« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

28 Şub

2012

CEVAP VERİYORUM

28 Şubat 2012

Bir ülkücü (!) dostum (!) gayet nazikâne (!) sordu: “Sana ne oldu, M. Metin Kaplan? Eskiden Ergenekon ile ilgili yazılar yazardın, biz de keyifle okurduk. Artık yazmaz oldun… Şimdi, varsa yoksa MHP? Hep MHP, hep MHP… Gına geldi, artık… Bırak MHP’yi kendi haline… Sana ne oluyor ki MHP, aslanlar gibi mücadelesini veriyor! Hem sahi sen neden Ergenekon yazısı yazmıyorsun, artık? Tırstın mı yoksa? Korkma yahu, seni tutuklamazlar. Seni ne yapsınlar ki… Onlar daha büyük balıkları avlıyorlar.”
Esasen bu dostuma (!) cevabımı sözlü olarak verdim, ama daha sonra düşününce verdiğim cevap beni tatmin etmedi. Çünkü cevabım sadece sualin MHP ile ilgili olan kısmıyla alâkalıydı… Oysa sualin bir de Ergenekon ile ilgili olan kısmı vardı… Bu yazıyı, işte o eksikliği tamamlamak için yazıyorum. Hem böylece hep MHP ile ilgili olarak yazmamdan ötürü gerçekten sıkılmış olan okuyucular da bir nefes almış olurlar… Hem de benim Ergenekoncu olduğumu ima eden ülkücü (!) dostuma (!) cevap vermiş olurum. Olmaz mı?
Evvelâ sondan başlayayım: Ben Ergenekoncu muyum?
Evet, ben Ergenekoncuyum! Hem de en iflâh olmazlarındanım! En mutaassıplarındanım! En bağnazlarındanım! En fanatiklerindenim! Bunu, herkes böylece bilsin: Ben Ergenekocuyum… Hem de en iflâh olmaz, en mutaassıp, en bağnaz ve en fanatik Ergenekonculardan biriyim!
Lâkin… Ben Ergenekon Destanı’na inananlardanım! Ve Türk Milletinin her çaresiz kaldığında, yeni bir Ergenekon destanı yaratacağını iman ederim! Var ise -olup olmadığına en sonunda Mahkeme karar verecek- Ergenekon terör örgütü üyesi/mensubu da taraftarı da değilim! Ancak bana sorulursa; ben böyle bir örgütün var olduğunu kabul etmiyorum! Daha doğrusu, Türkiye’de bir askerî darbe daha yapmaya niyetlenmiş general/amiraler ile subaylar olabilir, ama bunların bir örgüt kurduklarına da o örgüte Ergenekon ismini koyduklarına da inanmıyorum!
Hem bunlar niye bir örgüt kursunlar? Bir örgüt kurmaya niye ihtiyaç duysunlar ki? Kendileri zaten bir örgüte mensuplar ve dahi bu örgüt 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta dört (4) kez askerî darbe de yapmıştır! Yeni darbeyi de niye aynı örgütle yapmasınlar ki? O halde bu Ergenekon adı nereden çıktı?
Bu sualin, iki ihtimalli bir cevabı olabilir: Bir. Ergenekon, darbe yapmaya niyetlenenlerin darbe yapmak için hazırladıkları plânın kod adı olabilir… Hatırlarsınız, 12 Eylül’ü gerçekleştirmek için hazırlanan plânın kod adı Bayrak idi… Ancak bu dahi mümkün değil, çünkü darbe yapmak için hazırlandığı söylenen plânların zaten Balyoz vb gibi çok sayıda kod adı var!
İki. Bu darbe araştırma ya da soruşturmasını yürüten kadronun içinde Türk Milletine olmasa bile Türkçülük ile Türk Milliyetçiliğine karşı hatta düşman biri ya da birileri var… Ve bu kişi ya da kişiler sırf Türkçülük ile Türk Milliyetçiliği yıpransın ve zor durumda kalsın diye bu Ergenekon ismini koymuşlardır! Hatırlarsınız, 3 Mayıs 1944 tarihindeki olayların hükme bağlandığı davanın adının Türkçülük-Turancılık olması, 1963 yılında Alparslan Türkeş Türkiye’ye dönüp Ülkücü Hareket’i ihdas edinceye kadar Türkçülük ile Turancılığın Türk Milleti nazarında suçmuş gibi algılanmasına sebep olmuştur! Gene hatırlarsınız, 12 Eylül’de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının faşizm ve nazizm iddiası üzerine inşa edilmesi, dava beraatle sonuçlanıp, MHP ve Ülkü Ocakları yeniden hayat buluncaya kadar Ülkücülüğün/Ülkücü Dünya Görüşü’nün Türk Milleti nazarında faşizm ve Nazizm gibi algılanmasına sebep olmuştur!
İşte ben hem buna; yani örgütün adının Ergenekon olarak lanse edilmesine ve hem de bu dava bahane edilerek TSK içinde ve dışındaki yerli, millî ve milliyetçi kişilerin tasfiye edilmesine karşıyım! Beni sırf bu yüzden Ergenekoncu olmakla suçlayacaksanız, ‘eyvallah’ der ve bu suçlamayı da kabul ederim!
