« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

19 Kas

2008

AZINLIKLARA DAİR

19 Kasım 2008

İstiklâl Caddesi'nde gün boyu akan insan seli arasında yüzünü neredeyse tamamen kaplayan pala bıyıkları kadar elindeki kocaman tesbihi ve göğsünde asılı çeşitli madalya ve rozetlerle dikkat çeken, ne iş yaptığı, nasıl geçindiği, memleketi, mezhebi meşrebi, fikri zikri, maksadı meçhul, altmış yaşlarında ufak tefek bir adam, üzerinde yaz kış aynı çizgili koyu takım elbise, kravat ve beyaz gömlek, her daim parlak sivri ayakkabıları, kenarına çiçek iliştirilmiş fötr şapkasıyla Beyoğlu'na renk katar, Ağa Camii'nin önlerinde pek konuşmadan, kimseyle gözgöze gelmeden, üzerine yönelen bakışlardan rahatsız olmadan dikilir durur, ara sıra aşağı yukarı tur atardı.

Beş altı ay önce ölmüş. Aksesuarlarıyla birlikte kendisine tıpatıp benzetilen balmumundan heykelini yapmışlar. Galatasaray'ı az geçince cadde üzerinde teşhir edilen heykel canlısından daha fazla alâka görüyor.

O esnada halinden ve şivesinden gayrimüslim olduğu anlaşılan, beyaz saçlı yaşlıca bir kadın meraklı topluluğa yaklaşarak sordu:

- Aaa! Ne olmiş buna, yoksa öldi mi ayol?

Rum mu, Ermeni mi, Yahudi mi ne olduğunu tayine o an imkân bulunmayan kadıncağız etraftakilerden durumu öğrenince üzüntülü bir sesle mırıldandı.

- Vah yaziik. İyi adamdi zavalli.

İnsanlardan esirgedikleri şefkatlerini kedi kuş cinsinden hayvanata hasrettikleri bilinen bir gayrimüslim unsurdan, muhtemelen hiç tanımadığı, iyiliğini görmediği, yanından geçerken seyretmekten ileri aşinalığı bulunmayan, kendilerinden olmayan birine karşı, asaletinden, İstanbulluğundan ve belki kısmen Türkleştiğinden dolayı bizden biriymiş gibi gönülden tevcih ettiği merhamet nidası nadir rastlanabilecek bir vaka olmak bakımından üzerine düşünmeye değer.

Talebelik hayatında iç içe yaşadığımız Yahudi mahallesinin donuk ve soğuk hatırası belki bu sıradan hadiseyi mühimsetmiştir. Hiçbir sosyal münasebet tesis etmenin mümkün olmadığı içine kapalı bir cemaat, yıllar boyunca bir gün dahi iyi ve güzel denilebilecek bir davranışa şahit olunamayan kasvetli sokaklar, fakirlikle izah edilemeyecek derecede pislik ve sefalet taşan evler, nankör ve hain bakışlarıyla ellerinden gelse bir kaşık suda boğacağı tehdidi savuran çirkin ve pasaklı yaşlı kadınlar, diğer yanda hafta sonları lüks arabalarıyla havraya gelen akrabaları, iyi giyimli zengin beyler ve hanımlar.

Emirsultan, Yeşil, Muradiye, Hüdâvendigâr ve diğerleri… Eski Türk semtleri ne kadar asude, emniyetli, huzurlu ve ruhaniyetlidir. Ramazan akşamları nur yüzlü asil insanlar cami avlularında muhataplarını incitmekten çekinen, tekliflerinin garipsenerek reddedilmesinden korkan tavırlarla bilhassa talebe arasından iftar sofrasına buyur edecekleri, ekmeklerini bölüşecekleri misafirler ararlardı.

