« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Alevîlik Nedir? Alevîler Müslüman mıdır?

 

Alevilik nedir, sorusuna bazı kimseler; “Alevilik bir din'dir. İslâmiyet'ten ayrı ve farklı bir din'dir”, derken, bazıları; “Alevilik Şiiliktir, Şianın Türk Milleti içindeki özel ismidir. Yani, Alevilik, bir İslâm mezhebidir” diyor. Halbuki, başka bazı kimseler; “Alevilik, ne o ne de diğeri değil, Ehl-i Sünnet vel Cemaat bir tarikattır” diyorlar.

Peki, bu görüşlerin hangisi doğru? Bize kalırsa, doğru olan, Alevilikin Ehl-i Sünnet bir tarikat olduğudur. Fakat biz gene de, bütün görüşleri teker teker ve kısa kısa gözden geçirelim. Gerçeği, bu yolla hem ortaya koymaya hem de ispatlamaya çalışalım.

Alevilik nedir, sualine; yazılı, sözlü ya da görüntülü basın- yayın kuruluşlarına çıkıp, “Aleviler müslüman değildir. Alevilik, biraz İslâm öncesi Türk Milli Dini'nden, biraz Şiadan ve biraz da kaynağı bilinemeyen şeylerden etkilenerek meydana gelmiş, apayrı bir inanç sistemidir, bir din'dir”, diyen ve kendilerini Alevi Dedesi(!) ya da Babası(!) olarak tanıtan, bazı kişiler var. Ama olsun... Onlar öyle diyor diye, hakikat değişmez! Alevilik ayrı bir din değildir. Aleviler de müslümandır! Hem de, en az Sünniler kadar!

Müslümanların yaşamadığı bir coğrafyada Alevilikten bahsetmek mümkün müdür? Kesinlikle, mümkün değildir! Peki, İslâmiyet'in olmadığı bir bölgede Aleviler var mıdır? Asla yoktur!

Öyleyse, sadece bu tesbitler bile, Alevilikin İslâmiyet ile ilgili bir şey olduğunu anlamak ve kabul etmek için yeter de artar bile! Alevilikin ayrı bir din olduğunu ileri sürenler, böyle bir tesbiti farketmediklerine göre, maksatları hayır değil, şerdir. Ulu ve yüce Allah herkesin gönlüne göre versin!

Ayrıca, hukukumuzda bir temel kaide var: “Aslı olmayanın fer'i olmaz.” Yani bir şeyin aslı olmaz ise, şubeleri de olmaz. Meselâ ağaç olmaz ise, dalları, yaprakları, meyvesi de olmaz.

Eğer, ulu ve yüce Allah, Peygamber olarak görevlendirip, O'na Kur'ân-ı Kerim'i göndermeseydi, Mekke'de kuru ekmek yiyen Amine'nin oğlu Muhammed Mustafa'yı kim tanırdı?

Peki, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed olmasa idi, O'nun ailesini, akrabalarını, çocuklarını, damadını kim, nereden, niye bilecekti? Hz. Ali'yi, Hz. Hasan'ı, Hz. Hüseyin'i kim, neden, niye tanıyacaktı?

Hz. Ali'ye, Hz. Hasan'a, Hz. Hüseyin'e ve Ehl-i Beyt'e verilmiş bütün üstün sıfatlar ile şeref ve izzet, İslâmiyet'ten ve Peygamber Efendimiz, Hz. Muhammed'den dolayı değil midir?

Fazla söze lüzum yok. İslâmiyet ve Muhammed Mustafa (s.a.v) olmadan, Alevilik olmaz. Olamaz! Madem mihver, merkez, esas ve asıl İslâmiyet'tir, Peygamber Efendimiz'dir. O halde, Alevilik ayrı bir din değildir! Ayrı bir din de olamaz!

Dünya'da, bazıları ya bilerek ve kasıtlı olarak, Türk Milleti içinde Fars (İran) emperyalizmine müsait bir zemin hazırlamak için, veya Türk Milleti'nin birlik, beraberlik ve bütünlüğünü bozmak için; bazıları da bilmeyerek ve hiçbir ardniyet taşımaksızın, sadece Alevilik'i, mezhepler tarihi içinde de, tarikatlar tarihi içinde de herhangi bir yerde bulamadıkları için; Şia'nın müteradifi veya Türk milletindeki özel adı gibi kullanıyorlar... Ancak bu da, katiyyen doğru değildir... Alevilik bir mezhep de değildir.

Çünkü, biraz aşağıda, teferruatlı olarak ortaya koyup ispat edeceğimiz gibi, Aleviler Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolundadır; itikatta Maturudi ve amelde, fıkıhta Hanefi'dirler.

