« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Nis

2016

Din ve Gerçek Din

SEDAT LAÇİNER 01 Ocak 1970

Din, özellikle tek tanrılı dinler, Tanrı tanımazlığın, yani ateizmin tam tersi olarak algılanırlar. Bu algıya göre Allah’ı tanımak dinin giriş kapısıdır ve bu kapıdan geçilmesiyle birlikte meselenin büyük bir kısmı da hallolmuş sayılır.

İslam dininin putperest, yani putlara tapınan bir toplumda ortaya çıkması bahsettiğimiz algıyı güçlendirmiş ve Allah’a inanma ve ona ibadet etme ile ‘mesele’nin çok büyük bir kısmının çözüldüğü düşüncesine yol açmıştır.

İyi ama hangi din, hangi 'Allah' kavramı?

Günümüzde dindar Müslümanların büyük bir kısmı feraha ermek için ‘dindar’ olmanın yeterli olduğunu düşünüyorlar.

İyi ama hangi dindarlık?

Unutmayınız ki peygamberlerin önemli bir kısmı dindar toplumlara geldi. ÖrneğinHz. İsa dinsiz, putperest bir topluma değil, en sofusundan Musevilerin arasına gelmişti. Belki yöneticiler putperest Romalılardı, ancak Yahudi tapınakları tüm ihtişamıyla yükseliyordu ve Hz. İsa’nın en çok eleştirdiği, hatta ‘din’in önünde büyük bir engel olarak gördüğü kişiler Yahudi hahamlarıydı.

Nasıralı İsa’nın Musevi din büyüklerine itirazı, onların Allah’a inanmamaları değil, O’na ait olan unvanları ve kural koyma yetkisini gaspetmeleriydi. Bu nedenle Hz. İsa hahamları kastederek, “kimse sizi Rabbi diye çağırmasın” diyordu.

Yine başka bir yerde, Hz. İsa, din bilginlerine şöyle seslenecekti:

“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! İlahi hakimiyetin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz! Vay halinize, ey din bilginleri ve Ferisiler, iki yüzlüler!Bir yandan gösteriş için uzun uzun dua edersiniz, öte yandan dul kadınların malını mülkünü sömürürsünüz. Bundan ötürü cezanız daha da ağır olacaktır.” (Matta 13-14; Mar. 12:40; Luk. 20:47).

“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, iki yüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize dönenini de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız.” (Matta 15).

Dikkat ettiyseniz Hz. İsa, “kör kılavuzlar” diye tanımladığı ‘tapınak ehli’ne “neden Allah’a inanmıyorsunuz, neden ibadet yapmıyorsunuz” diye çıkışmıyor. Onların insanların haklarını yediğini, insanları sözde dine sokup, ama asıl dinin özünden uzak tutarak Cehenneme taşıdıklarından bahsediyor.

Bir an için düşünün, Hz. İsa, Mısır'ın başkenti Kahire'ye inse veya Suriye'de Şam'a, İran'da Tahran'a veya Türkiye'de İstanbul'a inseydi, acaba nasıl karşılanırdı? O, Müslümanlara ne derdi, Müslümanlar O'na nasıl muamele ederdi?

***
İncil'in "Vay halinize din bilginleri" dediği yerde Kuranı Kerim "vay haline o namaz kılanların" demektedir.
Kuranı Kerim’de Maun Suresi benzeri yanlışları yapanların ibadetlerinde de gaflet ve riya içinde oldukların ı söylüyor:

“Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla. 1. Dini yalanlayanı gördün mü? 2. İşte o, yetimi itip kakar; 3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4. Yazıklar olsun (Vay haline) o namaz kılanlara ki, 5. Namazlarında yanılmaktadırlar. 6. Onlar gösteriş (riya) yapanlardır, 7. Ve hayra/zekâta da mâni olurlar.” (Maun Suresi)

Buradan anlıyoruz ki ‘Allah’a inandım’ demek ve ibadetleri fiziksel olarak yapıyor görünmek, ibadet yerlerini gösterişli hale getirmek, özetle görüntüde dindar olmak gerçek anlamda dindarlık için yeterli olmuyor.

