« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

09 Tem

2008

DANIŞIKLI KAVGA

09 Temmuz 2008

Milliyetsiz İslamcılar ile cibilliyetsiz batıcılar ittifak halinde milletsiz Ulusalcıların üstüne giderek ciddi ciddi çekişiyor görünüyorlar. Çekişiyorlar mı yoksa tepesine bindikleri mazlum milleti iyice ezmek için suni karmaşa çıkarıp paslaşıyorlar mı o da belli değil. Aslına bakılırsa ne İslamcıların İslam diye derdi var, ne Ulusalcıların millet diye derdi var.

İktidar yanlısı kalemler demokrasi, insan hakları, sivil toplum sloganlarıyla hayali darbe korkusu salarak Türklüğe, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Türk Devletine saldırıyor. Savcının eteğine yapışmışlar, yuvalandıkları deliklerinden burunlarını çıkarıp gözetleyen korkak fareler gibi koskoca paşaların tutuklanmasına seviniyorlar. Küçücük bir gerçek tıkırtı duysalar, birisi yüksek sesle höt dese kaçacak delik ararlar. Milletin manevi değerlerinden kopuk Ulusalcılar ise kendi kendilerine hortlattıkları bayat irtica vehimleriyle kamuoyunda taban kaybederek hem bunların ekmeğine yağ sürüyor hem de cehaletleriyle İslam'ı yıpratıyor. Üstelik eski komutanlarının polis marifetiyle gözaltına alınmasını kuzu kuzu seyrediyorlar. Biri olmazsa diğeri hayat bulamaz, tabiattaki gıda zinciri gibi karşılıklı birbirlerinden besleniyorlar. Bilmem kaç bin sayfa iddianameden, milyonlarca belgeden bahsedilirken ülkenin gerçek meseleleri yolsuzluk, ihanet, terör belası unutuldu gitti. Sahtelikten, samimiyetsizlikten, sığlıktan artık bıkkınlıktan da öte nefret geliyor. Arada üç beş vatanseverin canı yanacak. Çetenin finansörü olduğu iddiasıyla bir yıldır cezaevinde tutulan bir vatandaş kanserden kırk kiloya inince neredeyse ölüsü tahliye edilmiş, neyle suçlandığını öğrenemeden can vermiş. Fotoğraftaki erimiş hali insanın içini sızlatıyor. Cenazesi belediye aracıyla ve gazetecilerin maddi katkılarıyla kaldırılmış. Bu nasıl bir vicdansızlıktır, nasıl gözü dönmüşlüktür anlamak mümkün değil. Bazı haddini bilmezlerin edepsiz bir üslupla büyük balık tabir ettiği paşalardan birinin evrakında kozmik bilgiler ele geçmiş. Kozmik bilgiler! Vay canına! İnsanın tüyleri ürperiyor. Lügat manasına bakılınca demek oluyor ki; evrenle ve onun genel düzeyiyle, kâinatı oluşturan maddelerle ilgili, yıldızlararası uzaylardan gelerek atmosfere giren ve ancak özel cihazlarla tespit edilebilen çok kısa dalga boylu, nüfuz kabiliyeti yüksek, kaynakları çoğunlukla belirlenemeyen ışınlarla ilgili bilgiler ele geçmiş. Ne kadar dehşetli!

İslam'ı da Türklüğü de tam manasıyla temsil etmesi gereken, tarihi mesuliyeti gereği nereden gelirse gelsin her türlü saldırılara karşı en evvel bütün gücüyle koruması ve yüceltmesi beklenen Türk Milliyetçiliği siyaseten hacir altına alınarak aradan çekildiği için kabak yine milletin başında patlıyor. Memlekette kıyamet koparken her zaman olduğu gibi bizimkilerden yine ses seda yok. Erciyes Kurultayı'nın iptali meselesi menfi yönde biraz konuşuldu. Alınan fevkalade yanlış karar taraftarı da utandıracak kadar kıytırık bir iki köşe yazısıyla müdafaa ettirilerek unutulmaya terk edildi. Bunların iktidar arzusu, milleti kucaklamak iştiyaki, memleket meselelerini göğüsleyecek cesareti, yığılmış problemleri çözecek kabiliyeti taşıdıklarına dair inanç giderek azalıyor. İktidar partisi kapatılırsa kahredici sessizliğin ve tahammül edilmez sakinliğin mükâfatı olarak vaziyeti idare edecek miktarda bir kısım seçmenin teveccühü bekleniyor olmalı. Armut piş, ağzıma düş. İyi hesap, yedirirlerse! İyi saz, öterse!

