« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

03 Kas

2006

YİĞİT MUHTAÇ OLMUŞ ACI SOĞANA

03 Kasım 2006

... Mart`ında bir duman bulutu vardı Ankara’nın üstünde. Ulubey ve Önder Mahallelerinde ölümle dans ettiiği günler: Beşevler, Tandoğan, Kurtuluş Parkı, Site Yurdu, Piyangotepe, Yenimahalle, Gazi Eğitim, Yüksek Öğretmen, Hacettepe, Erkek Teknik, Ziraat Fakültesi, Keçiörende Çatışma, Emek Mahallesinde pusu, Kızılayda kanlı kaldırımlar, Ankara Kalesine kızıl bayrak, Cebecide ülkü erlerinin sloganlarıyla sallanan yüksek binalar, Dursun Önkuzular, Süleyman Özmenler, Alparslan Gümüşler ve nice ülkü çiçeği, ülkü sevdaları, ülkü kavgaları bir üzerlik tütsüsü koyuluğunda buram buram tüttü gözünde.

Öylesine dalmıştı ki “ODTÜ ‘ni geçersem polis aramasından yırtarım” derken Polatlı’ya yaklaştığının bile farkına varamamıştı. Birden bir tebessüm indi yüzüne:

-"DAL gurubu avucunu yalasın!..” düşünceleri geçti beyninden ve güldü. İzmire intibakı diye bir problemi olmadı. Can yoldaşları vardı orada, candan içre öz gardaşları vardı. Fahrettini sıcacık göğüslerine basıp sarıp sarmaladılar. Bornova’da önce partinin sonra ocağın çay ocağında bir süre eğleşti sonra Eczacı Turan İbrim ağabeyi çıktı karşısına:

-"Bre yiğidim!” dedi, “partinin çay ocağında tutarak seni polise kaptırmak istemem; eczanemde çalışacaksın, devlet dairelerine girip çıkana polis dikkat etmez, oralardaki alacaklarımızın tahsilinde bize yardımcı olursun; geçinip gideriz şunun şuracığında...”

Turan İbrim özge bir ağabeydi. Ülkücü gençliğin körpecik filizlerden oluştuğu yıllarda bir örnekti, bir ufuktu, bir babacan yürek, bir engin gönüldü O. Ülkü filizlerinin üstüne öyle bir titreyişi vardı ki bre!.. Savaş erlerinin omuzlarına öyle bir dokunuşu, öyle bir dava sadakatı, öyle bir fedakarlık duygusu vardı ki bre!.. Hele o nurani yüzündeki bakışlar, hani öğle güneşinde çırpılmış yünün o yumuşak sıcaklığı, hani o Şeyh Edebali’nin Osmangazi’ye verdiği güven, hani o Alparslan’ın Malazgirt Ovasında askerine verdiği cesaret?..

Oy dünya oyyy!.. Oy Turan Ağabey oyyy!..

Fahrettin Güran da Turan ağabeyinin şehadet haberini aldığında yüreğinin en derininden öyle bir höykürdü ki:

- "Oy Turan Ağabey oyyy!..”

Sonra kötürüm bacaklarına kaydı gözleri; Bornova’da pusuya düşürülmüştü. Bir zalim kurşun göğsünden girip omurgasını parçalamıştı. Hastanede gözlerini açtığında Turan Ağabeyinin nurani yüzüyle ısınmıştı içi. Turan Ağabeyi elini öyle bir sevgiyle tutmuştu ki, bütün acıları, sızıları, sancıları uçup gitmişti. Zihninden geçen bu sahnelerden sonra kötürüm bacaklarına bir daha baktı Fahrettin:

- "Oy felek oy !.." dedi bu defa. "Oy talih oy!.." dedi ve siğim siğim ağlamaya başladı. İzmir, İzmir olalı böyle bir kahır görmedi. Peki önce Fahrettin vurulmasaydı, Fahrettinin bacakları gövdesini taşırken Turan Ağabeyi şehit olsaydı ya?.. İşte o zaman Bornova yanardı, Buca yanardı, Konak yanardı, tekmil İzmir, bulvar bulvar, sokak sokak yanardı bre!..

