ÇELİĞE SU VEREN ADAM `SEYYİD AHMED ARVASİ`
Kâzım ÜTÜK 01 Ocak 1970
"Demir tavında dövülür", "Herkes kaşık yapabilir mi ama sadece ustası sapını tam ortasına getirebilir." Bu ve benzeri halk değişlerinde verilmek istenen mesaj emanetin ehline verilmesinin ve yapılması gereken işi zamanında, zemininde ve kıvamında yapmanın başarı için gerekli bir ön koşul olduğu gerçeğidir.
İnanç ve fikir sahasında şok edici kaosların yaşandığı 12 Eylül 1980 öncesinde Türk gençliğinin kafasında ve gönlünde öz ve biçim kazanmaya başlayan Türk milliyetçiliği fikrinin İslâmî bir ruh kazanmasında birinci derecede rol oynayan insanların başında rahmetli S. Ahmed Arvasî gelir. O, rahmetli Alparslan Türkeş'in Ülkü Ocağında cürufundan temizlenip Türklük kalıbına döktüğü olayların sıcaklığında akkorlaşıp tavında dövülerek şekillendiği ve adına Ülkücü Gençlik denilen "ipeğe sarılmış çeliğe" zamanında su veren büyük bir mütefekkir ve şuurlu bir Türk milliyetçisidir.
Türk-İslâm ülküsünün yiğit savaşçısı, Allah yolunun iman, aşk ve aksiyon adamı S Ahmed Arvasî'yi biraz yakından tanımaya çalışalım.
S. Arvasî ve Türk Milliyetçiliği:
15 Şubat l932 Pazartesi günü Ağrı ilinin Doğubeyazıt ilçesinde doğan Seyyid Ahmed Arvasî, ailece Van'ın Müküs (Bahçesaray) ilçesine bağlı, Arvas (Doğanyayla) köyündendir. Babası Gümrük Müdürlüğünden emekli Abdulhakimi Efendi, annesi Cevahir Hanımdır...
Ailenin altı çocuğundan beşincisi olan S.Ahmed Arvasî ilk öğrenimine Van'da başlayıp Doğubeyazit'ta tamamlamıştır. Orta okulu Erzurum'da bitiren Arvasî, lise öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen Okulunda başladı, Erciş Öğretmen Okulunda bitirdi. 1952 yılında Konya'nın Doğanbeyli Nahiyesinde ilkokul öğretmeni olarak göreve başladı. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdüren Arvasî, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, Pedagoji Bölümünü 1958 yılında tamamlayarak çeşitli Eğitim Enstitülerinde Pedagoji öğretmenliği yaptı. 1978 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünden 24 arkadaşıyla birlikte siyasi amaçlar için sürgün edilen Arvasî, l979 yılında emekli olmak zorunda kaldı. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi Olağan Kongresinde Genel İdare Kurulu Üyesi sıfatıyla aktif siyasete atıldı.
12 Eylül 1980 ihtilalinde Mamak zindanlarında çile dolduran S. Ahmed Arvasî ilk kalp krizini burada geçirdi. Daha sonra bu olayı Alparsan Türkeş şöyle anlatıyor; "Tutukevinde geçirdiği kalp rahatsızlığı dolayısıyla Ankara Mevki Hastanesine kaldırıldı. O gün daha dün gibi hatırımdadır. Görevliler kendisini hastaneye gitmesi için aşağıya irdirdiler. Biz, yukarıda kalmıştık. Odamın penceresinden dış kapının açıldığı merdivenleri görebiliyordum. Arvasî hocamızı hastaneye götürecek cankurtaran henüz gelmemişti. Ayakta bekleyecek hali yoktu. Bitkin bir vaziyette taş merdivenlere oturarak cankurtaranın gelmesini bekledi. Yukarıdan askere seslendim. Bir binbaşı çıktı. Kendisine Arvasî Beyin rahatsız olduğunu, bir sandalye getirilmesi için emir buyrulmasını rica ettim. Bu ricamdan sonra sandalye getirdiler. Daha sonra cankurtaran geldi ve uzaktan birbirimize el sallayarak ayrıldık, vedâlaştık2.
Bu tarihten sonra da inandığı ve uğruna başını koyduğu Türk-İslâm dâvâsını insanlarımıza anlatmayı sürdüren S. Ahmed Arvasî, 31 aralık 1988 tarihinde daktilosunun başında iken Hakka yürüdü.
Kısaca hayat hikayesini anlattığımız S. Ahmed Arvasî'nin verdiği kutsal millî mücadeleyi ve geride bıraktığı ciltler dolusu eserlerini aktarmak ve anlatmak bu kısa makalede hiç de kolay değildir. Yine de onun büyük bir içtenlikle son nefesine kadar tavizsiz bir şekilde savunduğu Türk-İslâm Ülküsü davasına rengini veren temel düşüncelerine ana başlıklar halinde değinmeye çalışalım.
O Bir Türk Milliyetçisi İdi
Seyyid, Hz. Muhammed (s.a.v)'in soyundan olması nedeniyle ecdadı aslen Arap olan Arvasî'nin kaynağını Türk-İslâm ülküsünden alan bir Türk milliyetçi olması üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Böyle bir şuurlanmanın altında yatan olgun idrâk gücü onun ailesinden gelen Muhammedî asaletten kaynaklansa gerektir- Bu asaletin nurlu izlerini şu tarihi olayda bulmak mümkündür: "Osmanlı'nın dağılma döneminde, müritleriyle birlikte Suriye üzerinden Arabistan'a giden Abdulhakim Arvasî'ye oranın ileri gelenleri, kendisine medrese yapacaklarını ve her türlü imkanı sağlayacaklarını taahhüt ederek Arabistan'da kalmasını istemişlerdi. "Osmanlı zaten öldü, Türk diye bir şey kalmamıştır" denilince. Abdulhakim Arvasî hazretleri sinirlenip: "Dünyada iki Türk kalsa birisi benim" diyerek, ömrünün sonuna kadar Müslüman Türkün davasına sahip çıkacağını ifade etmesi dikkate şâyandır."3
Böyle soylu bir ailenin çocuğu olan S. Ahmed Arvasî kendisini şöyle tanımlıyor:
"Ben, İslâm iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim."
İnanıyorum ki hem Türk hem Müslüman olmak hem de muassır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihi misyonumuzu yerine getirmeyelim .
