NUTUK’TAN: ANKARA BAŞKENT VE İŞTE CUMHURİYET YENİ TÜRKİYE DEVLETİNİN BAŞKENTİ ANKARA OLDU
01 Ocak 1970
Baylar, Lozan Antlaşmasının eklerinden olan boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, her yeri düşman elinden kurtulan Türkiye'nin bütünlüğü gerçekleşmişti. Artık yeni Türkiye Devleti'nin yönetim merkezini yasa ile saptamak gerekiyordu. Bütün düşünceler, yeni Türkiye'nin yönetim merkezinin Anadolu'da ve Ankara kenti olması gerektiği noktasında toplanıyordu.
Başkent seçiminde en kesin önemi olan yön asker güdümü ve coğrafya durumu idi. (...) Bu arada, İstanbul'un yeni milletvekillerinden kimileri, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul'un payitaht olarak kalması gereğini, kimi örneklere dayanarak tanıtlamaya çalışıyorlardı. Ankara'nın gerek iklim, ulaştırma araçları, gelişim yeteneği, gerekse kuruluş ve örgütler bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığın söylüyorlar ve: "İstanbul'un payitaht olması gereklidir ve olacaktır" diyorlardı. Bu sözlere dikkat edilirse, bizim yönetim merkezi teriminden çıkardığımız anlam ile, bu sözlerde payitaht terimini kullananların görüşleri arasında bir ayrılık görmemek elden gelmez. Bundan dolayı yönetim merkezi seçiminde daha önceden verilmiş kararımızı resmî olarak ve yasa ile saptamak gerekti. Böylece "payitaht" teriminin de yeni Türkiye Devleti'nde anlamı ve yeri kalmadığı belirtilmiş olacaktı. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 günlü bir maddelik yasa tasarısını Meclise önerdi. Altında daha on dört kadar kişinin imzası olan bu yasa önerisi, 13 Ekim 1923 günü uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, pek büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasa maddesi şudur: Türkiye Devleti'nin yönetim merkezi (başkenti), Ankara kentidir.
MECLİSTE FETHİ BEYİN BAŞKANLIĞINDAKİ BAKANLAR KURULUNA VE FETHİ BEYİN KENDİSİNE KARŞI SATAŞMALAR VE ELEŞTİRİLER BAŞLADI
Baylar, çok geçmeden Mecliste Fethi Beyin Başkanlığındaki Bakanlar Kuruluna ve özellikle Fethi Beyin kendisine karşı taşlamalar ve yergiler başladı. Anlaşıldığına göre kimi milletvekillerinden bakan olmak isteği ve dileği artmıştı. İş başındaki bakanları beğenmiyorlardı. (...)
Fethi Bey, dikkatini ve gücünü Bakanlar Kurulu Başkanlığı görevinde toplayabilmek için İçişleri Bakanlığından çekildi. Yine o gün, Meclis ikinci Başkanlığı da Ali Fuat Paşanın çekilmesiyle boşaldı (24 Ekim 1923)
Bizimle görüşte ve çalışmada uzlaşıp birleşmeyi gerekli görmeksizin bağımsız ve gizli olarak çalışan küçük bir grup belirdi. Bu grup temiz yürekli ve haksever gibi görünerek bütün parti üyelerine kendi görüşlerini benimsetmede başarılı olmaya başladı. Örneğin, bir parti toplantısında, İçişleri Bakanlığına Erzincan Milletvekili Sabit Beyin ve Meclis ikinci Başkanlığına da İstanbul'da bulunan Rauf Beyin, Meclisçe seçilmesini sağladı (25 Ekim 1923).
Oysa ben, Sabit Beyin İçişleri Bakanı olmasını uygun görmemiştim. Sabit Beyin kimi illerde vali olarak çalıştırılmış bulunmasını, Yeni Türkiye'nin İçişlerini yeni koşullarla yönetebileceğine yeter kanıt sayamıyordum.
Rauf Beyin de, Meclis ikinci Başkanlığına seçilmesini doğru bulmuyordum. Çünkü Rauf Bey, daha dün Bakanlar Kurulu Başkanı idi. Ne gibi duyguların etkisi altında çalıştığından dolayı başbakanlıktan çekilmek zorunda bırakıldığı biliniyordu. Buna karşın, onu Meclisin ikinci Başkanlığına getirtmekle, bütün Meclisin onun görüşüne katıldığını; yani, bütün Meclisin Lozan Barış Antlaşması'nı yapan ve Bakanlar Kurulunda Dışişleri Bakanı olarak bulunan İsmet Paşaya karşı olduğunu göstermek amacı güdülüyordu.
Baylar, yeni Meclis, daha ilk zamanlarda, gizliden gizliye muhalefet yapan küçük bir grupça aldatılma durumuna düştü. Fethi Bey ve arkadaşları, hükümet işlerini rahatça yapamayacak bir duruma getirildi. Fethi Bey, bu durumdan, bana birçok kez yakındı ve Bakanlar kurulundan çekilmek istedi. Öbür bakanlar da onun gibi yakınıyorlardı.
Kötülük, hükümetin Meclisçe seçilmesinden doğuyordu. Bu gerçeği çoktan görmüştüm.
UYGULAMAK İÇİN SIRASINI BEKLEDİĞİM TASARININ UYGULANMASI ZAMANI GELMİŞTİ
Ben, Mecliste gizli ve muhalif bir grup bulunduğunu sezdikten, Meclis çalışmalarında duyguların etkin olduğunu gördükten ve Bakanlar Kurulu çalışmalarının her gün temelsiz birtakım nedenlerle çığrından çıkarıldığı kanısına vardıktan sonra, uygulamak için sırasını beklediğim bir tasarının uygulanma zamanın geldiği yargısına varmıştım. Bunu açıkça söylemeliyim. Buna göre, şimdi vereceğim bilgileri ve yapacağım açıklamaları anlamak daha kolay olacaktır.
Baylar! Halk Partisinin, Rauf Beyi toplantıda bulunmadığı bir sırada, Meclis ikinci Başkanlığına, Sabit Beyi de İçişleri Bakanlığına aday seçtiği gün, 25 Ekim 1923 perşembe günüdür. O gün ve ertesi cuma günü Bakanlar Kurulu Çankayada benim yanımda toplandı.
Gerek Bakanlar Kurulu Başkanı Fethi Beyin ve gerek öbür bakanların çekilmeleri zamanının geldiğini ve bunun gerekli olduğunu ileri sürdüm. "Yeni Bakanlar kurulu seçiminde, şimdiki bakanlar yeniden seçilirlerse; bunlar, yine bakanlıktan çekilecekler ve Bakanlar Kuruluna girmeyeceklerdir" ilkesini de kabul ettik. Yalnız, o zamanlar, bakanlar gibi seçilen ve Bakanlar Kurulunun bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa bu karar dışında bırakıldı. Çünkü, ordu yönetim ve komutasının rasgele bir kimseye verilmesi doğru görülmedi.
Alınan bu kararın ve böyle davranışın iç yüzü incelenirse şu sonuç çıkar. İktidar tutkunu olan grubu Hükümet kurmakta büsbütün serbes bırakıyor; şimdiki Bakanlar Kurulunda bulunan bakanlardan hiçbiri katılmaksızın, istedikleri kişilerden diledikleri gibi bir Bakanlar Kurulu kurarak ülkenin alınyazısına elkoymalarında bir sakınca görmüyoruz. Bir hükümet kurmayı başarabilirse, bu hükümetin yönetim biçimini ve yönetimdeki becerisini bir süre izlemenin ve dahası, ona yardım etmenin uygun olacağı kanısına vardık. Ama, böylece kurulacak hükümet ülkeyi yönetmede ve yeni ülkülerimize doğru ilerlemede güçsüzlük ve sapma gösterirse, bunu, Mecliste belirterek, Meclisi aydınlatmayı yeğ gördük. Hükümet kurmayı başaramazlarsa ortaya çıkacak düzensizlik, elbette Meclisi uyarmaya yarayacaktı. Bunların ve düzensizliğin sürdürülmesi uygun görülemeyeceğinden, işte o zaman işe el koyarak tasarladığım şeyi ortaya atıp sorunu kökünden çözümleyebileceğimi düşünmüştüm.