Azınlıkların hepsi Beyoğlu'ndaki yaşlı kadın kadar masum, müşfik, latif mahlûklar olsaydı ne güzel olurdu. O zaman turistik yöreleri tanıtan belgesel türü programlarda meyhane önlerinde boy gösterip, eskiden Rumlar, Ermeniler vardı ne güzel geçinip gidiyorduk, sözleriyle hoşgörü abidesi kesilen sirtaki meraklılarına eşlik edebilirdik. Hayat görüşü akşam işret saatlerini özlemekten öte geçmeyen, dününden habersiz, yarınını düşünmekten aciz kıt fikirlilerin sarf ettiği sersemce temenniler bir dereceye kadar hoş karşılanabilirdi.

Mübadelenin faydasıyla ilgili doğru bir sözü yanlış zamanda ve yanlış yerde söyleyen Milli Savunma Bakanı'na en ağır tenkit dinlerarası diyalog safsatasının paralı askerlerinden geldi. Bir kısım azınlıklar tehcir ve mübadele edilmeseydi kültürel, ekonomik ve medeni nokta- nazarlardan zenginleşirmişiz. Milli devlet farklı vatandaşların aynı hedefe bakmasını, aynı milli idealleri benimsemesini murad eden bir modelmiş. Bir zamanlar söyledikleri, yazdıkları muteber tutulan milliyetçi geçmişe sahip aydınlardan böylesine aşağılık duygulu iddialar sadır olması, baştan belki ihtiyaçtan kapılandıkları yerlerde artık tamamen gönüllü besleme hizmetçilik derecesine talip olmalarının işaretidir.

Mili devlet milli ülküye yönelmiş milletin en büyük siyasi teşkilâtıdır. Vatandaşlık hukukuna riayet eden farklı vatandaşlarına elbette eşit davranmak, hak ve hukukunu gözetmek, makul taleplerini eşitlik prensibi gereği dikkate almak zorundadır. Fakat aynı milli devlet kendisini meydana getiren milletin çeşitli sebeplerle ayrıştırılarak bölünmesine izin vermez. Farklı vatandaşlar aynı milli ülküye yönelmek yerine farklı gayrimilli emeller peşinde koşuyorsa gereken tedbirleri alır. Anormal olan milletinin yanında yer alarak milli devletin daha milli davranmasını istemek yerine millet düşmanlarının demokratik talep adı altında sundukları ihanet planlarını haklı bularak destek vermektir.

Bilindiği gibi 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye'deki Rumlar Yunanistan'a, Yunanistan'daki Müslümanlar Türkiye'ye mecburi göçe tabi tutulmuşlardır. Buradan Rum denilerek gönderilenlerin arasında Türkçe'den başka dil bilmeyen Karaman'lı Hristiyan Türkler de vardır. İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşayan Rumlar ile Batı Trakya'da yaşayan Türkler mübadeleden muaf tutulmuştur. Mecburi göç iki tarafa ne kazandırdığı ne kaybettirdiği tartışma konusudur. İki taraf da muhaceretin acılarını yaşamıştır. Mübadele kuşkusuz Anadolu'nun Türkleşmesine fayda sağlarken, akıncı beyleriyle o topraklara giden evlâd-ı fatihân dediğimiz Türk nüfusun çekilmesiyle kadim Türk yurtlarıyla münasebetimiz kesilmiş, kalanlar sahipsizliğe terk edilmiştir. Balkan felâketiyle 1912'den 1923'e kadar yüzbinlerce Türk, çekilen Osmanlı Ordusu'nun peşinden Anadolu'ya hicret edebilmek için yurtlarından kopmuş, birçoğu anavatana gelemeden Rum, Bulgar ve Sırp çetelerinin katliamına uğramıştır. Büyük kısmı da yollarda hastalıktan, soğuktan kırılmıştır. Sağ salim ulaşabilenler aylarca İstanbul'un cami avlularında aç açık ikâmet etmek zorunda kalmıştır.