Kesin olarak bilinmektedir ki, Alevilik (eşittir) Şiilik görüşü de yanlıştır... Çünkü, Alevilik Şiilik değildir... Bu durumu, Prof. Dr. Amiran Kurtkan BİLGİSEVEN, şöyle ifade ediyor: “Türkiye'de mevcut Alevilik akımını sonradan İran'da ortaya çıkan İmamiye Şia'sı ile bir tutmaya imkân yoktur.”... Alevilik Şiilik olmadığı gibi, Şia'ya mensup bir kol ya da Şii bir tarikat da değildir... Alevilik ile Şiilik başka başka şeylerdir... Şiilik (Ehl-i Şia), Ehl-i Bid'at mezheplerden bir mezhep iken, Alevilik Türklere has bir tasavvuf kolu, bir tarikattır... Bilindiği gibi mezhep başka, tarikat başka bir şeydir. Öyle iken, Alevilik (eşittir) Şiilik, görüşü nasıl doğru olabilir?



ALEVİLİK TARİKATTIR!

Evet, evet, Alevilik bir tarikattır. Adı da Bektaşiliktir! Tarikatın piri de Hünkâr Hacı Bektaşi Veli Hazretleri'dir. Ayin-i Cem denilen şey de, bu tarikatın zikir şekli ve ayinidir. Tıpkı, Mevlevî tekkesinin ayin ve zikir şeklinin Sema oluşu gibi... Ayin-i Cem'deki semah da benzer bir şeydir.

Tarikat denilince, hemen akla gelen ve iki de bir hücum edilen, Nakşibendiye Tarikatı ile bu Bektaşi Tarikatı, silsileleri incelenir ise, Hz. Ali'den gelen kol ve silsile olarak, Yusuf Hemedani Hazretlerine kadar aynilik gösterir. Sonra iki kola ayrılır.

Yusuf Hemedani'nin iki halifesi var: Biri Ahmet Yesevi Hazretleri, diğeri de Abdülhalik Gucduvani Hazretleri'dir. Bektaşilik Ahmet Yesevi'den, Nakşilik de Abdülhalik Gucduvani'den gelir. İkisi de aynı kökten gelmiş tarikatlardır. Birinin zikri cehrî (açık), diğerinin zikri hafî (gizli)dir. Bütün fark bundan ibaret. Gerisi hep teferruat!

Bu durumu, merhum Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, şöyle ortaya koyuyor: “Sünni müslümanlığın hâkim olduğu bölgelerde tarikatler sünnî İslâm akidesine bağlıdır; bu akideye en aykırı görünen Bektşşilik bile şeriatı esas alır. Birçok tarikatlere alevî denmesi onların silsilelerinin Ali'ye dayanması yüzündendir, yoksa Sünniliğin karşısında bir yol tutturduklarını göstermez.”

Şurası, kat'i olarak bilinmelidir ki, Alevilik ayrı bir din değildir. Din olmadığı gibi, bir mezhep de değildir... Aleviler müslümandır! Ve, Aleviler, Ehl-i Sünnet vel Cemaat müslümandır!

Alevilik ayrı bir din değildir. Alevilik diye bir mezhep de yoktur. Alevilik, Ehl-i Sünnet vel Cemaat bir tarikattır, dedik... Dedik ama, tarikatlar tarihine bakanlar Alevilik diye bir tarikata rastlayamıyorlar... Tarikatlar tarihinde Alevilik diye bir tarikat yok... Bu nasıl oluyor? Bu işin aslı, esası nedir?

Bu haklı sualin cevabı, uzun bir hikaye. Sabrederseniz, arz edelim.

Osmanlı Hanedânı döneminde, devlet düzeni şeriat ile sağlandığı gibi, toplum ahlâkı ve disiplini de tarikat ile sağlanıyordu... Tarikat mensupları arasında yaşayan, “Pirsiz meslek haram” gibi sözler bugün bile bilinmektedir. Bu, Osmanlı devrinde çok daha etkili idi... O zamanlar, her mesleğin bağlı olduğu bir tarikat ve tekke vardı.

Türk Tarihi'nde, Osmanoğlu Orhan Gazi'ye kadar askerlik bir meslek değildi. Millet, bağında-bahçesinde, çiftliğinde, işinde gücünde çalışır, fakat, cenk davulu vurunca, kimi atlı kimi yaya, kılıcını alıp gelir. Muharebeye iştirak eder, ölürse şehit olur. Kalırsa gazi olup, tekrar evine-barkına, işine-gücüne dönerdi. Asker millet...

