« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

23 Eki

2011

MHP NE YAPMALI? (10)

23 Ekim 2011

Biz tutuklu ve hükümlü ülkücüler, bir taraftan çektiğimiz işkencelerden dolayı inim inim inlerken, öbür taraftan siyasal İslâmcılar ile Hizbu-t Tahrircilerin aramıza attıkları fitne tohumlarından ötürü; ‘Türk müyüz Müslüman mıyız?’, ‘Türkiye, Darül Harp mı Darül İslâm mı?”, ‘İslâmiyet ideoloji mi değil mi?’, ‘Milliyetçi miyiz Müslüman mıyız?’, ‘İslâmiyet’te milliyetçiliğe müsaade var mı yok mu?’, Milliyetçilik, İslâmiyet’e aykırı mı değil mi?’, ‘İslâmiyet, milliyetçiliğe karşı mı değil mi?’‘Milliyetçiliğe ideoloji olarak inanan kişi, küfre düşer mi düşmez mi?’, ‘Milliyetçiler kâfir midir Müslüman mıdır?’, ‘İslâmiyet varken doktrine ihtiyaç var mı yok mu?’ gibi meseleleri günler ve geceler boyu tartışırken… Hasbelkader tutuklanmamış olan ülkücüler de dışarıda ‘Partileşmenin zamanı mıydı değil miydi?’, ‘Ülkücüler parti mi kurmalıydı, diğer partilerde mi yer almalıydı?’, ‘MP kurulmalı mıydı kurulmamalı mıydı?’, ‘MP’yi desteklemek mi MP’ye karşı çıkmak mı lâzım?’, ‘Muharrem Şemsek ve arkadaşları mı Devlet Bahçeli ve arkadaşları mı haklı?’ gibi meseleleri tartışıyorlardı… Yani ülkücü camia tam bir keşmekeş ve kaos içine düşmüştü! Ve aslında bâtınî olarak bölünmüş olsa da zahırî olarak da bölünüp parçalanmak için müsait hale gelmişti… Tartıştışılan bu meseleler bataklık gibi her bir ülkücüyü içine âdeta daha çok çekiyor, tartıştıkça meseleler çözüleceği yerde, bataklığa düşenin debelendikçe daha çok batması gibi meseleler daha da çözümsüz bir hâl alıyordu!
Biz ülkücüler; içeridekiler ve dışarıdakiler, iç bünyemizde böyle bir bunalım ve kriz yaşarken, Askerî Cunta da boş durmuyor, melânetine devam ediyordu: Cicibabası ABD, CİA uzmanlarına hazırlattığı bir anketi Ankara’ya göndermiş ve bunun cezaevlerinde bulunan siyasî tutuklu ve hükümlülere uygulanmasını emretmişti… Anket, yüz altmış (160) sualden müteşekkildi… Ankette kişinin mensubu olduğu teşkilâtla/örgütle, bunun dünya görüşü/ideolojisi/doktrini ve metodu/yöntemiyle ilgili detay sayılabilecek birçok şey sorulduğu gibi… Kişinin mensubu olduğu teşkilâta/örgüte neden, niçin ve nasıl katıldığına dair birçok şeylerle, kişinin mensubu olduğu teşkilâtın/örgütün dünya görüşüne/ideolojisine/doktrinine neden, niçin ve nasıl inandığı konusundaki sualleri de ihtiva ediyordu.
