« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

31 Ara

2011

MHP NE YAPMALI? (16)

31 Aralık 2011

Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri, Ülkücülerin Başbuğu Alparslan Türkeş, 9 Nisan 1985 tarihinde 4,5 yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi… Gönderdiği yazılı talimatla MHP’nin yerine kurdurduğu bir siyasî parti (Muhafazakâr Parti) mevcuttu. Ancak 12 Eylül’ün yaptırdığı 1982 Anayasası’nın koyduğu siyasî yasaklar devam ettiği için Parti’ye resmen üye ve genel başkan olamıyordu. Fakat "Yasaklar kalktığı an, yanınızda yer alacağımı biliyorsunuz. Yasaklar kalktığı gün, bana tevcih edilecek görevlere hazırım" diyerek, MÇP’yi desteklediğini ifade etmekten de geri durmuyordu… 6 Eylül 1987‘de siyasî yasakların referandum ile kalkmasından sonra bu engellemeler de kalktı... İlk siyasî demecini İzmir’de verdi. “Ben Parti’mde çaycılık dâhil her görevi yapmaya hazırım.” Nitekim 20 Eylül 1987 Pazar günü, Milliyetçi Çalışma Partisi (eski Muhafazakâr Parti) Genel Merkezi’ne geldi, “Bismillah” diyerek, üyelik formunu doldurdu ve MÇP’ye üye oldu… Kısa bir konuşma yaparak, “Türk Milliyetçiliği misyonunun icra edileceği tek yer MÇP’dir” dedi.
Ve 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan Olağanüstü 2. Kongre ile Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanlığı’na seçildi... Ancak MÇP, Alparslan Türkeş’in başına geçmesinden sonra dahi ülkücü camianın tamamını ve dinamik ülkücü potansiyelin hepsini bünyesinde toplayamamıştı... Çünkü ABD’nin talimatı ve 12 Eylül MGK’sinin eliyle yürütülen ‘operasyon’ bazı eskiden ülkücü kimselerin de destek vermesiyle –maalesef- Başbuğu yıpratmış, Ülkücü Hareket’i kısmen de olsa parçalamış ve Ülkücü Dünya Görüşü’nü şaibeli hale getirmeye muvaffak olmuştu! 29 Kasım 1987 tarihinde yapılan Genel Seçimler’de MÇP’nin aldığı yüzde 2.92’lik oy oranı, bunu, açık seçik gösterdi/ispatladı!
MÇP, Alparslan Türkeş’in Genel Başkanlığında katıldığı ilk seçimde Türkiye genelinde yalnızca yüzde 2.92 rey alabildi. Çünkü: Bir. Alparslan Türkeş, MÇP’ye Genel Başkan seçileli henüz elli altı (56) gün olmuştu. Dolayısıyla seçimlere MÇP’de ciddi hiçbir değişiklik yapmaya zaman bulamadan girmek zorunda kalmıştı! İki. MÇP’nin hiçbir seçim tecrübesi yoktu… Dolayısıyla Alparslan Türkeş seçimlere hiç seçim tecrübesi olmayan bir parti teşkilâtı ile girmek mecburiyetinde kalmıştı! Üç. Cumhuriyet Başsavcılığı, seçim çalışmaları esnasında MÇP’nin kapatılmasını talep eden bir dava açmış ve medya kamuoyuna bunu, MÇP sanki kesin olarak kapatılacakmış gibi duyurmuştu! Dolayısıyla Alparslan Türkeş seçimlere kapatılması söz konusu olan bir Parti ile katılmak zorunda kalmıştı! Ve dört. Cezaevlerinden tahliye edilmiş olan -Mehmet Irmak, Faruk Demirtola ve Turhan Koçal hariç- ne MHP eski Milletvekilleri… -Mehmet Irmak, Faruk Demirtola, Turhan Koçal, S. Ahmed Arvasi, Ahmet Er, Tahsin Ünal ve Necdet Şarman hariç- ne MHP eski Genel İdare Kurulu üyeleri… -Rıza Müftüoğlu, Ömer Haluk Pirimoğlu ve Mustafa Mit hariç- ne ‘Eğitimciler Grubu’ ve ne de Muhsin Yazıcıoğlu, Sefa Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan ve Yaşar Yıldırım gibi son dönem ülkücü gençlik liderleri, Alparslan Türkeş’e de MÇP’ye de destek vermemişlerdi!