Orhan Gazi, işi ve mesleği askerlik olan bir ordu kurmak ister. Yeniçeri Ocağı'nı kurar. Bir grup Yeniçeri'yi de, hayır duasını almak üzere Hacı Bektaşi Veli'ye gönderir. Hazreti Hünkâr bu davranışı pek beğenir ve elini gelen askerlerden birinin başına koyarak dua eder. Böylelikle, yeni kurulan askerlik mesleği de, Pir Hacı Bektaş Veli'ye bağlanmış olur. Zaten o dönemde iki tarikat meşhurdur: Biri Mevlevilik, diğeri de Bektaşilik... Bektaşilik; avamın, halk tabakalarının tarikatı, Mevlevilik ise; havasın, okumuş-yazmış insanlar ile saray halkının tarikatıdır.

Yeniçeri Ocağı büyük hizmetlerde bulunur. Ama, her şey gibi, O'da ömrünü tamamlar... Şöyle olmuş, böyle olmuş, hepsi bahâne; Yeniçeri Ocağı ömrünü tamamlar... 1826 yılında, topa tutularak ortadan kaldırılır. Sadece, çeşitli sebeplerle Kışla dışında bulunan, Yeniçeri'ler kurtulur, diğerlerinin hepsi top mermileri ile can verir. Tarihçiler de, nedense, bu olaya sanki alay eder gibi, Vaka-i Hayriye derler.

Kıyım'dan kurtulan Yeniçeri'ler, mensubu oldukları, Bektaşi tekke ve dergâhlarına sığınır, Yeniçeri libâsını çıkarıp, Bektaşi dervişi kıyafetine bürünürler. Başlarlar, sağda-solda konuşmaya: “Padişahın yaptığı iş doğru mu? Osmanlı'nın hiç mi düşmanı yoktu? Moskofun önüne sürseydi de, bari, adamlar şehit olsaydılar” demeye.

Bektaşi tarikatı halk arasında çok yaygın ve itibarlı bulunduğu için, söylenen bu sözler, halk üzerinde müthiş tesirli olur. Halk ile devletin arasının açılması tehlikesi zuhur eder. II. Mahmut çaresiz kalır; Şeyhülislâm'dan fetva alır ve 11 Ocak 1827 tarihli bir fermanla, Bektaşi tarikatını yasaklar. Hacı Bektaşi Veli'ye duyulan saygıdan ötürü, Hacı Bektaş'taki Pir Postu hariç, bütün Bektaşi tekke ve dergâhları kapatılır. Vakıf mallarına el konulur. Muhakemeler yapılır. Bir takım Dede veya Babalar asılır, bir kısmı da, Çorum, Tokat, Sivas, Yozgat, Malatya, Erzincan ve Elazığ'a sürgün edilirler.

Fakat Bektaşiler, haklı olarak, her şeye rağmen tarikat'ı yaşatma mücadelesine girişirler. Bektaşilik yasak olduğuna göre, ne yapacaklar? İsim değiştirirler! Biz Bektaşiyiz demezler de, “biz Aleviyiz” demeye başlarlar! Alevilik ismi altında, faaliyetlerine gizli gizli devam ederler. Dikkat edin, 1827 yılına kadar olan hiçbir Osmanlı kaydında Alevilikten bahsedilmez iken, 1827'den sonra da, Bektaşilik'ten hiç söz edilmez. Ta ki, Sultan Abdülaziz bir ferman neşrederek, Bektaşi tekkesi'nin yeniden kurulmasına izin verinceye kadar.

İşte bu suretle, yasak dönemine kadar kullanılan Bektaşi kelimesi yerine, 1827'den sonra, aynı şeyi ifade etmek üzere, yasaklanmamış olan Alevi deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple de, 1827 yılına kadar olan devlet arşiv belgeleri ile Baba ve Dedelerin ellerinde bulunan ferman, berat, icazet ve benzeri hiçbir belgede Alevi tabiri yoktur. Bu belgeler ve resmi yazışmalarda hep Bektaşi terimi kullanılmıştır. Bu bakımdan, 172 yıldır kullanılan Alevi kavramı, Bektaşi manâsına kullanılmaktadır. Alevilik eşittir, Bektaşilik'tir. “Legal iken Bektaşilik, illegal iken Alevilik.”



ALEVİLİK EHL-İ SÜNNET BİR TARİKATTIR!

O halde: Alevilik = Bektaşilik demek olduğuna göre, Alevilik'in hak mı yoksa bâtıl mı, Ehl-i Sünnet mi yoksa Ehl-i Bid’at mı olduğunu anlayabilmek için, bizim yapmamız gereken şey; Bektaşilik'in hak mı yoksa bâtıl mı, Ehl-i Sünnet mi yoksa Ehl-i Bid’at mı olduğunu araştırmaktır. Çünkü, böylelikle, eğer incelememiz sonunda, Bektaşilik'in hak ve Ehl-i Sünnet olduğu neticesine ulaşır isek, o zaman Alevilikin de hak ve Ehl-i Sünnet olduğu sonucuna da -kendiliğinden- ulaşmış oluruz.