Bütün bunlar cereyan ederken aklı başında bir Ülkücü, sahici bir Türk münevveri çıkıp olan biteni, saklanan hakikatleri millete anlatma imkânı bulamıyor. Ara sıra seçilerek boy gösterenler genelde ana caddeden sapan arızalı tipler. Keçi sakallı ulusalcının telefon konuğu ham sesli ulusalcı bir profesör güya batıcılığa ve dinciliğe karşı, büyük araştırmalar sonucu kitaplaştırdığı yüksek Türkçü fikirlerini serdediyor. Atatürk laikliği batıdan değil Tuğrul'dan aldı diyor. Tuğrul diye zikrettiği mahalle arkadaşı bakkal değil, tarihin en büyük şahsiyetlerinden Büyük Selçuklu Türk Hakanı Tuğrul Bey. Gülünç derecede basitlikle sıkılmadan anlatıyor, ilkokul çocuklarının müsamereleri daha ciddi kalır. Tuğrul atına atlamış Bağdat'a Abbasi Halifesine gitmiş, kardeş bu böyle olmuyor, bundan sonra dünya işleri benim, din işleri senin, anlaştık değil mi, aksi takdirde küserim ha, demiş. Hani eskiden Ecevit zamanında bazı solcu din dersi hocaları kafayı çekip derse gelir, peygamberimizden Muhammet diye bahsederlerdi de, her şeyi göze alan inanmış Ülkücülerden başka saygıya davet eden çıkmazdı. Ulusalcı profesör sanki o uğursuzların neslinden geliyor.

Ulusalcılarımız nedense Türk Tarihini bir bütün halinde ele almaktan kaçınırlar. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi'nin zirvesini teşkil eden baştan sona kitap ve hukuk medeniyeti muhteşem Osmanlı'yı ağızlarına bile almazlar. Tuğrul Bey'den bahsederken, yüce hakanın kendime bir saray yapıp da yanına bir cami inşa etmezsem Allahü Teâlâ'dan utanırım demesini, halifenin onu dünya sultanı ilan etmesinin yanında Rükneddin (dinin temeli) ve Ka'sım emir ül-Mü'minin (Halifenin ortağı) ünvanlarını vermesini, Türk Cihan Hâkimiyeti uğruna verdiği mücadeleleri, İslam'a yaptığı yüksek hizmetleri zikretmezler.

Hülasa bunlardan hiç birinden necip Türk Milletine fayda gelmez.

Bir taraf güney ilçelerimizin birinde okullararası kompozisyon yarışmasında imam hatip liseli bacak kadar başörtülü öğrenciyi birinci seçerek zavallının başına gelecekleri bile bile kürsüye sürüp ardına saklanıyor. Diğer tarafta binbaşı ve kaymakam ile top sakallı taifesinden üç beş alkışçı kızcağızın gözyaşlarına aldırmadan kürsüden indirtiyor. Binbaşıyı az çok anladık, sıkı asker, yetiştiği ocağın en büyük isimleri Atatürk'ten ve bilhassa Türkeş'in kemale erdirdiği milliyetçilik ruhundan nasiplenememiş, başörtülü çocuğu cidden büyük tehlike addediyor, şekle odaklanmaya şartlandığından arkasındaki tertibi göremiyor. Kaymakam ve diğer yetkili zevat devranın hep böyle gideceğine kanaat getirse veya askerin tavrı aksi yöne dönerek başörtüsü revaç bulsa tipik bürokrat tavrıyla muhtemelen derhal yüzseksen derece dönerek iflah olmaz bir başörtüsü müdafii kesilirler. Askerle bürokrat derinliğine milliyetçi olabilselerdi uzaylı kılıklı top sakallılar ve kılıkları pek süslü fakat kafaları bomboş hanımları da vücud bulamazdı zaten. Kızcağızı sahneye çıkaran teşvikçi ve tertipçi güruh sıkıyı görünce salonu terk ediyor. Böylece ekranlara taşınan müessif hadise taş atıp kolu yorulmadan iktidar partisine havadan üç beş puan eklemiş oluyor. Başörtülü çocuğu mağlup eden kahraman ulusalcılara madalya verilmiş midir, bilinmez. Neticede olan çocuğa oldu. Şimdi geri kim sevdirecek Atatürk'ü, askeri, subayı bu çocuğa? Ülkücü münevverler cemaatçilerin tesirine girmemiş dinleyen bulabilirlerse beyhude yere anlatsın dursun, asker vatanın, dinin ve varlığımızın teminatıdır.

