« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

27 Haz

2008

YİTEN YAVRUNUN ARDINDAN

27 Haziran 2008

"A İstanbul, beğim aman, sen bir han mısın,
Varan yiğitleri de, beğler aman, yutan sen misin…"

Sabahtan beri uzaklardan peyderpey intikal edenlerle yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan küçük sahil kasabasının tenha meydanında aşinalarıyla kümeleşip kısaca halleştikten sonra bir kenara sessiz çekilen, kiminin dudakları duayla kıpırtılı, kimileri peş peşe yaktığı sigaraya sarılmış, bazen uzaklara dalgın bakarak, kimi zaman maksatsız kısa ağır adımlarla başı önde, düşünceli öteye beriye gezinerek müteessir çehrelerle bekleşenler, güneşli havada hafiften başlayıp gittikçe artan yağmurun ıslatmasına aldırış etmeden getirdiği serinliğe ve rahmete için için seviniyorlar.

Felâket habercisi gibi asab bozucu çığlıklarla ara sıra havada dönen martılar gayriihtiyarî dikkat çekerek hicranlı sükûtu bölüyor. Üzüntüden neredeyse bir günde yarısı eriyen çam yarması birader, maneviyatın had safhada olduğu böyle bir günde misafir vicdanlarda haksız bir vebale mahkûm kalmamaları için baştan beri sadakatle izini tuttuğu ağabeyinin samimi arkadaşlarına karşı hürmetkâr tavır içinde kendisinden pek beklenmeyen ince malûmatlarla izahat vererek kuşları müdafaa etmek zorunda hissediyor. Baharda denizde balık azalınca martılar kayalıklardan karaya çekilirler, diyor. Ahşap evlerin çatılarına yuva yaparlar. Kalabalığı görünce yavrularını koruma içgüdüsüyle hareketlendiler. Şu karşı çatıda sinmiş duran koyu renkli irice kuş, bacadaki mağrur beyaz martının yavrusu. Bakmayın öyle anası kadar büyük olduğuna o daha uçmayı bilmiyor. Bir süre sonra annesi öğretecek.

Çocukluğum geçiyor gözümün önünden. Bütün mazimizi köyde bırakarak ben beş yaşında iken gelmişiz buraya. Büyük amcalar fırıncı Ali Usta, Atatürk'e önce kendisi içerek ayran ikram etmesiyle meşhur usul erkân bilir aşçı Aziz Usta silsilesiyle, evveliyatı yüz yılı geçkin. Bunlar şimdiki gibi, naber ustaa, diye hafife alınacak, eğlenilecek cinsten değil, adapsızlığa enseye şaplağı indiriveren eski ustalar, zanaatini hakkıyla ifa eden ve öğreten hakiki ustalar neslinden. Dedem de aşçıdır, askerliğinde tümene çıkardığı yemeği pek beğenen zamanın Genelkurmay Başkanı Feyzi Çakmak altın saatle taltif etmiş. Hiç hoşlanmadığı İnönü'nün aksine Mareşali belki bu sebeple, millete yakın olduğu için çok severdi. Babam, ikindi ezanında taskebaplık bir butu ayıklamaya başlar yatsı vakti zor bitirirdi. Bir gram yağ, bir parça sinir, küçücük bir zar bırakmazdı etin üzerinde. Şimdi büfelerde insan gövdesi kadar neredeyse el değmeden kemiği ile birlikte takılan dönerlere bakılırsa.

Vatanda gurbet denir ya, işte öyle. Geride bıraktıklarımızın hasretiyle geçerdi hepimizin zamanları. Tam bir Osmanlı kadını şehit evlâdı babaannem çoraplarımı saklar, öpüp koklardı. Ara sıra köyden gelen dedem sanki roman gibi geçen asabî ömrünün bütün nedametini çıkarırcasına sevgisini bende tezahür ettirir, nereye gitse peşini bırakmadığım için yapışık gibi sırtında taşırdı. Toprak kokulu o saf ve yoğun sevgi hâlâ burnumda tüter. İlkokulu burada bitirdim. Martıların hangi mevsimde nasıl davrandığına, deniz tabiatının inceliklerine vakıf olmadan yatıla okula uçtuk. Epeyce hatıra kaldı tabii.