Esasen, Bektaşilik'in hak ve Ehl-i Sünnet olduğu noktasında insaf ve ilim sahibi hiç kimsenin zerre kadar bile bir şüphesi yok... Bütün ilim erbâbı Bektaşilik'in hak ve Ehl-i Sünnet bir tarikat olduğunda hemfikirdir. Ama biz gene de, araştırmamızı yapalım.

Bektaşilik'in Pir'i, HACI BEKTAŞi VELÎ'nin, bugün, elimizde MAKALAT ve ŞERH-İ BESMELE isimli iki eseri bulunmaktadır. Bu eserleri inceleyen bütün uzmanlar, meselâ Prof. Dr. Esat COŞAN ile Dr. Abdülkadir SEZGİN; “Bektaşilik itikat bakımından MATURUDÎ mezhebine, ameli-fıkhi bakımdan ise, HANEFÎ mezhebine mensuptur” demektedirler. Öyle ise, Bektaşilik ve dolayısı ile Alevilik de Ehl-i Sünnet vel Cemaat, yani, hak bir tarikattır. Bu, Bektaşilik'in teori'si bakımından böyle.

Böyle olması da gayet normal! Aksi halde, Osmanlı, askeri gücünün önemli bir kısmını teşkil eden Yeniçeri Ocağı'nı, o zaman için can düşmanı olan, İranlı mollaların ellerine teslim etmiş olurdu ki, bu mümkün olmadığı gibi, aptalca olurdu! Böyle bir akılsızlığı, Osmanlı herhalde yapmazdı! Öyle değil mi?

Peki, Bektaşilik'in pratik'i bakımından durum ne? Aynı mı? Yani, Bektaşilik'in uygulaması da, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ve hak mı? Birlikte bakalım.

Bütün tarikatlarda, tarikata katılan-giren talip bir ikrar metni okur. Bir söz verir. Bu, usuldür... Bu ikrar, talibin, bundan sonra inanacağı esaslarla tâbi olacağı kuralları belirler. Bu bakımdan, bu ikrar metni, tarikat için de, talip için de, fevkalâde önemlidir.

Bektaşilik'te de bir ikrar metni vardır. Bu metni birlikte okuyup, hükmü beraberce verelim:

“Allahü Azimüşşan'ın kuluyum. Adem Safiyyullah'ın neslindenim. İbrahim Halilullah milletindenim. Dinimiz, din-i İslâm, kitabımız Kur'an, Kıblemiz Kâbe, Muhammed Aleyhisselam'ın ümmetindenim, Şah-ı Merdan-ı Mürteza Ali'nin bendesiyim. Güruh-u Nacidenim. İmam-ı Cafer Sadık Mezhebindenim. Allahü Ekber ve lillahil hamd.”

Görüldüğü gibi, bu ikrar metninin insanı şüpheye düşüren veya anlaşılmayan hiç bir tarafı yok. Sadece iki hususun, konumuz bakımından, biraz izah edilmeye ihtiyacı var. Bu açıklamayı, gene birlikte, yapmaya çalışalım:



Birincisi, Güruh-u Naci sözü ki bu söz, Peygamber Efendimizin hadisinde de geçen, bildiğimiz fırka-i naciye yani Ehl-i Sünnet vel Cemaat anlamındadır. Bunda, hiç kimsenin, hiçbir şüphesi yok...



İkincisi ise, “İmam-ı Cafer Sadık Mezhebindenim” sözüdür ki, bu cümlenin biraz daha uzun bir izahata ihtiyacı var.



Bektaşiler veya Aleviler bu sözü, bazılarının anlamak ve yutturmak istediği gibi, fıkhî ve itikadî mezhep olan Caferilik olarak almamaktadır... (Çünkü Caferilikin kurucusu, Cafer-i Tus

adında başka birisidir.) Tasavufî anlamda almaktadırlar... Ki, bu çok daha doğru bir anlayıştır. Çünkü, gerçekten de, Bektaşi tarikatı'nın Ehl-i Beyt’e altın halka ile bağlandığı nokta, İmam-ı Cafer Sadık Hazretleri'dir... Ve, Bektaşilerin tarikat yolu, İmam-ı Cafer Sadık'ın kutlu öğretisi ve gösterdiği işaret yönünde devam etmektedir.