Bu böyle sürüp gitmez, gidemez, gitmemelidir. Büyük Türk Milleti oynanan oyunların farkına varmalıdır. Türk Milliyetçileri uykudan uyanıp vesayetten kurtulmalı ve bu oyunları bozmalıdır.

Çarpık demokrasiye bütün mukaddeslerini bir kenara fırlatarak adeta yeni bir din bulmuş gibi taparcasına sarılan ve arkalarına aldıkları dış güçlerin verdiği cesaretle hayali darbelere karşı kahramanca müdafaa eder gözüken sahte dindar demokratları gördükçe akla gerçek darbeden sonra 9 Kasım 1982 tarihinde yapılan anayasa halkoylaması geliyor. Hatırlanacağı üzere 1982 anayasası % 8,63 red oyuna karşılık % 91,37 oyla kabul edilmişti.

O vakit üniversite öğrencisiydik. Yuvamız Yurtoğlu, Ülkücülüğün sıhhatle yaşandığı ve yaşatıldığı, içindekileri sosyolojik manada bir cemaat ruhuyla kuşatarak her nevi faydasız ve lüzumsuz tesirlerden koruyan bir Ocak idi. Teşkilâtsız kaldık kahvede vakit öldürelim, fikirsiz kaldık intisap edecek bir dergâh bulalım, partisiz kaldık kurulacak siyasi partilerde mevzi kapalım diyenlerin aksine, istikbalde millete hizmet edecek idealist kadroları barındırıyordu.

Yeni anayasanın muhtevası ve ne getirip ne götürdüğü halkın umurunda değildi, sadece öncekine göre hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı olduğu biliniyordu. İhtilâl sonrası halktaki müthiş yılgınlık ve sinmişlik devam ediyordu. Darbe hayali değil dipdiri bir gerçekti. Halk arasında kullanılacak oyların renginin tesbit edilerek hayır diyenlerin hakkında takibat yapılacağına dair korkulu dedikodular dolaşıyordu.

Onca zulmün mimarlarınca hazırlanan anayasaya verilecek oy bir bakıma darbenin neticelerinin ve darbecilerin yaptığı icraatların ibrası veya reddi manasına gelecekti. Kollektif şuur ve müşterek kanaatle verilen kararla hepimiz istisnasız hayır oyu kullandık. Bu cesur, basiretli, şerefli ve isabetli tercihimizin amel hanemizde hayırlı bir sayfa teşkil ettiğine inanırız. Yakın çevremizden bazı arkadaşlarımız dinî saiklerle tesirinde kaldıkları bir takım efendilerin yönlendirmesiyle ya da Başbuğ'dan haber getirdiklerini söyleyen sahtekârların yalanlarıyla anayasaya evet dediler. Aradan geçen onca zamandan sonra konu bu bahse geldiği zaman izan sahibi bir kısmı mahcubiyet duyar.

Şimdi demokrasi havarisi kesilenlerin o zamanki tutumları, ne yaptıkları, darbeye nasıl bir tepki gösterdikleri tetkik edilmelidir. Kafalarına at gözlüğü takılmış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetindeki yüreksizler, başlarındaki adamların menfaatlerinin belirlediği işaretler doğrultusunda sürekli merkez sağ partileri iktidar etmişlerdi. İlginç olan şimdi sövdükleri fötr şapkalı liderlerin ve kendi elleriyle iktidara getirdikleri partilerin yönettiği ve eğittiği halkın dini seviyesini beğenmeyip imanın esaslarına yeni esaslar ilave ederek yer altı faaliyetleriyle insanların imanını kurtarmaya soyunmalarıydı. En çok da darbeden beslendiler. Şimdi hayali darbeye karşı görünmelerinin sebebi demokrasi aşkı, insan hakları, din hürriyeti filan değil, asalak gibi yapıştıkları ve her türlü melaneti işlemek için kullandıkları iktidarlarının ilânihaye sürmesini teminden ibarettir. Bu ülke çeyrek asır önce demokrasiye layık değil miydi? Bu ülkede o zaman zulüm yaşayanlar köle miydi? Onca zulüm ve işkence karşısında ne gibi bir tavır aldılar? Bugün dünyadaki zulme tepkileri nedir?

