çıkmıştır. Ümmet biriminin temel birim
olmaya en çok yaklaştığı zaman, haçlı seferleri devridir. Hatta o
devirde ve bu seferlerin cereyan ettiği coğrafya üzerinde ümmet'in
temel birim olduğunu bile iddia edebiliriz. Fakat bu oluş o zaman ve
yerle sınırlı kalmış, boya geçiş veya millete geçiş gibi kalıcı
olmamış, alt birimler lehine bozulmuştur. Haçlı seferleri sırasında
Latinler’in seferi bırakıp Bizans’ı işgal etmeleri, Bizans hanedanının
Trabzon’a kaçışı, bu seferlerin doruğunda bile hanedan, soy
mücadelesinin ön plana çıktığını gösterir. Nihayet, birinci dünya harbi
sırasında Araplar’ın müttefiklerle birlikte Osmanlıya saldırması,
millet biriminin önemine ve siyasi ümmetçiliğin vakıa karşısında
mağlubiyetine son misalidir.

V — MİLLET VE SINIF
Ana sorumuzu bir daha tekrarlayalım: Milletin us t birimi var mıdır?
Milletten büyük hangi birimler var?

— Bütün insanlık, ümmet, sosyal sınıf ve (belki} blok
Kozmopolitlerin gayesi olan «bütün insanlık» in «birim» olmadığını,
uzaylılar gelip bizimle rekabete başlayıncaya kadar da olamayacağını
VIII bölümde gördük Ümmet cemiyet birimidir Fakat millete üst birim
olamadığını az önce tespit ettik. Geriye blok ve sosyal sınıf kalıyor
Blok, mücadele içinde zaman zaman ihtiyaç duyulan - sürekli olacağı
ilan edilse bile - geçici siyasi, askeri, İktisadi ittifaklardır
Aslında bir cemiyet birimi değildir. Dünya harplerinde ne bir Alman, ne
bir Japon, ne de bir İngiliz, Amerikalı, Fransız, «Ben mihfer devletlerinin
aslan bir mensubuyum», «Ben, itilaf devletlerinin yılmaz bir
savaşçısıyım!», «Ben ittifak devletlerinin yenilmez askeriyim; ne İyi»
diye düşünmemiştir. Bu ittifaka Almanya için; İngiltere, Fransa,
Japonya için girildiğini düşünmüştür. Nitekim bütün bu ittifaklar kavga
bitince dağılmışlardır. Bugün de bir «Nato’ya mensubiyet şuuru», bir
«Varşova paktına bağlılık hissi» veya «AET’cilik şuuru» yoktur Bu cins
ittifakların (ittifak için ittifakların, yani sırf siyasi, askeri ve
İktisadi sebeplerle yapılan anlaşmaların) meydana getirdiği topluluk
olan blok kısa devrelerde varlığını sürdürmekte ve gayeye erişildikten
veya gayeye erişilemeyeceği anlaşıldıktan sonra dağılıp gitmektedir.
Nitekim belli bir mücadele sırasında belli bir blokta olan bir
milletin, az sonra, dünya siyasetindeki değişikliklere, milletler
mücadelesinin gösterdiği yeni özelliklere göre eski müttefiklerinin
karşısında bambaşka bir bloğa girdiği tarihte defalarca görülür.
Biz, bloğu önemli gördüğümüz için değil, milletten kalabalık
topluluklar listesi eksik kalmasın diye münakaşamıza dâhil ettik.
Son olarak «sosyal sınıf milletin üst birimi midir?» diye soralım
Bilimsel sosyalistlerimizin dünyası buna verilen müspet cevap üzerine
kurulur Menfi cevap ise millet biriminin dere-nehir-deniz değil okyanus
olduğunu, yani cemiyet birimlerinin evriminde son safha olduğunu
İspatlayacaktır Çünkü sınıf da millete üst birim değilse millet tarihin
teme! Birimi olmağa ebediyen devam edecek demektir Tarihin temel
yürütücü amili milletler mücadelesi olarak kalacak demektir
Sosyal sınıflar millete üst birim olabilir mi?