Alparslan Türkeş, Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideriydi, MÇP’nin Genel Başkanıydı, Ülkücülerin Başbuğuydu, seçimlerde alınan sonuçlardan dolayı tek tek bütün ülkücüler davalarından vazgeçseler dahi O davasından vazgeçemezdi. Nitekim vazgeçmedi… Aksine 12 Eylül haramilerinin dağıttığı ‘kervan’ı toplamak/toparlamak için harekete geçti. Ancak MHP eski Milletvekilleri ile Genel İdare Kurulu Üyeleri ve ‘Eğitimciler Grubu’ mensuplarıyla yapılan toplantılardan dişe dokunur bir sonuç çıkmadı… Öyle ise yapılacak ‘şey’ belliydi: Cezaevlerinden tahliye edilmiş olan Muhsin Yazıcıoğlu, Sefa Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan ve Yaşar Yıldırım gibi ülkücü gençlik liderlerini Parti’ye kazanmak!
Ancak ‘bunlar’ yani Muhsin Yazıcıoğlu, Sefa Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan ve Yaşar Yıldırım, Alparslan Türkeş ile MÇP'den kopuk, bağımsız bir mecrada hareket halindeydiler... Üstelik bu ‘kopukluk’ sırf ‘Teşkilât/Parti’ düzeyinde değil, aynı zamanda/şekilde ‘Dünya Görüşü’ düzeyindeydi… ‘Bunlar’ ile Alparslan Türkeş ve Alparslan Türkeş’i lider kabul eden ülkücüler arasında önemli felsefî/ideolojik/doktriner farklılıklar vardı… Nitekim ‘bunların’ önderi konumundaki Muhsin Yazıcıoğlu önce haftalık Akis Dergisi’ne yaptığı bir açıklamada, "MÇP'den uzak duruyorum. Çünkü mevcut kadroyla bir yere varılabileceğini sanmıyorum. Açık söyleyeyim, MÇP'nin programını merak edip, açıp bakmadım bile. Eski MHP hareketini toplamaya yetmez" demiş... Daha sonra Zaman Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, "Partileşme imkânı bulmuş siyasetlerin güdümlü olduğunu ve sisteme hizmet ettiğini... (kendi) idealini parti dışı bir hareket olarak düşündüğünü" açıklamış… En sonunda ise "Bu iş, Türkeş'le, MÇP ile ve ülkücülükle olmuyor, olmadı, olmaz" diyerek, cezaevi çıkışlı eski Ülkü Ocakları yöneticileriyle yaptığı "Toplantı"dan; Türkeş'in ile MÇP'nin desteklenmemesi kararının çıkmasını sağlamıştı… ‘Bunlardan’ Yaşar Yıldırım ise daha da ileri giderek, “Bir an için millete dayalı bir ideolojinin geliştirildiğini düşünelim. Temelinde millet unsuru olduğu, prensipler ve asıllar buna dayandırıldığı müddetçe Allah'ın hükümleriyle ters düşen bir ideoloji gelişir ki, bunu bile bile savunacak kişinin sonundan mazallah korkulur. Çünkü bu Allah'a isyandan başka bir şey değildir” diye yazarak, Ülkücü Hareket’e küfür isnat etmiş ve Ülkücülere kâfir demişti!
Sözü daha fazla uzatmakta fayda yok… Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri Alparslan Türkeş, cezaevlerinden tahliye edilmiş olan Muhsin Yazıcıoğlu, Sefa Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan ve Yaşar Yıldırım gibi ülkücü gençlik liderlerini MÇP’ye davet etti! ‘Bu kişiler’ Türkeş’in davetine icabet ettiler ve MÇP’ye üye oldular!
MÇP’nin 2. Olağan Kongresi 27 Kasım 1988’de yapıldı. Alparslan Türkeş tekrar Genel Başkan seçildi… Kongre’ye tek listeyle girildi… ÜOD ve ÜGD eski Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun yanısıra, MHP Gençlik Kolları eski Genel Başkanlarından Mustafa Mit ve Mehmet Ekici, ÜGD eski Genel Başkanlarından Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan, ÜYD eski Genel Başkanı Yaşar Yıldırım, ÜGD teşkilâtlanma sekreterlerinden Mahir Damatlar Merkez Karar ve Yürütme Kurulu'nda (MKYK) yeraldılar… MuhsinYazıcıoğlu Genel Sekreter Yardımcılığına, Mustafa Mit de Genel Başkan Yardımcılığına getirildiler.