De… Şu tasfiye meselesine de biraz açıklık kazandırsam iyi olur herhalde? Türkiye, Atatürk’ün ölümünden sonra ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında 1948 yılında Marshall Plânı çerçevesinde ABD’den ekonomik yardım almaya başladıktan ve de bilhassa 1952’de NATO’ya girdikten sonra bilerek ve isteyerek adım adım ABD’nin kontrolü altına girdi! Ancak ABD bununla yetinmedi! Emperyalizm, hepsini her şeyi almadan tatmin olmaz, çünkü. Türkiye’de asker ya da sivil hiç kimsenin bırakın kendisine karşı olmasını kendisini tenkit etmesini bile istemediği için dört (4) kez (1960, 1971, 1980 ve 1997) askerler eliyle yerli, millî ve milliyetçi kişi ve kadroları tasfiye etti! Şimdi de askerlerin darbe niyetlerini bahane ederek, aynı tasfiyeyi ‘siviller’ eliyle yapıyor! Askeriyeyi, medyayı, sermayeyi, ulemayı vd salt ABD için ABD’ye hizmet eden kişilerden kurulu kadrolar haline getirmeye çalışıyor! Gerçekten darbe niyetleri olan bazı subaylar bulunsa da Ergenekon meselesinin asıl hikâyesi budur! Ancak… Benim bu Ergenekon hikâyesinde bütün bunlardan daha da önemli bulduğum başka bir mesele var!
Biraz tarih… Evvelâ tarihî bir olayı hatırlatmama izin verin, lütfen: Vaka-i Hayriyye! Nedir Vaka-i Hayriyye? Bilirsiniz, Yeniçerilerin şirretliklerinden bıkan II. Mahmut’un, 16 Haziran 1826 tarihinde Aksaray'daki Etmeydanı'nda bulunan yeniçeri kışlalarını top ateşine tuturması. Ve altı bin (6.000)'den fazla yeniçerinin öldürülmesi. Yirmi bin (20.000) civarındaki yeniçerinin de tutuklanması olayıdır… Yeniçeri Ocağı'nın yerine, ‘olay’dan sonra Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir askerî ocak kuruldu. Kısacası Osmanlının devamlı ordusu olan (Osmanlı ordusunun ortalama % 10 kadarı) Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etmesidir!
Ancak… Yeniçeri Ocağı’nın tasfiye edilmesinin sonucu, Devlet-i Aliyye için tam bir felâket, yıkım ve facia olmuştur! Ne mi olmuştur? Osmanlı; Cezayir’i, Navarin’de donanmasını, Yunanistan’ı, Mısır’ı ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmiştir! Daha ne olsun?
Nasıl mı olmuştur? Mümkün olduğu kadar kısa olarak arz etmeye çalışayım.
Fransa'nın Cezayir İşgali: Fransa, Cezayir'e saldırılarına 16 Haziran 1827'de başladı… Sonra da Cezayir'in sahillerini abluka altına aldı… Yunanistan meselesiyle uğraşan Osmanlı ‘olay’a müdahale etme imkânından yoksundu. Bu yüzden meselenin diplomatik yollardan çözümü için çabalıyordu… Ama Fransa, İngiltere ve Rusya'yla da işbirliği yaparak 1827'de Navarin'deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığında ise Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Buna rağmen Fransa, Cezayir'i kısa sürede işgal edemedi… 14 Haziran 1830'da yeni bir donanma ve takviye birlik gönderdi. Bu güçlerle 5 Temmuz 1830'da başkent Cezayir'i işgal etti. Fakat Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir'in tümünü ele geçiremedi. Cezayir’in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1947'ye kadar sürdü ve Fransa'nın ülkenin tümü üzerinde hâkimiyet sağlaması da ancak bu direnişin kırılmasından sonra gerçekleşti.
Navarin Faciası: Osmanlı 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı imha ettiği halde, ‘yeni’ ordusunu teşkilâtlandırıp kadrosunu bütünüyle tamamlayamadığından düşmanların cesarete gelip saldırmalarına sebep oldu… Şöyle ki... İngiliz Amirali Cangrington komutasındaki Fransa, İngiltere ve Rusya müttefik filoları, Navarin'deki Osmanlı-Mısır donanmasına 20 Ekim 1827 tarihinde baskın yaptılar… Osmanlı ve Mısır gemileri Navarin limanında demirli bulunuyordu. Müttefik donanması, Navarin Limanını kuşattı. Fakat deniz muharebesi yapmaya cesaret edemediler. Amiral Cangrington, Osmanlı ve Mısır askerlerinin Yunanistan'dan çekilmesini istedi. Kabul edilmedi… Müttefik donanması, gayelerinin savaş olmadığını ileri sürerek, limana girmek istediler. 20 Ekimde dostane bir havayla Navarin Limanına girdiler. Osmanlı ve Mısır gemileri hilâl şeklinde birbirine rampa etmiş, üç sıra hâlindeydiler. Limana giren müttefik gemileri, savaş için bahane aramaya başladılar. Ateş gemisinin başka yere alınmasını istediler. Kabul edilmeyince, Mısır gemilerinden kendilerine ateş açıldığını ileri sürerek, savaşı başlattılar. Müttefik gemilerinin âni ateşi üç saat devam etti. Elli yedi (57) Osmanlı-Mısır gemisiyle altı bin (6000) asker kaybedildi. Müttefiklerin kaybı ise bin askerdi.