-"Oy talih oy!.. Keşke altı ay sonra vurulsaydım, keşke, keşke, keşke!..” Velhasılı ülkücünün ülkücüye özden bağlandığı yıllardı o yıllar...Sevgiler riyasızdı, fedakarlıklar karşılıksızdı, ülküdaşlıklar hatasızdı... İzmire gelen Fahrettin binlerce öz gardaşının varlığını bilerek gelirdi, Ankara’ya gidenler binlerce can yoldaşının varlığını daha otobüs koltuklarında sımsıcak duygularla hissederlerdi. Site Yurdunda gönüldaşlık mücerret duygular yumağı değildi;
komşu bahçesinden dışarı sarkan al kirazlar gibiydi, dokunurlardı adeta, koklarlardı...

Rahmetli şehidimiz Savaşkan Arsal Amasya Kız oğretmen Lisesine göreve başladığı ilk gün Öğretmenler Odasında “Oy dere Kızıldere” parçasını çalan teybi Töb-Der Başkanının kafasına geçirip oteline geldiğinde ülküdaşlarının akınına uğramaştı. Halbuki Amasya geleli daha yarım gün bile olmamıştı; otele yerleştiğini kimse bilmiyordu. O’nu nasıl buldu ülküdaşları?.. Bunları bu günün şartlarında anlatmak çok zordur, çok zor...

Ülkücülük bir bedendi, ama tek bir beden, tek bir yumruk. Kalpten kalbe giden kılcal yollarımız vardı. Sokakta yürürken daha önce hiç karşılaşmadığımız ülküdaşımızı tanırdık... Adımlarından mı, bakışlarından mı, yoksa adını koyamadığımız bir koku mu alırdik? Onu bilemeyiz, biliriz ama anlatamayız... Ülküdaşlık o yıllarda güzel şeydi bre!.

***

Ve gün döndü devran değişti. Yıllar tespih taneleri gibi ardı ardına dizildi. Fahrettin ihtilal sonrasında yargılandı, işkence sandalyeleri, karanlık dehlizler, sorgu odaları, mahkemeler, cezaevleri, revirler, hastaneler... Ve yeniden Ankara yılları.

Rüzgarlı sokakta minnacık bir büfe, hani iki kişi bile bağdaş kuramaz içinde... Çakmaklara gaz doldurdu önce, sonra tamiratı öğrendi. Yarım bedenle çalıştı çabaladı ailesini muhannete muhtaç eylemedi. Bir gün o minnacık büfesini belediye elinden alıverdi. Bir vinç gelip o küçük büfeyi kancasına takıp havaya kaldırdı. Havada salanan minik büfe değil Fahrettin’in bedeni idi sanki. O gün tipide kalmış bir serçe gibi büzüldü, ellerini koynuna bağlayıp düşünmeye başladı. Ankara kalesinin hemen yanıbaşında Aslanhane Camii ile bitişik viranesi çarşının içi sayılırdı adeta. Karşı kasetçiden bazan duygularına tercüman olan nidalar yükselirdi:

- "Yiğit muhtaç olmuş acı soğana

Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?"
Söylemeye karar verdi Fahrettin. Söylenecek yer de belli idi. Soluğu MHP Genel Markezinde aldı. Genel Başkan Yardımcısı Yahnici ile görüştü. Hal ü pür melalini yutkuna yutkuna tasvir eyledi. Fahrettin halini anlatırken Yahnici göbeğini kaşıyordu, arada bir de masasının üzerindeki Afyon lokumu, Malatya Kaysısı, Çorum leblebisi, İzmit pişmaniyesi Türkiyenin dörtbir yanından gelmiş parti nevalelerini atıştırıyordu. Adana şalgamından bir yudum çekti, Ordu fındığından üç dört tane havaya attı, sonra ağzını bir mağara gibi açarak fındıkları çukura düşürdü ve neden sonra Fahrettin’e döndü:

- "Tamam anladım ya” dedi, “bütün bunları uzun uzun bana niye anlatıyorsun, benimle ne ilgisi var bunların? Yani şimdi bunları dinlemek için mi aldım seni içeri?” Fahrettin koltuk değneklerini aldı ve:
-"Affedersiniz efendim!" dedi, "ben sizi ülkücü zannetmiştim de...” Yutkundu Fahrettin, göğsü daraldı, nefesi sıkıştı ve sesle nefes arası bir yükseklikte:
-"Özür dilerim efendim!" dedi, "rahatsız ettim sizi, merak etmeyin bir daha da etmem.”