Şimdi… Bu noktada cevaplandırılması gereken iki sual var… Bir. Muhsin Yazıcıoğlu ile Yaşar Yıldırım’ın ve dolayısıyla Sefa Şefkat Çetin ile Hasan Çağlayan’ın kendisi, Ülkücü Dünya Görüşü, Ülkücü Hareket ve MÇP hakındaki bu beyanları ile düşüncelerinden haberdâr olan Alparslan Türkeş, ‘bunları’ MÇP’ye neden/niçin/niye davet etti? İki. Muhsin Yazıcıoğlu ile Yaşar Yıldırım ve dolayısıyla Sefa Şefkat Çetin ile Hasan Çağlayan; Alparslan Türkeş, Ülkücü Dünya Görüşü, Ülkücü Hareket ve MÇP hakında ‘böyle’ beyanlarda bulundukları halde MÇP’ye neden/niçin/niye katıldılar, üye oldular?
Önce ikinci suale cevap vereyim… Ben, bu suali rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na sormuştum… Şöyle olmuştu: Daha evvel arz etmiştim, Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nin salonunda Muhsin Yazıcıoğlu’nun ev sahipliğinde bir istişarî (!) toplantı yapılmış ve sonunda netice olarak “Türkeş’le, ülkücülükle ve MÇP ile olunamayacağı” kararı alınmıştı… Ancak bir iki ay sonra, bir gün baktım ki, Muhsin Yazıcıoğlu ile arkadaşları merasimle MÇP’ye girmişler… Hatta MKYK’da görev dahi almışlar… Buna, doğrusu memnun oldum, ama hâyretlerde kalmaktan da kendimi alamadım. Taşralı bir ülkücü olarak hiçbir şey anlayamamıştım. Henüz “gözü açılmamış bir sığırcık yavrusu” idim, çünkü… 10 yıl 5 ay 22 gün cezaevinde kaldıktan sonra dışarı çıkmış, tepeden tırnağa kadar idealizm kaplı saf, bozulmamış bir ülkücüydüm… (Şimdi artık, ne yazık ki, o kadar saf ve idealist bir ülkücü değilim!) Üstelik vaziyet de, tam bir “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” durumuydu. Meraklandım ve bunu; bunun nedenini, niçinini, nasılını ilk fırsatta bizzat Muhsin Yazıcıoğlu’na sormaya karar verdim. En doğrusu buydu, çünkü.
Çok fazla beklemem gerekmedi, fırsat, kendiliğinden doğdu, hatta ayağıma kadar geldi. MÇP’de görev aldıktan on, on beş gün sonra Muhsin Yazıcıoğlu Bursa’yı ziyaret etti… Hafızam beni yanıltmıyorsa, MÇP’de görev alması münasebetiyle teşkilâtları ziyarete çıkmış, Bursa’ya da bu yüzden gelmişti… Bursa Ülkü Ocakları’nda (O zaman Bizim Ocak idi. Başkanı da Nafiz Kaşıkçı’ydı) karşılaştık. Hoş beş ettikten sonra, baş başa görüşebilmek için fırsat kollamaya başladım. Ancak bir türlü imkân olmadı.
Üniversite’li ülkücüler her tarafı doldurmuşlardı. -Muhsin Yazıcıoğlu o zaman çok sevilirdi… Şimdi düşünüyorum da o kadar büyük bir sevgi, hiç normal görünmüyor, bana… Acaba, birileri böyle bir sevgi havasını özellikle mi pompalıyorlardı? Acep, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yıldızını bazı “merkezler” mi parlatıyorlardı? Niye olmasın? Balon ne kadar çok şişirilirse, patlatılınca o kadar çok ses çıkarmaz mı?- Gencecik, gözleri pırıl pırıl parlayan ülkücüler, Muhsin Başkanı dinlemek için Ülkü Ocakları’nı âdeta işgal etmişlerdi… Muhsin Yazıcıoğlu ile baş başa görüşmemin imkânsız olduğu açıkça görülüyor, anlaşılıyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Mecburen herkesin içinde soracaktım, cevabını merak ettiğim suali… İlk fırsatta da, sordum: ‘Muhsin Başkan, Ankara’da Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği’nin salonunda bir toplantı yapmıştınız, hatırlıyor musunuz?’
