« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

05 Kas

2008

ATATÜRK

05 Kasım 2008

Biz Ülkücüyüz. Ayrıca kendimizi bir isimle ilişkilendirerek tarif etmek ihtiyacı duyulursa; sadece ve mutlaka, kayıtsız şartsız ve sınırsız Türkeşçiyiz. Aynı zamanda Türk'üz ve bunun tabii neticesi olarak en geniş manada Turancı Türk Milliyetçisiyiz. Türk Milliyetçiliğinin Türk Milletinin karakterine ve insan fıtratına en uygun, en mütekâmil fikir sistemi olduğuna inanırız. Türk gençliğini yirminci asrın sapık ve zararlı ideolojilerinden koruduğu, Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti kazandırarak Türk İslâm Ülküsü etrafında birleştirdiği için Türkeşçiyiz. Bu yüzden Atatürkçü, laikçi, ulusalcı, siyasi ümmetçi veya millet gerçeğine aykırı, tarihi hakikatlere ters düşen başka bir şeyci değiliz, olamayız. Türkeş, kıt imkânlarla ve aleyhte çok şiddetli taarruzlara rağmen tarihte emsali görülmemiş güçle boğazımıza sarılan iç ve dış tehditlerden Türk Milletini kurtardığı ve hayatının her anında milli menfaatleri azami derecede koruyan en kudretli lider olduğunu ispatladığı için katıksız Türkeşçi olmaktan, daima Türkeşçi kalmaktan, her zaman Türkeşçiliğimizi yüksek sesle ifade etmekten çekinmeyiz ve bu yoldan asla vazgeçmeyiz.

En doğruyu tayin etmek için her meselede Türkeş'in vazettiği fikirler ve prensipler dairesinde hareket ederiz. Atatürk'e veya herhangi bir tarihi şahsiyete bakış açımız Türk Milliyetçiliğinin tayin ettiği sınırlar çerçevesindedir. Buradan hareketle Türk Milliyetçisi olduğu için Atatürk'ü severiz. Ne kadar sevilmesi gerektiğini gelmiş geçmiş en büyük Türk Milliyetçisi olan Başbuğumuzun söylediklerinden, tutum ve davranışlarından istidlal yoluyla çıkarırız. Ne eksik, ne fazla, Başbuğumuz ne kadar işaret etmişse o kadar severiz. Yarı ulusalcı yarı milliyetçi bazıları gibi Başbuğ Atatürk demeyiz. Bozkurt Atatürk diyebiliriz. Hatta böyle denilmelidir, belki sahte Atatürkçüler Atatürk'ün büyük bir Türk Milliyetçisi olduğunu hatırlarlar. Başbuğ ünvanı çağımızda sadece Altaylardan Tuna'ya bütün Türk âleminin lideri kabul edilen Alparslan Türkeş'e mahsustur. Türk Milleti Başbuğ sıfatını sadece Alparslan Türkeş'e uygun ve lâyık görmüştür. Kavramları zorlamaya, zayıflatmaya, yıpratmaya sunileştirmeye hiç gerek yoktur. Aynı şekilde, günümüzdeki siyasi, içtimai, dini, askeri bütün şahsiyetleri de Başbuğumuza olan sevgileri ve bağlılıklarına göre değerlendirir, Ülkücülüğe, Türklüğe hizmet kabiliyetleri derecesinde kıymetlendiririz. Basit hesaplardan, sapkınlıktan, nefsaniyetten arî, sağlam ölçüler sayesinde vardığımız hükümler belki kısa günde kâr sağlamaz, ancak uzun vadede daima isabet kaydeder. Genel başkanlar dâhil, kim olursa olsun Türkeş'i örnek alarak liderlik rüştünü ispatlayamayanları siyasî mülâhazalarla tartışmasız lider kabul etmek, millete hizmette mümkün olabilen en yüksek mertebeden daha aşağıya inmeye razı olmaktır. Murakabe vazifesini ihmal etmek, çizgi dışına taşan yanlışlıklar karşısında susup hakikati dile getirmemek, seviye düşüklüğüne rıza göstermek millete haksızlıktır. Bütün bunlar Ülkücülükten taviz vermek manasına gelir. Aynı şekilde, kanal kanal dolanarak resmi vazifeleri esnasında yaptıkları hizmetleri büyük kahramanlık olarak pazarlayıp bölücü terörün en büyük engel gördüğü Türkeş adını bir kez dahi zikretmeyen emekli askerlere, kitaplarında Türkeş'e dil uzatan ve bugün sapıklıklarından utanmadan arzı-ı endam eden bunamış kart zamparalara, Türkeş sayesinde şöhret ve makam sahibi olup Türkeş'e mesafeli duran ve milliyetçiliğin maddi manevi nimetlerini yemekten doymayan dönme milliyetçilere, Türkeş'e öteden beri haset eden Türk düşmanı sahte İslâmcılara, ihtilâlin akabinde tavuk gibi boğazlanacakken Türkeş'in sayesinde hayatları kurtulan ve fakat oğlu kızı, torunu torbası elli yıldır Menderes'i astırdığı yalanlarıyla Türkeş'e iftira eden masonik sahte demokratlara itibar etmeyiz. Bunların nazarımızda hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Atatürk konusunda da her meselede olduğu gibi hakkaniyetle hareket eder, ifrat ve tefritten kaçınırız. Ne Atatürk'ü sevmeyi ibadet sayarız, ne de Atatürk'e hakaret etmeyi meziyet görürüz. Herkes Atatürkçü kesilirken biz cesaretle mesafe koyar ve tenkit ederiz. Güç sahipleri, olmayan irtica tehlikesi nutuklarıyla Atatürk'le yatıp kalkarken, laikliğinden, halkçılığından, cumhuriyetçiliğinden dem vururken, biz hor bakılan, unutturulan milliyetçiliğini hatırlatarak gerçek tehlikelere dikkat çekeriz. Herkes Atatürk'e saldırırken bunlar kaybolur, sesleri solukları çıkmaz, esip gürledikleri irticanın şamar oğlanı olurlar, Atatürk'ü yine biz müdafaa eder, kâfir ve diktatör olmadığını söyleriz. Bütün bu tavırları sadece Türk Milletinin menfaati istikametinde alırız. Aklımız, fikrimiz ve vicdanımızın dışında farklı amiller kanaatlerimize tesir edemez.