Bektaşiler, yukarda da belirtildiği gibi, itikadî bakımdan Maturudî ve fıkhî-ameli bakımdan ise, Hanefi'dir. Yani, Ehl-i Sünnet vel Cemaat'tır.

Ayrıca, İmam Cafer Sadık Hazretleri imam-ı kül idi. O'nun vaktinde mezheplerin kurulmasına ihtiyaç yoktu. O sebeple, İmam Cafer Sadık mezhep kurmamıştır. Mezhep imamı değildir. O devirde, O'nun gibi bir âlimin hayatta olduğu dönemde, bütün müslümanlar onun fetvalarına göre amel ediyordu. O mezhep kurmaktan da müstağni idi. Çünkü, O, Şeriat-ı Ahmediye'yi usûl ve fürû olarak babası İmam Muhammed Bakır'dan, O, babası İmam Zeynelabidin'den, O, babası Şehid-i Kerbelâ İmam Hüseyin'den, O, babası Aliyyel Mürteza'dan, O'da, doğrudan Hazreti Peygamber'den almıştır.

Bektaşi ikrarındaki, “İmam-ı Cafer Sadık Mezhebindenim” sözü, bu sebeple, “tarikat yolu olarak ve tasavvufta rehberlik anlamında İmam-ı Cafer Sadık yolundayım”, demektir... Bilindiği gibi, şeriat, tarikat ve mezhep kelimeleri, Arapça'da yol anlamındadır. Bunların dinî terimler haline gelmeleri, çok daha sonra olmuştur.

Görüldüğü gibi, Bektaşilik'in ikrar metninin tetkikinden de, Bektaşilik tarikatının tatbikatının da, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ve hak olduğu neticesi çıkmaktadır. Öyle ise, Bektaşilik demek olan Alevilik'e; kim ki, ayrı bir dindir, ya da ayrı bir mezheptir demektedir, o ya gafildir ya da haindir!

Alevilik ayrı bir din değildir! Alevilik ayrı bir mezhep de değildir! Alevilik, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda, itikatta MATURUDÎ ve amelde, fıkıhta HANEFi bir tarikattır! Bu, böylece bilinmelidir.

Bakın, meşhûr Alevi-Bektaşi KAYGUSUZ ABDAL, neler yazıyor:

1 2

İslâm'ın şartını sual edersen, Savm ile salat, zekât ile hac,

İcmalin de, şartı beştir, efendi. Malın var ise, Hak yoluna saç,

Muradın eğer iman öğrenmek ise, Biri şehadettir, lisanını aç,

Anın da adedi şeştir efendi. Bu sana acaip iştir efendi.



3 4

Peygamberleri sev, onlara inan, Din, Muhammed dini, cümleden asıl, İnanmayanlardır, ol nâre yanan, Gayri dinleri bilmesem nasıl,

Melek, kitap, ahiret olmaz mı ahsen Ziyade değildir, üç farzdır gusül,

Var ise, inanın boştur efendi. Mazmaza, iştinşak, beden yaştır efendi



5 6

Biz dört biliriz abdestin farzın, On iki şartı vardır salatın,

Gel öğrenmeğe var ise kastın, Kılıp anı menzile iletin,

Dirseklerin mail, yumalı destin, Ayne'l-yakin varise illetin,

Vech ile ricleyn yaştır efendi. Anın da adeti şeştir efendi.



7 8

Hadesten, necasetten eyle taharet, Tekbir al, ellerin başına götür,

Ört avret yerini, etme kerahet, Kıyam, kıraat, rüku, sücuddur,

İstikbâl-i kıble, vakitle niyyet, Kade-i ahirede, bir miktar otur,

Bu altı saydığın dıştır efendi. Kılarsan ne güzel iştir efendi.



9

Kaygusuz Abdal'ın bildiği böyle,

Noksanı var ise, doğrusun söyle,

Su bulunmaz ise teyemmüm eyle,

İki darp, bir niyet, üçtür efendi.

Bu şiirin altına, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda bir Müslüman olarak, biz, imzamızı atarız. Ya siz, siz imzanızı atmaz mısınız? Herhalde siz de atarsınız, öyle değil mi? O zaman, yazdıklarımıza da katılıyorsuz, demektir. Bizim, bir sürü lâf kalabalığı ile ispatlamaya çalıştığımız tezi, Kaygusuz Abdal bir şiir ile mükemmel bir şekilde anlatıyor. Ulu ve yüce Allah, O'ndan, razı olsun.