Muhsin Yazıcıoğlu, lâfın nereye gideceğini anlayamamıştı, suali “Evet, hatırlıyorum” diye cevaplandırdı… ‘Peki, o toplantıdan çıkan kararı da hatırlıyor musunuz?’
Ne olduğunu tam olarak kavrayamadıysa da, Muhsin Yazıcıoğlu, durumda bir anormallik olduğunu anlamaya başlamıştı. İhtiyatlı bir cevap vermeyi tercih etti. “Üzerinden çok zaman geçti, tam olarak hatırlayamıyorum.”
‘Madem öyle, müsaade ederseniz, ben hatırlatayım… Toplantı’dan, “Türkeş’le, Ülkücülükle ve MÇP ile olmuyor, olmaz” kararı çıkmıştı…’ O an, Muhsin Yazıcıoğlu’nda şafak attı. Önce, rengi gitti. Yüzünden kanı çekildi… Sonra, vücudundaki bütün kan yüzüne hücum etti. Yüzü pancar gibi kıpkırmızı kesildi… Ancak iş işten geçmişti… Üstelik ben, çok kararlıydım. Peşini bırakmadım… Bir an bile ara vermeden, devam ettim. ‘Muhsin Başkan, şimdi sormak durumundayım: O günden bugüne ne değişti ki, alınan bu karara rağmen MÇP’ye girdiniz? Yani Türkeş mi değişti? MÇP mi değişti? Yoksa sizin Türkeş ve MÇP hakkındaki düşünceleriniz mi değişti?’
Muhsin Yazıcıoğlu, öfkeden âdeta çılgına dönmüştü. Neredeyse, kendini kaybedecekti… Fakat gene de kendini kontrol etmeyi başararak, “Bunları konuşmanın yeri burası değil… Bunları, genç arkadaşlarımızın yanında konuşmayalım… Bunları daha sonra, baş başa konuşalım” demeye muvaffak oldu. Ama dedim ya, ben o zaman tam bir ‘gözleri açılmamış sığırcık yavrusu’ idim… Peşini bırakmadım. Oysa “hırsız evine kadar kovalanmaz”… Kovalanırsa, döner ve saldırır. Nitekim… Ne ise.
‘Genç arkadaşlarımızın yanında niye konuşmayalım? Daha dün, bu genç arkadaşlarımıza öldürün dedik, onlar da öldürdüler! Bu genç arkadaşlarımıza, daha dün ölün dedik, onlar da öldüler! Bugün, şimdi ne değişti ki, bu genç arkadaşlarımızın yanında en mâsum konuları bile konuşamıyoruz… Olmaz! Olmaz, her şeyi burada konuşalım! Bunları bilmeye onların da hakları var!’
Hava birden bozuldu! Genç ülkücüler homurdanmaya başladı; bazıları, niye böyle yapıyor, bu tartışmaya ne lüzum vardı ki diyerek, bana kızdı; bazılarıysa, sorulara niye cevap vermiyor ki diyerek, Muhsin Yazıcıoğlu’na öfkelendi… Lâfı uzatmayayım, toplantı dağıldı. Sonra, ne mi oldu? İki şey oldu: Birincisi, Muhsin Yazıcıoğlu Bursa’dan üç ülkücüyü Ankara’ya çağırdı ve… Bundan ötesini ben yazamam; isterler ise Bafra’dan Nafiz Kaşıkçı, Malatya’dan Mustafa Kemal Günay ve/veya Bursa’dan Bekir Çakıroğlu anlatırlar… İkincisi ise, Muhsin Yazıcıoğlu ve ‘Parti’si Bursa’da başka yerlerde olduğundan daha az bir ilgi ve destek buldu… (Yalan söylediğimi yahut Muhsin Yazıcıoğlu’na iftira ettiğimi düşünen var ise www.ulkucudunya.com’daki 25 Temmuz 2006 tarihli yazıya bakabilir… Hatırlatmak isterim: Muhsin Yazıcıoğlu, o tarihte henüz rahmetli olmamıştı!) Ne ise…
Görüldüğü gibi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu kendisine sorduğum suali cevaplandırmamıştı… O halde, bana; mevcut verilere/donelere dayanarak, ‘olayı’ analiz etmek suretiyle aynı suali cevaplandırma hakkı doğuyor:
Önderliğini Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaptığı eski Ülkü Ocakları Genel Başkanlarının siyasî projeleri/tasarıları, prensip olarak, üzerinde titizlikle durdukları felsefî/ideolojik/doktriner netleşmeyi ve o temelde, yavaş, ama sağlam bir biçimde geliştirmeyi düşündükleri teşkilâtlanmayı; kimsenin dikkatini çekmeden, olabildiğince sessiz, sakin ve derinden bir iç süreç/vetire yaşayarak tamamlamak doğrultusundaydı. Ülkücü Hareket’in tamamını olmasa bile büyük bir ülkücü kitleyi bu suretle Alparslan Türkeş’ten koparabileceklerini hesaplıyorlardı! Sırf bu bile, felsefî/ideolojik/doktriner uyuşmazlıklarla, reel politik pragmatizmle ve hizip çekişmeleriyle karşılaşacakları MÇP'ye mesafeli durmaları için yeterli bir sebepti… Üstelik ‘bunlar’ İslâmî cemaatlerle ilişkilerini geliştirmeyi çok önemsiyorlardı ve Alparslan Türkeş ve MÇP'yle aralarında mesafe bırakmaları, bu bakımdan da yararlarınaydı… Kaldı ki, Alparslan Türkeş ve MÇP ile aralarına kesin ve kategorik bir çizgi de çekmemişlerdi.
Ki Muhsin Yazıcıoğlu ile Yaşar Yıldırım’ın yukarıda verdiğim beyanları, cezaevlerinden tahliye edilmiş olan -Sefa Şefkat Çetin ve Hasan Çağlayan dâhil- ülkücü gençlik liderlerinin Ülkücü Hareket’le ilişkilerinin şeklini ve derecesini ortaya koymaktadır: ‘Bunlar’ Ülkücü Hareket’i asla can-ı gönülden sahiplenmiyorlar, ancak köprüleri tamamen atmayı da göze alamıyorlardı... Çünkü ülkücü camia üzerinde Alparslan Türkeş’in temsil ettiği otorite, gözardı edilemeyecek bir ağırlığa sahipti. Bu gerçeği hiç değilse ülkücü tabanı kendileri gibi ‘bilinçlendirene’ kadar (Alparslan Türkeş’ten, Ülkücü Hareket’ten ve Ülkücü Dünya Görüşü’nden koparana kadar) gözetmemeleri halinde, haklarında uygulanacak bir aforoz kampanyası, bütün güçlerine ve dinamizmlerine rağmen marjinalleşmelerine ve/veya ‘hedeflerine’ ulaşmak bakımından zaman kaybetmelerine yol açabilirdi.
Üstelik ‘bunların’ ortaya koydukları sözde felsefî/ideolojik/doktriner reformasyon ve bu çizginin MÇP’de temsil edilen çizgiyle aralarındaki fark, ara kadroların (genel merkez de değil, en alttaki taban da değil, orta seviye kadroların) büyük çoğunluğunca sindirilmiş olmakla beraber, tabanda henüz nüans/gamıza/ayırtı, ince ayrıntı şeklinde algılanıyordu. Başbuğ Alparslan Türkeş’in ara kadroları atlayıp, doğrudan tabana yönelik olarak kullanacağı otorite, bu nüansları kolaylıkla flulaştırabilecek ve ‘bunları’ etkisezliştirecek bir ağırlığa sahipti. Diğer taraftan, böylesi taktik kaygıların ötesinde, ortak siyasî geçmişle, yapılan kader birliğiyle kemikleşen siyasî kimliğin etkisini de küçümsememek gerekir. Ülkücü Hareket’in bütün unsurları, çok uç ayrışmalar hariç, henüz birbirlerinin hukuklarını asgarî ölçüde gözeterek, ‘sayarak’ hareket etme refleksine sahiptiler.