***

Daha önce de belirttiğimiz üzere, peygamberlerin önemli bir kısmı Allah’ı bilen, kendilerini dindar sayan ve ibadet eden topluluklara gelmişlerdir. Hz. Muhammedde geldiği toplumda sadece putperestleri bulmamış, Musevilere ve Hristiyanlara da hitap etmiştir. Özellikle Medine’de 20’den fazla Yahudi cemaati olduğu tahmin edilmektedir. Ancak Kuran’da Yahudiler ve Hristiyanlar hem insanlara yaptıkları haksızlıklar, örneğin insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle hem de kendilerini Allah’ın en sevgili kulları sayıp, Cenneti sadece kendileri için saymaları ve diğer gerekçelerle yanlış yolda sayılmışlardır. (bknz.: Nisa: 160)

Başka bir deyişle, Yahudiler ve Hristiyanların sofulukları ve ibadetlerinde aşırıya kaçmaları dahi onları kurtarmaya yetmemiştir. Hz. Muhammed ve Kuranı Kerim putpersetlere getirdiği eleştirilerin büyük bir kısmını dindar Yahudilere ve Hristiyanlara da yapmıştır. Hiç şüphesiz geçmiş dinler için yapılan uyarılar Müslümanlar için de geçerli olacaktır. İbadetleri ve dindar görüntüleri geçmiş nesilleri kurtarmadığı gibi, dinin özünü kaçıran Müslümanları da kurtaramayacaktır. Nitekim Kuranı Kerim'in birçok yerinde Müslümanlara da çok ağır uyarılar ve tehditler bulunmakatdır.

***

Hz. Musa’nın örneğine baktığımızda da Firavun’dan kurtulmasıyla her şeyin bitmediğini, tam aksine asıl yolculuğun o zaman başladığını görürüz. Hz. Musa, insanları Allah’a inanmaya davet ettiği kadar aralarında adaletle muamele etmeleri, gösterişten uzak durmaları, yardımlaşmaları, haksızlık yapmamaları konusunda da uyarmıştır.

Tevrat’ın özü sayılan 10 Emir’e baktığımızda bunların ilk dördü tek ilaha inanmak ve ona ortaklar koşmamak ve ibadetler ile ilgili iken geri kalan altı emir doğrudan insanlar ile olan ilişkileri düzenlemektedir:

“Babana ve anana hürmet edeceksin; Öldürmeyeceksin; Zina etmeyeceksin; Çalmayacaksın; Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın; Komşunun evine, karısına, malına vs. tamah etmeyeceksin”.

***

Rivayetlere göre Şa’ya peygamberin milleti çokça ibadet etmektedirler. Bol namaz kılan, bol bol dua eden, oruç tutup, sadaka veren bu insanlar buna rağmen zenginleşmemekten, aralarındaki kavga ve fitneden şikayet ederek, ibadetlerinin Allah katında neden işe yaramadığını Şa’ya peygambere sormuşlardır. Bunun üzerine kendilerine gerekçe olarak şu sözler söylenmiştir:

“Ben onların yalan sözle ayıp ve kusurlarını örterek iyi göründükleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl kabul ederim?... Veya sadakaları benim katımda nasıl zekat yerine geçer ki? Onlar başkalarının mallarını sadaka olarak veriyorlar… Hem dualarını nasıl kabul ederim ki? O ancak dilleri ile söyledikleri bir sözdür, yaptıkları ise ondan çok uzak ve farklıdır. Ben ancak yumuşak huylunun duasını kabul ederim, ancak zavallı zayıf yoksul kimselerin sözünü dinlerim ve yoksulların, düşkünlerin rızası benim rızamın alametlerindendir. Fakirlere merhamet, zayıflara naşma, mazluma insaf, malı gasp edilene yardım, hazırda bulunmayana adalet etseler; dullara, yetime, yoksula ve her hak sahibine hakkını verseler! Bana insanla konuşmak yaraşsaydı, ben onlarla konuşurdum”.

***

Elbette dine girişin kapısı tek bir ilaha ve kıyamet gününe inanmaktır. Ancak devamında adalet, merhamet, fedakârlık, empati, dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma gelmez ise dine girmek ve onun ibadetlerini yapmak tek başına yeterli olmamaktadır. Bunu en iyi Peygamber ve dört halifenin uygulamalarında görebiliyoruz.

Gerek Peygamber, gerekse takipçisi olan 4 halife iktisadi, siyasi, içtimai ve askeri açılardan çok kudretli kişiler olmalarına rağmen hayatlarına sadelik, mütevazılık, adalet, fedakarlık ve saygı hâkim olmuştur.

Hz. Muhammed, eğer isteseydi, istediği büyüklükte ve ihtişamda saraylar, hanlar, hamamlar yaptırabilirdi. Kıyafetlerini ipekten, süslemelerini altından diktirebilirdi. Kendisi ve ailesi bolluk ve zenginlik içinde bir hayat sürebilirlerdi.