Alevilik konusunda, Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız ise şöyle diyor:

“Türk tasavvuf tarihi, incelendiğinde görülmektedir ki, Türk milleti, gerek Hz. Ebubekir'den gelen, gerek Hz. Ali'den gelen bütün tarikat kollarına sahip çıkmıştır... Âlim ve mütefekkir Doğu Türklüğü ile asker ve şair Batı Türklüğü arasındaki küçük mizaç farkları, galiba

tasavvufa da yansımış bulunmaktadır.”

“Türkistan Türklüğü, savaşçı karakteri, Ashâb-ı Kiram'a ve Ehl-i Beyt'e olan yüsek sevgisi yanında, daha çok büyük sahâbi Hz.Ebu Bekir'in tasavvuf çizgisini takibetmiş ve dolayısı ile bu mizaca uygun olarak ilim ve tefekkür sahasında isim yapmış gözükmektedir.”

“Türkler Batı'ya ve Anadolu'ya geldikten sonra, yaşamak ve varolmak için sürekli olarak kılıç kullanmak zorunda kalınca, bütün Ashâb-ı Kiram'a ve büyük imam Hz. Ebu Bekir'e olan yüksek saygısını korumakla birlikte, daha çok Hz. Ali çizgisinde gelişen tasavvuf kollarını tercih etmiştir... Nitekim, Anadolu ve Batı Türklüğünün Sünni çevrelerinin dahi Alevimeşrep olmalarının sebebi bu olsa gerek.”

“Biz, Sünni ve Alevi kelimelerini, gerçek manâları içinde kullanıyoruz. Bu kavramları, soysuzlaştırarak düşman kamplar meydana getirmek için yanlış yorumlar yapan ardniyetli çevrelerle bizim alâkamız yoktur... Bilindiği gibi, Alevi kelimesi, lügat manâsı itibarıyla, İslâm’ın yüce halifelerinden İmam-ı Ali (R.A) Hazretlerine mensubiyet ifade eder. En saf ve berrak manâsı ile Hazreti Ali'nin soyundan olan veya yolundan giden demektir... Sünni kelimesi ise, Şanlı Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in (O'na binlerce selât ve selâm olsun), Yüce Sünnetine uyan ve O'nun mübârek yolundan giden demektir.”

“Böyle olunca, Alevi ve Sünni mefhumları arasında zıddiyet ve düşmanlık arayanlar, ya çılgın veya ardniyetli olmalıdırlar. Çünkü, bizzat yüce sahâbi Hazreti Ali, Şanlı Peygamberin soyunu devam ettirmeye memur ve O'nun sünnetine, herşeyden daha bağlı olan yüce İmam ve Halifedir. Fakat, sinsi ve kahpe düşmanlıklara bakın ki, ne yapılmışsa yapılmış, iki mübârek kelime etrafında düşman kamplar ihdas edilmiştir ve bu kamplaşmanın devam etmesi için, ne mümkünse yapılmaktadır. Bu konuda dış düşmanların tertipleri mühim olmakla birlikte, yaraları kanatıp durmakta olan din bezirgânlarının rolü de küçümsenemez.”

“Bilindiği gibi, İslâm’ın yüce halifeleri Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer Şanlı Peygamberimizin kayınpederleri, Hz.Osman ile Hz. Ali de damatlarıdır. Muhterem vâlidemiz Hz. Ayşe de şanlı Peygamberimizin sevgili eşleri... Allah'ın, kendilerinden razı olduğu bu yüce İslâm büyükleri, birbirlerine iman kardeşliği ile aile ve akrabalık bağları ile, en güçlü gönül bağları ile bağlı oldukları halde, düşman, Müslümanlara öyle bir tuzak hazırlamış bulunmaktadır ki, onlar, bunların etrafında ve manevi atmosferinde bir diğeri ile kaynaşmak ve kenetlenmek yerine bu yüce adları bahane ederek birbirlerine düşman bulunmaktadırlar. Gafletin veya ihanetin bu derecesine pes demek gerekir.”

“Kaldı ki, Ashâb-ı Kiram da insanlardan meydana gelmişti. Bütün insanlar gibi, onlar da hatâ işleyebilirlerdi. Onlar da içtihadlarında yanılabilirlerdi, onların arasında da teessüfe şayan hadiseler cereyan edebilirdi. Bütün bunları bahane ederek Müslümanları, asırlarca sürecek kin ve fitne dalgalarına itmek, birbirine düşürmek elbette doğru olmazdı. Halbuki, bu gibi konularda, Müslümanlara düşen vazife ya susmak veya hayır konuşmaktır.”

“Unutmamak gerekir ki, dinimizde, müslümanın müslümanı çekiştirmesi yasaktır. Şimdi düşünün, müslümanların Ashâb-ı Kiram'ı çekiştirmesi nedir?”