S. Ahmed Arvasî bazı sözde İslâmcılar gibi Türk tarihinin sadece son bin yılını kabul edip geri kalan binlerce yıllık İslâm öncesi mazimizi kör bir taassuba kapılıp reddetmedi. O şuurlu bir Türk milliyetçisi olduğu için Türk töresini, Türklüğün sembolü Bozkurtu hiç bir ön yargıya kapılmadan kabul ve tasdik etmiş, her fikir ve fiili İslâmi süzgeçten geçirerek her şeyi yerli yerine oturtmasını bilmiştir. Bu konularda o şunları söylemektedir.
"... Kısaca belirtirsek,Türk milleti, geniş bir tarihi tecrübeye, büyük ve zengin bir kültür hazinesine sahip bulunmakla 'millî töresini' bu güçlü zemin üzerinde kurmuş bulunmaktadır. Türk töresi, alemşümul ahlâkî idealleri bünyesinde toplayan 'pratik bir ahlak ve hukuk nizamı' durumundadır. Hele, en az bin yıldan beri İslâmın şanlı aydınlığında yıkanan, olgunlaşan ve arınan Türk töresi, bütün insanlığı mutluluğa çıkaracak 'alemşümul' bir nizam durumuna gelmiş bulunmaktadır."
"Hiç bir zaman Türkün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir" diyen
Arvasî Türk milliyetçiliğini "ırkçı" olmakla suçlayan cahillere şöyle seslenir :
"Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber içtimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemelidir.
İçtimai ırk biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur.
Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı hayat tarzı ve ortak mücadelelerle, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından biri birine yapıştırır." (...)
"Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir. Ama içtimaî ırk tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip olan insanlar arasında kan ve soy birliği şuurunun güçlenmesine yol açar." (...) "Türk milliyetçisi, Türk içtimaî ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailelerini de bu espri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitiklikten hoşlanmaz. Bununla beraber, başka içtimai ırkları da Allah'ın bir ayeti olarak değerlendirir."
Türk milletinin kuruluşunu ve ayağa kalkarak İslâmın sancaktarlığını yapmasını tekrar Nizâm-ı Alemi gerçekleştirmesi Türk İslâm ülküsünü de gören S. Ahmed Arvasî Türk milliyetçilerinin bu doğrultuda öncelikli olarak yapmaları gerekenleri "Neden Türk İslâm Ülküsü" başlıklı yazısında şöyle açıklıyor :
"Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de Türk-İslâm ülküsüne bağlanmayı savunuyorsunuz ?
Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır."(...)
"Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Mesela, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olmazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunları, o kadar ustaca planlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden 50 veya 100 yıl geçmesi gerekiyor." (...)
"O halde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu bozmak olmalıdır. Bu ülkede, suni olarak gûya Türkçü ve gûya İslâmcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına bir Müslüman
Türk olarak ve tarihine yakışır biçimde çıkmalıdır.
Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk- İslâm ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmîyeti ruhu bilen milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemiyle çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka bir çaremiz yoktur. S.Ahmed Arvasî, kaynağını Türk-İslâm ülküsünden alan, temel gayesi Türk milletini ebedi bekasını sağlamak, orta gayesi Türkün İslâmın sancaktarlığını yapmasını temin etmek, üst gayesi ise, bütün insanlığı Nizam-ı Alem ülküsü çerçevesinde toplayarak, insanlığın huzur ve barışını sağlamak olan Türk milliyetçiliği hareketini şu temel prensiplere dayalı olarak yapılanması ve yönlendirilmesi gerektiğini ifade eder:
1) Türk milliyetçiliği, partiler, sınıflar ve zümreler üstü bir harekettir. Ancak milliyetçilik, siyasi olsun veya olmasın, bütün meşru kuruluşlara biçim ve damgasını basar. Türk milliyetçiliği kendine dost olan bütün hareket ve kuruluşları dost, kendine düşman olan bütün hareket ve kuruluşları düşman bilir.
2) Her millet milliyetçidir ve milliyetçi kadrolarla ve programlarla yönetilmelidir. Millî şuurdan yoksun kadrolara, milleti teslim etmek ihanettir. Millete inanamayanlar millet idaresine talip olamazlar. Devlet adamının vazgeçilmez özelliği "milliyetçi olmasıdır"
3) Milliyetçilik, kadro ve programı ile daima iktidarda olmalıdır. Milliyetçi kadro ve programları iktidardan uzaklaştıran, onların yerine sınıfçı, bölgesi, bölücü, kadro ve programları geçirenler, ya sinsi yabancılardır, ya da milletine yabacılaştırılmış kişi ve kadrolardır.
4) Milliyetçi, barışta barışın, savaşta savaşın konularına göre mücadele der. Düşman ister dışta, ister içte olsun fark etmez.
5) Milliyetçilik bir milletin kendi düşmanlarına karşı sürdürdüğü sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık savaşı, kendini dış ve iç sömürüye koruma şuur ve çabasıdır. Yani milletlerin var olmak ve yaşama savaşıdır. Meşru bir hak ve şuurdur.
6) Milliyetçilik, hiçbir zümrenin inhisarında değildir. O, milli tarihin milli kültürün ve milli ülkülerin çizdiği zaruri bir yoldur. Üstelik millet milliyetçisini tanır.
7) Milliyetçiliğin sahibi millettir. Milletin vicdanına aykırı, milli tarihe, milli kültüre ve milli ülkülere ters düşen tarihler ve tutuşlar milliyetçilik olamaz.
8) Şahıs ve zümre milliyetçiliği olamaz. Milliyetçiliğimizin tek bir adı vardır : "Türk milliyetçiliği" Bunun yerine başka terim ve ifadeler koyanlar veya koymak isteyenler bizi yanıltmak isteyen art niyetli kişi ve zümrelerdir. Çağdaş Türk-İslâm ülküsü kavramı, Türk milliyetçiliğinin programını özetleyen "doktriner" bir ifadedir.
9) Türk milliyetçisinin gerçek "amblemi" ay-yıldızlı al bayrağıdır. Ancak, Türk tarihi ve destanından süzülüp gelen motifler ve renkler, milli bayrağımızın gölgesinde ve onu gölgelemeden, rozet ve flâma halinde taşınabilir.
10) Türk milliyetçiliği, gâye, prensip, strateji ve programı itibarıyla ahenkli bir bütünlük içindedir. Aksiyon bu bütünlüğü bozamaz Ancak zamana zemine ve şartlara göre "esneklik gösterir.
11) Türk milliyetçiliği, sadece sosyal bir vakıa olarak kalamaz tezlerini ve antitezlerini ortaya koyarak, şartların gerektirdiği tarzda teşkilatlanmak ve kadrolaşmak zorundadır. Bu kadro ve teşkilat devletin ve milletin bütünlüğüne kavrama hedefine yönelik , "bir çekirdek" etrafında gittikçe genişleyen bir oluş halinde bulunmak demektir.