Sualler, elbette bunlardan ibaret değildi... Kişinin annesi ve babasıyla, kardeşleriyle, ailesiyle, akrabalarıyla, arkadaşlarıyla, çevresiyle, dinî, millî ve insanî inançlarıyla, eğitimiyle, öğretmenleriyle, sağlığıyla hatta cinsel hayatıyla ilgili de bir dolu sual vardı… O kadar ki kişiyle ilgili her şey, meselâ kaç yaşında büluğa erdiği, ilk defa kaç yaşında ihtilam olduğu, ilk cinsî tecrübeyi kaç yaşında, kiminle ve nerede yaşadığı gibi en mahrem şeyler bile soruluyordu… Anket, düzensiz aralıklarla üç (3) kez uygulandı. Ancak her defasında on, on beş (10-15) sual çıkarılmış ve yerine yeni on, on beş (10-15) sual konulmuş olarak... Ve bu suretle hangi dünya görüşüne, hangi ideolojiye, hangi doktrine mensup olurlarsa olsunlar cezaevlerinde bulunan bütün siyasî tutuklu ve hükümlülerin bir bir profilleri çıkarıldı! Lâzım olduğunda kullanılmak üzere muhafaza altına alındı.
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için burada bir açıklama yapmak mecburiyetindeyim: Tutuklu veya hükümlü olarak cezaevlerinde yatmış ve benim tanıdığım birçok ülküdaşlarımız böyle bir anketin yapıldığını, -nedense- inkâr etmektedirler! Bunun, bana kalırsa iki sebebi olabilir. Bir, anket herkese ve dolayısiyle kendilerine uygulanmamıştır. O sebeple anketin yapıldığından haberdar değildirler… İki, anket suallerini cevaplandırmış olmayı hem kendileri hem teşkilâtları hem de dâvaları için zararlı bir şey sanmaktadırlar. Bu yüzden de bir nevi savunma psikolojisi içine girerek sözkonusu anketi inkâr etmek yoluna gitmektedirler... Ancak kim ne derse desin, bu anketi ve yapıldığını inkâr etmek mümkün değildir. Sözkonusu anket vardır/yapılmıştır, cezaevlerindeki –enazından bir kısım- siyasî hükümlü veya tutuklulara uygulanmıştır!
Anketi inkâra yeltenen kişilere, cevapları, konunun açıklığa kavuşmasını sağlayacak olan bir-iki sual sormak isterim: Özel Tip Cezaevlerine bırakın İç Hastalıkları Uzmanı’nı bir Pratisyen Hekim dahi tayin etmeyenlerin, aynı cezaevlerine bir Sosyal Hizmetler Uzmanı ve bir Psikolog göndermeleri size göre de manidar değil midir? Tutuklu veya hükümlülerin Sosyal Hizmetler Uzmanı ile Psikologa mı yoksa İç Hastalıkları Uzmanına mı daha çok ihtiyaçları vardır? Bu suale, ‘elbette ki İç Hastalıkları Uzmanına’ diye cevap verenlerin, cevaplandırmaları gereken bir sual daha vardır; Allah aşkınıza, Sosyal Hizmetler Uzmanı ile Psikolog ceza ve tutukevlerinde hangi fonksiyonu ifa etmek için istihdam edilmişlerdi? Bunlar, ceza ve tutukevlerinde ne iş yaparlardı?
Evet, bahsettiğim bu anket yapılmıştır… Hatta bu anket ve anketin sonuçlarının özeti, 1984 yılında -sanki kendileri tarafından yapılmış gibi- YANKI Haber Dergisi’nin 686, 687 ve 688. sayılarında yayınlanmıştır. İsteyen, bu dergilere bakabilir! Dergi’yi bulamayan ve fakat illaki görmek isteyenlere ben, 687. sayının fotokopisini gönderebilirim… Dergi’nin anketi kendisi yapmış/yaptırmış gibi takdim etmesine dayanarak, yazdıklarıma itiraz edecek olanlara ise gene bir sual sorarak, cevap vermek isterim: Allah aşkınıza, bana söyleyin, 12 Eylül döneminde bir Dergi’nin özel tip ya da askerî cezaevlerine girerek, böyle bir anket yapması/yaptırması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir! O halde Dergi hangi anketin sonuçlarını yayınlamıştır! (Bu suale verilecek bir cevabı olan buyursun, itirazını gerekçesiyle birlikte iletsin! Ben de anketin yapıldığını ispat için Yankı Dergisi’nin bahsettiğim sayısının fotokopisini köşemde yayınlayayım!) Ne ise…
Bu anketin, Cunta ve MİT (ve dahi CİA) tarafından bir yerde ve bir şey için kullanılacağı muhakkaktı, biz ülkücüler bunu tahmin edebiliyorduk, ancak –doğrusu- bunu nerede, ne zaman ve nasıl kullanacakları konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Olamazdı da… Çünkü biz ülkücüler Askerî Cunta’nın (ve doğal olarak ABD’nin), Alparslan Türkeş’e, Ülkücü Hareket’e ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne bu derecede düşman olabileceğini tahmin dahi edemiyorduk… Meğer bunlar, 12 Eylül Askerî Darbesi’ni Alparslan Türkeş’i, Ülkücü Hareket’i ve Ülkücü Dünya Görüşü’nü yok etmek maksadıyla gerçekleştirmişler! Bunu, nereden bilebilirdik ki?