Osmanlı hükümeti, ortada harp durumu olmadığı hâlde, donanmasını batıran üç devletten tazmînât ve taziye talep etti. Üç devletin İstanbul’daki elçileri olayın sorumluluğunu Türk kaptanlarına yüklemek için açıklamalarda bulundular. Ancak açıklamaları reddedilince İstanbul’u terketmek zorunda kaldılar. Böylece Osmanlı Devleti ile Fransa, İngiltere ve Rusya arasında siyâsî münâsebetler kesilmiş oldu. Fransa ve İngiltere Osmanlılarla harbe girmek niyetinde değildi. Rusya ise, Nisan 1828’de Osmanlı Devleti’ne harp îlân etti.
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı: Osmanlı, Navarin'deki deniz baskınını protesto etmek için Çanakkale Boğazı'nı Rus gemilerine kapadı. Bunun üzerine Ruslar, Eflâk'a girerek, Bükreş'i ele geçirdi… Tuna Nehri’ni geçerek Dobruca'ya yürüdü. Şumnu, Varna ve Silistre kalelerini kuşattı… 29 Eylül'de Varna'yı teslim aldılar. Ancak Şumnu kalesini uzun süren bir kuşatmaya rağmen ele geçiremediler… Kışın yaklaşması sebebiyle Besarabya'ya çekildiler.
7 Mayıs 1829'da Rus ordusu tekrar saldırıya geçti… Silistre 19 Haziran’da teslim oldu… Ruslar ayrıca Ahıska, Ardahan, Posof, Erivan, Kars ve son olarak 27 Haziran 1829'da Erzurum'u ele geçirdiler... 2 Temmuz'da ise Balkanları boydan boya geçerek Burgaz'ı ve Sliven'i teslim aldılar… 28 Ağustos'ta Edirne'ye kadar ilerleyen Rus ordusunun İstanbul'a girmesine 68 kilometre kaldı… Osmanlı, 14 Eylül 1829'de Edirne Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.
Osmanlı, bu antlaşmayla Rumeli'de Mora ve Güney Yunanistan'ı, 12 Adaları, Sırbistan sınırı üzerinde altı kadılık merkezini, Tuna deltasının yarısına kadar olan Bucak topraklarını, Kafkasya da Gürcistan, Gur ve İmeret Prensliklerini ve daha sonra da savaş tazminatı olarak Ahıska eyaletini bırakmak mecburiyetinde kalmıştır.
Yunanistan Bağımsızlık Kazandı: Bağımsızlık süreci, Mora Yarımadasındaki Yunanların 17 Mart 1821'de ayaklanarak, 23 Eylül'de Tripoli'yi ele geçirmeleriyle başladı. Kanlı mücadelelerle devam eden ayaklanma, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın Navarin Deniz Baskını’yla Osmanlı Devleti'ni yenilgiye uğratmaları sonucu Yunanların lehine dönüştü. Osmanlı 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nı kaybederek, imzaladığı Edirne Antlaşmasıyla Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etti. Daha sonra Temmuz 1832'de Yunanlılar adına müdahele etmiş olan Avrupa'nın 3 büyük gücü ile imzaladıkları İstanbul Antlaşması ile bağımsız Yunanistan'ın sınırlarını ve statüsünü garanti altına almışlardır.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyan etti ve (sonunda) Mısır Bağımsızlık Kazandı: Osmanlı Mora İsyanı sırasında, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım istedi. Paşa, Girit ve Mora Valiliklerinin de kendisine verilmesi şartıyla, isyanı bastırmayı kabul etti… Nitekim 1825'ten itibaren, Osmanlı ordusu ile birlikte hareket eden Mısır ordusu, büyük başarılar elde etti. İsyan’ın bastırılması üzerine İngiltere, Rusya ve Fransa, Osmanlı Devletine karşı bir protokol imzaladılar. Londra Protokolü ile üç devlet; isyancılarla Osmanlı Hükümeti arasında bir ateşkes antlaşması imzalanmasını istediler. Ayrıca, ateşkesin ardından Yunanistan devletinin kurulacağını bildirdiler. Osmanlı bu kararları tanımayınca, 1827'de Navarin'deki Osmanlı-Mısır ortak donanmasını batırdılar.
Navarin baskını diplomatik bir sorun haline gelince, İngiltere, Fransa ve Rusya elçileri İstanbul'u terkettiler. İngiltere, İbrahim Paşa kuvvetlerini Mora'dan Mısır'a götürmek üzere gemiler gönderdi. Fransa da Mora'yı işgal etti. Rusya ise, Nisan 1828'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. Savaş, 1829 da Osmanlı’nın mağlubiyeti ve Edirne Antlaşması ile sona erdi.
Mehmet Ali Paşa, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanacağını anlamış, 1828'de İngilizler ile anlaşarak ordusunu Mısır'a çekmişti… Osmanlı, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Mehmet Ali Paşa'dan bir kere daha yardım isteyince ‘yolun uzaklığını, donanmasının Navarin’de büyük hasar görmesini, Suriye'de salgın hastalıklar bulunmasını’ bahane etti, yardım yapmadığı gibi kendisine vaad edilen Girit ve Suriye valiliklerini istedi. Talebi kabul edilmedi.