Bir defasında üç arkadaş karşıdaki eski binaların arasındaki patika yoldan denize inerken çalılıkların sarmaşıkların içinde tesadüf ettiğimiz küçük bir şeftali ağacına sahipsiz sanarak dalmıştık. Az sonra tepedeki kahvehanenin taraçasından tehditler savurarak bağıran adam çocuk ölçülerimize göre evimize hayli uzakça bir yerde filancanın oğlu diye her birimizi tek tek sayarak nasıl da tanımıştı. Babamın şiddetli dayağından sonra manavdan aldığı bir kasa erik ile bir kasa şeftaliyi önüme koyarak üç gün hapsetmesini hiç unutmam. Halamın yalvarmalarıyla bir tam gün geçtikten sonra azat etmişti. Sonradan aile dostumuz olan yaşlı kahveci de unutmaz. Başsağlığı dilerken gözlerinde hâlâ o şikâyetin pişmanlığı vardı. Kaç kereler izah etmişti. Oğlum ben o zaman sizi yakın tanımıyordum. Diğer iki çocuğa babaları fazla bir şey söylemedi, seni de baban şöyle bir azarlar geçer sanmıştım. Kastamonu'dan üç dört sene evvel gelmişsiniz, Turhan'ın öyle sert biri olduğunu bilsem söyler miydim hiç. Resmi kimliklerine sığınarak küçük dağları biz yarattık sanan onbeş tane mütecaviz adamı üst üste yığıp burnu bile kanamadan sıyrılan ve ertesi gün bir şey olmamış gibi çorba tenceresinin başında rızkını temine çalışan acaip bir adammış meğer, iyi o vakit bana bir şey yapmadı.

Hatıraların hayalini dört bir taraftan sökün eden konu komşu, ahbap, eş dost dağıtıyor. Bastonuna dayanarak ağır ağır yaklaşan aksakallılar, gençler, teyzeler, enişteler, yeğenler, amcazadeler, gelinler, hısım akrabalar, köylüler. Urfa'lardan, Antep'lerden kayınbirader, bacanaklar, baldızlar yetişip geldiler işte.

Yazılan gelir başa, tevekkel tü Tealallah. Buradaki en yakın ikinci cenazemizi kaldıracağız öğlen namazında. Henüz uçma çağına gelmeden uçan melek yavrumun içli salâ'sı yankılanmaya başlıyor öbür büyük caminin minarelerinden.

"Selanik içinde salâ'm okunur,
Salâ'mın sedası be dostlar cana dokunur."

Sahiden cana dokunuyor salâ. Yavrusunu kayıp edenin bu acıya dayanması ne kadar zor. Yüreği yaralı bahtsız ana sevgili evdeşim güç bela ayakta kalmaya çabalıyor. Dövünen, feryad figan eden yok ama sel gibi gözyaşına engel olabilmek, sağlam durabilmek ne mümkün.

Taşkafalı nadan bir taş işçisi kendini kaptırmış cami avlusunda beyaz toz bulutları savuran gürültülü makinesiyle mermer kesmeye devam ediyor. Farkında olmadan hayatın devam edeceğini işaret ediyor belki, fakat daha erken, rahat bıraksın yüreğimizi, gönlümüzce doya doya sessiz yasımızı tutalım. Ah, şunun makinesini kafasında paralamak var, ama dizlerimde mecal yok ki, içerim bomboş. Gözün aydın kulakları sağır, gözleri kör, zalim ve hoyrat nobranlık. Artık daha güçlüsün, keyfince sür sefanı. Bir hasmının daha omuzları çöktü. Yiten yavru bulunur mu, diyor güzelim türküde. Bir kolumuz kesik, bir bacağımız kopuk, ciğerimizin bir köşesi noksan, yüreğimizin yarısı yok artık. Sana kanunla yasak yok zaten. Aşçı Turhan da yok buralarda, işin iş. Sen kötü tarifine tam ve net bir şekilde dâhil olmadığın için kötülükten de kötüsün. Sırıtkan çehrenle her nasıl başarıyorsan hep zayıf anlarında ve olur olmaz yerlerde mahrem, mahcup, hassas, naif ve sakin hayatların karşısına dikilerek hayatı zindan eden aslında sensin. Menbaın o kadar mümbit ki, beslen beslenebildiğin kadar, semir semirebildiğin kadar. Basit ve zararsız saydırarak görmezden getiren hoşgörü, yakışıksızlıktan ve bulaşıklıktan çekinen medenî merhamet, haklılıkla haksızlık arası hassas tereddüdün ağırdan aldırdığı ve hep senin lehine işleyerek akan bir su gibi o an'ı kaçırtıveren zaman aşımı. Geciken hükmün kesinleşip hesaplaşmak için geri dönüldüğünde eski yerinde bulunmuyorsun, ne çare. Rahatsız vicdanlar, yüksek idrakler, atak yüreklerden taşan gür ve keskin nidalar senin düşmanın.