Bu yazıyı okuyan bazı kimseler hatta bazı ülküdaşlarımız; ‘Amma abarttın ha, M. Metin Kaplan. 12 Eylül’ün Ülkücü Hareket’e karşı yapıldığını da nereden çıkardın? Biz niye bilmiyoruz, bunu?’ diyeceklerdir... Hemen cevap vereyim, yalnızca ben söylemiyorum ki bunu, asıl ABD’nin 12 Eylül 1980 tarihindeki Ankara Büyükelçisi James Spain söylüyor. Şöyle diyor, verdiği röportajda Ufuk Güldemir’e: “Her on yılda bir askerî müdahaleye yol açtınız, ama memleketi de Alparslan Türkeş’in eline teslim etmediniz.” (İnanmayanlar, Cumhuriyet Gazetesi’nde 30 Aralık 1984 ila 3 Ocak 1985 tarihleri arasında yayınlanan mülakata bakabilirler). 12 Eylül Askerî Darbesi’ni yaptıran ABD’nin Ankara Büyükelçisi, herhalde Darbe’nin kime karşı ve hangi maksatla yapıldığını en iyi bilen kişilerden biridir, değil mi? (Öyle ise biz ülkücüler, Askerî Darbe’nin mağdurları değil, muhataplarıyız! Mağduriyet edebiyatı yapan bazı ülkücülere ilânen duyurulur.) Ne ise…
Lâkin bu anketin sonuçlarının “düzen/sistem/statüko” tarafından ne zaman, nerede ve nasıl kullanılacağına dair merakımız çok geçmeden ve kendiliğinden giderildi. ABD, Askerî Cunta’ya “Alparslan Türkeş’i, Ülkücü Hareket’i ve Ülkücü Dünya Görüşü’nü yok et!” emrini bir kere daha verdi! Cunta, MİT’i ve Askerî Mahkemeleri, ABD’den aldığı talimatın gereğini yerine getirmekle görevlendirdi:
MİT, 12 Eylül Cuntası’ndan talimat alır almaz yapılan anket vasıtasıyla elde edilen ülkücü profillerden faydalanarak, harekete geçti. Biz ülkücüler üzerinde ince ince ve sessiz sessiz çalışmaya başladı. Ajanları ya da elemanları vasıtasıyla bazı ülkücüleri bürokrasiye, bazı ülkücüleri tarikatlara, bazı ülkücüleri siyasal İslâm’a, bazı ülkücüleri de mafyaya yönlendirdi! Ve böylece bazı ülkücüler düzene/sisteme/statükoya bürokrat, bazı ülkücüler tarikatlara mürid, bazı ülkücüler siyasal İslâm’a militan, bazı ülkücüler ise mafyaya tetikçi oldular! (Bunun istisnaları yok muydu? Elbette vardı! Ve çoğunluktaydılar, ama bunlar diğerleri gibi şirret, arsız ve edepsiz olmadıkları için varlıkları duyulmuyor yahut bilinmiyordu). Yaptığı bu melânet yetmezmiş gibi MİT bu durumu, medyadaki ajanlarına servis edip yayınlamasını temin ederek, ülkücülüğün insanların zihinlerinde bürokratlıkla, tarikatçılıkla, siyasal İslâmcılıkla ve mafyacılıkla özdeş hale gelmesini sağladı!