Mehmet Ali Paşa, ortamı uygun bularak, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki bir orduyu Akka valisi Abdullah Paşa'nın üzerine yolladı. Harekât denizden de desteklenince, Mısır kuvvetleri, 1832 ortalarına kadar bütün Suriye'yi işgal etti. Osmanlı, Mehmet Ali Paşa'yı asi ilan etti. Yerine atadığı Hüseyin Paşayı, Mehmet Ali Paşa üzerine gönderdi. Ancak İbrahim Paşa, 1832'de Osmanlı ordusunu Beylan'da yenilgiye uğrattı… Torosları geçerek Anadolu'ya girdi. Mehınet Ali Paşa, yeniden İstanbul'a başvurdu. Suriye kendisine verilmek şartıyla savaşı durdurmayı teklif etti. II. Mahmut bu öneriyi reddetti ve Reşit Paşa komutasında yeni bir ordu gönderdi. Reşit Paşa, Konya'da bulunan İbrahim Paşa kuvvetlerini kuşattı ve saldırıya geçti. Ancak Mısır ordusu karşısında perişan oldu. Savaşta, (21 Aralık 1832) Reşit Paşa esir düştü. Böylece Mehmet Ali Paşa'nın önündeki son engel de ortadan kalkarak Istanbul yolu açılmış oldu.