Ve Fahrettin bir hüzün yumağı olarak çıktı o görkemli mobilyaların bulunduğu odadan, bir hüzün yumağı olarak geldi gecekondusuna ve arkası parçalanmış yaralı bir kurtun acısıyla kendisini yer minderine attı. Fahrettin o gün kala kaldı öylecene, soyunmadı, uyumadı, eli şakağında ve kanlı gözyaşlarını içine akıttı.

***

Ankara Kale esnafının kasetçi dükkannından yine o yürek paralayıcı ezgiler yükseliyordu inadına:
- "Yiğit muhtaç olmuş acı soğana,
Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?"

Yine cesaretini toplayıp söylemeye karar verdi, yine Karanfil sokakta aldı soluğu. Bu defa “Devlet Ağabey”inin özel kaleminde sıra tuttu. Ağabeylik yüce bir duygu idi, “Turan Ağabey”inden öyle görmüştü çünkü. Hiçbir genel başkanlık, hiçbir makam “Ağabey” sıcaklığının, özdenliğinin yerini tutamazdı; onun için “Devlet Ağabey” hitabı geçiyordu içinden “Turan Ağabey”ini de böylece yadettiğini sanıyordu. “Turan Ağabey”i onun küçük dünyasını ısıtan bir güneşti. Gün geçmiş, devran değişmiş ama Fahrettin hala orada takılı kalmıştı... Akan suya, akan zamana inat...

Oğlu Ercanla beraber girdiler Genel Başkanlık makamına. “Devlet Ağabey”lerinin elini hürmetle öptüler ve hal hatır faslından sonra anlatmaya başladı Fahrettin.

- "Bakın Sayın Genel Başkanım!.. Beni kötürüm eden kurşun işte buramdan girdi.” Fahrettin yıllardan beri lime lime olmuş kazağını kaldırdı, sonra koltuk altı yırtılmış atletini sıyırdı, sağ göğsünün altındaki küçük bir krater başı gibi duran oyuğu gösterdi. Devlet Ağabeyinin alnında halka halka kırışıklar oluştu, yüzü nar ekşisi içmiş Adanalı gibi buruştu. Sonra sol paçasını sıvazladı Fahrettin. Orada diz kapağından aşağısı kesilmiş çürük bir et külçesi göründü. Devlet Ağabeyinin alnındaki kırışıklıklar seğrimeye, yüzündeki buruşukluklar
fokur fokur kaynamaya başladı.

- "Efendim!" dedi Fahrettin, "bu bacağımı çürümeden dolayı kestiler. Çürüdüğü için tabii koku da yapıyor.” Devlet Ağabeyinin alnındaki kırışıklıklar, yüzündeki gerilmeler boynundan aşağıya inmeye başladı. Hele ki “koku da yapıyor” sözlerinden sonra boyun kasları öyle bir gerildi ki damarları domur domur ortaya çıktı. “Devlet Ağabey”i bu gibi sahnelere alışkın değildi. Fahrettin de yangına benzin dökercesine:

- "Çürüme şimdi öteki bacakta da başladı” diye devam ediyordu. “Eğer bunu durdurumazsak doktorlar onu da kesecekler sanırım.” Devlet Ağabeyi bütün sabrını ve gücünü toplasa da boyun kaslarındaki gerilmenin bütün vücuduna yayılmasına engel olamadı. Bakışları Fahrettinin bacaklarındaki yaralara odaklandı. Şimdi o yaralarda milyonlarca virüs kaynadığını düşündükçe aklı başından gidiyordu.... Virüsler Fahrettinin bütün vücudunu sarmış olmalıydı... Şimdi kaşıdığına göre başka zamanlarda da Fahrettin bu yaraları elleriyle kaşıyor olmalıydı... Ve mutlaka da kaşırdı, mutlaka... Devlet Ağabeyinin beyninde önce bir gök gürlemesi ve ardından şimşekler parıldadı: “Fahrettin’in bacakları yara içinde, yaralar virüs kaynıyor... Fahrettin yaralarını kaşıyor... Fahrettin’in elleri de virüs kaynıyor o zaman... Ve o virüslü el ile tokalaştım ben de... Öyleyse?.. Öyleyse virüsler benim elime de bulaştı...”