Bu, elbette bir anda olmadı, bir süreç/vetire/proses şeklinde, adım adım ve yavaş yavaş gelişti:
-6 Kasım 1983 tarihinde yapılan Genel Seçimler’de Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) % 45,1 oy oranı ve kazandığı 212 milletvekilliğiyle hükümeti kurdu, iktidar oldu... Turgut Özal dört eğilimi (AP, CHP, MSP ve MHP) birleştirmek iddiasıyla yola çıkmış ve gerçekten de Partisi’ni bu dört partiden devşirdiği insanlarla kurmuştu. (Nitekim Turgut Özal, ANAP’a kurucu yapılmak üzere aracılar vasıtasıyla Başbuğ Alparslan Türkeş’ten de on (10) isim verilmesini talep etmiş ve fakat isteği reddedilmişti!). İşte MİT (ve CİA), bazı ülkücüleri bürokrasiye yönlendirme işini ANAP’ta siyaset yapan eskiden ülkücü olan bu insanları kullanmak suretiyle gerçekleştirdi. (İnsan, cehenneme giderken dahi yanında yoldaş ister!) Cezaevine girmemiş, yüksek tahsilli bazı ülkücüler, bu yolla düzene/sisteme/statükoya bürokrat yapıldılar… Bu suretle bir bahane bulamadıkları için tutuklayamadıkları binlerce ülkücünün hem düzene/sisteme/statükoya başkaldırmaları engellenmiş hem de bunların düzene/sisteme/statükoya entegre edilmeleri sağlanmış. Vatansever ve milliyetçi, imanlı ve ahlâklı, üstelik iyi yetişmiş, uzmanlaşmış ve çalışkan bir kadro düzene/sisteme/statükoya hizmet eder hale getirilmiş oldu… Ve bunlar zaman içinde makama, paraya, kadına, adam kayırmaya, ihtikâra, haksız kazanca ve rüşvete alıştırılarak Ülkücülükten (Ülkücü Dünya Görüşü’nden) koparıldılar!
-12 Eylül 1980 tarihinde Askerî Darbe yapılıp da en başta Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri Alparslan Türkeş ve hemen bütün kadro elemanları tutuklanıp cezaevlerine alınınca, başta MHP ve Ülkü Ocakları olmak üzere bütün ülkücü teşkilâtlar kapatılınca, sayıları milyonlarla ifade edilen tutuklanmamış ülkücüler bir boşluğa düşmüş gibi oldular. Lidersiz ve teşkilâtsız olarak ortada öylece kala kalmışlardı. Çünkü merkezî kontrole alışmış ve aksiyon halindeki ‘hareket’in, emir komuta zinciri darmadağın olmuş ve aniden statik bir hale dönüşmüştü! (Bu duygunun benim tarafımdan anlatılması mümkün değildir. Benim kalemim bunu, ifade etmekte kifayetsiz kalır… Bu, zaten anlatılamaz... Bunu, ancak yaşayanlar bilirler…) Böyle bir çaresizlik halinde inanan insanlar Allah’a ve dine sarılırlar! Nitekim bu ülkücüler de böyle yaptılar. İşte tam bu sırada bir fırsat çıkmasını bekleyen MİT (ve CİA) ajan ve elemanları devreye girdiler. Bu ülkücülerin müsait olanlarını tarikatlara yönlendirdiler… Yaşı müsait olan kimseler, otobüslere doluşarak, konvoylar halinde o zamanların meşhur merkezi “Menzil”e giden ülkücüleri hatırlayacaklardır… Cezaevine girmemiş, dinî inançları kavi bazı ülkücüler, işte bu şekilde müridleştirildi… Ancak Şeyhi, 12 Eylül’den 1986 yılına kadar Gökçeada ve Ankara’da sürgünde yaşamak zorunda kalan Nakşibendî-Hâlidî tarikat, ya Cunta tarafından devşirilmiş ya da –en azından- ehliyetsiz kişilerin elinde kalmıştı… Tarikata yönlendirilen ülkücülerin ise dinî bilgi seviyeleri tasavvuf için yeterli değildi… Bu iki eksik/nakisa bir araya gelince, tarikata mürid olan bu ülkücüler zaman içinde Ülkücülükten (Ülkücü Dünya Görüşü’nden) koptular/koparıldılar! İki yanlış bir doğru etmez!