Bilhassa Ülkücü Gençliğin maruz kaldığı zulüm kimsenin umurunda olmamıştır. Ne cemaatçi taifesi, ne ulusalcı takımı, ne İslamcı geçinenler, ne de insan haklarından dem vuran batıcılar. Hepsi de görmezden, duymazdan gelmiştir. Dolayısıyla bunların kavgasında taraf olmamak isabetli bir tavır olabilir; ancak susarak, kafayı kuma gömerek memleketin kaderini bu kavganın galibine terk etmek akıl kârı değildir. Ayrıca Ulusalcılara reva görülen ve günümüz hürriyet şartlarında aşırıya kaçan kötü muameleler ve yoğun iftira kampanyası vicdan sahiplerinin yüreğini burkmaktadır. Asil Türk Milletinin kanını ve şuurunu taşıyan fertlerin tersi durum vaki olursa yine haksızın karşısında mazlumun yanında yer alması gerekir. Şanlı Türk Tarihinden alınması gereken ilham ve çıkarılacak ders bu yöndedir.

Bunca sinsilik, kalleşlik, hainlik, hilekârlık, tertipçilik, alavere dalavere, alkışçılıktan midesi bulananlara bir yiğitlik vakası ilave edelim. Demokrasinin, asker sivil ilişkilerinin, hak ve hukukun karmaşık ve kozmik teorisi değil, ideolojisiz, çetesiz, partisiz bireysel basit bir dersi. Trafik suçundan üç beş gün cezaevine girip sonra racon kesmeye kalkanlara, gözükaralıklarını şunun bunun iradesinin emrine verip köleleşenlere, etraflarına topladıkları avenenin verdiği gücü para tahsilâtıyla dünyalık yığmaya kullananlara, güce ve paraya tapanlara, yalancı demokratlara, korkak darbe karşıtlarına ithaf olunur. Kimileri ilkel şiddet deyip dudak bükebilir. Onlar saklambaçlıklarına ve şaklabanlıklarına devam etsinler. Bir gün kendileri de hiç nasiplenmedikleri, şahit olmadıkları, ne olduğunu dahi bilmedikleri cesaret, mertlik ve yiğitlik gibi kavramların ilhamına ihtiyaç duyarlarsa istifade edebilirler.

1981 yılı Aralık ayı. Askeri idarenin her tarafı tahakküm altına aldığı, ihtilâlin bütün şiddetiyle hüküm icra ettiği günler. Üç beş bin nüfuslu kasabanın kulüp denilen merkez kıraathanesinde masalar dolu. Akşam vakti mesaiden çıkan memurlar, daire amirleri, öğretmenler, kışın tenhalıktan dükkânlarını erken kapatan veya çıraklarına bırakan esnaf her zamanki yerlerini alarak kareleri kurmuş. Karakola düşen biçarelere, cezaevindeki mahkûmlara kök söktürdüğü gibi köylerde vatandaşları pervasızca sıra dayağına çeken, köy muhtarlarını çekinmeden döven hatta kasabanın yaşlı bir mahalle muhtarını herkesin gözü önünde tokatlayan astığı astık kestiği kestik Jandarma Yüzbaşısı da bir masada kimisi subay astsubay ahbaplarıyla okey oynamaktadır. Tepesi atınca, kafası bir şeye bozulunca ne hacısı hocası, ne okumuş beyefendisi, ne tüccarı zengini, ne de kabadayısı bitirimi umurundadır. İçeridekiler onun mevcudiyetinden tedirgin, daha usturuplu davranmaya çalışsalar da neticede kahvehane, uğultular, sigara dumanları, çaylar arasında her kafadan bir ses çıkıyor. Yüzbaşı kendi varlığının farkında olunmasından memnun ve mağrur fakat sürekli dikkate alınması, hatırdan çıkartılmaması için ihtiyaç duymuş olmalı ki, bir ara diğer masada neşeyle oyun oynayanlardan birine dönerek kendinden emin hükmedici bir ses tonuyla; 'Turhan bey, biraz sessiz olalım lütfen!' diye müdahalede bulunur. Müdavimler birbirini tanıdığı için ikazı işitenler bir anda nefesini tutmuş endişeli bakışlarla olacakları beklemektedir. İkazın muhatabı pala bıyıklı adam hiç tereddüt etmeden hışımla ayağa fırlar. 'Burası karakol mu ulan, milletin başına firavun mu kesildiniz, bunca insan rahatsız olmuyor da sana ne oluyor, yeter artık başlarım senin bilmem neyinden, senin gibi nicelerini silkelemişim ben' diye haykırıp yüzbaşının yakasından kaptığı gibi sandalyeden çekerek ayaklarını yerden keser ve bir tokatta yere yapıştırır.