12) Türk ordusu milli tarihimiz içinden süzülüp gelen milli imanımızın aşkımızın aksiyon ve disiplinimizin,çağdaş eğitim politika, teknik ve silahlarla mücehhez savaş gücüdür. Türk milliyetçiliğinin en güçlü teminatıdır. Bir "ordu-millet" olan Türkün ta kendisidir. Ordu sevgisi Türk milliyetçisini, vazgeçemeyeceği bir özelliğidir. Türk ordusuna düşmanlık besleyenler,yabancı ordulara özlem duyan hainlerdir8.
Ülkücü gençlik ve Ahmed Arvasî İslâmi atmosferin yoğun olmadığı bir toplumsal çerçevede yetişen 1970 yıllarının gençliğine İslâmi mesajları "Cuma hutbesinde vaaz veren hocanın metoduyla" vermek, çoğunlukla ters etki yapıyordu. O dönemlerde özellikle belli bir eğitim almış kişilerin namaz kılması, camiye gidip cemaate katılması, hatta biraz yüksek sesle besmele çekmesi görülmüş duyulmuş bir şey değildi ve ayıptı. O zamanlar liselerde, üniversitelerde ve aydın çevrelerde daha çok ideolojik söylemler ve eylemler rağbette idi. Böyle ortamlarda yetişen gençlere, bunlar milliyetçi de olsalar doğrudan İslâmı tebliğ etmek hiç de doğru bir yöntem değildi. Gerektiği gibi bir İslâmi eğitimle yetişen az sayıdaki küçük ve etkisiz bir kesim de zaten kendilerini dar ve kapalı bir cemaat adacığına hapsetmişlerdi. Her ne kadar bunların bir kısmı, olayların henüz tırmanmadığı risksiz dönemlerde yüksek sesle adeta yarın savaşa gireceklermiş gibi cihat çağrısı yapmış olsalar da mücadelenin bir can pazarına dönüştüğü ileri aşamalarda birden bire ortadan kaybolmuşlardı. Meydanlarda
sadece Komünistler ile Ülkücüler kalmıştı.
Soğuk savaş döneminde iki kutuplu dünyasının en sıcak cephe ülkesi olan Türkiye'de ideolojik mücadelenin iyice kızıştığı ve kanlı bir çıkmaz sokağa yönlendirdiği1970li yılların ikinci yarısında ülkeyi kızıl emperyalizme karşı savunma mücadelesi veren Ülkücü hareket, her gün onlarca mensubunu kara toprağın bağrına vermeye başlamıştı. Genellikle "câmi" cemaatinin dışındaki toplum kesimlerinden gelen ülkücü geçliğin her geçen gün ölümle, morgla, tabutla, câmiyle, mezarla tanışması onlarda zaten potansiyel olarak mevcut olan Allah ve ahiret inancının harekete geçmesini hızlandırmaya başlamıştı. Tıpkı güneşin saçtığı ısı ve ışık dağlarının yamaçlardaki karların erimesi gibi harekete geçen bu inanç ırmağının, doğru mecralara yönlendirilmesi ve en verimli biçimde değerlendirilmesi gerekiyordu.
İşte böyle bir dönemde şehitlik gerçeği ile karşı karşıya gelen ülkücü gençler Allah ve ahiret inancının yakıcı sıcağını beyinlerinde ve gönüllerinde ciddi bir şekilde hissetmeye başlamışlardı. İşte o an çeliğe su verme zamanıydı. S. Ahmed Arvasî Türklük ve Ülkücülük çeşmesinden sancı beyinlere, yanan yüreklere testiler dolusu Ahmed suyu verdi. Resulullah'ın soyundan gelen bu değerli insan, İslâm'ı tebliğ ederken "nefret ettirmeyen sevdiren, zorlaştırmayan kolaylaştıran, korkutmayan müjdeleyen" Muhammed'i tebliğ yöntemini kullanmıştır.
Eğer bu gün İslâm ülkemizde dikkat çekici bir potansiyele ulaşmışsa bunda ülkücü hareketin ve ona olgun bir imanı muhteva kazandıran rahmetli Seyyid Ahmed Arvasî'nin payı büyüktür. Etrafımızı saran sevgisiz, hoşgörüsüz, bedelsiz ve riyakar sözde İslâmcı, özde eyyamcı tatlı su Müslümanlarını gördükçe bu katkıların önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, ülkemiz üzerinde ciddi planlar yapan ve fırsat buldukça da bu hain planlarını uygulamaya sokan Arap ve Fars Müslümanlığının milli bünyemiz üzerindeki yıkıcı ve bölücü etkisi belli bir kritik seviyeyi aşmıyorsa bunda da S.Ahmed Arvasî'nin ciddi katkıları vardır. O, İslâm-Türk ülküsünün bayrağını tam zamanında yükselterek Türk Müslümanlığının güçlenmesine destek vermiştir.
Bu gün ülkemizde gerek Arap Müslümanlığı gerekse Fars Müslümanlığı siyasi ümmetçilik yoluyla milli yapımıza sinsi saldırılar düzenlemektedir. İslâmın âlemşümul özelliğini bozarak enternasyonalist bir çehreye büründüren bu şer cephesini kendi insanımızı Türk devletine, Türk ordusuna, Türk vatanına karşı düşman yapmaya çalışıyor. Sistemin bazı yanlış uygulamaları bahane edilerek, (baş örtüsü yasağı gibi) ayet ve hadisler çarpıtılarak, kendi insanımızı kendi devletine saldırtmaya çalışıyorlar. Bu tertibin planlayıcıları ülkelerinde koyu bir Arap ve Fars ırkçılığı uygulayarak kendilerinden olmayanları en basit insan haklarını bile vermiyorlar. Arap ve Fars Müslümanlığı Türk Müslümanlığı ile sadece Anadolu'da değil, Kafkaslarda, Balkanlarda, Orta Doğuda ve Orta Asya'da da ciddi bir mücadele içindedir. Mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını takarak ülkemize saldıran bu bedbahtlara karşı en büyük savunmamız Türk Müslümanlığı kalkanıdır. Bu kalkanı delinmez bir zırh haline getirebilmemiz için S.Ahmed Arvasî'yi iyi anlamamız gerekir. İslâmî Türklük karşıtı bir inanç ve hareket haline getirmeye çalışan bu "İlyas görünümlü iblislerin" tehlikeli oyunlarını bozmanın yolu İslâm ve iman konusunda doğru bilgilenmekten geçmektedir. Konunun güncelliği ve öneminden dolayı değerli müttefiklerimizin bu konuda yazmış olduğu önemli bir makalesini burada aynen alıyoruz.