Gayrımilli unsurlar yine saçma sapan bir iddia ortaya attılar. Atatürk'ün manevi oğlu Abdurrahim Tuncak'ın yaşlılık resmi Atatürk'e çok benziyormuş, gerçek oğlu olabilir miymiş? Kendisiyle yapılan bir mülâkatta sırrını mezara götüreceğini söylemiş, bu surette varlığını hissettirdiği esrarı sonuna kadar açıklamamış. Derin şark çizgilerinin hâkim olduğu o portre Cemal Gürsel'e de çok benziyor. Resim değil mi, kime istenilirse ona benzetilir. Ayrıca babası Atatürk ise, bu çocuğun anası kimdir? Yoksa bir mucize eseri anasız mı doğdu? Ölmüş gitmiş olan bu adam Atatürk'ün ister manevi oğlu olsun, ister gerçek oğlu. Bu neyi değiştirir, milleti ne ilgilendirir? Bunlar meçhul adamın varisleri midir, Atatürk'ün oğlu olduğu ispatlanırsa mirastan bunlara hisse mi düşecek? Maksat Atatürk'ün çocuğunu bulmak değil, hakkında istifhamlar meydana getirerek kişiliği üzerinde menfi kanaatler uyandırmak. İsterse yüz tane oğlu olsun, bu durum Atatürk'ün hizmetlerini siler mi, kıymetine gölge düşürür mü? Nitekim onikinci Osmanlı padişahı Sultan III. Murad Han'ın yüzden fazla evlâdı olduğunu tarihler kaydediyor. Bu onun yirmi yıllık saltanatı zamanında devletin en geniş sınırlarına, yirmimilyon kilometrekareye ulaştığı gerçeğini zedeler mi? Keşke devletin sınırlarını otuz milyon kilometre kareye çıkarabilseydi de birkaç yüz evlâdı daha olsaydı. Evlâtlarının sayısından, harem hayatından, kadınlara düşkünlüğünden bize ne?