İşgale karşı cihadın farz olduğunu söyleyen vatanseverlik timsali haysiyetli müftülerimizin yanısıra mütecaviz Yunanlıları nimet sayan, günahlarımızın bedeli olarak haklı gören teslimiyetçi imamlar da çıkmıştı. Günümüzde de aynı şekilde rengi, kökeni ne olursa olsun küreselciliğin büyüsüne kapılanlar, akıl, mantık ve muhakeme kabiliyetlerini kaybederek şuursuzca millet düşmanlarıyla aynı safta buluşuyor.

Öteki edebiyatıyla azınlıkların milletimize yaşattığı acıları, mezalimleri, katliamları hafife almak, yok saymak, unutturmak, coexistence gibi yabancı kelimelerle süsleyerek lâfı öteberi dolandırıp mazlum Türk'ü suçlu, zalim ekalliyeti masum göstermek fikir namusuyla bağdaşmıyor. Milli hafızayı zayıflatarak varlığımızı tehdit eden tehlikelere karşı yönelecek milli refleksleri kırmak en hafif ifadesiyle gaflettir. Birlikte yaşama kültüründen önce biz mi vazgeçtik yoksa ötekiler mi? Tarih bilmiyorlarsa günümüze baksınlar, ötekiliğe özenen berikiler öküze benzemek isterken patlayıp giden kurbağa misali şişinip duruyorlar.

Azınlıklar bize kültürel, medeni, ekonomik yönden ne zenginliği katacakmış? Günlük hayatımızda ahlâka aykırı, çirkin, kötü ve fena ne varsa hepsinin kaynağı gayrı Türk unsurlardır. Temiz yaradılışlı, üstün karakterli Türk hileyi hurdayı, yalanı dolanı, sinsiliği, aldatmayı, kandırmayı nereden bilecek onlardan görmese. Tarih öncesinden başlayarak günümüze uzanan çizgide temas ettiğimiz kültürlerden karşılıklı alışverişte maddi bakımdan faydalı bazı unsurlar almışızdır, ancak manen kaybettiklerimiz çok daha fazladır. Bunların ekonomik zararlarını anlatmaya ciltler yetmez. Galata bankerleri değil midir Osmanlı'yı batıran. Oturdukları yerden sıcak para hareketleriyle, borsa oyunlarıyla, döviz kurlarıyla, sermaye ve kâr transferleriyle hâlâ iliğimizi kemiğimizi sömürüyorlar. Bir avuç zengin azınlık tebâsı olduğu koskoca devletin başına belâ kesilip yıksın, içimizde aydın geçinen birileri kalkıp bunlardan fayda umarak medhiyeler düzsün, akıl alacak iş değil.

Küçük Ağa'da harpte bir kolunu kaybedip memleketine dönen Çolak Salih'in çocukluğundan beri himaye ettiği arkadaşı Niko vardır. Memleket işgal altındadır, mağlup, fakir ve perişan düşen Türklerin morali bozuktur, azınlıklar ise varlık ve sevinç içinde gününü gün etmektedir. Eski günlerdeki iyiliklerin hatırına Salih'e ufak tefek yardımı dokunan Niko Pontus hayalleri kurmakta, Salih'i de bu hain işlerde kullanmak istemektedir. Kafayı çektikleri bir gün şöyle der: 'Salih be, şimdiye kadar bana Salih'in Niko'su derlerdi, bundan sonra sana Niko'nun Salih'i desinler'. Bu haysiyet kırıcı sözler üzerine Salih ayılır ve mili şuurla Kuvvay-ı Milliye'ye katılır.

Bunlar lâf olsun diye uydurulmuş hikâyeler değildir. Milletçe yaşanan acılardan birkaç kütüphane dolusu kitap, belge, doküman çıkması gerekirken, şerefli Türk karakteri ağlayıp sızlanmaya, halinden şikâyete, haysiyetine tasallutu aşikâr etmeye müsait olmadığı için konuşmuyoruz. Bizden başka herkesin sesi çıkıyor ve bu suretle tarih saptırılıyor. Bu işlerle görevli kurumlar Türk tarihi ile meşgul olacaklarına Anadolu'da kaybolup gitmiş ölü kültürleri gün yüzüne çıkarmak merakında.