"Bazıları İslâmın getirdiği 'âlemşümul hakikati ve daveti' idrak edemeyip onu beynelmilelci (enternasyonalist) bir karakterde yorumlama hatasına, hatta günahını işlemektedirler. Bunlar ya "âlemşümul" (üniversal) kavramı ile "beynelmilel" (enternasyonal) kavramı arasındaki farkı bilmeyen kimseler, yahutta "art niyetli" kişi ve zümrelerdir.
İslâmın temel kaynağı Kuran-ı Kerim ile cüze merkezli şanlı peygamberimizin sözleri ve hareketleriyle kesin olarak anlaşılmıştır ki İslâmîyet insanların ırklarına, kavimleri ve çeşitli cemiyetlere ayrıldığını kabul etmektir. Yine İslâmîyet bunun yanında, bütün Ademoğullarını (kelime-i tevhit) etrafında toparlayarak, İslâm kardeşliği şuuru içinde dayanışma ve Allah yolunda yarışmaya davet etmektedir. Yani Allah: bir yandan dinini, "seveceği kavimlere" tevdi ederek, diğer taraftan bütün kavimleri "milli şahsiyetleri içinde tutarak "şanlı peygambere ümmet olmaya çağırır. Bu sebepten Türk milliyetçileri, Türk milletinden ve İslâm ümmetinden olmakla öğünürler.
Hâşâ İslâmiyet asla masonlar ve komünistler gibi milletleri ve milletleri inkâr ederek milletleri kozmopolittik bir dünya kurma dâvâsı peşinde değildir."İslâm kardeşliği bu çirkin "beynelmilelci akımlara" asla benzemez ve benzetilemez. İnsanların Ademoğlu olarak aynı kökten gelmekle beraber çeşitli milli ırkî mümkün olmayan biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bir vâkıadır. Bu konuda yüce kitabımız Kuran-ı Kerim "Ey insanlar! Biz sizleri bir kadın ve bir erkekle yarattık ve birbirlerinizle tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, kavimlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah yanında en şerefliniz takvâda en ileri olanınızdır." diye buyurmaktadır. (Bk. Hucurat suresi, ayet 13) Yine, şanlı kitabımızda şöyle buyrulur: "Dillerimizin ve renklerimizin birbirine uyması da O'nun ayetlerinden" (Bk. Kuran-ı Kerim Er-rum suresi, ayet 22) Bu ayetler hiçbir tevile yer bırakmaksızın İslâm dinini "ırklar ve kavimler" karşısındaki tavrını rotaya koymaktadır. İslâm sosyolojisinde, ırklar ve milletler insanlık kadar birer gerçektirler ve onların şerefi (renklerinde, dillerinde, et ve kemiklerinde, kemik yapılarında değil) Allah yolunda gösterecekleri "ihlas ve hizmet şuurları" ile yani "takva" ile tayin olunur.
"Allah'tan başka ilah yoktur" diyen bu inancı büyün beşer tarihi boyunca savunan şanlı peygamberler dizisine sevgiyle bağlanan son ve yüce peygamber ve kurtarıcı Hz. Muhammed'e (bütün peygamberlere ve O'na selam olsun) inanan ve O'nun tebliğlerini ferdi ve içtimai planda yaşayan her fert ve millet Müslüman olmakla şereflendirmiştir. "İslâm ümmetinden"dir. İslâm ümmetine bağlı kişiler, milletler ve ırklar renkleri ve dinleri ne olursa olsun, din kardeşi olurlar, birbirlerini sever iş birliği yapar, sosyal, ekonomik, kültürel ve hatta politik dayanışma halinde bulunurlar. Ancak, bu, onların kendi soylarını, kavimlerini, ırklarını ve milliyetlerini ret etmelerine sebep olmaz. İslâmîyet "posa ırkçılığını ve soy üstünlüğü" iddialarını, "cahiliyet devri adeti" olarak ret etmekle birlikte, asla Müslümanları soyunu kavmini, ırkını ve milliyetini ret ve inkar etmeye davet etmemektedir. Aksine, "kişi kavmini sevmekle suçlanamaz", "vatan sevgisi imandadır", "kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran ve veda hutbesinde "soyunu inkar edene Allah'ın melekleri ve insanların lanet etmesini" dileyen şanlı peygamberin dinini "milliyetlerin ve milli şuurun" aleyhine kullanmak mümkün değildir.
Ta, "alemlere Râhmet olarak gönderilen şanlı peygamberimiz zamanından başlayarak günümüze kadar, bütün Müslümanlar, peygamberimizin yakın dostları olan ve O'nun yüce huzurunda "iman etmekle şereflenen ve başka kavimlerin çocukları bulunan nice sahabe daima milliyet adları ile anıla gelmişlerdir. Bilâl El-Habeşi, Selman El-Farisî, Süheyl El-Rumî ... gibi İslâm büyükleri, o zamandan bu zamana kadar hep milliyet adları ile zikredilmişlerdi. Bu durumu gördükten sonra, "Türk" kelimesinden ürken ve korkan bazı çevrelerin bu komplekslerinden vazgeçmeleri gerekir. Öte yandan, gizli düşmanların da kendilerini İslâm dini ile maskelemeye kalkışmaması umulur.
İslâm dini ile milletler, milliyetler, milli şuurlar çökertilemez. Aksine İslâm dini ile milletler güçlenirler, hayat bulurlar ve yücelirler. Bu sebepten Türk milliyetçisi için İslâmîyet ve Türklük birbirine zıt iki değer ve varlık değil aksine biri diğerine güç veren ruh ve beden gibidirler.
Öte yandan, yüce kitabımızdan öğrendiğimize göre, Allah, dinini kavimler eliyle savunur. Bir kavim dinden yüz çevirdi mi başka bir kavim dine hizmetle şereflendirilir. Her fert ve millet kendini inkar etmeksizin Müslüman olabilir. İslâmîyet milletler üstü Alemşümul bir dindir.