FETHİ BEYİN BAŞKANLIĞINDAKİ BAKANLAR KURULU ÇEKİLİYOR
Bakanlar kurulu ile Çankaya'da yaptığımız toplantı sonunda, yazıp birlikte imzalayarak bana verdikleri çekilme yazısı şu idi:
Yüksek Başkanlığa
Türkiye Devleti'nin karşısında bulunduğu güç ve önemli iç ve dışişlerini kolaylıkla sonuçlandırabilmesi için çok güçlü ve Meclisin tam güvenini kazanmış bir bakanlar kuruluna kesin gerekseme bulunduğu kanısındayız. Bunun için, yüksek Meclisin her bakımdan güvenine ve yardımına dayanan bir bakanlar kurulunun kurulmasına hizmet etmek amacıyla çekildiğimizi, üstün saygılarla bilginize sunarız efendim.
Baylar, bu çekilme yazısı 27 Ekim 1923 cumartesi günü öğleden sonra saat birde başkanlığımda toplanan Parti Genel Kuruluna bildirilmiş ve saat beşe doğru açılan Mecliste okunmuştur.
BAKANLAR KURULU ADAY LİSTELERİ VE BAKANLAR KURULU BAŞKANLIĞINA SEÇİLECEĞİ UMULAN KİŞİLER
Bakanlar Kurulunun çekildiği belli olur olmaz Meclis üyeleri, Meclis odalarında, evlerinde grup grup toplanarak, yeni bakanlar kurulu listeleri düzenlemeye başladılar. Bu durum, Ekim ayının 28 inci günü geç vakte dek sürdü. Hiçbir grup, bütün Meclisçe kabul olunabilecek ve kamuoyunca iyi karşılanacak adları içine alan bir aday listesi saptayamıyordu. Özellikle, bakanlıklara aday düşünülürken, o denli çok istekli çıkıyordu ki herhangi birini öbürlerine yeğleyerek saptanacak listeyi kabul ettirmekteki güçlük, liste düzenlemekle uğraşanları umutsuzluğa ve kaygıya düşürdü. Bu sırada, İstanbul'da çıkan kimi gazeteler, kimi kişilerin resimlerini basarak Bakanlar Kurulu Başkanlığına seçileceği umulan "sayın kişileri hatırlatmalarıyla dikkati çekmekten geri kalmadı. Yan tutan kimi gazeteciler de 28 Ekim günü erkenden: "İstanbul'un yüzünü örten sabah sisinin ördüğü tül yeni yeni sıyrılırken; deniz, gökten, kıyılardan yansıyan renklerle boyanmış, kıpırtısız duruyorken", Marmaranın durgun sularını yararak ilerleyen Deniz Yolları vapuruyla Kalamış iskelesine çıkıyor... Yolda Rauf Beye raslıyor. Ondan sonra: "Büyük bir bahçenin içinde, güzel Kalamış köşkünün çok güzel döşenmiş süslü salonuna" giriyor ve köşkte oturan kişinin çeşitli sorunlarla ilgili düşüncesini alıyor; özellikle: "Ulusal egemenliğimizi her şeye ve her şeye (!) karşı koruyalım..." öğüdünü yayımlayarak kamuoyunu aydınlatma görevinde üşengenlik göstermiyordu. Ama, bu uyarma ve aydınlatmalar Ankara'yı etkilemiyordu.
ULUSAL EGEMENLİĞİMİZİ HER ŞEYE VE HER ŞEYE KARŞI KORUYALIM, DİYEN KİŞİ
Baylar, her şeye ve her şeye (!) karşı ulusal egemenliğin korunmasını öğütleyen kişi, Halifenin iltifatını Tanrı bağışı sayan kişidir! (Refet Paşa hzl.)
Kimi gazetelerin, Konya'ya, Ordu Müfettişliğine atanan Fuat Paşanın, 28 Ekimde İstanbul'a varışında, Rauf Bey, Refet Paşa, Adnan Bey ve daha birçok kişilerce karşılandığını bildiren tel haberleri ile Rauf Beyle Kâzım Karabekir Paşanın resimlerini basarak Mondros Ateşkes Anlaşmasını ve Karsın kurtarılışını hatırlatmak için yazdıkları yazılar da yeterince dikkati çekemedi.
PARTİ YÖNETİM KURULU DA KESİN BİR BAKANLAR KURULU LİSTESİ ÇIKARAMADI
28 Ekim günü akşam üzeri toplantı hâlinde bulunan Parti Yönetim Kurulu beni çağırdı. Parti Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Beydi. Fethi Bey, Parti adına Yönetim Kurulunca, bir aday listesi düzenlendiğinden ve Parti Genel Başkanı olduğum için bu konuda benim de düşüncemin öğrenilmesi uygun görüldüğünden, toplantılarına çağırdıklarını bildirdi. Düzenlenen listeye göz gezdirdim. Bence uygun olduğunu, ama bu listede adları bulunan kişilerin de düşüncelerinin ve kabul edip etmeyeceklerinin sorulması gerektiğini söyledim. Bu önerim uygun görüldü. Örneğin, Dışişleri Bakanlığına aday gösterilen Yusuf Kemal Beyi çağırdık. Yusuf Kemal Bey, bu listeye girmeyeceğini bildirdi. Bundan ve buna benzer başka durumlardan anladım ki, Parti Yönetim Kurulu da kabul edilebilecek kesin bir aday listesi düzenleyememektedir. Yönetim Kurulu üyelerine, gerekenlerle daha çok görüşerek kesin bir liste yapmalarını öğütledikten sonra yanlarından ayrıldım. Gece olmuştu. Çankaya'ya gitmek üzere Meclisten ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşalara rasladım. Ali Fuat Paşa, Ankara'dan ayrılırken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede "Bir uğurlama ve bir karşılama" başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle görüşmek için o zamana değin orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşaya söylettim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşaya ve Fethi Beye de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya varınca, orada beni görmek üzere gelmiş olan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Beylere rasladım. Onları da yemeğe alıkoydum.
CUMHURİYETİN KURULACAĞINI KİMLER BİLİYORDU
Yemek yenirken: "Yarın cumhuriyet ilân edeceğiz!" dedim. Orada bulunan arkadaşlar, hemen düşüncemi benimsediler. Yemeği bıraktık. Hemen o dakikada, yapılacak işler için kısa bir program düzenledim ve arkadaşları görevlendirdim.
Düzenlediğim programın ve verdiğim talimatın uygulanışını göreceksiniz.
Baylar, görüyorsunuz ki cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmayı ve onlarla görüşüp tartışmayı gerekli görmedim. Çünkü, onların öteden beri ve doğal olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada Ankara'da bulunmayan kimi kişiler, hiçbir yetkileri yokken, kendilerine bilgi verilmeden, düşünceleri ve uygun görüp görmedikleri sorulmadan cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını, gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.
CUMHURİYETİN KURULUŞUNA İLİŞKİN YASA TASARISINI İSMET PAŞA İLE HAZIRLADIK
O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya'da konuk idi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir yasa tasarısı hazırladık. Bu tasarıda 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın devlet biçimini saptayan maddelerini şöyle değiştirmiştim:
Birinci maddenin sonuna: "Türkiye Devleti'nin hükümet biçimi cumhuriyettir." cümlesini ekledim.
Üçüncü maddeyi şöyle değiştirdim: "Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisince yönetilir. Meclis, Hükümetin yönetim kollarını bakanlar aracılığı ile yönetir."
Bundan başka, Anayasanın temel maddelerinden olan 8.inci ve 9 uncu maddeleri de, değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı:
"Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Başkanlık görevi, yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine değin sürer. Eski başkan yeniden seçilebilir."
"Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı, Devletin Başkanıdır. Bu kimliği ile, gerekli gördükçe Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık eder."
"Madde- Cumhurbaşkanı, başbakanı Meclis üyeleri arasından seçer. Öbür bakanları da başbakan, yine Meclis üyeleri arasından seçer; sonra hepsini Cumhurbaşkanı Meclisin onayına sunar. Meclis toplantı hâlinde değilse, onaylama Meclisin toplantısına bırakılır."
Bu maddelere komisyonda ve Mecliste, din ve dille ilgili, bildiğiniz bir madde de eklenmiştir.