Önce cemiyet birimlerinin evrimi teorimizle bu soruya cevap arayalım
Sonra cevabımızın doğruluğunu tahkik için vakıaya, tarihe müracaat
edelim.

Bir kere sosyal sınıf milletin bütünü değil, bir parçasıdır Bugüne
kadar gözlediğimiz geçişlerde içinde ittifak edilen üst birim, kendini
meydana getiren birimlerin bütün fertlerini ihtiva ediyordu Aileden
sülaleye geçişte sülale, içinde birleşen ailelerin bütün mensuplarını
kapsıyordu

Oymaklar kabile içinde birleşirken oymakların hiçbir mensubu bu yeni
birimin dışında kalmamıştı Benzer şekilde boy, kendinde birleşen bütün
kabileleri ve nihayet millet de içinde birleştirdiği bütün boyları sarıyor,
kimseyi birlik dışında bırakmıyordu Halbuki müstakbel bir sınıf
üst birimi, milletlerin ittifakı olmayacaktır Milletlerin parçalanıp,
içlerindeki bir cins sınıf - bilimsel sosyalistlerin umuduna göre
proleterya sınıfı ittifak edecektir. Sınıfın bir üst birim olma şansı
cemiyet birimlerinin evrimi mekanizması içinde daha bu noktada yok
oluyor. Eğer milletlere bir üst birim doğacaksa, bunun sertleşen
mücadele şartları içinde milletler ittifakı şeklinde belirmesi gerekir.
Milletler böyle bir işi güçlenmek için yapacaklardır Halbuki proletarya
üst birimi, tam tersine, milletlerin zayıflamasını gerektiriyor.

Bu açıdan vakıaya bakalım:
Marksizm aslında, bu zorluğu göremezdi Çünkü ona göre proleter
diktatoryasına geçiş anında proleterya, millet içinde ezici bir
çoğunluk teşkil edecekti. Nüfus birkaç kapitalistle milyonlarca
proleterden ibaret kalacak, bütün orta sınıflar yok olacak, bu arada
köylü de toprak işçisi haline gelecekti Bilimsel sosyalizmin tahminleri

98
tutsaydı, yani bu fikir sistemi «bilimsel» yerine «İlmi» olabilseydi,
dünya proleteryasının birleşmesi milletin pek öyle parçalanmasını
gerektirmeyecekti Yeni ittifakın dışında kalanlar ancak birkaç
kapitalist olacaktı Marks'ın bütün gözlemi 19 asırda biraz Alman ve
büyük çapta İngiliz fabrikaları,özellikle Engels’- in babasının tekstil
fabrikasından ibaret kaldığı için bu yanlış tahminler normal
karşılanabilir Halbuki orta sınıf yok olmamıştır Köylü yok olmamıştır
Memur ve teknik adamların sayısı tam aksine artmış ve bunlar gün
geçtikçe cemiyetin daha büyük bir kesimini teşkil etmişlerdir Nihayet
anonim şirketler ve küçük sermayeleri bir araya getirmenin diğer
yollarıyla mülkiyet birkaç elde toplanmak yerine tam tersine
yaygınlaşmış; sermayedar - sermayesiz ayrımı manasızlaşmıştır Bu
söylediklerimiz özellikle gelişmiş memleketler için doğrudur Mesela
anonim şirketler ve çok ortaklı teşebbüsler bir Almanya, bir Japonya,
bir ABD’de -yani Marks’ın tam tersini beklediği sanayileşme seviyesinde-
mesela bir Türkiye’ye nazaran çok daha fazladır Bu gerçek
karşısında rahatlıkla, «Proletaryanın birleşmesi milletin parçalanması
demektir; cemiyet birimlerinin evrimi mekanizmasında ise bu tip bir
geçiş yoktur», diyebiliriz.

Bilimsel sosyalistlerin umdukları sınıf üst birimi, gerek teoride,
gerekse pratikte, rekabet - ittifak sürecine uymamaktadır
Şimdi bir an için bu uyumsuzluğu görmemezlikten gelelim ve dünya
proletaryası biriminin milletten daha büyük normal bir cemiyet birimi
olduğunu kabul edelim. Bildiğimiz gibi dünya proleteryasının __________üst birim
olabilmesi için bu da yetmez Onun bağlayıcı gücünün milletinkinden
kuvvetli olması gerekir.