Netice olarak ‘bunlar’, Alparslan Türkeş ve MÇP’yle mesafeli dururken, Ülkücü Hareket içinde ‘kendi teşkilât’ ağlarını örmekteydiler… Bunun için aylık Bizim Ocak Dergisi’nden, haftalık Yeni Düşünce Gazetesi’nden, cezaevlerindeki ülkücüler tarafından yayınlanan aylık Bizim Dergâh Dergisi’nden ve Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’ndan faydalanıyorlardı… Bizim Dergâh Dergisi ile Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı vasıtayla (Ki Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu idi) cezaevlerindeki ülkücüler ve aileleri, Bizim Ocak Dergisi ve Yeni Düşünce Gazetesi ile de genel olarak ülkücü taban arasında teşkilâtlanma imkânı buluyorlardı… Kaldı ki Bizim Ocak Dergisi, il ve ilçe temsilcilikleri vasıtasıyla zaten gayrı resmî olarak Ülkü Ocakları gibi çalışmaktaydı.
Görüldüğü gibi ‘bunlar’, felsefî/ideolojik/doktriner olarak Alparslan Türkeş’ten, Ülkücü Hareket’ten, Ülkücü Dünya Görüşü’nden ve MÇP'den ne kadar ayrışırlarsa ayrışsınlar, bunu bir kopuş noktasına vardırmaya asla yönelmiyorlardı. ‘Bunların’ çoğunluğu, siyasî tasavvurlarını sonuçta ülkücü camianın bütünlüğü içinde, ülkücü camia ile birlikte gerçekleştirmekte kararlıydılar... Buna rağmen kopuşu zihinlerinde hazırlayanlar da yok değildi. Ancak kopuş sürecine giden adımı atmaları, ülkücü camianın bütünlüğünü yitirmesine yol açacak ve ‘bunlar’ da muhafazakâr unsurlarla ve çeşitli renkleriyle birlikte, Ülkücü Hareket’in etki alanında bulunan hatırı sayılır bir kitleyi kaybetmiş olacaklardı. Hâlbuki bu kitle, ‘bunlar’ açısından ‘bilinçlendirilerek’ kazanılması gereken, vazgeçilmez bir potansiyeldi.
Kaldı ki ülkücü camianın hal-i hazırda tartışmasız tek ortak paydası, Alparslan Türkeş idi. Ülkücü Hareket, 1960'ların sonundan itibaren bir ‘kitle hareketi’ karakteri kazandığı için, Alparslan Türkeş’in söz konusu temsil yeteneği yalnızca ülkücü camia nezdinde değil, genel kamuoyuna karşı da büyük önem taşıyordu. ‘Kopuş’ sonucunda ister istemez gerçekleşecek böyle bir kaybı giderebilmek için Alparslan Türkeş’in karşısına, mutlaka, ülkücü camianın bütünlüğünü temsil yeteneğine sahip bir yapı ve/veya bir figür ile çıkmaları gerekiyordu. Oysa ‘bunlar’ bütün güçlerine, etkinliklerine ve itibarlarına rağmen bu performansı gösterebilecek durumda olmadıkları gibi; ülkücü camianın yapısı ve daha önemlisi ‘töresi’, böyle bir ‘operasyon’u kaldırabilecek durumda değildi. Hele Alparslan Türkeş'in liderliği, bütün tartışmalara rağmen, ancak güç dengeleri çerçevesinde belki azaltılabilecek, ama iç ve dış kamuoyuna karşı daima ayakta tutulacak, ancak ölümle ortadan kalkabilecek bir ‘temel unsur’ idi. Bu yüzden ‘bunlar’, çok açık fikrî ve siyasî çelişkilerle tartışmaların varolduğu olaylar ve durumlarda bile Alparslan Türkeş'e kesinlikle dil uzatamıyorlardı.

Nitekim ‘bunlar’, yaptıkları derin ve geniş tartışmaların ardından, ülkücü camianın bütünlüğüne, tarihî devamlılığına, siyasî kimliğine kesin bağlıymış gibi görünmekte karar kıldılar; yani bu değerleri temsil gücüne sahip bulunan Alparslan Türkeş ile MÇP'nin meşruluğunu zorunlu olarak benimsediler… Bu hal, siyasal-ideolojik ‘pozisyonlarını’ ve güçlerini geliştirdikçe ve bu gelişmenin teorik sınırları gündeme geldikçe, daha açıkça idrak edilen alternatifsiz bir durum olarak ortaya çıktı. Aralarında kopmaya açık unsurlar yok değildi; fakat ana eğilim böyle belirmişti. Beliren bu ana eğilim çerçevesinde Türkeş ve MÇP ile ilişkilerini daha ‘düzenli’ bir hale getirmeleri; bunun da ötesinde, kendi hedeflerine azami yararı sağlayacak ilişki biçimini zorlamaları mantıken de gerekirdi.