29 EKİM 1923 GÜNÜ HALK PARTİSİ GRUBUNDA YAPILAN GÖRÜŞMELER
29 Ekim 1923 pazartesi günü öğleden önce saat onda, Halk Partisi Grubu, Grup Yönetim Kumlu Başkanı Fethi Beyin başkanlığında toplandı. Bakanlar Kurulu seçimi görüşmelerine başlandı.
Başkan: "Yönetim Kurulu, Genel Kurula sunulmak üzere, hazırlık niteliğinde, bir bakanlar kurulu listesi düzenledi. Yönetim Kurulu kesin bir şey saptamış değildir. Karar sayın kurulunuzundur. Kabul ederseniz okunsun" diyerek Genel Kurula, Fuat Paşanın Bakanlar Kurulu Başkanı olarak gösterildiği bir aday listesi sunmuş. Okunan bu listede iktisat Bakanlığına aday gösterilen Celâl Bey (İzmir) söz alarak, Bakanlar Kurulunun önemini belirtmiş ve kendisinin seçilmemesini önermiş. Özellikle. "Bu listede adları görülen kişiler, çekilenlerden daha güçlü değildir. Bizden gönenç ve yenilik isteyen ulus vardır. Ne olursa olsun yeniler eskilerden güçlü olmalıdır. Seçimde acele etmeyelim. Özellikle Bakanlar Kurulu Başkanı için, düşünelim" demiş. Bundan sonra Saip Bey (Kozan), Ekrem Bey (Rize), Zülfü Bey (Diyarbakır), Mehmet Efendi (Bolu), Faik Bey (Tekirdağ), Vasıf Bey (Manisa), Necati Bey (İzmir), Dr. Fikret Bey (Bilecik), Recep Bey (Kütahya), İ/yas Sami Bey (Muş), Abdurrahman Şeref Bey (İstanbul), Eyüp Sabri Efendi (Konya), Talat Bey (Artvin) tartışmışlar, görüş ve düşüncelerini söylemişlerdir. özellikle Abdurrahman Şeref, Vasıf, Necati ve Recep Beyler Bakanlar Kurulunun oluşturulma yönteminde ve Bakanlar Kurulu Başkanının görev ve görevlendirilme yönteminde eksiklikler ve yanlışlıklar olduğunu belirten sözler söylemişlerdir. Konuşmacıların hemen hepsi de çekilen bakanların niçin görev kabul etmedikleri ve bunalımdan nasıl çıkılacağı konusunda başkanımız Paşa Hazretleri bizleri aydınlatsın lütfen demişlerdir.
BEN GENEL BAŞKAN OLARAK SORUNUN ÇÖZÜMÜ İLE GÖREVLENDİRİLDİM
Başkan, bundan sonra görüşmenin yeterliğini oya koymuş. Görüşme yeter görüldükten sonra birtakım önergeler okunmuş. Bu önergelerden Kemalettin Sami Paşanın önergesi kabul olunmuş. Bu önergeye göre ben, Genel Başkan olarak bu sorunu çözmek için Genel Kurulca görevlendiriliyorum.
Görüşmeler sırasında Çankaya'da, konutumda bulunuyordum. Kemalettin Sami Paşanın önergesinin kabul edilmesi üzerine toplantıya çağrıldım. Toplantı salonuna girer girmez doğru kürsüye çıktım, kısaca şu görüşü ve öneriyi ileri sürdüm:
"Baylar, dedim! Bakanlar Kurulu seçiminde görüş ayrılığına düşüldüğü anlaşılmıştır. Bana bir saat kadar izin verin. Bulacağım çözüm yolunu bilginize sunarım."
Başkan Fethi Bey, öneriyi oya koydu, kabul olundu.
Bu bir saat içinde gereken kişileri Meclisteki odama çağırarak onlara 28/29 Ekim gecesi hazırladığımız yasa tasarısını gösterdim ve kendileriyle görüştüm.
28-29 EKİM GECESİ HAZIRLADIĞIM YASA TASARISINI ÖNERDİM
Öğleden sonra saat bir buçukta Parti Genel Kurulu yeniden Fethi Beyin başkanlığında toplandı. İlk söz bende idi. Kürsüye çıktım ve şu konuşmayı yaptım:
"Sayın arkadaşlar, çözümlenmesinde güçlüğe uğradığınız sorunun nedeni ve etmeni, bütün arkadaşlarca anlaşılmış olduğu kanısındayım. Eksiklik ve kötülük, uygulamakta olduğumuz yöntem ve biçimdedir. Gerçekten, yürürlükteki Anayasamız gereğince bir Bakanlar Kurulu kurmaya giriştiğimiz zaman, bütün arkadaşların her biri bakanları ve bakanlar kurulunu oluşturmak zorunda bulunuyor.
Hepinizin birden bakanlar kurulu seçmek zorunda bulunmanızdan doğan güçlüğün giderilmesi zamanı gelmiştir. Geçen dönemde de böyle güçlüklerle karşılaşılıyordu. Görülüyor ki bu yöntem, kimi zaman birçok karışıklıklara yol açıyor. Yüce Kurulunuz, bu sorunun çözümlenmesi için beni görevlendirdi. Ben de bilginize sunduğum bu görüşten esinlenerek düşündüğüm biçimi saptadım. Onu önereceğim. Önerim kabul olunursa güçlü ve dayanışık bir hükümet kurulabilecektir. Devletimizin biçimini ve niteliğini saptayan ve hepimiz için kutsal olan Anayasamızın kimi yerlerini açıklamak gereklidir. Öneri şudur." dedikten sonra, bilinen tasarıyı okutmak üzere yazmanlardan birine uzatarak kürsüden ayrıldım.
Önerimin niteliği anlaşıldıktan sonra tartışmalar başladı:
Sabit Bey (Erzincan), Vehbi Bey (Balıkesir) Halil Bey, Abidin Bey (Manisa) önerilen hükümet kurma yöntemini benimsiyorlar ancak Anayasa değişikliğini daha sonra yapalım diyorlardı. Hazım Bey (Niğde) Anayasa değişikliğini biz yapamayız diyordu. Yunus Nadi Bey (Menteşe), Hamdullah Suphi Bey (İstanbul); Ragıp Bey (Kütahya), Adalet Bakanı Rahmetli Seyit Bey hem hükümet kurma yöntemini hem de Anayasa değişikliğini benimsiyor ve vakit geçirilmeden sorunun çözümlenmesini istiyorlardı.
NE OLURSA OLSUN DEVLETİMİZİN BİÇİMİ CUMHURİYET OLACAKTIR
Eyüp Sabri Efendi (Konya) - Biz Gazi Paşa Hazretlerini hakem yaptık. "Bizim, Anayasayı değiştirmeye yetkimiz yok" demek, yasa dışı bir Meclis olduğumuzu kabul etmek demektir. Meclisin Anayasayı değiştirme yetkisi yapacaktır. Ne olursa olsun, Hükümetimizin biçimi cumhuriyet olacaktır.
Bundan sonra İsmet Paşa söz alarak şu yolda bir konuşma yaptı:
"Parti Başkanının önerisini kabule kesin gerekseme vardır. Bütün dünya bizim, bir hükümet biçimi görüştüğümüzü biliyor. Bu görüşmelerimizi bir sonuca bağlamamak, güçsüzlüğü ve düzensizliği sürdürmekten başka bir şey değildir. Daha önce geçen bir olayı anlatayım. Avrupa siyaset adamları bu konuda beni uyardılar: "Devletinizin başkanı yoktur. Şimdiki başkanınız, Meclis başkanıdır. Demek ki siz, ayrı bir başkan bekliyorsunuz." dediler. Avrupa düşüncesi işte budur. Oysa biz böyle düşünmüyoruz. Ulus, egemenliğine ve alınvazısına kendisi el koymuştur. Öyle ise, bunu yasa ile belirtmekten neye çekiniyoruz? Cumhurbaşkanı olmadan, başbakan seçme önerisi yasa dışı olur. Bunda kuşkuya yer yoktur. Başbakanı yasaya uygun olarak seçebilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin önerisinin yasalaşması gerekir. Genel güçsüzlüğün sürdürülmesi doğru değildir. Partinin, bütün ulusa karşı yüklendiği sorumluluğun gereklerine göre iş yapmak zorunludur:"
İsmet Paşadan sonra, rahmetli Abdürrahman Şeref Bey yaptığı konuşma arasında şu sözleri de söyledi.