Öyle midir?

Milletin müştereklerini bir daha sıralayalım: Dil, kültür, din, soy,
vatan, tabiyet, ülkü, tarih ve menfaat Bunlara karşılık dünya
proletaryasının kefesinde -, o da bilimsel sosyalistlerin iddiasına
göre - sadece menfaat var. Aslında bu kefe de boştur Aklı başında hiç
kimse bilimsel sosyalizmin resmi felsefe olduğu ülkelerin işçilerinin
diğer ülke işçilerinden daha iyi durumda olduğunu, yani menfaatlerinin
daha iyi korunduğunu söyleyemez (Eğer gözleyebilirse ve eğer
gözlemlerini namusluca aktarabilirse). Bu netice yalnız gelişmiş ülke
işçileri için değil, mesela Türkiye’deki işçiler için de doğrudur.
Aslında soruya en sıhhatli cevabı komünist ülke işçileri verebilirler.
Ama ne bizim sormamıza ne de onların cevap vermesine müsaade ediliyor
Bizim gözleyebildiğimiz Berlin’in etrafındaki duvar ve fırsat buldukça
batıya sığınan sporcular, ilim adamları ve diğer kaçaklar
Bu gerçekleri de bir yana bırakalım Bir an için komünist ülke
işçilerinin refah içinde yüzdüklerini kabullenelim Bilimsel
sosyalistler kendi kefelerine menfaati koymakta ve bunun hepsinden ağır
basacağını söylemektedirler Bu materyalist felsefelerinin en tabii
hakkı ve sonucudur: Yani dilin, kültürün, dinin, soyun, vatanın,
tabiiyetin, ülkünün, tarihin ve millet hayatı içindeki menfaatin,
proleter diktatoryasının proletaryaya sağlayacağı menfaat yanında hafif
kalacağını iddia ediyorlar Hatta, milletin müştereklerinin proleter
enternasyonali içinde yok olacağını, aslında bu müştereklerin bile
menfaatler tarafından yaratıldığını söylüyorlar

Tarihe bakalım Vakıayı gözleyelim: Millet şuuru mu, proletaryaya
mensubiyet şuuru mu güçlü? Hangisinin bağlayıcı gücü üstün?
Milli menfaatlerle (kendilerini dünya proletaryasının temsilcileri
ilan edenlerin değerlendirmelerine göre) proleter sınıfının menfaati
ilk defa II Komünist Enternasyonali devrinde çatıştı Enternasyonal
dünya proletaryasını I Dünya Harbine girmemeğe davet ediyordu.
Sonuç: Her milletin içindeki komünist partisi, düşman milletin
«gerici» olduğunu ilan etti ve kendi parlamentosunda harp harcamaları
lehinde oy kullandı (Sanayileşememiş, dolayısıyla doğru dürüst
proleter- yası olmayan iki ülke, Rusya ve Sırbistan hariç) Alman ve
Avusturya komünistleri Çarist despotizmle karşı karşıya olduklarını
söyleyerek harbi desteklediler. Fransa, İngiltlere ve Belçika da
«Prusya militarizmine karşı» harp lehine oy kullandılar! Düşünün ki
Marks'a göre proletarya en çok bu ülkelerde güçlüydü!
Gerek bu bozgunlar, gerekse artan sefalet ve yok olan orta sınıf
teorilerinin iflası Lenin'e emperyalizm teorisini ilham etti Çağın
mücadelesi (bilimsel sosyalist terminolojide «baş çelişki») emperyalist
milletlerle proleter milletlerin mücadelesiydi!

Teori buydu ama gerçek, milletler mücadelesinin bilimse! sosyalistler
tarafından kabulünden ibaretti Adına ne derlerse desinler emperyalizm
teorisi, bilimsel sosyalistlerin milletler mücadelesine boyun eğmeleri
anlamını taşır.