“Kesin olarak bilinmelidir ki, bu fitne devam ederse, İslâm dünyası iflâh olmaz. Zaaftan zaafa yuvarlanarak, emperyalizmin pençesinde inlemeye devam eder.”

“Bütün bu açıklamalardan sonra, rahatça belirtebiliriz ki, gerek Karahanlılar, gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar döneminde olsun, İslâm'a girdikten sonra Türkler, Alevimeşrep Sünniler durumundadırlar. Hattâ, Hatay (yahut Kıtay) Türklerinden ve Sünni bir ailenin çocuğu olan Şah İsmail, bilhassa Batı Türklüğünün bu durumundan istifade etmeye kalkışmıştır. İran'dan sonra, Anadolu Türklüğünü de kontrolü altına almak için, Türk milletinde mevcut olan coşkun Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisinden faydalanmanın yollarını araştırmıştır. Öte yandan Türk ve İslâm dünyasının liderliğine oynayan Yavuz Selim Han, Şah İsmail'in bu oyununu görmüş ve bozmuştur. Nitekim, başarıya ulaştıktan sonra, Sultan Yavuz Selim Han, tuğrasına bir de Şah ünvanını ekliyerek, tahtını bu sevginin yörüngesinde ısrarla tutmuştur. Bununla da yetinmemiş, bütün dünya müslümanlarının da lideri (Halifesi) olmayı başarmıştır. Sünni ve Alevi bütün İslâm dünyasını, bu çapta toplayan başka bir Yavuz Selim var mıdır? Hz. Ali'ye aşk ile bağlı olan Yavuz'u, Alevi düşmanı tanıtmak büyük haksızlıktır; O gerek Türk dünyasını, gerek İslâm dünyasını, bölmek için uydurma çatışma kampları hazırlamak isteyen hırslara ve kötü niyetlere karşı çıkmış, birlik ve bütünlük için savaşmış bir Türk büyüğüdür. O'nu iyi anlamak lâzımdır.”

“SİZ, MÜSLÜMANLARI, SÜNNi VE ALEVİ DİYE UYDURMA DÜŞMAN KAMPLARA AYIRMAYA ÇALIŞAN DÜŞMAN OYUNLARINA ALDIRMAYIN. UNUTMAYIN Kİ, GERÇEK SÜNNİLER, GERÇEK ALEViLERDİR; YAHUT GERÇEK ALEViLER GERÇEK SÜNNİLERDİR.”



MEZHEPÇİLİK MESELESİ NASIL HALLEDİLİR?

Öyle ama, biz ne dersek diyelim, neye inanırsak inanalım, her şeye rağmen, ortada, bir realite olarak, Türk Milleti'nin millî birlik, beraberlik ve bütünlüğünü tehdit eden bir sıkıntı yok mu? Var... Ve, bu problemin adı, biz kabul etmesek bile, ne yazık ki, birileri tarafından Mezhepçilik Meselesi olarak konulmuş ve bu isimlendirme kamu tarafından kabul edilmiş. Öyle değil mi? Öyle! Fakat, bizim, yukarda gelişme ve oluşma tarihçesi ve dini delilleri ile ispatlamaya çalıştığımız gibi, bu, hiç de Mezhepçilik Meselesi değil. Ve bu, sadece yapay bir Alevi-Sünni zıtlaşma ve çekişmesidir. Lâkin, bir sıkıntı, bir problem ve bir mesele vardır ve mutlaka çözülmelidir. Çünkü çözülmediği sürece büyüyecektir. Nitekim büyümektedir. Peki, bu, sünni ve alevi probleminin bir çözümü var mıdır? Alevi ve Sünni meselesi nasıl çözülür?

Bu suale, en doğru ve güzel cevabı Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri rahmetli S. Ahmet ARVASÎ Hocamız şöylece veriyor:

“Hemen belirtelim ki, bu problemin, ülkemizin dışına taşan çok önemli boyutları bulunmakla birlikte, bu problemin çözümünde tamamen çaresiz durumda değiliz. İç ve dış düşmanlarımızın elele vererek, kanattıkları, siyasî ve ideolojik maksatlarla istismar ettikleri, bu içtimaî yaramızı elbette tedavi imkânları vardır.”

“Kanaatimizce, kendimizi, yanlış laiklik telakkisine ve kompleksine kaptırarak problemi oluruna bırakmak asla doğru değildir. Esasen, biz, bu tavrı takınarak ve dine ilgisiz kalarak ülkemizde, son yarım asır içinde meydana gelen, dinî gelişmeleri ciddiyetle takip edemedik. Hatta, bu sahayı, tamamı ile iç ve dış düşmanların yahut cehaletin istismarına terkettik. En azından, din müessesesi karşısında aldığımız, bazan olumsuz, bazan ilgisiz, vaziyetten yine biz zarar gördük. Esefle belirtelim ki, dinin, asrımızda da fonksiyonel ve canlı bir müessese olduğunu gören her renkteki emperyalist güçler, bizim bu ilgisizliğimizden, tahminlerin üstünde faydalandılar.”