"Hükümet biçimlerini birer birer saymak gereksizdir. Egemenlik sınırsız ve koşulsuz ulusundur." dedikten sonra, "Kime sorarsanız sorunuz bu, cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!"
Bundan sonra Yusuf Kemal Bey, öneriyi kabul etmenin gerekli olduğunu belirten uzun bilgiler verdi, görüşlerini açıkladı. Sonra: "Bunun hemen yasalaşması için gerekli işlemin tamamlanmasını öneririm" dedi.
ÖNERİM PARTİ GRUBUNDA VE MECLİSTE GÖRÜŞÜLEREK KABUL EDİLDİ
Abdullah Azmi Efendinin: "Bu iş çok önemlidir. Bu konu yeterince görüşülmedi, daha görüşülsün!" diye bağırmasına karşın, görüşmenin yeterliği kabul olundu. Ondan sonra önerimin tümü ve arkasından maddeleri birer birer okunarak görüşülüp kabul edildi.
Baylar, Parti toplantısına son verildi ve hemen Meclis toplantısı açıldı. Saat öğleden sonra altı idi. Tasarı Anayasa Komisyonunca, yöntem gereği incelenerek, tutanağı hazırlanırken, Meclis başka işlerle uğraştı. En sonu, başkanlık makamında bulunan Başkan Vekili İsmet Bey, Meclise şu bilgiyi verdi: "Anayasa Komisyonu, anayasanın değiştirilmesi ile ilgili tasarının ivedilikle ve hemen görüşülmesini öneriyor." "kabul!" sesleri üzerine, tutanak okundu. Önerildiği üzere, ivedilikle görüşüldü. Sonunda yasa, birçok milletvekilinin "Yaşasın Cumhuriyet!" diye alkışlanan söylevleriyle kabul edildi.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ BAŞKANLIĞINA TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ OY BİRLİĞİYLE BENİ SEÇTİ
Ondan sonra, cumhurbaşkanı seçilmesi için Meclisin oyuna başvuruldu. Toplanan oyların sonucunu, başkanlık makamında bulunan İsmet Bey, Meclise şöylece bildirdi:
"Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı seçimi için yapılan oylamaya yüz elli sekiz kişi katılmış ve cumhurbaşkanlığına, yüz elli sekiz üye, oybirliği ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini seçmişlerdir."
Baylar, seçimden hemen sonra Mecliste yaptığım konuşmayı tarihsel bir anıyı canlandırmak için olduğu gibi bilginize sunuyorum:
Sayın arkadaşlarım, dünya çapında önemli olağanüstü olaylar karşısında saygı değer ulusumuzun gerçek uyanıklığına ve tetikliğine değerli bir belge olan Anayasamızın kimi maddelerini açıklamak için özel komisyonca yüksek kurulumuza önerilen yasa tasarısının kabulü dolayısıyla, Türkiye Devletinin öteden beri dünyaca bilinen, bilinmesi gereken niteliği, uluslararası belli adıyla adlandırıldı. Bunun doğal gereği olmak üzere, bugüne değin doğrudan doğruya Meclisin başkanlığında bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız görevi, cumhurbaşkanı sanıyla yine bu arkadaşınıza, bu aciz arkadaşınıza verdiniz. Bu seçim dolayısıyla şimdiye dek benim için gösterdiğiniz sevgiyi, yakınlığı ve güveni bir kez daha göstermekle yüksek değerbilirliğinizi tanıtlamış oluyorsunuz. Bundan dolayı yüce Meclise gönlümün bütün içtenliğiyle teşekkür ederim.
Baylar, yüzyıllardan beri Doğuda kıyım ve haksızlık görmüş olan ulusumuz, Türk ulusu yaratılışında var olan niteliklerinden yoksun sayılıyordu.
Son yıllarda ulusumuzun doğrudan gösterdiği yetenek, yeti ve anlayış; kendisi için kötü sanıda bulunanların ne denli aymaz ve ne denli irdelemeden uzak, görünüşe önem veren kimseler olduğunu pek güzel tanıtladı. Ulusumuz, kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, Hükümetin yeni adıyla, uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasındaki yerine yaraşır olduğunu, başaracağı işlerle kanıtlayacaktır.
Arkadaşlar, bu yüce kuruluşu meydana getiren Türk Ulusunun son dört yıl içinde kazandığı zafer bundan sonra da birkaç kat olmak üzere görülecektir. Ben, gördüğüm bu güven ve inana yaraşır işler görebilmek için pek önemli saydığım bir noktadaki gereksemeyi bildirmek zorundayım. O gerekseme, yüksek Meclisin bana karşı olan sevgisini, güvenini ve yardımını sürdürmesidir. Ancak böylelikle ve Tanrının yardımıyla bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri iyi bir biçimde yapabileceğimi umarım.
Her zaman sayın arkadaşlarımın ellerine çok içtenlikle ve sıkıca yapışarak onların varlıklarından kendimi bir an bile başka görmeyerek çalışacağım. Her zaman, Ulusun sevgisine dayanarak hep birlikte ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.
Meclisçe Cumhuriyeti kabul kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 8.30'da verildi. On beş dakika sonra, yani 8.45'de cumhurbaşkanı seçimi yapıldı. Durum o gece bütün ülkeye bildirildi ve her yerde, gece yarısından sonra, yüz bir kez top atılarak halka duyuruldu.
İlk Hükümeti İsmet Paşa kurdu ve Meclis Başkanlığına Fethi Bey seçildi.
CUMHURİYETİN KURULUŞU ÜZERİNE ULUSUN DUYDUĞU GENEL VE İÇTEN SEVİNCE KATILMAKTAN ÇEKİNENLER
Baylar! Cumhuriyetin kuruluşu bütün ulusu sevindirdi. Her yerde parlak sevinç gösterileri yapıldı. Yalnız İstanbul'da çıkan iki üç gazete ile İstanbul'da toplanan bir takım kişiler ulusun genel ve içten gelen sevincine katılmaktan çekindi, kaygıya düştü; Cumhuriyetin kuruluşunda önayak olanları yermeye başladı.
(...) örneğin, "Yaşasın Cumhuriyet" başlığı altındaki yazılar bile cumhuriyetin yadsınacak bir biçimde kurulup halka duyrulduğunu; bunda, "sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum" sezildiğini yayıyordu. Bu yazıların yazarı şu düşünceleri ileri sürüyordu: ".... Şöyle olacağı, böyle olacağı söylenip dururken, öte yandan birdenbire, birkaç saat içinde, Anayasa değişikliği yapılıvermesi en sevimli deyiş ile bile olabilirlik dışıdır. Ankara'da yapılan iş, uygarlık dünyasını anlamış, okumuş, irdelemiş, devlet yönetiminde yeterlik kazanmış kafalardan çıkacak düşünce sonucu" değilmiş...
Cumhuriyetin ilânını Meclisin alkışlarla kabul etmesi, ulusun toplarla kutlaması yeriliyor; deniliyordu ki: "Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma yapmakla yaşamaz. Cumhuriyet bir büyü değildir. Millet Meclisinde bir büyü yapıldı. Bundan sonra her iş kendiliğinden bulunacak değildir."
Ben cumhuriyetçiyim diyenlerin, Cumhuriyetin kurulduğu gün, kalemlerinden çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En iyi hükümet biçiminin cumhuriyetten başka bir şey olamayacağına inandığı savında bulunanların: "Cumhuriyet sözcüğüne bir put gibi tapmam." demelerindeki anlam ve amaç ne idi? (...)
Başka bir gazeteci de: "Baylar, acele ediyorsunuz!" diye bağırmaya başladı.
Bu gazeteci bay, ulusu şu sözlerle kışkırtıyordu: "... bunalım, yeni bir bakanlar kurulu seçmekle giderileceği yerde, tersine son günlerin bütün gürültülerine karşın, yine kimsenin yakında kurulacağını düşünmediği cumhuriyetin, pek kanıtlı, pek kesin ve pek ivedi olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Cumhuriyetin yakın bir zamanda kurulacağını düşünmeyen, yalnız kamuoyu değildi; belki Ankara'da en önemli ve en yetkili orunlarda bulunan kimi kişiler de bunun olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlardı." (...)