Devlet Ağabeyini birden hafakanlar bastı, bütün vücudu gerildi, elleri titremeye, gözleri seğrimeye başladı. Hemen hızla çekmecesini açıp kolanyalı mendilini çıkardı, önce ellerini, sonra bileklerini kolonyalı mendille ovmaya başladı. Devlet Ağabeyi ülkücülerle tokalaştıktan sonra ellerini kolonyalı mendille mutlaka silerdi ama bu defa tam bir felaketti başına gelen; Fahrettinin yaralarındaki milyonlarca virüsün birkaç yüzbininin kendi ellerinde minik karıncalar misali gezindiğini düşündükçe tekmil vücudu geriliyor, yutkunuyor, titriyordu...

Kontrolünü kaybetmiş bir halde:
-"Tamam, tamam, tamam!.." dedi. "Kapat artık bacaklarını, elini de çek oradan!..” Fahrettin kesik bacağını kapattı.
-"Hah!" dedi, "şimdi söyle bakalım, senin evinin aylık gideri kaç paradır?” Fahrettin birden irkildi, ülkücü hareketin kendine kazandırdığı o mertlik ve yiğitlik damarı kabardı ve o da kontrolünü kaybetmiş bir halde ilk defa olarak sesini yükseltti:
-"Ben sizden para dilenmeye gelmedim Sayın Genel Başkanım!.. Vücudumun üst tarafı sağlam; ben sizden iş istiyorum. Mesela Etimesgut Belediyesi bizden, kendisine bir telefon edin, ilçenin en kenarından bana bir büfe versin. Ben o büfeyi çalıştırır kimseye muhtaç olmadan ailemi geçindiririm hatta başka ülküdaşlarıma bile yardım edebilirim.”

Bu sözler "Devlet Ağabey”inin kulakları dışında gazel hışırtıları gibi gezindi. Çünkü kolonyalı mendille ha bire ellerini oğmaya devam ediyordu. Ellerinde gezindiğini sandığı yüzbinlerce virüsü tez elden yok etmeliydi, yoksa durum son derece vahim idi!.. Hayatının hiçbir döneminde başına böyle bir felaket geldiğini hatırlamıyordu.

- "Tamam, tamam" dedi, "merak etme, sana iş konusunda mutlaka yardımcı olacağım” Günler haftaya, haftalar aya döndü, aylar yıla yaklaşıyordu neredeyse...”Mutlaka yardımcı olacağım” sözünü bir umut ışığı olarak gören Fahrettin durdu, bekledi, gözledi ve Karanfil Sokaktan ses seda gelmeyince bir daha geldi aynı kapıya. İkinci gelişinde “Devlet Ağabey”i çok temkinli ve tedbirli davrandı. Kolonyalı mendil operasyonlarını gerektirecek yaklaşımlardan uzak durdu. Fahrettin de boynunu büküp:

-"Efendim!"dedi, "yoğun işleriniz arasında belki unuttunuz sandım, hani hatırlatma kabilinden geldim buraya... Herhangi bir yere telefon ettiniz mi?”
-"Takip ediyorum merak etme Fahrettin!" dedi."Sonuç aldığımda mutlaka seni arayacağım”
Aylar yıl oldu ama ne arayan vardı ne soran... Bu arada konu gazete sayfalarına yansıdı. Bazı yazarlar “enayiliğine doyma emi Fahrettin!.. Neyine gerekti senin ülkücü olmak?” diyerek alaycı yazılar koydular köşelerine. Bütün Türkiye Fahrettin Güran olayını konuşmaya başladı... Taşta ses var bizim piramitin başında ses yoktu... Tümden “ses yoktu” demek yanlış olur. Sayın Genel Başkan Fahrettin Güran’ın oğluna üç ay süreyle burs verdi. Aylık sadece yüz milyon lira. Fahrettinin “Balık istemiyorum olta istiyorum, para istemiyorum iş istiyorum” dileklerini yerine getirmek çok ama çok zor olmalıydı ki, bu zorluklar bir türlü aşılamadı.
Fahrettin Güran üçüncü defa gitti Genel Merkeze, hem de sabah dokuzda gitti... Gün öğleye, öğle ikindiye döndü ama özel kalem duvarları Estergon burçlarından daha muhkem olmalı ki aşılamadı bir türlü. Urfa kebapçısından tepsi tepsi kebaplar gelmeye başladı içeriye. Kebapların üstünde sıcak dumanlar tütüyordu. Ne de güzel kokuyordu kebaplar!.. Fahrettin kebap dumanlarının bu kadar güzel koktuğunu bilmiyordu. O gün öğrendi bu dumanların güzelliğini; karnı o kadar çok acıkmıştı ki ... Çünkü altı saattir özel kalemde bekletiliyordu. Bu arada kasığı da fena halde sıkışmıştı. Oğlu Ercana göz etti... Ercan gazi babasını koltuk altlarından tutarak tuvalete taşıdı. Özel kalem müdürünün o umursamaz yüzüne “belki umursar” diyerek zayıf bir ümit ışığıyla bakıyordu Fahrettin. Koruma polislerinden bir insan evladı durumu farketmiş olmalı ki elinde bir döner paketi ile bekleme salonuna girdi:
-"Buyur gardaşım!” dedi, “acikmiş olmalısın mutlaka” Parti yetkilisi olmayan bu koruma polisinin bu “Gardaşım!” hitabı içini ısıttı Fahrettin’in. Birden şehit ağabeyi Turan İbrim geldi aklına. Eczanenin arka bölümünde koca bir tencereyle yemek pişerdi. Turan İbrim ağabeyi yakın çevredeki bütün ülkücüleri sofra başına davet ederdi. Sırtlarını sıvazlardı onların:

-"Yiğitlerim!” derdi, “yiyin aslanlarım! Sizler benim ülkü fidanlarımsınız, ülkücü hareketin geleceğisiniz, Türk milletinin umudusunuz!”
Bornova’nın ülkücü gençleri Turan İbrim ağabeylerinin sofrasında öyle bir iştahla kaşık sallarlardı ki... “Turan Ağabey, vallahi evde bu kadar haz alamıyoruz yemeklerden, seninkiler bir başka” derlerdi. Fahrettin’in gözlerinde Turan İbrimin eczanesindeki o yemek sahneleri buram buram tüterken tepsi tepsi kebaplar etkili ve de yetkili MHP’lilerin odalarına üstü buram buram tüten tepsilerle taşınmaya devam ediyordu. Tabii paketler açılmadan önce de kapıların kapatılması ihmal edilmiyor, içeriye girişler yasaklanıyordu.
Sabah öğleye, öğle ikindine, ikindi akşama, akşam yatsıya dönmüştü... Donuk suratlı özel kalem müdüründen Fahrettinle ilgili bir işaret, bir ses gelmemişti. Gecenin dokuzuna doğru özel kalem birden hareketlendi, içeriye korumalar doluştu, telsizler çalışmaya başladı, Genel Başkanın kapısı açıldı ve Fahrettinle Genel Başkan üçüncü defa göz göze geldiler ister istemez. Genel Başkan yine tedbirli ve temkinli idi; Fahrettinle el sıkışma gibi yakın
plan temasa geçmedi ve sadece:

-"Yine sen misin Fahrettin!" dedi.
-"Evet, benim efendim!"
Genel Başkan Özel kalem müdürünün kulağına eğildi, bir şeyler söyledi, hepsini duyamadı Fahrettin ama “Yüz milyon verin, gitsin” sözlerini çok ama çok net bir şekilde duydu. Fahrettin’in bedeninin üst tarafı da kötürüm oldu adeta, gözleri karardi, şakakları zonkladı beyni gerilmiş bir davul derisi oldu ve “Yüz milyon verin, gitsin” sözleri güm güm, bir tokmak gibi beynine defalarca inmeye başladı...