Ancak tüm tarihçiler ve din âlimleri mutabıktır ki Hz. Muhammed’in hayatında hiçbir şatafat, hiçbir gösteriş ve israf söz konusu değildir. Öyle ki onun oturduğu bir meclise dışarıdan gelen kişiler kimin peygamber olduğunu dahi anlayamazlardı. Hz. Peygamber ne din adına, ne de başında olduğu devletin itibarı adına gösterişe kapılmamıştır. Aynı şekilde kendisi ve ailesi de ‘fakirlik’ düzeyinin çok altında bir maddi hayatı tercih etmişlerdir. Öyle ki Hz. Peygamber, bırakınız kendisine bir konak veya saray yaptırmayı, üzerinde yatabileceği doğru düzgün bir yatağa bile sahip değildir.

Benzeri tespitler Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali için de rahatlıkla yapılabilir. Bu halifeler o dönemin en güçlü ve en zengin devletlerinden birinin başında olmalarına rağmen saray yaptırmaya, süslü bineklere binmeye tenezzül etmemişlerdir. Örneğin Hz. Ebubekir’in hayatı maddi olarak o toplumun en fakirinin hayatından çok da farklı olmamıştır.

Bu örnekler verildiğinde “imkânları olsaydı onlar da saraylar yaptırırlardı” diyenler oluyor, ancak İslam tarihini birazcık inceleyenler çok iyi bilirler ki bahsettiğimiz isimler isteselerdi Roma İmparatorları gibi veya Pers kralları gibi yaşayabilecek maddi güce sahiptiler. Onların yaşadığı dönemde Roma’da, İstanbul’da (Konstantinapol) ve daha birçok şehirde zenginlik ve gösteriş alameti pek çok bina ve araç vardı.Yani bahsettiğimiz mütevazılık ve sadelik bir zarurete değil, bir tercihe işaret etmektedir.

Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed’in ve diğer peygamberlerin örnekleri incelendiğinde zulmün, adaletsizliğin, fakire ve düşküne kötü muamelenin, kul hakkı yemenin, cehaletin, kibrin, gösterişin, salt kişisel tatmin için zenginleşmenin, gösteriş için ibadetin ve diğer kötü huyların lanetlendiğini, peygamberlerin fakirden ve zayıftan yana tavır aldığını neredeyse istisnasız pek çok örnekte görürüz.

Diğer taraftan peygamberlerin, dolayısıyla dinlerin, ilk geldiklerinde kendisine savaş açtığı grupların dilleriyle Allah’a inandıklarını söyleseler ve en sofusundan ibadetler yapsalar dahi bahsettiğimiz vasıflara sahip olmayan kişiler olduklarını görürüz.

***

Hiç şüphesiz ben bir din adamı değilim, bu da bir din yazısı değildir. Ancak siyasetin her geçen gün din namına yapıldığı bir çağda dine temas etmeden siyaseti okuyabilmek de mümkün değildir.

Şimdi sizlere sormak isterim, başta Hz. Muhammed olmak üzere, peygamberlerin ahlakını kendimizde, çevremizde, Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde görebiliyor muyuz?

Hz. Ömer’in, Hz. Muhammed’in sadeliği, mütevazılığı, gösterişten ve kibirden uzak hallerini örneğin Suudi Arabistan kralında veya Malezya başbakanında görebiliyor muyuz?

Türkiye ve Müslüman topraklar yetimler için, fakirler, dullar için, küçük çocuklar için güvenli yerler mi?

Yeryüzüne baktığınızda rüşvetin, yolsuzluğun, hırsızlığın, suçun ve her türlü melanetin en az olduğu yerler Müslüman toprakları mı?

İftira, hakaret, küçümseme, çamur atma, yaftalama, azarlama, kötü söz ve nefret aramızdan silinip gitti mi? Peygamberler gibi, konuşmalarımıza yumuşaklık ve tatlı dil mi hâkim? Yoksa sabah akşam birbirimize bağırıp duruyor muyuz?

Yollarımıza, binalarımıza, birbirimize baktığımızda adalet, saygı ve huzuru mu buluyoruz?

Cehaletin, sefaletin ve acziyetin en yoğun olduğu ülkeler hangi ülkeler?

Eğer yukarıda bahsettiğimiz güzel vasıflar yoksa, bahsettiğimiz kötü özelliklerin tamamı da varsa, ama her geçen gün camilerin sayısı artıyorsa, dini semboller çoğalıyorsa, herkesin dilinden ‘maşallah, inşallah, hayırlı geceler’ gibi sözler eksik olmuyorsa burada yanlış giden bir şeyler yok mu?

Dindarlığımızda ve şu anki din anlayışımızda bir terslik görmüyor musunuz?

Ziyaret -> Toplam : 125,37 M - Bugn : 135625

ulkucudunya@ulkucudunya.com