-Tutuklanıp(!) Mamak Cezaevi’nde biz ülkücülerin bulunduğu koğuşlara verilen Hizbu-t Tahrircilerin 1981 yılından ve siyasal İslâmcıların on yıllardan beri Ülkücü Hareket içine ektikleri fitne tohumları, MİT ajan ve elemanlarının son zamanlardaki faaliyetleri ile birleşince maalesef çok kötü bir sonuç verdi… 1984 yılında Mamak Askerî Cezaevi’nde bir grup eskiden ülkücü bütün beşerî ideolojilerden ve milliyetçilik fikrinden teberri ettiklerini, kimlik olarak Müslümanlığı benimsediklerini kamuoyuna ilân ettiler… Daha doğrusu biz ülkücüleri; Ülkücü Hareket’i ve Ülkücü Dünya Görüşü’nü müşrik ya da kâfir ilân ederek, Ülkücü Dünya Görüşü’nden koptular… Bu kişilerden ismi gerekmez biri, daha sonra yazıp adına “Müslüman mıyız, Milliyetçi miyiz?” ismini verdiği kitabında(!) şöyle diyordu:
“Türk Milliyetçiliği ideolojisi de diğer ideolojiler gibi vahy’i değil, bir tezi, kabulü (milletler mücadelesinin ve millî menfaatlerin üstünlüğünün esas alınması) ve bu tezin tabii sonuçları olan hükümleri esas aldığından, vahy’i doğruları hükümlerin kaynağı olarak benimsememektedir. Nasıl ki, bir müslümanın dinim İslâm, ideolojim sosyalizm veya kapitalizm demesi mümkün değilse, sosyalizmi veya kapitalizmi doğrulayan bir kimse İslâm’ı yalanlamış oluyorsa, beşerî ideolojilerden bir ideoloji olan, Türk Milliyetçiliği ideolojisini de doğrulayan bir kimse, İslâm’ı -kısmen de olsa- yalanlamış olacağından mü’minlik vasfını kaybeder.”
Bu hareket, daha sonra başka cezaevlerine de sıçradı... 1987 yılı başlarında Malatya E Tipi Cezaevi’nde "Müslümanlar" imzasını kullanan on bir (11) eskiden ülkücü olan kişi, ilk kez ayrı koğuş talebini ortaya attılar. Malatya'yı Gaziantep, Çanakkale, Bursa ve Bartın Cezaevleri’ndeki kopuşlar izledi… Ülkücü Hareket’ten ayrılan/kopan bu kimseler Yazı Dergisi, Girişim Dergisi ve Yeryüzü Dergisi gibi dergilerin etrafında toplandılar… Hatta bazıları da Hizbullah içinde yeraldılar.