Aşağıda mealini vereceğimiz ayet-i kerimeyi 17. asırda yaşayan büyün Türk milliyetçisi Vâni Mehmet Efendi, "Arais-El-Kuran ve Fi Nefais-ül Furkan" adlı kitabında, Arap kavminin tehdit eden ve Türk kavmini haber veren bir ayet olarak ele alınır. Bu ayetin meali şöyledir: "Ey iman edenler, içinizden kim dinden dönerse, Allah, müminlere karşı alçak gönüllü kafirlere karşı, onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırla ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın lütf-u niyetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah, ihsanı bol olan ve çok bilendir." (Bk. Kuran-ı Kerim Maide Suresi, 54.ayet)
Gerçekte de şanlı Peygamberin yüce kadrosundan sonra, İslâma en büyük hizmeti yapan kavim, Türk kavmidir ve tam 400 yıl Resul-ü Ekrem'e vekil olmakla şereflenmiştir. İslâmda şeref ve üstünlük, İslâma hizmet ve takva ile tayin edildiğine göre, Türk milleti ile şeref ve üstünlük yarışına kalkacak kaç kavim vardır?
İslâm kardeşliği ve ümmet fikri, milletleri ve milliyetleri öldürmek dâvası değil, bilakis kişileri, kavimleri, milletleri, ırkları Allah yolunda dayanışmaya ve yarışmaya kardeşlik ve barış şuuru içinde davet etmek demektir. İnsanları, "sahte tanrıların boyunduruğundan" kurtararak şerefli birer kişi, kavim ve ırk halinde sadece Allah'a kul olma şuuru içinde mukaddes bir yarışa çağırmak demektir. "İlâyı Kelimetullah" bu demektir. Bu yarış bütün kişilere, kavimlere, ırklara ve milletlere açıktır. Bu yarışta , takvada en ileri olanı ise, rengi ve dili ne olursa olsun, bu mukaddes yarışta katılanların en şereflisi ve en üstün olarak anılacaktır.
Türk-İslâm ülkücüleri, asırlardan beri, bu yarışı en önde götüren ve bu ölçüde şeref kazanan şanlı ecdadın
yolunda hiçbir isnat ve iftira onu bu mukaddes yolundan alıkoymaz. Türk milliyetçileri, kesin olarak bilmektedirler ki, dinimizi, milletin ve milliyet duygularının aleyhinde kullanmak isteyenler, gerçek dindarlar değil ya cahil veya art niyetli kişi ve zümrelerdir. Türk- İslâm ülkücüleri kim ne derse desin, daima Türk milletinden ve İslâm ümmetinden olduklarını ilan etmelidir.
S. Ahmed Arvasî ve "Doğu Anadolu Gerçeği"
Milletimizin ebedi bekasını tehdit eden bölücülük belasının teşhis ve tedavi konusunda kafa yoran, çareler öneren S.Ahmed Arvasî bu konuyla ilişkin "Doğu Anadolu Gerçeği" adlı bir eser yazmıştır. Bu kitabında bölge halkına ve devleti yönetenlere mesaj vermeye çalışan Arvasî, bölge merkezli bölücülük hareketini Batının yıllardan beri uyguladığı "şark politikası" ile ilişkilendirmektedir. Bu sorunun oluşmasına zemin hazırlayan sebepleri şöyle ifade etmektedir.
1) Tarihi Sebepler: Yerli ve yabancı ilim, fikir ve siyaset kadrolarının veya gayri ciddi tarih yorumları, doğu ve güneydoğu Anadolu'da yaşayan vatandaşlarımızın ve aşiretlerin menşei konusunda öne sürdükleri teoriler
2) Kültürel Sebepler: Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da konuşulan ağızlarda, aynı çevrelerce ortaya konan tezler, yine aynı yönlerde müşaade edilecek, farklı inananlar üzerinde koparılan gürültüler ve milli kültüre yabancılaşma vetiresi
3) Sosyal Sebepler: Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan vatandaşlarımızın, uzun bir zaman dilimi içinde konar-göçer statüsünü koruması ve aşiret halinde bulunması ve bu durumun doğurduğu meseleler
4) Coğrafi Sebepler: Bölgenin sert yapısı ve sert iklimiyle ilgili açıklamalar ve bunun milli irtibatı zayıflatan yönleri
5) Ekonomik Sebepler: Üretici ve tüketici olarak bölge halkının milli yapı ile bütünleşmememsi, komşu yabancı ülkelerle olan ekonomik ilişkileri...
6) Psikolojik Sebepler: Şark meselesinde Kürtlük kompleksi... Kürt sayılma endişesi ve bunun kaynakları...
7) İdari ve İç Siyaset Sebepleri: Ülkemizde, bazı idare ve siyaset adamlarının hatalı davranışları, yetersiz ve tecrübesiz kadroları kaş yapayım derken göz çıkartmaları, yahut oy avcılığı kaygısı ile hareket eden çevreler...
8) Milletlerarası Çalışmalar ve Emperyalist Oyunlara Bağlı Sebepler Milletlerarası rekabetler, Türk devleti üzerine oynanmak istenen oyunlar, çeşitli renkteki emperyalizmin meseleye getirdiği boyutlar. (S.Ahmed
Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği)
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki bölücülük belasını milli kültüre yabancılaşma ve cehaletimize olan yakın ilgiline de dikkat çeken Arvasî, bu bölgede yaşayan insanlarımızın doğrudan "Oğuz" boyundan gelen Öz Türkler olduklarını ifade ederken şunları söylüyor: "... bugün Doğu Anadolu'da yaşayan kardeşlerimiz, doğrudan doğruya Oğuz çocuklarıdır. Selçuk Bey, Alparslan, Osman ve Orhan Beyler ne kadar Türk iseler, onlar da o kadar Türktürler, Karakoyunludurlar, Akkoyunludurlar, göçer ve Yörüktürler. Nitekim Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden ak ve kara koyun heykelleri çıkıp durmaktadır. Bunu anlamak için Van bölgesi müzesini gezmek yeterlidir. Doğu Anadolu insanının zevkler, yaşantısı, töreleri, yemekleri, destan ve hikayeleri hep Türktür. Dili Farsçanın tesirin ile bozulmasına rağmen, bir Orta Asya Türkü gibi, geline "üke", çadıra "kon" derler. (S.Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü, Cilt 1, s. 244).
Rahmetli üstadımız çeşitli konulardaki diğer görüşlerini konuya ilişkin makalelerinden alıntılar yaparak şöyle özetleyebiliriz:
1) Arvasî'ye Göre Din ve Tasavvuf:
Dini bizzat Allah'ın açmış olduğu kurtuluş yolu olarak gören Arvasî, gerçek dini de, "Bütün bozuk dinleri, bütün batıl inançları ve bütün sahte tanrıları yıkan, insanları objektif ve sübjektif mabutların pençesinden kurtararak "Allah'tan başka ilah yoktur" diyerek bir mutlak varlık olan Allah'a yönelmeyi öğreten dindir" şeklinde tarif etmektedir.