“Oysa, devlet, kendi temel prensipleri ile ters düşmeden, gerçek, ciddi, dosdoğru ve samimi bir din eğitimi ile hem gençlerimizi hem milletimizi bu tehlikelerden korumuş olurdu, hem de devlet ve millet bütünlüğünü pekiştirirdi. İslâmiyet'in dosdoğru anlatılması, bizce, çok kolaydır. Çünkü, İslâm dininin kaynakları, dost düşman herkesin de kabul edebileceği bir biçimde, apaçık ortadadır. Aynı Mukaddes Kitaba ve aynı Peygambere inanan insanları, bir araya getirmek pekalâ mümkündür. İslâm dünyasında ve bilhassa ülkemizde farklı kollara rağmen bütün müslümanların Kitab'ı, tektir ve bütün hayatı, yaşayışı, davranışı ve sözleri en sağlam biçimde tesbit edilmiş bir Peygamber'e inanılmaktadır. Hıristiyan dünyasında rastladığımız tarzda, birbirini nakzeden İncil'ler etrafında paraçalanmadığımıza göre, uygun bir zamanlama ve strateji ile ülkemizde, problem çözülebilir niteliktedir.”

“Biliyorum, yaranın çok derine varan kökleri ve çetin boyutları vardır. Problem, çok faktörlü ve çok biçimli bir gelişme içinde bugünlere ulaşmıştır. Ancak, iman etmekteyim ki, bu problem, bütün çetinliğine rağmen çözülmez değildir. Bence, ilk iş, bütün ithamlara rağmen, ciddi, samimi ve dosdoğru bir din eğitimi plânlanmalıdır. Din sahası, hem cehaletin hem istismarcıların hem de kara ve kızıl emperyalizmin elinden kurtarılmalıdır. Bilhassa yabancı güçlerin el ve ayakları ülkemizden uzaklaştırılmalı, yarayı kanatmaya çalışan basın ve yayın faaliyetleri durdurulmalıdır. Yanlış bir laiklik politikası ile devlet, dinin yanlış anlatılmasına ve istismar edilmesine karşı ilgisiz bırakılmamalı; bilakis, devlet, dinin dosdoğru anlatılmasına ve yorumlanmasına yardımcı olacağı ortamı hazırlamaya teşvik edilmelidir. Dinde indî ve sübjektif yorumlar yerine, edille-i şer'iyye ile tayin olunmuş ölçüler hâkim olmalıdır. Din ve vicdan hürriyeti, devletin ve milletin aleyhine kullanılmamalı, siyasî mezhepçilik yapılmamalı, inanç farkları, ideolojik ve politik çatışmalara paravan edilmemelidir.”

“Diyanet İşleri Teşkilâtı, inanmış, ehliyetli ve vatanperver kadrolarla takviye edilmeli, ilmî ve akademik çalışmalarla din sahası, babilerin, hurufilerin, bâtinilerin, istismarcıların, dedelerin, ahundların ve yobazların ellerinden ve neşriyatından kurtarılmalı; tarikat ve tasavvuf maskesi altında dinin soysuzlaştırılmasına engel olunmalıdır. Emperyalist oyunlarını tesbitte ve teşhiste devlete yardımcı olmalıdır.”

“Bizce, bu problemin çözümünde, temel tedbir eğitimdir. Devletçe ve milletçe İslâmiyet'in yanlış anlatılmasının ve yorumlanmasının önlenmesi için gerekli örgün ve yaygın eğitim tedbirlerinin ciddiyetle ve samimiyetle alınmasıdır. Şaşıyorum, biz, İslâmiyet'i başka milletlerin , başka dinden olan çocuklarına, anlatabiliyoruz da sadece kendi insanlarımıza mı anlatamıyoruz? İslâmiyet, inançları ile ibadetleri ile ve bütün cephesi ile meçhul bir şey değil ki, onu anlatmakta ve öğretmekte zahmet çekilsin” .....

“Mukaddes ve mübarek Sünni ve Alevi kavramları etrafında çirkin oyunlar oynayarak müslümanı müslümana, Türk'ü Türk'e kırdırmak istemektedirler. Hiç şüphesiz, Türkoğlu, bu oyunları da bozacaktır.”

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,75 M - Bugn : 23903

ulkucudunya@ulkucudunya.com