-1980 yılında Türkiye’de faiz serbest bırakıldı ve bir takım ‘uyanıklar’ mevduat sertifikası denen bir yatırım aracı icat ettiler... Bu suretle banka sistemi dışında oluşan faiz oranı, resmî faizin neredeyse beş katına çıktı. Hâlbuki Türk toplumu nominal faiz, reel faiz, birleşik faiz gibi konuları bilmezdi… Ancak çalışmadan bol para kazanma hırsı bazı kimselerin başlarını döndürmeye yetti… Ve tabii çok geçmeden 1982’de araba devrildi, bankaların beş katı faiz veren Bankerler bir bir battı… Tamahkâr vatandaşların paraları buhar olup, uçtu… Ellerinde yalnızca mevduat sertifikası denilen karşılığı olmayan senetler kaldı… Feryadı kopardılar; yandım anam! Lâkin hukukî düzenlemeler yetersizdi ve kanunî olarak yapılacak çok bir şey yoktu… Mesele, sadece kanunların boşluklarından yaralanılarak, halledilebilirdi... Fakat bunu yapabilecek olan ‘mafya babaları’ 12 Eylül’den sonra ya paçayı kaptırmışlardı ya da araziye uyup piyasadan çekilmişlerdi.
Bu sırada Ülkücü Hareket’te hiyerarşi, disiplin, otorite tamamen ortadan kalkmış, teşkilât da çökmüştü… Milyonlarla ifade edilen biz ülkücüler şaşkın bir halde ortada kalakalmış. Şaşkınlık, karamsarlık, kötümserlik, bedbinlik içinde öylece bekleme durumuna geçmiştik. Mesleğimiz, işimiz, sermayemiz yoktu. Âdeta açlığa mahkûm bir haldeydik. Anadolu’nun küçük şehirleri ile büyük kasabalarında yaşayanlarımız şanslıydılar. Aile ve akrabalık bağlarının güçlü olması hayatlarını bir nebze olsun kolaylaştırıyordu. Ancak İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde yaşayanlarımız çok zor durumdaydık… Tek sermayemiz cesaretimiz, gözükaralığımız ve silâh kabzası kavramaya alışkın ellerimizdi ki bu da o anda beş para etmiyordu.
Düzenin/sistemin/statükonun cisimleşmiş hali olan Cunta’dan, Ülkücü Hareket’i bölüp parçalayarak yok etme görevini almış olan MİT bu durumdan faydalandı ve elindeki profillerin sağladığı imkânı kullanarak, biz ülkücülerin içinden durumlarıyla yetenekleri uygun olanları mafyada istihdam etti! Bu suretle hem Ülkücü Hareket’i ve biz ülkücüleri dejenere edecek ve Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaşmamızı sağlayacak hem de korumakla mükellef olduğu düzenin/sistemin/statükonun ekonomik yapısını muhafaza etmiş olacaktı.
MİT tarafından seçilip kendisine tavsiye edilmiş olan bu ülkücüleri, mafya, çek-senet tahsilâtına koştu... Böylece hem tamahkâr vatandaşın batık paraları ve kapitalist ekonominin namusu kurtuldu(!), hem de Ülkücü Hareket MİT (CİA)’in elinden bir darbe daha yedi! Ülkücü mafya hikâyesinin aslı budur! Ki bu oluşuma, bu, Ülkücü Hareket’in almış olduğu bir karar sonucunda gerçekleşmediği ve hatta Ülkücü Hareket buna karşı olduğu için ‘ülkücü mafya’ demek de doğru değildir. Ancak Ülkücü Hareket’i kamuoyu nezdinde zor durumda bırakmak isteyen ‘düşman’ bu tanımı kullanmak konusunda ısrarcı olmuştur.
Oysa bu konuda, Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri Alparslan Türkeş şöyle diyordu: "Ülkücü mafya tanımlaması bir hezeyândır. Ülkücü, İslâm imânının, ahlâk ve faziletinin sahibidir. Ülkücüye mafya demek, bühtandır. Adam, ülkücüymüş de mafyaymış, mafyaymış da ülkücüymüş. (...) Bu saçmalıktır, densizliktir. Türk milliyetçilerinin, Milliyetçi Hareketçilerin, ülkücülerin bu saçmalıklarla uğraşmaya vakitleri yoktur. Eğer bu güzel sıfatı kirletenler varsa, eğer kanun dışı iseler, devlet ve asayişle görevli makamlar üzerlerine düşeni yapmak, kanun dışı her iş ve kişi için ne yapılıyorsa bu kişiler için de uygulamak zorundadır. Milliyetçilik dâvasına gönül verenlerin, ülkücü sıfatını hakederek taşıyanların 'mafya' sıfatına ve hezeyânlarına tahammülleri yoktur."