Ve arkadaşlar… Arkadaş mefhumunun lügatlerdeki tariflerinden kat kat fazlasıyla hakkını veren gönül erleri, vefanın canlı timsalleri. Kısım kısım, bölük bölük geliyorlar. Öteden beri hepsini buluşturup tanıştırmayı, kaynaştırmayı arzu ederdim. Vaktinde haberdar olanların hepsi bir arada tastamam işte, abdest tazeleyerek cenaze namazına hazırlanıyorlar. Adapazarlı üçlü üçüncü kez yol ediyorlar burayı. Dün akşamdan geldiler. Hiç ayrılmadıkları aziz dost Sedat Salyancı artık yanlarında yok, ruhaniyeti yanı başlarındadır mutlaka. İşte babasının ayrılığı daha bir haftayı doldurmayan acılı dost ta Trabzon'lardan çıkagelmiş. Diğeri beş günlük yavrusunun telaşesini bitiremeden çıkmış. Niceleri önceden tasarlanmış nice işlerini yüzüstü bırakarak İstanbul'dan, Ankara'dan, İzmir'den, Bursa'dan, Kırıkkale'den, Muğla'dan kalkıp gelen vefakâr dostlar. Telefon susmak bilmiyor. Biri uzunca numaralı, belli ki yurtdışından. İki üç dost aramıştı, yurtdışında başka kimimiz var ki bizim. Almanya'dan. Destanlarıyla bugüne kadar hep bizi ağlatan Koca Ozan telefonun öbür ucunda şimdi kendisi ağlıyor.

Kalabalıkça güzel bir cemaat saf tutuyor musalla taşının başında. Temiz çehreli imam efendi, evlât acısının inanıp sabredenler için ilahî mükâfatlara nail kılabilecek bir nimet olduğunu müjdeleyen, kâinatın en sevgilisi Peygamber Efendimizin altı evlâdını kendi eliyle toprağa verdiğini anlatan belagatli konuşmasıyla herkesi bir daha ağlatıyor. Karşısındaki topluluğun içinde; "Olup yeniçeri çektim cefayı, Piyade eyledim nice gazayı" misali nice gazalar görmüş, yürekleri acıdan nasır tutmuş gazi dervişler de var. Onlar da ağlıyor.

Tabutun üstündeki yeşil örtüdeki ayetler her şeyi özetliyor, her suale cevap veriyor. "Ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. Nahl 61" "Her can ölümü tadacaktır; sonra bize döndürüleceksiniz. Ankebut 57"

Hüsnü şehadetle helâlleşildikten sonra omuzlanıyor tabut, zahmetsizce havalanıveriyor mümin ellerin üzerinde. İçindeki küçüğün ağırlığı daha ne kadar ki. Yakın geçmişte evlât acısı yaşayan yürekleri yanık Ahmet Hoca, Eyüp abi, İsmail kardeşim de yaşlı gözlerle omuz veriyorlar.

Dedesinin ayakucuna kazılan taze mezara indiriyoruz aziz naaş'ı. Yaradan yüce Allah'a emanet, az sonra büsbütün kapanan nemli kara toprağa kavuşuyor masum yavrucuğum. İnna lillah-i ve inna ileyh-i raciun. Başlarında serin, şirin bir servi ağacı. Bakalım hangimiz, ne zaman komşu gelip dolduracağız çevrelerini. "Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde, Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…"

"Adını sevdiğim Avşar beğleri
Size de bir vezirlik yakışır durur
Topla dizginini koru kendini
Karşıda düşmanlar bakışıp durur…"

Düşmanlar… Onları da unutmamalı. Herkesin bir vazifesi var fani âlemde. Bu güzel insanları bir kat daha güzel kılan onlar. Sesleri solukları çıkmıyor. Karanlık izbelerden bakışıp duruyorlardır, sefil baykuşlar gibi sinsi sinsi ellerini oğuşturuyorlardır. Bir an evvel toparlanmak lâzım. Bunlar yaramızı, zaafımızı görmemeli. Kılıcı bıraktığımız an üşüşüp kılıç üşürür bu kalleşler.

Kalabalık yavaş yavaş dağılıyor. Selcen'le Tuğrul'a sarılmış garip anacığımla kalan sağlarımız önümüzde. Evdeşimle elele sendeleyerek mezarlıktan ayrılırken kulaklarımda küçük bahçede yaşlılığın heybetini yenemediği çakır gözlü, kır saçlı, kır bıyıklı dede ile sekiz on yaşlarındaki kara gözlü sevimli torununun tatlı tatlı didişmesi uğulduyor belli belirsiz.

- Eliiif, kızım o taraf tamam, bu tarafı belle diyorum sana!
- Sana ne be, senden mi öğreneceğim ne yapacağımı. Hem ben senden daha iyi bilirim, benim canım burayı bellemek istiyor.

Dirliğince hiçbir sözünün itirazla karşılanmasına alışkın olmayan dede memnun, kızar gibi görünmeye çalışarak gülümsüyor içten içe. Bu mahzun görünüşlü sessiz çocuk yaman bir şeye benziyor, çok gözü kara olacak…

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,14 M - Bugn : 31645

ulkucudunya@ulkucudunya.com