Öteden beri söylenegelen bir iddia da Atatürk'ün dönmeliği meselesidir. Yeni devlette yakın zamanlara kadar sıradan bir polis memurunun evleneceği kızın yedi göbek sülâlesinde etnik arıza olup olmadığını araştırması dikkate alındığında; dönme bir çocuğun çok köklü geleneklere ve müesseselere sahip Osmanlı Devletinde askeri okula kaydolması, yıllarca kendini saklayarak okuyup zabit çıkması, paşalığa kadar yükselip önemli cephelerde kumandanlık etmesi muhal görünmektedir. Mevzuat müsaade etse de, siyaset buna imkân tanısa da dönmeliğin içtimai hayatta saklanamayacağı muhakkaktır. Yatılı okulda okuyanlar bilirler; yirmidört saat birlikte yaşanan bir vasatta tesis edilen yakın arkadaşlıklardan başlayarak herkes birbirinin esrarına vakıf olur, zaman içinde değişen kanaatler, tutumlar ve münasebetler neticesinde kimsenin ortaya dökülmedik, bilinmedik en küçük bir sırrı kalmaz. Şayet dönmelik saklanması gereken bir hususiyet ise uzun yıllar süren yatılı askeri okul döneminde açık vermeden bunu muhafaza etmek mümkün değildir. Bilhassa dini asabiyetin daha yüksek olduğu o dönemde ve mesleki rekabetten doğan mücadelelerin yoğunlaştığı ilerleyen yıllarda, göz önünde bulunan mümtaz şahsiyetlerin bu nevi mühim sırlarını saklaması imkânsızdır. Bu iddiaların inandırıcı olması için çok daha erken dönemlerde ortaya çıkarılarak dile getirilmesi ve daha güçlü delillerle ifşa edilmesi gerekirdi. Kaldı ki dönme olduğu kabul edilse de Atatürk'ün milli değeri yine değişmez. Dönmelerin, gayrimüslimlerin ve gayrı Türk unsurun memleket mukadderatı üzerindeki müessiriyeti Atatürk'e bağlanıyorsa bunların dal budak salmasının kökünü çok daha eski tarihlerde aramak icab eder. Boğazdaki Aşiret tabir edilen zümre en az beşyüz senedir aynı yerde ikâmet ediyor. Şimdi Osmanlıcılık, hilâfetçilik, Avrupacılık, demokratlık ve türlü maskelerle Türk düşmanlığı yapan kanı bozuk şarlatanların ecdadı beşyüz yıldan beri bir eli yağda bir eli balda, yalılarında boğazın fırtınalarında emin, denizin rutubetinden müteessir olmadan tuzları kuru öylece yaşayıp gidiyor.

Aynı kültüre, benzer kişiliklere, birbirine yakın hayat tarzlarına sahip olan milli mücadele kahramanlarının düşmana karşı verilen savaş kazanıldıktan sonra siyasi ve şahsi ihtilaflarla yolları ayrılmıştır. Öyle ki, içlerinde darağacına gidenler ve kenarından dönenler olmuştur. Anlaşmazlığı temeli yeni devletin rejimi, hilâfet meselesi ve üstlenilecek siyasi görevlerle ilgilidir. Bu durum pek de şaşırtıcı değildir, tarih boyunca benzer hadiseler tekerrür etmiştir. Cumhuriyet döneminin bütün yandaşlarını kahraman görmek yanlış olduğu gibi bütün muhalifleri sütten çıkmış ak kaşık saymak doğru değildir. Kimisi bugün boy gösteren emekli paşalar gibi görevi icabı ifa ettiği başarıların sonraki dönemde inkâr edildiğini ve hakkının yenildiğini ileri sürerek ciltlerle kitap yazmış, kimisi de siyasî hırstan aklî muvazenesini yitirerek deli saçması tezviratlarda bulunmak cihetini tutmuştur. Atatürk'ün askeri ve siyasi icraatları tartışılmak yerine bazen kopuk sokak serserilerinin üslubuna kaçılarak ailesi, soyu sopu, özel hayatı seviyesizce dile düşürülmüştür. Hâlbuki meziyetleriyle zaaflarıyla üç aşağı beş yukarı hepsinin birbirine benzediği bilinmektedir. Atatürk rakı içiyorsa bir diğeri konyak içiyordur. İlerleyen yıllarda ortanın soluna kayacak milli şef diktatör İnönü'yü Atatürk gözden çıkarmışken cumhurbaşkanı seçtiren beş vakit namaz kılan Mareşal Fevzi Çakmak'tır. Bu onun değerini düşürmez, o zaman belki öyle hareket etmenin daha doğru olacağına inanmıştır. Ancak birinin yirmidört senelik genelkurmay başkanlığı esnasında, diğerinin bir o kadar süren başbakanlığı ve milli şefliği zamanında milli mefkûreye ulaşmak için ne yapılmıştır? Bu ülkenin azgelişmişliğe mahkûmiyetinde sonrakiler kadar bunların mesuliyeti yok mudur? Mademki Atatürk sorgulanıyor, bunların da sorgulanması gerekir.