Bu temel özelliklere göre bir değerlendirme yapıldığında bugün yeryüzünde sadece İslâm'ın hak dini olduğunu vurgulayan Arvasî, bu konuda Kuran'ın şu ayetini delil olarak göstermektedir: "Hak din, Allah indinde İslâm'dır. Kitap verilenler ancak kendilerine ilim getirildikten sonra,aralarında ki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. ... Kim, Allah ayetlerini inkar ederse, şüphesiz ki, Allah hesabı çabuk görücüdür."
İslâm konusunda derin ve kapsamlı bir bilgiye sahip olan Arvasî, İlm-i Hal isminde bir de kitap yayınlamıştır.
Ülkemizde eğitim kurumlarında verilen dini eğitim oldukça yeteriz olduğunu ifade eden Arvasî, bu konuda Türkiye ile bazı Avrupa ülkelerini karşılaştırırken şu tespitleri yapıyor: "... Almanya ve Avusturya'da okulların yüzde doksanında din eğitimi ve öğretimi mecburidir. Bir Alman genci liseyi bitirdiğinde 1962 saat, Avusturyalı genç 936 saat, Türk genci ise 192 saat din dersi görebilmektedir. Hatta Türkiye'de İmam Hatipli olan bir gencin gördüğü din dersi saat itibariyle daha azdır. Çünkü İmam Hatip lisesi mezunu 1504 saat din dersi gördüğü halde normal bir Alman Lisesi mezunu 1962 saat din dersi okumuş bulunmaktadır. Hayret ki ne hayret" (S.A.Arvasî, T.İ.Ü Cilt 1)
Tasavvuf ehli bir ailenin çocuğu olan Arvasî'nin tasavvuf konusundaki düşüncelerini ağırlıklı olarak büyük tasavvuf alimi İmam-ı Rabbanî yön vermiştir. Arvasî tasavvuf konusunda şunları söylüyor:
"Tasavvuf ise, İslâmın sınırları içinde kalmak şartıyla samimi bir aşk, vecd ve heyecan ile dinin özüne, sırlarına ve zevkine tam edep olgunluğu ile ulaşma gayretini ifade eder. Yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim'de mukarrabin (Allah'a yakın olanlar) olarak övülen ve Allah'ın veli kulları olmakla sıfatlanan kişiler, işte dinimizi böylece yücelten kişilerdir. Böyleleri yüce mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim'de sevgi ve müjde ile anılmaktadır. O halde şu ayet-i kerime mealini birlikte okuyalım: "haberiniz olsun. Allah'ın velileri (kulları) için hiçbir korku yoktur. Onlar mahsun olacak değillerdir." (Arvasî Hasbihal Cilt 4, s. 176)
2) Arvasî'ye Göre Eğitim
Her şeyden önce büyük bir eğitimci olan Arvasî, bu alanda hem uygulamada hem de teoride ciddi hizmetler yapmış, önemli eserler vermiştir. Eğitimin amacına, insanı biyolojik ve sosyolojik bütün yönleriyle tanıma, onun bütün hayatı boyunca takip ederek kendi hususiyetleri içinde olgunlaştırmak ve geliştirmek suretiyle hem kendisini hem de cemiyeti için faydalı kılacak ve mutlu edecek bilgi, maharet, davranış ve değerlere ulaşmak olarak ortaya koyan Arvasî gerçek bir milli eğitimin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik fonksiyonları olması gerektiğinin altını çiziyor.
Eğitimin politik fonksiyonunu açıklarken şunları söylüyor: "... eğitimin politik fonksiyonları da vardır. Her milletin eğitimi, siyasi eğitimine, ideolojisine, istediği hedeflere ve ülkülere uygundur. Eğitim, çok önemli bir stratejik değeri olan insani, işlevi olduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan bakılınca, milli eğitim milli savunmamızın çok önemli bir parçasıdır. (Arvasî, T.İ.Ü. Cilt 1, s. 342)
3) Arvasî'ye Göre Ekonomi:
Türk-İslâm Ülküsü kitabının 2. cildini ağırlıklı olarak ekonomiye ayıran S.A.Arvasî kapitalist ve Marksist ekonomi anlayış ve uygulamalarını Türk- İslâm ülküsü penceresinden eleştirdikten sonra İslâm ekonomi sisteminin temel konulardaki bakış açılarını ortaya koyma gayreti içinde olmuştur. Bu yazıların yayınlandığı 12 Eylül 1980 öncesinde, ideolojik mücadelede Marksistlerin üzerinde en çok konuştukları siyasi sosyal alan ekonomiydi. Onlara gereken cevabın verilmesi yönünde ekonomi alanında iyi niyetli bir çok çalışma yapmış fakat hiç biri Arvasî'nin yazdıkları kadar hem ana kaynağa bağlı hem de çağdaş ölçülerde olamamıştır. Arvasî'nin bu konuda üzerinde durduğu ana temaları şöyle özetleye biliriz: Ekonomi ve insan, ekonominin gayesi, ekonominin tarifi, ekonomik sistemler ve İslâm, insanın istismarı ve sebepleri,ekonomi ile coğrafyanın, nüfusun, kültürün içtimai ruhun, irsî faktörlerin, milletlerarası temasların ilişkisi, milli ekonomi, insan mülkiyet ilişkileri, adalet ve mülkiyet, emeğin değeri ve İslâm, birikmiş değer kavramı, üretim ve sermaye, özel ve kamu teşebbüsleri, üretimin tekâmülü, Türklerde üretimin gelişme safhaları, tüketim, israf ekonomisi ve İslâm, değişim, faiz, borsa ve İslâm, İslâm ve banka, tasarruf ve yatırım, ekonomik sistemler ve kalkınma modelleri ... vb. S.Ahmed Arvasî'nin ekonomiyi irdelerken ortaya attığı "birikmiş değerler" kavramını emek-ücret konusunda ilgi çekici bir bakış açısı sunmaktadır. Özellikle Marksistlerin sömürünün ana kaynağı olarak ele aldıkları "artık değer" konusuna bir cevap niteliği taşıyan birikmiş değer kavramını büyüteç altına almak için, Arvasî'nin bu konuyu açıkladığı makalesini aynen almakta fayda gördük.