Gürültü, bağırış çağırış, imdat, tutun, yakalayın, takviye kuvvet getirin, polis, inzibat, karakol, askere hakaret edildi, edilmedi, şikâyetçi vardı yoktu, amme davası, sıkıyönetim, Selimiye Kışlasına götürmeli, yok burada kalmalı, askeri mahkeme, falan filan derken kasaba çalkalanır. Çıkıp çıkamayacağı, saçının tıraş edilip edilmediği, bıyıklarının kesilip kesilmediği bile merak konusu olur. Bir ay mahalli cezaevinde kalır, yerel mahkemede görülen davada asgariden aldığı ceza yattığına sayılarak ilk celsede tahliye olur. Saçına bıyığına dokunulmamış, en küçük bir kötü muameleye maruz kalmamıştır. O bir ay yüzbaşı izinle kasabayı terk eder, halkın içine pek çıkmaz, ortalarda görünmez. Cezaevindeki mahkûmlar Ülkücüsü, solcusu, esrarcısı, kabadayısı, kaçakçısı kulaklarına inanamazlar. İlk akşam hayret ve sevinç içinde sabırsızlıkla bekledikleri kahramanın etrafına toplaşıp hadiseyi tekrar tekrar dinlemek isterler. Her gün denetim, sayım bahanesiyle kendilerine eziyet eden yüzbaşıdan bir aylığına kurtarıp nefes aldıran yeni arkadaşlarına hürmet ve izzette yarışırlar. Bilhassa bir kimlik kontrolü esnasında, sen kimsin lan diye itiraz ettiği için görevli askere mukavemet ettiği gerekçesiyle yediği onca dayaktan sonra sorgusuz sualsiz aylardır yatmakta olan solcu bir genç, abi seni Allah mı gönderdi, öyle mütevazı durma, senin heykelini dikseler azdır, diyerek her gün yoklamakta, ihtiyacını sormaktadır. Bir ay süresince ziyaretçilerin ardı arkası kesilmez. İlk ziyaretinde oğluna şunları söyler. Bizim yüzümüz kızartacak bir şey yok. Şerefimizle girdik, şerefimizle çıkarız. Sokakta başın dimdik olsun. Her akşam benim oturduğum kahveye git ve birisi benim yerime olmak üzere iki çay iç.

Herkes hakkına ve hissesine düşeni almış, dersini çıkarmış ve bedelini ödemiştir.

On sene sonra ziyaretine geldiği oğluyla aralarında şöyle bir muhavere geçer. Odanın kapısından baktığımda Albayla karşılıklı kahve içiyordunuz. Beni görünce sigaranı söndürdün, peki koskoca Albayın karşısında nasıl pervasızca sigara içiyordun öyle. Hiç yakışıyor muydu, bu nasıl askerlik? Albay'a devlet alayını teslim etmiş, tankını tüfeğini, askerini, vatanını emanet etmiş. Biz askerde Albay gördüğümüzde kaçacak delik arardık. Küçük rütbeli subaylar da öyleydi. Öyle manalı manalı tebessüm etme, aklından geçeni biliyorum. Orası kahvehaneydi, burası asker ocağı. Orası er meydanıydı, burası askerlik şubesi. Hem o yüzbaşı çok namuslu bir adamdı, denizdeki kaçakçılığa hafiften göz yumsa dünyayı götürürdü, sadece gençliğin verdiği heyecanla biraz gaddardı. Dünya küçük, bir gün karşılaşırsanız hürmet göstermek zorunuza gitse de sakın husumet beslemeyin.

Muhtemelen yüzbaşı da çocuklarına aynı tavsiyelerde bulunmuştur. O adam itibarına ve gücüne azıcık fırıldak ekleyip kendi menfaatleri doğrultusunda kullansa yaşadığı kasabanın yarısını tapulardı. Ama namuslu adamdı.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,14 M - Bugn : 32303

ulkucudunya@ulkucudunya.com