Rusya'da ihtilal oldu ve ilk bilimsel sosyalist devlet doydu
İhtilalın heyecanı geçince Rus komünistleri işin acayipliğini fark
ettiler. İhtilal sanayi ülkelerinde beklenirken hala tarım ülkesi olan
Rusya’da gerçekleşmişti Rahatsız oldular ve samimi teorisyen Troçki,
Almanya'da ve diğer ülkelerde ihtilal olmazsa Rus ihtilalının tehlikeye
düşeceğini ilan etti Rusya'nın vazifesi dünya devrimi için çalışmak
olmalıydı. Fakat Rusya’nın menfaati teoriyle tenakuz halindeydi O tarihlerde
aktif olarak dört bucakta ihtilal kışkırtıcılığı yapan bir
Rusya’nın hesabı derhal görülürdü Stalin’in Alman, İngiliz vs (yani
proleteryanın çoğunlukta olması gereken ülkeler) proleteryasına pek
öyle itimadı yoktu ve devletini Marksist teori için tehlikeye atamazdı.
Troçki önce Rusya’dan sürüldü, sonra da Meksika’da katledildi. Rus
milli menfaatleri dünya proleteryasının menfaatlerini yenmişti. Buna da
bir isim bulundu İsim babası Stalin’dir: «Tek ülkede sosyalizm» Anlamı:
Kendi devletinin yeterli gücü yoksa başka milletlerin işine burnunu
fazla sokma! Yani, «Rusya’nın menfaatlerini koru!»

Arkadan ikinci dünya harbi başladı Ve nasıl başladı? Nazi Almanyası
ile komünist Rusya’nın ittifak edip Polonya’ya saldırmalarıyla Halbuki
Nazizm ve faşizm, komünistlere göre kapitalizmin son «aşaması» ve
proleteryanın en büyük düşmanı idi Olayın manası : Nazi ve faşistlerle
işbirliği yapmak pahasına da olsa Rus menfaatlerini koru, Rus imparatorlugu'nu
kur! Cephede «Dünya sosyalizmi için ölünüz!», «Stalin için
ölünüz!» sloganları ve kızıl bayraklar vardı Fakat Rus generalleri kısa
zamanda gerçeğin farkına vardılar: Aslan proleter ordusu proleterya
için ölmeğe hiç de razı değildi Kızıl bayraklar gerekli morali
sağlamıyordu. İşin şakaya gelir tarafı da yoktu, Herhalde Marksist
teoriyi iyi bilmeyen Alman proletaryası (!) Rus proletaryasını silip
süpürüyordu. Önce tatbikatta, sonra da teoride gerekli değişiklikler
yapıldı. Sloganlar değişti : «Büyük Rusya için ölünüz!», «İsa için,
Meryem için ölünüz!», «Suharov için, Kutuzov için ölünüz!» (Napolyon ve
Türk harplerinin kahramanı generaller) Ardından kiliseler açıldı,
ikonlar her zaman olduğu gibi yeni den cepheye sürüldü Stalingrad'da
Rus proletaryası (!) ikonların gölgesinde savaşıyordu artık! Sırası
gelmişken, ihtilalin Sovyetlere milli marş ettiği «Enternasyonal »in
güftesi de değiştirildi Aslı, Uyan ey dünyanın lanetle damgalanmış
açları, köleleri! Diye başlayan marş şimdi (ve bugün de Rusya’da) :

100
«Büyük Rus Ulusu’nun perçinlediği Özgür cumhuriyetlerin parçalanmaz
birliği yaşasın halkların iradesiyle kurulan Yüce ve güçlü Sovyetler
Birliği» şeklinde sokuluyordu Yani Rus milli marşı şekline! Uygulamadaki bu
değişikliğin teoriye yansıması iki kelimelik bir isim icad edilerek
halledildi: Harp komünizmi! Manası: Proletaryayı boş ver; Rus milli
menfaatlerini koru!

Harpten, sonra başka ülkelerde de ihtilaller oldu (!) Tesadüfe bakın
ki bu ihtilaller hep Rus ordularının ülkeye girmesiyle olgunlaşıyordu
Ve Doğu Almanya’ya, Macaristan’a ve Çekoslovakya'ya proleter şuurunu
«perçinlemek» için Rus tankları gönderiliyordu Buna da bir isim bulundu
: «Bir sosyalist ülkede sosyalizm tehlikeye düşerse diğer sosyalist
ülkeler müdahale eder» Yani «Brejnev doktrini» Manası : Rus milli
menfaatlerini ve Rus İmparatorluğunu koru!