"Gazetesini: "Balonu uçurdular; ama görünüşe bakılırsa ucunu kaçırıyorlar!" ve: "Ablar (sular) galip gelince döndüler dolaplar; ama... ne yönde?" ("Birbirine girdiler dolaplarlar âblar
Âblar galip gelince döndüler dolaplar" dizelerini anıştırma. Dolap hem su çarkı hem de düzen, hile anlamında. hzl.) gibi çirkin, bayağı sözlerle dolduran gazeteci bay şu yolda sesleniyor ve paylayışını sürdürüyordu: "Baylar, devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?" (...)
RAUF BEYİN CUMHURİYET İLÂNI ÜZERİNE GAZETECİLERLE KONUŞMASI
Baylar! Rauf Beyin cumhuriyet üzerine düşüncesini ve ulusal egemenlikten ne anladığını belirten konuşmasını, 1 Kasım 1923 günlü Vatan gazetesinde okumuştum.
Vatan ve Tevhit gazetelerinin sahipleri ve başyazarları ile Rauf Beyin başbaşa vererek düzenledikleri sorular ve yanıtlara göre Cumhuriyet konusunda, kamuoyunda, beklenmedik bir olay karşısında kalmış olma duygusu varmış. (...) Oysa Baylar, Cumhuriyetin ilânı gecesi, İstanbul komutanı Şükrü Naili Paşayı İstanbul halkının temsilcileri, Fatih belediyesinde düzenlenen bir şölene çağırmışlardı. Paşa, yemekte iken, Ankara'dan bir buyruk aldı ve onu uygulamadan önce, saygıdeğer İstanbul halkının sayın temsilcilerine okudu. Buyruk şu idi: "Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet ilânını kararlaştırdı. Bunu yüz bir kez top atışı ile ilân ediniz!"
İSTANBUL HALKININ TEMSİLCİLERİ CUMHURİYETİN İLÂNINI NASIL KARŞILAMIŞLARDI
İstanbul halkının temsilcileri, bu muştulu buyruğu büyük sevinçlerle ve alkışlarla karşıladılar ve hemen bütün İstanbul halkı adına komutan Paşayı ve birbirlerini kutladılar. Bu duruma göre, İstanbul'un saygıdeğer halkı adına, İstanbul'un gerçek duygularını başka türlü göstererek demeç vermenin ve gösteri yapmanın ne denli saygısızca bir davranış olduğu apaçıktır.
Rauf Bey: "Bence, sorunu, cumhuriyet sözcüğü üzerinden düşünmek doğru değildir:" diyerek cumhuriyetten söz etmek bile istemiyor.
Rauf Beyin görüşü: "... ulusumuzun gönenç ve bağımsızlığının dokunulmazlığını ve sevgili yurdumuzun bütünlüğünü sağlayan hükümet biçiminin en uygun biçim olacağı" yolundadır. (...)
Rauf Beye şöyle bir soru yöneltmek gerekirdi: Tasarladığınız hükümet biçiminin adı yok mudur? Cumhuriyet, ulusun gönenç ve bağımsızlığını, yurdun bütünlüğünü sağlayan en uygun yönetim biçimi değil midir? Eğer öyle ise uzun sözleri bir yana bırakarak: "En uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğu kanısındayım." deyiver de yanıltmacadan kurtulalım. Çünkü, söz konusu edilen hükümet biçimi, Millet Meclisinde kabul ve ilân olunan Cumhuriyettir. Amacınız, bu ilân olunandan daha uygun bir yönetim biçimi olduğunu anıştırmak ve göstermek ise, onu da söyleyiniz! O yeğ gördüğünüz yönetim biçimi ne olabilir?
Rauf Bey, görüşünü açıkça söylemekten çekiniyor, bilinen birtakım kuramlardan söz ederek: "Hükümetler birincisi hak ve yetkisini Tanrı'dan alan hükümdarların başta bulunduğu mutlakiyet, ikincisi de meclisin yanı sıra hak ve yetkileri sınırlandırılmış hükümdarların başta bulunduğu meşrutiyet yönetimi" dedikten sonra sözü dolandırarak şöyle devam ediyor:
"Ulus, alınyazısını kendisinden başka bir kimseye bırakmayı küçüklük saydı." dedikten sonra: "Ulusun, ulusal egemenliği sınırsız ve koşulsuz olarak yürüten Büyük Millet Meclisini, kurucu meclis gibi seçtiği ve bu yönetim biçiminin söz konusu edilen biçimlerden ikincisi ve en sağlamı, en doğrusu olduğu" kanısında bulunduğunu söylüyor... Rauf Bey demek istiyor ki: "Cumhuriyet ilânından önceki biçim, en uygun hükümet biçimidir:" Gerçekten, Rauf Beyin uzun sözlerle anlatmaya çalıştığı 20 Ocak 1921 günlü Anayasanın üçüncü maddesi kapsamıdır. O madde şudur: "Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisince yönetilir ve hükümeti, Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır."
CUMHURİYETİN İLANIYLA BOŞA ÇIKAN UMUTLAR
Bilirsiniz ki bu Anayasaya göre Meclis Başkanı, Meclis adına imza atmaya, Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkili ve Bakanlar Kurulunun doğal başkanıdır; ama, Devletin Başkanı olduğunu belirtir acık bir yasa buyruğu yoktur. Bu anayasanın yapıldığı günlerdeki genel koşullar ve görüşler düşünülürse, önemli ve köklü bir noktanın yasada açıklanmamış olmasındaki zorunluk kendiliğinden anlaşılır. Bu belirsizlik, Meclis ve Meclis Hükümeti bulunmakla birlikte devlet başkanlığının, padişahlık kaldırıldıktan sonra, Halifelik makamında belirdiği düşünce ve inancında bulunanları, Cumhuriyetin ilânı gününe değin umut içinde yaşattı. Buna göre Rauf Beyin, en doğru olduğunu ileri sürdüğü hükümet biçiminde, halifeyi devlet başkanı olarak da gördüğü kuşku götürmez. İşte Cumhuriyetin ilânı üzerine, Rauf Beyi ve kendisi gibi düşünenleri kaygı ve telâşa sürükleyen gerçek neden, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının getirilmiş olmasıdır. Gerçekten: "Cumhurbaşkanı Devletin başkanıdır." denildikten sonra, halifeye verilecek kimliği ve yetkiyi sağlamak için uğraşan ve onun okşayıcı sözlerini Tanrı bağışı sayarak kıvrananların umut kırıklığına uğramalarını ve üzülüp kaygılanmalarını olağan görmek gerekir.
Rauf Beyin, cumhuriyete karşı olduğunu açık söylemekle birlikte, Cumhuriyetin ilân edildiği bir günde, onun beğenilip kalımlı olabilmesi için, birtakım koşulların gerçekleştiğini tanıtlamak gereğinden söz etmesi, cumhuriyet yönetimi ile ulusun mutluluğunun sağlanacağına güveni olmadığını açıkça göstermiyor mu?
Rauf Bey, yapılan işin yalnız bir ad değiştirmekten ve üst tabakada biçim değiştirmekten başka bir şey olmadığını söyleyerek cumhuriyeti ilân etmenin, çocukça ve ivedi bir davranış olduğunu anlatmaya çalışmakla ve "Cumhuriyet yönetimiyle gerçek gereksemelerin karşılanmış olacağını sanmak... çok büyük bir yanılgı olur." demekle, cumhuriyet yönetimine ne denli ilgisiz ve ondan ne denli uzak olduğunu tanıtlamıyor mu? Rauf Bey, cumhuriyetin kabul ve ilân edilmesi noktasına değindiği zaman şöyle diyor: ".... Görüşleri dağıttılar, sonra, Cumhuriyetin bir günde kararlaştırılıp ilân edilmesi üzerine halkta, sorumsuz kişilerce düzenlenen bir yönetim biçiminin bir olupbittiye getirildiği düşünce kaygısı uyandı."