Osmanlı, Avrupa devletlerinden yardım istedi. Kısa bir tereddütten sonra, Avrupa devletleri kararlarını verdiler. Osmanlının toprak bütünlüğü, Avrupa dengesi ve statükosu için önemli bir etkendi. Bu bakımdan ortaya çıkacak büyük bir değişikliğe karşıydılar. Bununla birlikte, Mehmet Ali Paşa isyanı ile yakından ilgilenen devlet Rusya olmuştur… Karadeniz'i bir Rus gölü haline getirmek, İstanbul ve Boğazları ele geçirmek ve Akdeniz'e inmek isteyen Rusya, zayıf bir Osmanlı İmparatorluğu yerine, güçlü bir Mehmet Ali Paşa yönetimi iş başına geçerse, bu emelinin gerçekleşmeyebileceği hatta kendisi için tehdit oluşturabilecek yeni bir güç ortaya çıkabileceğinden çekindi. Bu nedenlerle Osmanlı yönetimini destekleyerek, hem kendisini hem de gelecekteki emellerini garanti altına almak istedi.

Yardım talebini kabul etti. 1833 yılında İstanbul'a bir donanma ile 5.000 kişilik bir ordu gönderdi. Böylece Rusya, Osmanlı Devleti üzerinde etkili bir duruma geçti. Bu oldu bitti, İngiltere ve Fransa'yı harakete geçirdi. Diplomatik atağa kalkan İngiltere ve Fransa Mehmet Ali Paşa üzerinde baskı uyguladılar ve Osmanlı ile anlaşma yaparak ilerleyişini durdurması konusunda zorladılar… Mehmet Ali Paşa, Osmanlı ile 5 Mayıs 1833'de Kütahya Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşma ile Mehmet Ali Paşa'ya, Mısır ve Girit valiliklerinin yanında Suriye valiliği, oğlu İbrahim Paşa'ya da Cidde valiliğinin yanında Adana'nın vergi toplama hakkı verildi... Bu antlaşmadan sonra, Mehmet Ali Paşa, kuvvetlerine geri çekilme emri verdi ve Mısır kuvvetleri Torosların güneyine geri çekildi. Böylece Mehmet Ali Paşa isyanının birinci bölümü sona erdi.

Ancak antlaşma her iki tarafı da memnun etmedi ve karşılıklı güvensizlik sürdü. Bunun üzerine, Osmanlı Rusya ile Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzaladı. Sekiz yıl süreli olarak imzalanan bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’ne bir saldırı olması halinde, Rusya, karadan ve denizden yardım göndermeyi garanti ediyordu. Ancak, antlaşmanın gizli maddesi ile Rusya, Boğazlar üzerinde büyük bir avantaj elde etmişti. Buna göre, Rusya'ya bir saldırı olursa, Osmanlı Devleti Rusya'ya parasal ve askerî bir yardımda bulunmayacak, yalnızca, Çanakkale Boğazı'nı kapatacak, yabancı savaş gemilerinin geçişine izin vermeyecekti… Antlaşmanın gizli maddeleri, Fransa ve İngiltere tarafından öğrenildi ve büyük tepki yarattı. Bu devletler, Osmanlı Devleti ve Rusya'yı protesto ettiler ve bunu tanımayacaklarını bildirdiler.