Muhitimizde bulunmadıkları için eskiye dair münferiden kayda değer hususi hatıraya sahip değiliz. Ne özel olarak nefret edecek ölçüde kötülüklerine maruz kaldık ne de hayranlık duyacak bir faydalarından istifade ettik. Savaşlarda büyüklerimizden verdiğimiz şehitlerimizin acısına ve milletimize ihanetlerinin verdiği bakış açısına ilâve edecek bir şeyimiz yok. Ancak daha yakın ve iç içe yaşayanlar bildiklerini, duyduklarını kayda geçirmelidir. Bundan maksat haksız yere nefret uyandırmak değil, bu kadar teveccühatı hak etmediklerinin altını çizip Nurullah Kaplan kardeşimizin 'Ya Sev Ya Terket' başlıklı yazısında belirttiği gibi devletimizin ve milletimizin zayıfladığı anda başımıza neler geleceğini bizden sonraki nesillere aktarmaktır. Varsın ılımlı İslamcılar, küreselciler, dinlerarası diyalogcular kendilerine Müslüman Türk'ten başka yâr ve yâran aramaya devam etsinler.

Rahmetli babam Salih'e benzer bir hatırasını anlatmıştı. Trakya'nın bir kasabasında askerliğini yaparken kafa dengi Rum bir asteğmenle ahbaplık ederler. Altmışlı yıllar, Kıbrıs meseleleri sıcaktır. Bir gün lokantada yemek yerlerken Rum üç beş kadeh devirdikten sonra; 'Sen benim kardeşimsin sana bir sır tevdi edeyim, bir harp çıksa ben Yunan'a değil Türk'e sıkarım' der. O an arkadaşlık hatırına sesini çıkarmaz, fakat gece gözüne uyku girmez. Ertesi sabah doğruca şoförü olduğu komutanına çıkar, hadiseyi olduğu gibi anlatır. Binbaşı dikkatle dinledikten sonra, tamam evlâdım, sen merak etme, gereken yapılacaktır, diyerek gönderir. Aynı gün kışlada bir hareketlilik yaşanır, asteğmeni bir cipe bindirip götürürler. Türk ordusunun sıradan bir eri, binbaşısı ve üst kademesi kırk küsur yıl önce sadece hain bir niyete istinaden derhal tedbir alacak derecede hassas iken bugünkü gaflet tablosu karşısında insan dehşete düşüyor.

Yine ailemizde pek önemsenmeden hoşluk olsun diye anlatılan bir hatıra daha vardır. Büyük amcalardan biri yüzyılın başlarında harp dönüşünde bir münasebetle İstanbul'da kalır ve bir Rum'la ortak ekmek fırını işletir. Gel zaman git zaman, köyden birkaç kişiyle birlikte ağabeyini de yanlarına çalışmaya çağırır. Ağabey pehlivan yapılı iriyarı bir adamdır. Birkaç gün sonra bir araba un gelir. Diğer işçiler sırtlarında birer un çuvalı taşırken bizimkinin her iki koltuğunda birer çuvalla koşar adım merdivenlerden çıktığını görünce Rum'un gözleri fal taşı gibi açılır. 'Ali efendi bu herifi hiç beğenmedim. Bunu hemen defetmezsen ben ortaklıktan ayrılırım bilesin. Bu Türk'ün kafası kızarsa tuttuğu gibi benim kafamı koparır be.' der. Ali usta arada kalır, şu an Rum'u ayıracak durumda değil, bir tarafta ticareti, bir tarafta ağabeyi. İleride şartların değişeceğini vaad ederek gönlünü almaya çalışır, hesabını fazlasıyla görür. Ağabeyi pek sevemediği bu garip şehirden ayrılacağına üzülmemektedir, Kardeşinin mecburiyetten de olsa Rum'un sözünden çıkamaması zoruna gitmiştir. Üç beş parça eşyasını toplayıp çiftine çubuğuna dönmek üzere helâlleşirken elini öpen kardeşine şu sözleri söyler. 'Oğlum Ali, Allah kazancını çok versin. Bundan sonra senin ağan bu Rum olsun…'