Baylar! Cumhuriyeti bir günde kabul ve ilân eden, Rauf Beyin de pek güzel tanımlayıp nitelediği üzere: "Kurtuluş Savaşımızın biricik temel taşı olan ve ulusal egemenliği sinişiz ve koşulsuz olarak yürütmekte yüksek güç ve yetenek gösterip savaşı olumlu sonuca ulaştıran, Büyük Millet Meclisi" idi. söz konusu ettiği sorumsuz kişi, eğer meclis kamuoyunu cumhuriyet ilânına yönelten ve Meclise bu konuda öneride bulunan kişi ise, o, ben idim. Onun ben olduğumu, herkesten daha iyi Rauf Beyin anlayabileceğini kabul etmekte yanlışlık yoktur. Eğer bunda yanlışlık varsa, "Yıllardan beri aramızda sürüp giden arkadaşlık ve kardeşlik duygularından başka, karşılıklı güven de bulunduğu ve bana karşı yüksek saygı beslediğini" söyleyen Rauf Beyin, beni hiç tanımamış olduğu yargısına varmak gerekir. (...)
Rauf Bey, demecinin bir yerinde diyor ki: "Sorumlu devlet adamları, bu gerçekler (yani Cumhuriyet ilânının gerekçesi) üzerinde en yetkili görüşme ve karar makamı olan Yüksek Meclis aracılığı ile ulusu aydınlatacak ve zihinlerdeki kaygıyı giderecektir; çünkü bunu bilmek kamunun doğal hakkıdır."
Baylar, bu sözlerde mantık yoktur. Rauf Bey de demiyor mu ki: "Ulusal egemenliği sınırsız ve koşulsuz olarak yürüten Meclistir." öyleyse hangi sorumlu devlet adamları, Millet Meclisini, yasaya uygun ve yüksek bir karar alıp onu gerekçesiyle birlikte yayımlamış olmasından dolayı sorguya çekecektir? Bir ülkede, bir toplumda, bir devrim yapıldığı zaman elbette onun gerekçesi vardır. Ancak o devrimi yapanlar, inanmak istemeyen, direnen karşı durumdakileri inandırmak zorunda mıdır? Cumhuriyeti elbette benimseyenler de, istemeyenler de vardır. Benimseyenler, niçin ve ne gibi inançlara ve düşüncelere dayanarak Cumhuriyeti kurduklarını, karşı olanlara anlatarak inançlarının ve yaptıkları işlerin yerindeliğini tanıtlamak isteseler de, onları, bilerek yaptıkları bu direnmeden vazgeçirebilecekleri kabul olunur mu? Elbette cumhuriyetçiler, ellerinden gelirse ülkülerini herhangi bir yolla; ihtilâlle, devrimle ya da kamuca beğenilecek başka yollarla gerçekleştirirler. Bu devrimcilerin ödevidir. Buna karşı, direnmeler, yaygaralar ve gerici girişimler de, karşı olanların yapmaktan geri durmayacakları davranışlardır: Cumhuriyetin ilânında, Rauf Bey ve benzerlerinin yaptıkları gibi.
CUMHURİYETİN İLÂNI ÜZERİNE HALİFEYE YAPTIRILMAK İSTENEN ROL VE HALİFE İÇİN YAPILAN YAYIN
Baylar, o günlerde İstanbul'da bulunan ordu müfettişlerimiz (KazımKarabekir ve Ali Fuat Paşalar, hzl.) de gazetelere demeç vererek, çeşitli nedenlerle düzenlenen şölenlerde söylevler çekerek duygularını belirtiyorlardı. Cumhuriyetin ilânı üzerine İstanbul'da kimi kişiler ve kimi gazeteciler, Halifeye de bir rol yaptırmak isteğine kapıldılar. Halifenin görevden çekildiği, ya da çekileceği üzerine gazetelerde söylentiler, yalanlamalar yayımlandı.
Sonra dendi ki: "Öğrendiğimize göre, sorun, bir söylenti niteliğinde olmadığı gibi, bir yalanlama ile çözümlenecek kadar önemsiz de değildir. Gerçek olan bir yön vardır ki o da Cumhuriyet ilânının yeniden bir halifelik sorunu ortaya çıkarmış olmasıdır."
Yazı masasının başında oturdukları yerden "Halife, Vatan gazetesi yazarına demeç vermiştir." denilerek: Halifenin bütün Müslümanlarca sevgi gördüğü, Asya'nın en ücra köşelerine varıncaya dek Müslüman ülkelerinden binlerce mektup ve telyazısı aldığı; birçok yerlerden kendisini görmeye kurullar geldiği yolunda sözlerle Halifelik makamının kolay kolay sarsılır bir makam olmadığı anlatılmaya çalışıldıktan sonra, bütün Müslümanlar, "istemeyiz" demedikçe Halifenin görevinden çekilmeyeceği ilân olunuyordu. Ayrıca: "Hükümet birçok İçişlerini düzenlemekle uğraştığından, şimdiye değin Halifelik görevlerini saptayamamıştır. Hükümetin iç sorunlara çok dalmış olduğunu Müslümanlık dünyası da elbette bilir ve şimdiye değin Halifelik görevlerinin saptanamamasını olağan sayar:" tümceleriyle biz, Halifelik görevlerini saptamaya çağrılıyorduk ve şimdiye değin bunu yapmadığımızı hoş gören Müslümanlık dünyasının bundan sonra hoş görmeyeceği de bildirilerek, sanki bize gözdağı veriliyordu. Bir yandan da, bu konuda bize etki yapması için Müslümanlık dünyasının dikkati çekilmek isteniyordu. 9 Kasım 1923 günlü Vatan gazetesinde okuduğumuz bu yazılardan sonra, 10 Kasım 1923 günlü Tanin gazetesinde, Halifeye yazılan bir açık mektup yayımlandı. Lütfi Fikri Beyin yazdığı bu mektupta, Halifenin görevden çekildiği söylentilerinden ulusun ne denli üzüntü ve acı duyduğunu tanıtlamak için bir vapur öyküsü uydurulmuştu. Vapurda oturanların, Halifenin görevden çekildiğini duyunca yüzlerine üzüntü ve kaygı çökmüş. Birbirlerini tanımayanlar içtenlikle görüşmeye başlamışlar. Ortak kaygıları bunları bir dakikada dost etmiş...
Lütfi Fikri Bey: "Gönül istiyor ki bu çekilme sözü sonsuz olarak gömülsün kalsın. Değilse dünya için musibet olur. Lütfi Fikri Bey, ulusa şunu da aşılıyordu: "Şaşarak ve üzülerek görülüyor ki bugün şu manevî hazineye (yani Halifeliğe, saldırmak isteyenler, dışardan kimseler, Türkü çekemeyen Müslüman uluslar değildir; biz, Türkler kendimiz, kendi elimizle bu hazinenin elimizden temelli çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz!" diye yazıyordu.
Baylar, yabancılar, Halifeliğe saldırıda bulunmuyorlardı; ama, Türk Ulusu saldırıdan kurtulmuyordu. Halifeliğe saldıranlar, Türkü çekemeyen Müslüman uluslar değildi. Ama, Çanakkale'de, Suriye'de, Irak'ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşan Müslüman uluslardı. (...)
Lütfi Fikri Beyin görüşünü, ertesi gün Tanin başyazarı destekledi. 11 Kasım 1923 günlü Tanin'in "Şimdi de Halifelik Sorunu" adlı başyazısı okununca, Cumhuriyetin kuruluşuna engel olamayanların, ne pahasına olursa olsun, Halifeliğin kaldırılmasını önleyebilmek için çaba göstermeye ve çalışmaya başladıkları anlaşılır. Tanin'in bu yazısında, padişah oğullarının mektupları yayımlanarak, padişah soyundan olan kişiler halka sevdirilmeye çalışılıyor. Ayrıca, Padişah soyundan olanların haklarına karşı çirkin saldırılar yapıldığı ve bunu yapanın, partimizin en seçkin takımından olduğu belirtildikten ve Cumhuriyet Hükümetini ulus gözünde kötü göstermek için ne söylemek gerekli ise onlar da yazıldıktan sonra: "Millet Meclisinin bu denli özgürlükten yoksun kaldığını, dışarıda verilen kararları yasalaştırmak durumuna düşürüldüğünü görmek gerçekten acı oluyor." sözleriyle Meclis, bize karşı kışkırtılıyor; Cumhuriyetin ilânını kabul eden Meclisin, hiç olmazsa Halifeliğin kaldırılmasını, olupbitti biçiminde kabul etmemesinin sağlanmasına çalışılıyordu. (...)