Atatürk'e husumet duyulacaksa bunun bayraktarlığını en fazla saltanatlarına son verilip mülkleri ellerinden alınarak, hüviyetsiz ve beş parasız ihraç edildikleri yurtdışında türlü zorluklarla, meşakkatlerle hayatlarını idame ettirmek zorunda kalan, birçoğu sefalet içinde ve vatan hasretiyle hayata gözlerini kapayan Osmanlı hanedanı üyelerinin üstlenmesi gerekirdi. Fakat yüksek Türklük şuuru ve ananevî devlet mesuliyeti taşıyan bu asil aileden bugüne kadar Türk devletini zaafa uğratacak bir söz işitilmemiştir. Hatta hain denilen Sultan Vahidettin dahi kraldan çok kralcı hainler derecesinde infial göstermemiştir. Vahidettin sarayına dayanan İngilizleri idare-i maslahat siyasetiyle oyalamak yerine ecdadı gibi kahramanca tavır alabilseydi hem kendi akıbeti hem memleketin kaderi böyle olmayabilirdi. Belki son Osmanlılar, hanedanın tabii ömrünü yüz yıl önce tamamladığını, Türk Milletini zaferden zafere taşıyan ruhu çoktan kaybettiğini biliyordu ve artık milletin sırtında kambur olduğunun farkındaydı.

Sosyal bünyede sarsıntı meydana getirdiği iddiasıyla travma adı altında Avrupa'ya şikâyet edilme alçaklığı gösterilen batılılaşma ve inkılâp hareketlerinin tarihi de Atatürk'le başlamamıştır. Kadınlı erkekli dans edilen cumhuriyet baloları millete ne kadar ters ise, bazı halife padişahlarımızın âşık olup Beyoğlu'nda oda tutmaya kalktığı aşüfte artistleri getiren tiyatro kumpanyaları da o kadar yabancıdır. Devletin teşkilâtında ve günlük hayatta birçok yenilikler getiren II. Mahmut'a halk gâvur padişah demiştir. Son ikiyüz yılımız garplılaşma sancılarıyla doludur.

Milletin hissiyatı en doğru ölçüdür. Büyüklerimiz Atatürk'ü ne kutsarlar, ne de küçümserler. İnkılâpları hiç önemsemezler, padişahlıkta da cumhuriyette de kendi refahları, huzur ve mutlulukları açısından değişen pek fazla bir şey olmadığını düşünür, kendi bildikleri gibi yaşayıp giderler. Tesbihli elleri, dualı dudakları, gözlerinde beliren birer damla yaş ile sadece bir cümleyle bütün hakikati özetlerler. 'O bizi düşmandan kurtardı…'

Bir millete bunu dedirtebilen adam, ister dönme olsun, ister saklanan çocuğu olsun, isterse avam tevatürü kabilinden kadınlarına görebildikleri mesafede tarla tapan bağışlamış olsun, ne olursa olsun, fark etmez, tartışmasız büyük adamdır. Atatürk'e yapılan en büyük haksızlık onu ilâh, peygamber mertebesinde gösteren samimiyetsizlikte aranmalıdır. Her dönemde güç ve kudrete tapan tufeyliler türer, şiirler düzer, heykeller yontar, kitaplar yazarlar. Büyük adamların dahi kaçamadıkları veya kaçmak istemedikleri bir kaderdir. Bu tarz aşırılıklar terse dönerek sert tepki gösterilmesine mazeret teşkil etmektedir. Herhangi bir cumhuriyet hükümetinin basit tedbirlerle ıslah ederek milli bünyeye müsait hale getirebileceği, devletle milleti birbirine kaynaştıracak bir iki konu çözülmek yerine ya istismar vasıtası olarak kullanılmakta yahut mesele olarak telâkki edilmemektedir.

Atatürk sağ olsaydı, Başbuğ yaşasaydı, İmralı'daki hain bölücübaşı, 'Burada ecelimle ölsem bile büyük olaylar olur, kıyametler kopar, sonuçları korkunç olur' diyerek Türk devletini ve Türk Milletini tehdit edebilir miydi? Birileri dönme ise, ancak, bu dehşetli sözlerin söylenmesine, Türk Milletiyle alay edilmesine, Türk Devletinin küçümsenmesine, Türk askerinin başına çuval geçirilmesine kayıtsız kalarak müsaade edenlerdir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,14 M - Bugn : 32107

ulkucudunya@ulkucudunya.com