Sonra karanlığın içinden Turan İbrim ağabeyi ve Bornova Ülkü Ocağı başkanı Suat Kürşat belirdi... Turan İbrim ağabeyi alıp göğsüne yasladı Fahrettin’i, Suat Kürşat bir bardak su verdi “İç de kendine gel, gardaşım!” dedi. Suat şehidin Fahrettine sunduğu su gibi bir şeydi ama su değildi, sanki başka bir şeydi...Fahrettin öylesine ferahladı, öylesine rahatladı ki... Turan İbrim Ağabeyi yine sırtını sıvazladı eskisi gibi. Kayalardan kayalara yankı veren o ulvi ses tonuyla şunları söyledi:
-"Dayan Fahrettin’im!.. Senin kahrolman ne ki bizim çektiklerimizin yanında?.. Bizlerin yarası her gün kanıyor, ama her gün...Uyum ve uzlaşma kültürü makyajı, “merkez” pudrası ile çehresini değiştiren bu harekete şimdi de mazisinden utanma hastalığı yayılıyor. Bu hastalığın virüslerini kolonyalı mendiller temizlemez yiğidim!..”
Fahrettin Güran, Turan ağabeyinin sözlerine kulak kesilmişken gömlek cebine sokuşturulan yüz milyon liranın farkında bile değildi ta ki dışarı çikana kadar.
-"Turan ağabey, Suat Başkanım!” dedi “kusura bakmayın farkedemedim. İnanın ki sizlerle haldaş olmaktan farkedemedim, inanın ki...” Fahrettin gömlek cebindeki kağıt paraları çıkardı, avucunun içinde hiddetle buruşturdu ve bindiği taksinin camından dışarı fırlattı.
-"Yüz milyon verin, gitsin!" ha?..

***

Genel Başkan yirmi dört trilyona malolan dünyanın en büyük parti plazasının açılışı için konuşma yapacaktı. Kürsüye geldi, mikrofonu düzeltti, plazanın üstündeki helikopter pistine bir daha baktı, durdu bir daha baktı ve şöyle geçti içinden: “Ülkücülerin devşirme dediği parti arkadaşlarımı helikoptere bindirip ülkücü kitle ile temas ettirmeden, onlara hırpalatmadan bu pistten Genel Merkeze indiririm. Bu pist çok işime yarayacak!” Flaşlar patlamaya, kameralar çalışmaya başladı ve mikrofonu kendine yaklaştırıp şöyle başladı konuşmasına:

-"Milliyetçi Hareket Partisi olarak tam yirmidört trilyona molan Genel Merkez binamızın açılışını yapacağız. Bu bina tamamen parti bütçesi ile finanse edilmiştir... Hiç kimseden maddi yardım alınmamıştır. “Bu binanın duvarında bizim de tuğlamız, temelinde bizim de harcımız var” diyenler varsa söylesinler ve gelsinler herkesin parasını kuruşuna kadar iade edeceğiz.”

Öyle miii?.. Turan İbrimlerin, Suat Kürşatların, Yusuf İmamoğullarının, Özmenlerin, Sazakların, Haşatlıların... kan bedelini de iade edin o zaman!.. O binanın açılışını yapan Muharrem Şemsek’in, bu sözleri ağlamaklı yüz ifadeleri ile televizyonlardan duyan Fahrettin Güranların, Ahmet Kaleli’lerin, Bünyamin Çiftçilerin organ bedellerini de iade edin!..

***

Ankara Kale esnafının kasetçi dükkanından bu defa yanık bir ezgi tütsülendi Fahrettin Güran’ın penceresine doğru:
-"Neyleyim sarayı neyleyim köşkü
İçinde salınan yar olmayınca”
Ülkü adlı nazlı yar Karanfil Sokakta yaka paça dışarı atılmıştı ve tabii ki Beyaz Plaza’ya da bir daha uğramadı.

Alper AKSOY / www.yusufiye.net

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,74 M - Bugn : 15931

ulkucudunya@ulkucudunya.com