Üstelik ‘Teşkilât/Parti’de etkin görev almaları gündeme geldiğinde bundan kaçınmaları, ülkücü camiada, hem siyasal-ideolojik konumlarını ‘sonuna kadar’ ayrıştırmaya yöneldikleri kuşkusunu doğurabilecek; hem de güçlerini genelde ‘pratikte’, özelde ‘camia içi mücadelede’ değerlendirmekten kaçındıkları yönünde meydan okumalara yolaçabilecekti. Öte yandan ‘Teşkilât/Parti’, ‘bunlar’ için ülkücü camianın tamamına erişme imkânına ve meşruiyetine kavuşmak demekti. Bu imkânı kullanarak, ‘Parti’deki ‘kısır çekişmelerin’ ve üzerlerine yapışacak olan resmî söylemin vereceği zararı telafi edebilirlerdi; kendilerine, bu bakımdan güvenebilecek noktadaydılar… Üstüne üstlük farklılığın ister istemez doğurduğu içe ve dışa dönük rekabette, özellikle ‘Lider’, ‘Teşkilât’ ve ‘Doktrin’ unsurlarının böylesine ayrışmış ve itibar kaybetmiş olduğu bir dönemde, ‘bunların’ ideolojik-kuramsal zenginlik ve derinlik bakımından da ciddi üstünlükleri söz konusuydu. Bunu da, itiraf ve kabul etmek lâzım!

Peki… Muhsin Yazıcıoğlu ile Yaşar Yıldırım’ın -ve dolayısıyla Sefa Şefkat Çetin ile Hasan Çağlayan’ın- kendisi, Ülkücü Dünya Görüşü, Ülkücü Hareket ve MÇP hakındaki bu beyanları ile düşüncelerinden haberdâr olan Alparslan Türkeş, ‘bunları’ MÇP’ye neden/niçin/niye davet etti?
Aslında bu sualin çok basit bir cevabı var: Alparslan Türkeş Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideriydi, Ülkücülerin Başbuğuydu, MÇP’nin Genel Başkanıydı işte bunun için davet etti! Ancak bu kadar bir cevap sizi tatmin etmez. Edemez, bunu biliyorum… Öyle ise bunu, izah etmem lâzım… İki de bir kurucu lider diyorum; nedir bu kurucu lider? Lider ile kurucu lider arasında ne fark var? Kurucu lider ile lider arasındaki farkı şöyle ifade edeyim; M. Kemal Atatürk kurucu liderdir, İsmet İnönü ve ardından gelenler liderdir… Lenin kurucu liderdir, Stalin ve ardından gelenler liderdir… Mao kurucu liderdir, Liu Shaoqi ve ardından gelenler liderdir… George Washington kurucu liderdir, John Adams ve ardından gelenler liderdir.
Anlaşılmadıysa şöyle açıklayayım. Kurucu lider, dünya görüşünü oluşturarak, buna uygun teşkilâtı kuran kişidir! Dolayısıyla teşkilâtın gayesini; ilk, ulaşılabilir, nihaî ve esas amaçlarını, kadrosunu ve genel olarak teşkilâtın insan modelini, gayeye ulaşmak için kullanılacak maddî olan ve olmayan vasıtaları; metodu, politikaları, stratejileri, prensipleri, malzemeleri vb. belirleyen, teşkilâtın yerini seçen, teşkilâtın kuruluş zamanını tespit eden, teşkilâtın zamanlamalarını yapan kişidir! Ve elbette sonra da kurduğu teşkilâtı idare eden lider kişidir! Lider ise kurucu lider tarafından kurulmuş olan teşkilâtı, kurucu lider tarafından belirlenen esaslar dâhilinde idare eden kişidir! Lider, kurucu lider tarafından belirlenmiş dünya görüşünde, gayede, vasıtalarda, insan modelinde, yer de zaman da ve zamanlamalar da değişiklik yapamaz, yapmaya kalkarsa teşkilâtta ciddi sıkıntılar doğar. Belki isyanlar bile çıkar… Meselâ Stalin, kurucu lider Lenin’in belirlediği esaslarda değişiklikler yapmaya kalkmış ve fakat bu SBKP içinde ciddi sıkıntılara ve dolayısıyla sayıları milyonlarla ifade edilen tasfiyelere sebep olmuştu! Velhasıl MHP’deki bugünkü sıkıntıların önemli sebeplerinden biri de Devlet Bahçeli’nin Kurucu Lider Alparslan Türkeş’in koyduğu esaslardan sapması, MHP’yi bu esaslara aykırı şekilde yönetmeye çalışması ve bunun, ülkücüler arasında doğurduğu tepkiye karşılık, kendisini ve yönetim modelini değiştireceği yerde ülkücüleri tasfiye etme operasyonları düzenlemesidir!