Yedeksubay okulunda biz de bir Süryani vardı. Her fırsatta halkının ezilmişliğinden dem vururdu. Bağdat Caddesi'nde otururmuş, sokağı yok, anacaddede. Ülkücü olduğumu bildiği için kenar dururdu. Bir gün yine diğerlerine bir şeyler anlatıyordu, dayanamadım. Birader durmadan ezilmişten bahsediyorsun, iyi hoş da İstanbul'un en iyi yerinde oturuyorsun. Hepsi üniversite mezunu bu bölükte Bağdat Caddesi'nin yerini tarif edebilecek üç kişi çıkmaz. Biz ikiyüz sene evvel sekban-ı cedit'te asker yazılarak İstanbul'a ayak basanımız olduğu halde henüz yüzünü görmedik. Razıysan yer değişelim, sen Üsküdar Caddesi'ne gel, biz geçelim Bağdat Caddesi'ne. Nasrettin Hoca misali biraz da biz ezilelim. Ondan sonra bir daha selâm vermedi. Çok sonraları Süryanilerle ilgili yazdığı bir kitabını gördüm.

Bu görüp göreceğim ilk ve son Süryani diye sevinirken yolumuz bir de Mardin'e düştü. Önce âdeti veçhile Süryanilerin pek önemsediği DeyrülZaferan Zaferan Manastırı'na götürdüler, halen faal. Karanlık dehlizler, esrarengiz koridorlar, fena bir koku. Patrikler ölünce oturdukları yere üzerlerine duvar örüverip öylece bırakırlarmış, yirmiyi aşkın mezar var, koku muhtemelen o yüzden. Nereden çıktığını anlayamadığımız rahibe kıyafetli kırk elli kadar küçük genç kız sürü halinde önümüzden geçti gitti. Anlaşılan orada dini eğitim görüyorlar. Bir de ezilmişlikten, özgürlükten bahsediliyor. Sonradan televizyonlarda da rast geldiğim, kafasında siyah takke, sakallı, patrik mi papaz mı her neyse manastırın yetkilisi tarihçesi hakkında kısa bilgi veriyor. Konuşmasının uzayan kısmında kitab-ı mukaddese geçti ve resmen propagandaya başladı. Kitab-ı mukaddes nedir, diye sordum. Cahilliğime ve cüretime kızdığını belli eden ses tonuyla, Zebur, Tevrat ve İncil diyerek saydı. Kur'an-ı Kerim-in ismini bile zikretmemesi ilginçti. Yine sordum: Bu saydığınız kitapların içinde Kur'an-ı Kerim niye yer almıyor? Ukelaca cevap verdi. 'Kardeşim adı üzerinde mukaddes kitapları kapsıyor.' Alttan almak, bizim inancımız böyle demek nezaketi yok. O öyle davranınca bende de sabır kalmadı. 'Tahrif edildikçe kutsiyetleri artıyor olsa gerek' deyince iyice bozuldu, kapkara suratı iyice karardı. Tatsızlıkla ayrıldık. Harap ve metruk haldeki Kasımiye Medresesi'nin aydınlığı, ferahlığı ve mahzunluğu Müslüman Türk olarak doğduğumuza bir kez daha şükretmemiz gerektiğini hatırlattı.


Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,15 M - Bugn : 5105

ulkucudunya@ulkucudunya.com