Bu sırada yeni bir sosyalist devlet doğuyordu : Çin İşte dünya
proleteryasının birliğine doğru, millet birimi yerine proleteryayı
ikame etmeğe doğru yeni bir ümit Ama öyie olmadi'-Çin, Avrupa peykleri
gibi kolay yutulur bir lokma değildi. Marksist teoriye göre proleterya
diktatörlüğünün egemen olduğu bu iki devletin hemen birleşmeleri
beklenirdi. Tersine, araları gittikçe açıldı Çinli’ler Ruslar’a,
«Sosyal emperyalistler!», «Revizyonistler!» diye küfrederken, Ruslar
Çin’i «sol sapma» içinde ve iptidai görüyorlardı. Bütün bu lafların
manası : Ruslar Rus menfaatlerini, Çinliler Çin menfaatlerini korusun
ve dünya proieteryasının canı cehenneme!

İkinci dünya harbi ve Çin hikayelerine bizim açımızdan önemli iki
olayı daha ilave edelim : Stalin harpten sonra Kırım Türkleri'ni
Nazi'lere yardım ettikleri gerekçesiyle toptan, çoluğu, çocuğu ve
proleteryası ile birlikte, yurtlarından attı. Çin’in kendisini toparlamaya
başlaması sırasında Doğu Türkistan Kazak Türkleri’nden on binler,
çolukları, çocukları ve proleteryaları ile birlikte yeni teeessüs eden
proleter cennetini bırakıp dövüşe dövüşe Çin’den çıktılar. Bu göç
Türkiye’de sona erdi.

Ve bütün bu anlattıklarımızın gören gözler için anlamı : Komünizmin
hakim olduğu ülkelerde dahi milli menfaatler ve milletler mücadelesi ön
plandadır. Gerçek olan milletlerdir!

Şimdi, yurdumuzdaki komünistlere bakınız : En sık kullandıkları ve en
başarılı olan sloganları hangileridir? Dünya proleteryasına ast olanlar
mı yoksa milli hislere hitab eden «Bağımsız Türkiye!» mi? Gençlerimize
ve akıl yaşı küçük ihtiyarlarımıza dünya proleteryasından dem vurarak
mı başarı sağlıyorlar yoksa Türkiye’ye yönelen dış tehlikelerden
Amerikan emperyalizmi veya Mao'cuların bangır bangır bağırdıkları Rus
emperyalizmi- bahsederek mi? Mao'cularımız en çok ne üzerinde duruyor?
Ezilen işçiler mi yoksa ezilen «halklar» mı? Sınıf şuurunda mı başarı
kazanıyorlar yoksa - yapma bile olsa - azınlık ırkçılılığı şuurunda,
Kürtçülük kışkırtmasında mı?

Proleteryanın üst birim olacağını savunanlar, sistemlerinin
propagandasında bile milli hislere hitab etmek mecburiyetinde
kalmaktadırlar!

Gerek teorimiz, gerekse vakıa sınıf biriminin millet birimi
karşısında üst birim olabilme imkanının bulunmadığını gösteriyor.
Millet karşısında diğer üst birim adayları da daha önce elendiğine
göre Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin tarih tezinin neticesini bir
daha tekrarlayalım : Asırlardır, bugün ve gelecekte, tarihin temel
birimi millet, tarihin temel yürütücü amili de milletler mücadelesidir