Netice olarak kurucu lider, nadir bulunan bir büyük adamdır! Ancak büyük adamların müspet olanları bulunduğu gibi menfi olanları da vardır… Müspet büyük adamlarınsa bir de kahramanlık yönleri vardır… Müspet büyük adamlar aynı zamanda ender bulunan kahramanlardır! Nitekim insanoğlunun tarihi bir bakıma yalnızca ‘büyük adamların tarihinin bir parçasıdır!’
Büyük adamların her şeyleri büyüktür! İmanları, amelleri, ihlâsları, zekâları, akılları, cesaretleri, azimleri, kararlılıkları, sevgileri, şefkatleri, merhametleri, fedakârlıkları, feragatları, sabırları, tahammülleri vb. vb. vb… Büyük adamların her şeyleri büyük olduğu gibi müsamahaları/tolerasları/hoşgörüleri de büyüktür! Nitekim bir büyük adam olan Mevlâna o sebeple; “Gel, gel, gel, ne olursan ol yine gel! İster kâfir, ister putperest, ister Mecusi ol, gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” demiştir/diyebilmiştir.
Hoşgörü/müsamaha, ya da tolerans, genellikle şöyle tarif edilir: 'Başkalarının inançlarına ve görüşlerine, gelenek ve göreneklerine, yaşam biçimlerine saygılı olmak, onları hoş görmek, ayıplamamak, suçlamamak.' Hoşgörü, müsamaha, tahammül, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, başkalarını eylem yargılarında serbest bırakma, kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşen görüşlere sabırla, hem de yan tutmadan katlanma demektir. İzin verme, aldırmama, iyi karşılama anlamlarına da gelir. Nitekim Hz. Mevlana: “Ben insanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim. Sen de onlara benim gibi iyi gözle bak” buyuruyor.
Hoşgörü kendini bilmektir. Hoşgörü haddini bilmektir. Hoşgörü haddini bilerek, sürdürülen hayat biçimidir. Hoşgörü bir anlayıştır, anlayışlı olmanın adıdır, sevginin yoludur. Hataları düzeltebilmedir. Anlayışın tâ kendisidir. Hoşgörü çağın getirdiği sorunların, aç gözlülüğün, doyumsuzluğun, sevgi yoksunluğunun, güvensizliğin çaresi olabilecek bir anlayış tarzıdır, insanın özüdür. Ancak… Hoşgörü bir vurdumduymazlık değildir. Neme lâzımcılık da değildir. Hoşgörü görmezlikten gelmek hiç değildir.
Nitekim Başbuğ Alparslan Türkeş, Yaşar Yıldırım’ın Ülkücü Hareket’e küfür isnat ettiği ve ülkücülere kâfir dedi yazıyı yayınladığında set bir açıklama yaparak, "İslâmiyet’i öne sürerek Türk milliyetçiliğini yıkmak isteyenlere itibar edilmemesi gerektiğini" bildirmiştir… Bunun gibi 28 Kasım 1988 günkü MKYK açılış toplantısında da Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Sefa Şefkat Çetin’in, Hasan Çağlayan’ın ve Yaşar Yıldırım’ın gözlerinin içine bakarak, şunları söylemiştir: "Milliyetçilik her çağın ve dönemin önemini kaybetmeyen görüşüdür. Bazıları 'milliyetçilik küfürdür' diyor. Bunların bir kısmı bizim yayın organlarımıza kadar sızıyorlar. Bu oyuna gelmeyelim. Bu bozgunculuktur… Bazıları ise 'ben Türkeş'i tanımıyorum' diyor. Bunu söyleyen bu Hareket’in içinde yer almaz, kendi görüşüne uygun yere gider. (...) MÇP bir din görevlileri federasyonu gibi çalışamaz."

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,75 M - Bugn : 25036

ulkucudunya@ulkucudunya.com