Birikmiş Değer Kavramı
"Marksistler, 'tek değer emek' iddiasıyla ortaya atılır, bütün değerleri 'kol emeğine' bağlayarak proletere mal etmek isterler. Onlara kalırsa işverenler, işçinin ürettiği mal ve hizmetlerin bir kısmını işçiye ücret olarak ödedikten sonra, artan değerleri kendilerine saklarlar. Henüz 'şuurlanmamış' işçi, bu mekanizmadan habersiz olduğu için 'kendi emeğine yabancılaşmış' durumdadır. Bu durumdaki işçi, patronlarının kendi emeğini sömürerek zenginleştiğini henüz farkında değildir. Marksistler 'atık değer' teorisini ortaya atarak güya işçiyi 'şuurlandırmak' isterler. Oysa Marksistlerin unuttukları çok önemli bir nokta vardır. Bugün insanlar, ister işçi, ister işveren durumunda olsunlar, üretim güçlerini ve ürettikleri değerleri, hem sayı, hem kalite itibarıyla kendilerinden önce yaşayan ve şimdi hayatta olmayan milyonlarca insanın beden ve zihin emeğiyle ulaştıkları ilme, tekniğe, üretim amaçlarına, geliştirdikleri müesseselere, keşfettikleri enerji kaynaklarına, kısaca ürettikleri maddi ve manevi değerlere borçludurlar. Bütün insanlığın sahip olduğu maddi ve manevi zenginliklerin gerçek üreticileri, yaşayan nesillerden çok, tarihin bağrına gömülmüş olan nesillerdir. Hepimiz, onların mirası üzerinde tepinmekteyiz. Sahip olduğumuz değerler, bizden çok onların, emekleriyle üretilmiştir.
Bir an için 'proletaryanın ' ve 'kapitalistin', bu tarihi mirastan ve bu 'birikmiş değerden' mahrum kaldığını düşünün. Onlar, bugün, üretebildikleri sayı ve kalitede mal ve hizmet üretebilirler miydi. Yahut bu mal ve hizmetlere sahip olabilirler miydi? Yine bir an düşünün, bugün bir otomotiv sanayiinde, üç yahut dört dakikada bir otomobil imal edilmektedir. Bizden önce yaşayan milyonlarca insanın, binlerce yıldan beri süzülüp gelen beden ve zihin emeğinin ortaya çıkardığı değerlerden mahrum kalınsaydı, patronlar, teknokratlar ve proleterler bu başarıyı gösterebilirler miydi? O halde, kim kimin emeğiyle yaşıyor? Görülüyor ki, işçi, işveren teknokrat ve bürokratlar, birbirlerinin emeklerinden çok birikmiş değerleri ve zenginlikleri paylaşmaya çalışıyorlar. Yoksa meseleyi 'sınıf çatışmaları' açısından ele alarak bütün üretilmiş değerleri bir sınıfa mal ederek diğer insanları toptan tufeyli durumuna sokmak bize hem haklı hem de makul gelmemektedir. Bu gün bir kumaş fabrikasının bir saat içerisinde imal ettiği yüzlerce metre kumaşı ne tek başına işçilerin emeğine ne de tek başına işverenlerin teşebbüsüne bağlamak mümkündür. Bu konuda komünizm de, kapitalizmin de yorumları vicdanları tatmin edememektedir.
İşte bu noktada da yine yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim, imdadımıza yetişmektedir. Şanlı kitabımız,'birikmiş değerleri' ve zenginlikleri bir sınıfın veya zümrenin inhisarına (tekeline) bırakılmamasını emreder"
Yüce kitabımızda şöyle buyrulur; "ta ki (bu mallar) içinden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın" (Kura-ı Kerim, El-Harş Suresi, ayet 7). Büyük kurtarıcımızın şu hadisini herkes bilir "komşusu açken tıka basa yiyen gerçek Müslüman değildir" yine mukaddes kitabımızda şöyle burulur: "Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu) işte bunları pek acıklı bir azap ile müjdeler." (El-Tevbe Suresi, Ayet 34)
Görülüyor ki İslâmîyet insanların birbirlerinin haklarına riayetini emrettiği kadar "birikmiş değerlerin" yani, mal, mülk, altın, gümüş ve benzeri zenginliklerin bir zümrenin inhisarına bırakılmasını da istememektedir. O, Allah yolunda ve insanların dünyevî ve uhrevî saadeti için israf edilmeden sarf edilmeli, asla bir zulüm ve tahakküm vasıtası durumuna getirilmemelidir."16
Toplumların düzenini insanların imanî idrak seviyelerine göre; "hayvan insanın" nizamı, "dramatik insanın" nizamı ve "ideal insanın" nizamı olarak üç sınıfa ayıran Arvasî, ideal insanın nizamının bir ütopya olmadığını ve asr-ı saadet döneminde gerçekleştirildiğini ifade etmektedir.
"En güzel şekilde yaratılmış" olan insanın "alet yapan hayvan" olarak tarif edildiği hayvan insanın nizamında sürünün ortak menfaatinin esas olduğunu, toplumun otoritesinin adeta tabulaştırıldığını ve ferdin iradesinin cılızlaşarak silindiğini ve böyle bir nizamın eğitim sistemini "hak yok, vazife var" esprisi içinde insanları eğittiğini ve toplumu temsil eden krala, şefe, diktatöre, meclis veya partiye itaatin esas olduğunu ifade eden Arvasî, hayvan insanın nizamını şöyle tarif etmektedir; "hayvan insanın nizamında, cemiyet, kendine tapınanları putlaştırır. Bu sebepten, bu nizamda, abideler, heykeller, nişanlar, madalyalar alkışlar pek çoktur. Bu nizamda cemiyete yaltaklananlar ve dalkavukluk edenler itibar bulur. Bu nizam, sürüyü ilahlaştıranların ve sürüye tapanların nizamıdır."17 (T.İ.K. cilt 2, sayfa 292)
Dramatik insanı şahsiyetini keşfeden ve sürüye isyan eden adam olarak tarif eden Arvasî, bu insanın nizamını ise şöyle tanımlamaktadır; "dramatik insanın nizamında güçlü olanın zayıfı kendine ram etmesi normaldir. Bu, tekamül ve dinamizm için, bir bakıma zaruridir. Fert fert, herkes kendini kurtarırsa ve güçlendirirse, gerçekte cemiyet kurtulmuş ve güçlenmiş olur. Dramatik insan, dar cemiyet iç güdüsü içinde kalmak yerine hürriyet ve insanlık adına savaş verdiğini iddia eder. Bu ideale hizmet edenler adına abide ve heykeller diker ve madalyalar hazırlar"18 (sayfa 294)
İdeal (ist) insanı, kendisini sürünün ve egonun baskı ve ihtirasından kurtaran, göreceli iyinin doğrunun ve güzelin yerine "mutlak doğruya, mutlak iyiliğe, mutlak güzele" gönül veren insan olarak tarif eden Arvasî, bu insanın nizamını da şöyle tarif eder, "ideal insanın nizamında, cemiyet ve fertler tanrılaştırılmaz. İnsanın şerefi, "Allah'tan başkasına" boyun bükmemelerindedir. Fertler ve cemiyetler bir diğerini körleştiremezler. (...) Fert fert, grup grup herkes Allah'ın otoritesini duymak ile görevlidir. Ne maske altında olursa olsun hiçbir kimse, hiçbir zümre ve sınıf insana tahakküm edemez. Herkes sahte tanrıları yıkmakla mükelleftir. Çobanından devlet başkanına kadar herkesin görevi budur. Bu nizamda teşkilatlanmanın gayesi budur.19 (s. 296)
S.Ahmed Arvasî'nin Eserleri
Muhammedî sevgi ve aşk okyanusunda nasipli bir insan olan Arvasî bir çok mütefekkirimiz gibi fikir ve edebiyat alanına şiir yazarak başlamıştır. Daha 23 yaşında bir delikanlı iken (1955) "Sır" adlı bir şiir kitabı yayınlayan Arvasî, 1965 yılında "İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri" adlı eseri yayınlamıştır.