Osmanoğulları soyunca kabul edilmiş ve bundan dolayı sonsuzluğa dek Türkiye'de kalması güven altına girmiş olan halifeliği elden kaçırmak tehlikesini yaratmak, akıl ve yurtseverlik ile, ulusçuluk duygusu ile hiç bağdaşamazmış(!)
Taninin başyazarı, kendisinin cumhuriyetçi olduğunu ilân etmişti. Ama öyle bir cumhuriyetçi ki onun istediği cumhuriyetin başında Halife sanıyla Osmanoğullarından bir kişi bulunacaktır. Yoksa yapılan iş, akıl ve yurtseverlik ile, ulusçuluk duygusu ile hiç bağdaşamazmış. Halifeliği, elimizden hiç alınmayacak biçimde korumakla görevli imişiz. Bu konuda gizlice alınan karar, sonuçsuz kalsın imiş.
Baylar, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin amacı bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek kuşakların, Türkiye'de Cumhuriyetinin ilânı günü ona hiç acımadan saldıranların başında, "cumhuriyetçiyim" diyenlerin yer aldığını gördükleri zaman şaşacaklarını hiç sanmayınız! Tersine, Türkiye'nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek inanışlarını irdeleyip saptamakta hiç de güçlük çekmeyeceklerdir.
Onlar kolaylıkla anlayacaklardır ki başında çürümüş bir padişah soyunun, Halife sanıyla, yerleşip kalmasını zorunlu kılan bir devlette, Cumhuriyet ilân olunsa bile, yaşatılamaz.
Baylar! O günlerde yapılan yayınlarda daha iki nokta vardı: Biri, benim hasta oluşum; öbürü de, rahmetli Enver Paşanın Türkistan'daki çalışmaları ve sağ oluşu. Enver Paşa, yurt dışında kaldığı zaman, İslâm birliği için çalışıyormuş ve "Halife Damadı" sanını kullanırmış. Dahası, Türkistan'da kazdırdığı bir mühürün bir yanına bu sanını da kazdırmış.
Bu iki noktadan da boyuna söz etmek elbette boşuna değildi.
Değindiğim bu yayınlar ve birtakım kişilerin durum ve davranışları özet olarak şöyle anlatılabilir: "Temel erek, ulusal egemenliktir. Ulusal egemenlik cumhuriyetin gelişmiş biçimidir. Türk Ulusu, ulusal egemenliği elde etti; Cumhuriyet ilân etmeyip devlet başkanlığında Halife sanıyla Osmanoğullan soyundan birini bulunduran meşrutiyet yönetimidir. Nasıl ki, İngiltere'de hem ulusal egemenlik vardır, hem de devlet başkanı bir kraldır ve o kral, Hindistan'ın da imparatorudur."
Böyle bir ilke üzerinde birleşmiş olan kişiler, sözleriyle, durumlarıyla, yazılarıyla kendilerini göstermiş gibi idiler. Bu grubun başına Rauf Beyin seçildiği yargısına varılabilirdi. Cumhuriyete karşı çeşitli soy ve tabakalardan olan kişilerin meydana getirdiği grup, Rauf Beyi amaçlarını açıklayıp savunacak en uygun bir adam olarak görmüşlerdi. Ondan çok büyük şeyler umulabileceği sanısına düşmüşlerdi. Bundan sonradır ki Rauf Bey Ankara'ya geldi. Vatan gazetesinin yazdığına göre, büyük bir kalabalık Rauf Beyi Ankara'ya uğurlamak için toplanmış. Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, Adnan Bey bu kalabalığın başında gösteriliyordu. Vatan gazetesi bu uğurlamadan söz ederken, Rauf Beyin Ankara'da, Mecliste güdeceği siyaseti de ulusa bildiriyordu. Ayrıca gazetede, Rauf Beyin Büyük Millet Meclisinde bir esenlik ve düzenlik etmeni olacağı ve yararlı ilkeleri savunacağı açıklanıyordu.
Vatan gazetesi sahibinin kendiliğinden bu açıklamaları yapmaya ve güvence vermeye yetkili olduğu elbette kabul edilemezdi. Oysa Rauf Bey, partimiz adına milletvekili olmuştu. Partimizin programına uyacaktı. Partiden çıkmaksızın bağımsız bir siyaset gütmemesi gerekirdi. Rauf Bey, daha Partiden ayrıldığını bildirmemişti. Bu düşüncede olmadığını, daha sonra partiden ayrılmamakta direnmesiyle de doğrulamıştı. Bunun için, hem partide kalmak ve hem de Parti disiplinliğini bozmak demek olan kendisine özgü bir siyaseti bağımsız olarak gütmek anlaşılır bir şey değildi.
Baylar, bu tutumla varılmak istenilen sonucu anlamak geç ve güç olmadı.
RAUF BEYİN, ANKARA'YA GELEREK BİRTAKIM PROPAGANDALARLA, PARTİ ÜYELERİNİ BİZE KARŞI KIŞKIRTMAYA KOYULMASI
Rauf Bey Ankara'ya geldikten sonra, Parti üyeleriyle yakından ve arkadaşça görüşmelere başladı. Ama, bütün görüşme ve konuşmalarda bir erek güttüğü anlaşılıyordu.
Rauf Bey: "Cumhuriyetin ilânında acele edilmişti. Bu acele edenler sorumsuz kimselerdir. Bu yolda davranışın içyüzünü anlamak gerekir. Meclis, ulusal egemenliği gereği gibi kullanabilmelidir. Gizli amaçlarla yönetilmeye ses çıkarılmazsa nereye varılacağı bilinemez. Cumhuriyetin ilânını zorunlu kılan etmen ne imiş? Cumhuriyetin gerçekten, bizim için yararlı ve gerekli olduğu tanıtlanmalıdır." gibi birtakım propagandalarla, arkadaşlarımızı ve partiyi bize karşı kışkırtmaya koyuldu.
Rauf Bey, İstanbul'daki demecinin sonunda demişti ki: "Meclis ve Hükümet, bu tezcanlılığın akla yatkın ve yasal bir nedeni bulunduğunu ulusa gösterip tanıtlamalıdır ve tanıtlayacaktır."
Böylece pek güzel anlaşılıyordu ki Rauf Beyin, geceli gündüzlü yaptığı görüşme ve konuşmalardan amacı, Parti ve Meclis üyelerine bu görüşünü benimsetmekti. Bunu başardıktan sonra, Cumhuriyetin kuruluşu sorununu yeniden Mecliste söz konusu ettirmek istiyordu. Bununla güttüğü amaç da kendince akla yatkın ve yasal bir nedene dayanmaksızın Cumhuriyetin ilânında acele edildiği ve yanılgıya düşüldüğü ortaya çıkacak ve sözde, yanlışlık düzeltilecek!
RAUF BEYİN OYNATMAK İSTEDİĞİ OYUNU ANLAYANLARIN KENDİSİNİ BİR PARTİ TOPLANTISINDA SINAVA ÇEKMELERİ
Baylar, Rauf Beyin ne yapmak istediğini ve çalışmalarının amacını anlamak için bir haftalık bir süre yetti. Bir Parti toplantısında Rauf Beyi sınava çekmeye karar verdiler. Bu toplantıda yapılan görüşmeler olduğu gibi yayımlanmıştı. Ben burada o görüşmelerin sonucunu gerçek anlamıyla bildirmeye yarayacak bazı irdelemeler yapmayı, kamuoyunun aydınlanması için gerekli ve yararlı görüyorum.