ÖZET
Her ideoloji, tarihin, kendi tercihi olan birimin mücadelesinden
ibaret olduğunu iddia eder Bu iddialarda söylenmeden kabul edilen iki
pustüla vardır:
1) Tarihi mücadele tayin eder
2) Tarihi tek tip birimin (tek cemiyet birimi cinsinin) mücadelesi
tayin eder Bu iki kabulden birincisi büyük çapta doğrudur: Rekabet
(mücadele) tarihin yegane amili değilse bile temel amilidir İkinci
kabul o derece doğru değil Tarihi tek sebebe bağlamak skolastiğin
tabiatı basit görme eğiliminin bir sonucudur.
Bütün cemiyet birimleri tarihe tesir etmiştir Halen mevcut bütün
birimlerin rekabeti de tarihe tesire devam etmektedir. Ancak çağa ve
yere göre bu cemiyet birimi cinslerinden birinin mücadelesi diğer
mücadeleler yanında çok daha büyük ağırlık kazanmıştır. Bu önemli
birimin cinsi zaman içinde değişmiştir. Bu değişme rekabetle yan yana
düşünülmesi gereken ittifak mekanizması sayesinde olmuş
Tur. Nüfusun artışı, ulaşım imkanlarının çoğalması rekabeti
şiddetlendirir. Birimler rekabetin şiddetlenmesiyle kendilerine
müttefikler ararlar Birimler ittifakı daha kalabalık yeni birimlerin
teşekkülünü sağlar ve temel mücadele bu büyük birime doğru değişir
Tarihin herhangi bir anında tarihe en kuvvetli tesiri yapan rekabet
hangi cins birimler arasında oluyorsa o birim cinsine «tarihin temel
birimi» ve o rekabete «tarihin temel yürütücü amili» diyoruz
Temel birimin evrimi üst birime doğrudur Üst birim bağlayıcı gücü,
kendini meydana getiren küçük birimlerden daha kuvvetli olan büyük
birimdir Birimlerin bağlayıcı gücü, onları, yaratan müştereklerin şuur
uyandırma güçlerini karşılaştırarak mukayese edilebilir Bu mukayese kolayca
yapılamıyorsa ilim metodu cevabı vakıaya başvurarak aramamızı
gerektirir Bu durumda vakıayı gözlemek, tarihi incelemek demektir
Ümmet’in müştereği dindir Bu müşterek, millette de vardır Ancak
millette buna ilaveten başka müşterekler de mevcuttur O halde ümmet,
millete üst birim olamaz Tarih de bu sonucu doğrular

Geçici amaçlar için kurulan siyasi «iktisadi ve askeri ittifaklar ve
bunların geniş şekli ilan «blok»lar millete üst birim olamaz Tarih de
bu sonucu doğrular

Sınıf, milletten daha kalabalık olabilir Ancak sınıf «temel birim»
vasfını alamaz Bunun iki sebebi var:
1) Cemiyet birimlerinin üst birime doğru evriminde her ittifak,
içinde ittifak edilen birimlerin tamamını kapsıyordu Halbuki sınıf
içinde ittifak, millet'in bir kısmını dışarıda bırakıyor.
2) Sınıfın bağlayıcı gücü milletinkinden küçüktür Çünkü - bilimsel
sosyalist iddiaya göre-sınıf İktisadi menfaat müş- tereğine sahiptir,
iddia edilen bu tek müşterek milletin müştereklerinden güçlü değildir
Tarih de bu sonucu doğrular.

Böylece milletten daha kalabalık bütün birimlerin millete üst birim
olamayacağını gördük («Bütün insanlık»ı VIII Bölüm’de incelemiştik)
O halde millet evrimin son safhasıdır. Asırlardır, bugün ve
gelecekte, tarihin temel birimi millet, tarihin temel yürütücü amili de
milletler mücadelesidir.

102
1)Fert, aile, sülale, oymak, kabile, boy, ümmet, birimlerinin müessir
olduğu tarihi olaylara dair misaller veriniz
2)Geçici ittifaklar ve blok için söylenenleri AET (Ortak Pazar)
üzerinde misallendiriniz. Milli müştereklerle AET müştereklerini
bağlayıcı güç açısından karşılaştırın.
3) Ümmet millete üst birim olamaz Fakat millet içinde ayrı ümmetlerin
bulunması milli birliği tehlikeye atabiliyor Tarihten ve günümüzden
misaller veriniz.
4)Bilimsel sosyalistler propagandalarını mümkün mertebe milli hislere
dayandırırlar. Türkiye'deki propagandalarından misaller veriniz.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,01 M - Bugn : 37751

ulkucudunya@ulkucudunya.com