Bu kitabında Türk milliyetçiliğinin fikri muhtevası ve çeşitli ülke sorunlarına bakış açısını ortaya koymaya çalışan Arvasî, daha sonra kaleme alacağı "Türk-İslâm Ülküsü" kitabının temellerini bu eserinde atmıştır. Arvasî'nin Türk aydınları arasında tanınmasına ve geniş ilgi uyandırmasına sebep olan ilk ses getiren kitabı; "Kendini Arayan İnsan" adını taşımaktadır. O, 1968 yılında yayınlanan bu kitapta, bir insan için en zorunlu fakat bir o kadar da çetin ve çetrefili bir konu olan "insanın kendini bilmesi" sorununu ele almıştır.
Bu kitabın bir devamı sayılan "İnsan ve İnsan Ötesi" adlı kitabını 1970 yılında yayınlayan Arvasî, bu değerli eserinde maddenin, hayatın ötesini araştırmaya yönelmiş, bütün bunların odak noktası olan insanın ötesini tasavvufi bir incelikle irdelemeye çalışmıştır.
Büyük bir eğitimci olan Arvasî, Atatürk Eğitim Enstitüsünde okuttuğu eğitim sosyolojisi konusunda 1976 yılında ülkemizde bu sahanın ilk kitabını yazmıştır. 1977 yılında her gün gazetesinde köşe yazarlığına başlayan S. Ahmed Arvasî, burada yazdığı makalelerini bir araya getirerek köşesi ile aynı adı taşıyan Türk-İslâm Ülküsü adlı kitabını üç cilt olarak yayınladı. Bu kitabın birinci cildinde ağırlıklı olarak Türk-İslâm Ülküsüne göre düşünce, inanç, insan ve cemiyet anlayışının , kültür ve medeniyet görüşünü, İkinci cilde ekonomik ve politik hayatın değerlendirmesini, üçüncü ciltte ise eğitim sistemi ve din psikoloji üzerinde durmuştur.
On bölüm ve 559 makaleden oluşan Türk-İslâm Ülküsü kitabı 12 Eylül 1980 öncesinde bir ateş çemberinden
geçen Türk Gençliğinin , fikir ve inanç sancılarının yakıcı sıcaklığının kavurduğu aklına ve gönlüne, berrak pınarlardan sunulmuş bir hayat suyu serinliği ve tazeliği vermiştir.
S.Ahmed Arvasî'nin yayınlanan diğer eserleri de şunlardır. 1982 yılında yayınlanan "İlm-i Hâl" , "Doğu Anadolu Gerçeği" , altı cilt halinde yayınlanan "Hasbi Hal" , 1982 yılında yayınlanan "Diyalektliğimiz ve Estetiğimiz"
S.Ahmed Arvasî'nin hayatı ve eserleri hakkında az sayıda olsa da araştırma kitabı da yayınlanmaya başlamıştır. Bu makalemizin hazırlanmasında ağırlıklı olarak faydalandığımız Sayın Mustafa Kavuncu'nun "Seyyid Ahmed Arvasî - Hayatı, Tefekkürü - Eserleri" adlı çalışması bu alanda atılmış değerli bir çalışma hüviyetindedir.
Bu sahadaki çalışmaların çoğaltılması ve derinleştirilmesi Arvasî hocamızın Ülkücüler üzerindeki ödenmesi gereken haklarından birisi olduğu açıktır.
Sonuç:
Türk milliyetçiliğinin güç aldığı kaynakların gün yüzüne çıkarılması, işlenmesi ve genç nesillere tanıtılması maalesef yeteri kadar üzerinde durulan konulardan değildir. Bu Millî-İslâmî sahada değerli eserler veren az sayıdaki yazarlarımız mütefekkirlerimiz ve onların ortaya koyduğu eserlerin bu vurdumduymazlık dumanının arasında unutulmaya yüz tutması fikir ve aksiyonumuza yön ve biçim veren hayat damarlarımızı kendi elimizle kurutmak anlamına gelmektedir.
Hayatını, fikirlerini kısaca tanıtmaya çalıştığımız rahmetli S.Ahmed Arvasî'de yeterince ilgilenmediğimiz önemli mütefekkirlerimizden biridir. Bu ülkeye ve insanlara faydadan çok zararı dokunmuş bir çok vatan, millet, din ve devlet düşmanı sözde yazar, çizer takımı için bu memlekette vakıflar kurulurken adları caddelere, sokaklara verilirken, anılarını yaşatmak için hikaye ve roman yarışmaları düzenlenirken, bizler hayırlı hizmetleri ve eserleriyle dünya ve ahiret hayatımızı aydınlatan kıymetli aydınlarımızın adlarını yaşatmak ve eserlerini tanımak yönünde dişe dokunur bir faaliyet içinde değiliz.
S.Ahmed Arvasî'nin bu sahipsizliğin kurbanlarından, biri olmaktan mutlaka kurtarılmalıdır. Bu amaçla çeşitli sivil toplum kuruluşlarımız tarafından onun adına enstitüler kurulmalı, konferanslar düzenlenmeli, edebiyat ve sosyal bilimlerin çeşitli dallarında yarışmalar yapılıp, onun adına ödüller verilmelidir. Son zamanlarda az sayıda da olsa bu konuya iyi niyetli, ümit verici çalışmaların başlatılmış olması bizleri umutlandırmakta ve sevindirmektedir.
"Çeliğe su veren adam" olarak tanımladığımız rahmetli Arvasî hocamızı hakka yürüyüşünün onuncu yıldönümünde saygı, sevgi ve rahmetle anıyor, yüce Rabbimizin ondan râzı olmasını diliyoruz.