Kütahya Antlaşması, gerek içeriği gerekse sonuçları açısından her iki tarafı da memnun etmemişti. II. Mahmut, Mehmet Ali Paşa'ya iyi bir ders vermek ve devletin şerefini kurtarmak, Mehmet Ali Paşa ise daha çok yerlere ve imkânlara sahip olmak istiyordu. Bu nedenle her iki taraf da yeni bir savaş için hazırlıklar yapıyor ve birbirlerini kolluyordu… Ingiltereyse, muhtemel bir ikinci savaşta Rusya'nın Osmanlı Devleti'nden daha fazla taviz koparmasından endişeleniyordu. Bu yüzden Osmanlı ile ilişkilerini yakınlaştırma çabasına girdi. İki devlet arasında1838'de bir ticaret antlaşması yapıldı.

Osmanlı-İngiltere 1838 Ticaret Antlaşması: Antlaşmanın, İngiltere bakımından en önemli hükümleri şunlardı:

İngiliz tüccarı istisnasız her türlü malı, hem iç hem dış ticaret amacıyla alıp satabilecektir.

Yed-i vahit usulü kaldırılacaktır. Mal alım ve nakli için tezkere istenmeyecektir. İngiliz tüccarı, iç ticarette en ayrıcalıklı yerli tüccardan fazla vergi ödemeyecektir.

Yabancı mallar Boğazlar’dan serbestçe geçecektir.

Kapitülasyonlar devam edecek, antlaşmayla tanınan yeni imtiyazlar öncekilere eklenecektir.

Antlaşma hükümlerinden öteki devletler de yararlanabilecektir. Antlaşma “sonsuza kadar yürürlükte ve geçerli” kalacaktır.

Osmanlı artık kendi dış ticaret politikasını serbestçe belirleyemeyecektir.

Ticaret Antlaşması’na başlangıcında sert tepki veren Fransa, daha sonra antlaşmayı tanımış ve kendisi de bir ticaret antlaşması imzalamıştır.

Başa dönerek tekrarkarsak; Osmanlı, Yeniçeri Ocağını imha ettiği ve ordusuz kaldığı için Cezayir’i, Donanmasını, Yunanistan’ı, Mısır’ı ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmiştir! Hiçbir devlet silâhlı kuvvetlere (orduya) sahip olmadan hayatta kalamaz, çünkü... Özellikle Anadolu gibi muhataralı bir coğrafyada… Ve hele Türk Milleti gibi düşmanı çok ise… Tamam, ama kel alâka? Neredeyse iki asır önce gerçekleşmiş olan bütün bu tarihî olayların Ergenekon ile ne ilgisi var?

Şöyle söyleyeyim… Bugün de ‘Ergenekoncu darbecileri ayıklamak’ bahanesiyle TSK’nın generallerinin yüzde otuz (30)’u tutuklu ya da tutuksuz olarak yargılanmaktadır… Eski bir Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurmak iddiasıyla tutukludur… İki eski Genelkurmay Başkanı ise tutuklanmak üzere âdeta gün saymaktadırlar… İşte, ben bütün bunların Osmanlı’da Yeniçeri Ocağı’nın imha edilmesi gibi vahim bir sonuç doğurmasından korkuyorum! Böyle bir şey olmaz demeyin! Küçük bir ihtimaldir, ama maazallah ya olursa? O vakit, Allah korusun, Türk Devleti ve Milleti nelerini/nerelerini kaybeder? Hele bir düşünün! Ne dersiniz, bu riski almaya değer mi?

Ne yani darbecilere göz mü yumulsun? Ne münasebet? Elbette göz yumulmasın… Ancak darbelerin oluşum şekli ıskalanmasın… Eşşeği dövmek yerine semerini dövmek tercih edilmesin! Bütün askerî darbeleri ABD ve NATO’nun yaptırdığı unutulmasın, bu bir! İkincisi, çok iyi araştırılsın/soruşturulsun ve insanlarla TSK gereksiz yere mağdur edilmesin! Aksi halde Türkiye ve Türk Milleti, altından kalkamayacağı bir bedel ödemek zorunda kalabilir!

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,01 M - Bugn : 3222

ulkucudunya@ulkucudunya.com