Askerî Cunta’dan aldığı görevi, yarı-sivil bir kurum olan MİT bihakkın yapar da bundan, askerî bir kurum olan Askerî Mahkemeler imtina edebilirler mi? Edemezler. Etmezler. Etmediler!
Askerî Mahkemeler, kendilerine tevdi edilen vazifeyi, soyut olarak adaleti ve somut olarak da tahliyeyi bir silâh olarak kullanmak suretiyle ifa ettiler… Bu, Askerî Mahkemeler için hiç de zor olmadı, çünkü ellerinin altında bu silâhı kullanabilecekleri on bir bin (11000) tutuklu ya da hükümlü biçare ülkücü vardı! Nitekim bu silâhı, özellikle Başbuğ Alparslan Türkeş’in de tutuklu bulunduğu ‘MHP Ana Davası’nda zalimce/gaddarca kullandılar!
Başbuğa, MHP’ye ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne sadakat gösterenlerle yakın duran tutukluları ne sebeple olursa olsun, katiyen tahliye etmeyen Askerî Mahkemeler; Başbuğa, MHP’ye ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne ihanet edenleri, ihanet etme eğiliminde olanları; Başbuğa, MHP’ye ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne uzak duranları, tahliye edildikleri takdirde uzak duracakları ve uzak durma eğiliminde olanları; teker teker tahliye ettiler… Böylelikle tutuklu ülkücülere; ‘Türkeş’e, MHP’ye ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne sadık kalırsanız, yakın durursanız tahliye olamazsınız. Tahliye olmak istiyorsanız Türkeş’e, MHP’ye ve Ülkücü Dünya Görüşü’ne ihanet etmeniz yahut enazından uzak durmanız lâzım’ mesajını vermiş oldular… Bunu, sistemli olarak ve yargılama sona erinceye kadar sürdürdüler!
Karakollarda ve cezaevlerinde sistemli ve sürekli yapılan insanlık dışı ve tahammül edilemez işkenceler, Askerî Mahkemelerin tahliye için kullandıkları bu ‘kriter/ölçüt’ ile birleşince, biz ülkücüler de maalesef bir bakıma Hz. Yusuf gibi davranmak durumunda kaldık (Yusuf Sûresi’ne ya da Yusuf kıssasına bakınız!)… Ülkücü Hareket de bir kırılma da böylece zuhur etti! Ve bu sebeple bir kısım ülkücüler, diğer bir kısım ülkücülerle bırakın bir araya gelmeyi, hayatboyu yüz yüze bakamaz hale geldiler!
Özetle; 12 Eylül Askerî Cuntası, Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri Alparslan Türkeş’i, MHP’yi ve Ülkücü Dünya Görüşü’nü bölüp parçalamak ve bu suretle yok etmek amacıyla çok şümullü/kapsamlı ve korkunç/müthiş bir proje uygulamıştır/uygulatmıştır! (Ki böyle bir saldırıya hangi hareket yahut teşkilât maruz kalsa idi yerle bir olurdu… Ülkücü Hareket, çok şükür, öyle ya da böyle hâlâ ayaktadır!) Ülkücü Hareket’in bugün yaşamaya mecbur kaldığı, en mühim sıkıntıların en önemli sebebi; Askerî Cunta’nın, MİT ve Askerî Mahkemeler eliyle uyguladığı/uygulattığı bu projedir!

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,80 M - Bugn : 8029

ulkucudunya@ulkucudunya.com