Önce şunu apaçık söylemeliyim ki Rauf Bey, saldırıya geçmek için daha hazırlığını bitirmeye uğraşırken, saldırıya uğramıştır. Gerçi, birtakım gazetelerle yapılan karşı yayınlar, Halifeyi ve bir şehzadeyi özendirip yürüklendirmeler; Rauf ve Adnan Beylerle kimi komutanların Halifeyi görmeye gidişleri; Halife ve şehzade aleyhinde söz söyleyenlere, yazı yazanlara karşı kimi yerlerden yaptırılan onur kırıcı saldırılar, yurt içinde kuşku ve kamuoyunda karışıklık uyandırmaktan geri kalmamıştı. Ama, Mecliste saldırıya geçmek için bunun yeter bulunmadığı; Ankara'da Meclis üyeleri üzerinde de çalışmanın yürütüldüğü anlaşılıyordu. İşte bu son hazırlıklar yapılırken, Rauf Beyden önce davranılıp kendisi sorguya çekilmiştir.
Parti Grubu Başkanlığına bir önerge verdirildi. Parti Grubu Başkanı İsmet Paşa idi. Bu önergede: "Rauf Beyin, İstanbul gazetelerinde çıkan, Cumhuriyetin ilânını uygun görmediği yolundaki demecinin Cumhuriyeti sarsıntıya uğrattığı ve kendisinin çevresinde muhalif bir parti kurulduğu kanısının belirdiği" ileri sürülerek, durumun Parti Grubunda görüşülmesi önerilmişti.
Partinin toplandığı 22 kasım 1923 günü ben de, toplantıdan önce, toplantı salonuna bitişik odada bulunuyordum. Rauf Bey yanıma geldi. Benden, görüşmelere karışmamaklığımı rica etti. Çünkü, bana karşı söz söyleyemeyeceğini bildirdi.
Görüşmelere hiç karışmayacağımı ve hiçbir söz söylemek istemediğimi; ancak, Parti Başkanı olarak görüşmelerin gidişini görmek üzere toplantı salonuna gireceğimi bildirdim. Toplantı salonunda da bulunmamaklığımı rica etti. Bunu kabul etmedim.
Rauf Beyin, benim görüşmelere karışmamı ve toplantıda bulunmamı istemeyişindeki gerçek amaç ne idi? Benim yanımda, ya da benimle karşılıklı konuşmasına ve savlarda bulunmasına engel olan, gerçekten bana olan saygısı mı idi? Buna inanmak doğru olamaz. Benim anladığıma göre Rauf Bey, İsmet Paşa ile karşılaşmak istiyordu. Ben toplantıda bulunmazsam, Parti üyeleri arasından kendisini tutanlar çıkabileceğini sanıyordu.
Parti Grubu, İsmet Paşanın başkanlığında toplandı. İsmet Paşa, Başkan olarak görüşme konusunu açıklayıp önemini belirttikten sonra: "Bugünkü toplantıda benim de söz almam gerekebilir." diyerek başkanlığı başkasına bıraktı.
Önergeyi verenin açıklamasından sonra, söz alan Rauf Bey uzun bir konuşma yaptı.
Rauf Bey, İstanbul'daki demeci dolayısıyla bir yanlış anlama olduğunu ve bunu düzeltmek için arkadaşlarla konuştuğunu söyledikten sonra: "Bizim eğer eleştirmek istediğimiz bir nokta varsa o da yapılan iştir." dedi.
"Çok iyi dilekle başlanıp uğrunda canlar verilmiş olan çok sağlam ilkelerin, uygulanmasında yapılan yanlışlıklar yüzünden sakatlandığını da, sanırım ki hiçbirimiz düşünüp taşınmadan yadsıyamayız." sözlerini de, olduğu gibi aktarıyorum.
Şimdi bu iki tümce üzerinde biraz duralım. Rauf Beyin eleştirmek istediği iş, hangi iştir? Cumhuriyet mi yoksa cumhuriyetin ilân edilişi mi? Yapılan iş cumhuriyetin kuruluşudur; ilân şöyle, ya da böyle olabilir.
Rauf Beyin "sağlam ilke" dediği cumhuriyet ilkesi midir, yoksa uygulanmasında yapılan yanlışlık yüzünden sakatlanmasından korktuğu cumhuriyet midir?
Baylar! Söz konusu olan, cumhuriyetin kendisi ve onun yurtta ilânıdır.
Cumhuriyet yönetimini uygulama evrelerinin yanlış olduğunu ileri sürecek kadar zaman geçmemişti. Rauf Beyin kaygısı cumhuriyet ilânının ertesi günü başlıyor ve iki üç gün geçmeden demeç veriyor.
KÂZIM PAŞAYA: "CUMHURİYETİN İLÂNINI ÖNLEYEBİLİRSEN YURDA BÜYÜK YARDIMLARDA BULUNMUŞ OLURSUN" DİYEN RAUF BEY HİÇBİR ZAMAN CUMHURİYETÇİ OLAMAZ
Rauf Bey, demecinin anlamını ve kapsadığı düşünceleri başka anlama çekip yorumlayarak dedi ki: "Duygularım, Cumhuriyet yönetiminden başka hiçbir yönetimi benimsemediğim yolundadır." Rauf Beyin, duygularını böylece açığa vuruşu Parti üyelerinin sevinmelerine yol açtı ve "Yaşa" sesleriyle karşılandı.
Rauf Beyin, "Kutlu duygularım, kutsal duygularım" diye söylediği bu sözler, içtenlikle söylenmiş sözler mi idi ve doğru mu idi? Ben, hiç çekinmeden "hayır!" diyorum. Çünkü, Ankara'dan ayrılışında, kendisine cumhuriyetten söz açan Kâzım Paşaya (Meclis Başkanı): "Bunu önleyebilirsen yurda büyük yardımlarda bulunmuş olursun!" diyenin Rauf Bey olduğunu biliyorum.
Rauf Bey, "Cumhuriyeti düzenleyip ilân eden sorumsuzlar" demekle birtakım danışman ve uzmanları söylemek istediğini de bildirerek bunda da yanlış anlama olduğunu anlatmak istedi ve: "Böyle olunca benim kullandığım sözlerden, şu ya da bu kişi sorumsuzdur, diye anlaşılmasın; bunu benden beklemek doğru değildir." dedi
Rauf Bey, bu başka anlama ile de gösteriyordu ki, o günkü Parti toplantısında, Partiye karşı kötü görünmeden isteklerini söyleyebilmek için gereken noktalarda gerileme ve anlam değiştirmesi yolunu tutmuştu; ama gerçek görüşünden vazgeçmiş değildi. Örneğin, şu sözlere dikkat buyurunuz:
"Türkiye hükümetinin biçimi nedir? diye sorulan sorulara karşı, hatırlarsınız ki Büyük başkanımız bu kürsüden olumlu bir karşılık olarak şöyle söylediler:
- Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçimidir.
- Hangi yönetime benziyor? dediler.
- Bize benziyor, çünkü biz, bize benzeriz. Bize özgü
yönetimdir, buyurdular.
Bu benim vicdanımı rahatlatan en yüksek bir sözdü; buna karşı çıkmak çok güçtür. Buna, dışta ve içte, haktanırlıkla karşı çıkacak adam bulunacağını sanmam. Bu inandırıcı ve büyük sözlerden sonra, böyle bir hükümet bunalımı yüzünden bunu yürütülemez bir hükümet biçimi olarak gösterip de ad değişikliğinden başka bir şey olmayan cumhuriyet sözcüğünün konulmasını ve eskisine bu denli güvendiğimiz, halkın da güvendiği bir hükümet biçiminin işe yaramaz olduğunun bir bunalım zamanında anlaşıldığı ileri sürülerek yeni bir yönetim biçimi getirilmesini doğru bulmuyoruz. Bu duygunun etkisi altında bulunanların gerici olduklarını sanmayacağınıza inanarak söylüyorum: Ya da bu da eksik görülürse bunu tamamlayacak bir biçim var mıdır diye duraksayan ve kaygıya düşenler var."
"... Bir halk ki cumhuriyeti istiyor; bir halk ki ulusal egemenlik sınırsız ve koşulsuz ulusta oldukça yönetimin cumhuriyetten başka bir şey olmadığını biliyor ve bunu istiyor; ama, iyi uygulayamaz da başka bir yönetim biçimine döndürülür, diye üzüntü ve kaygı duyarsa... üzülmek mi gerekir, kıvanmak mı gerekir?"
PADİŞAHLIKTAN CUMHURİYETE GEÇİŞ VE BU DÖNEMDE İKİ GÖRÜŞÜN ÇARPIŞMASI
Baylar, Padişahlıktan Cumhuriyete geçebilmek için, herkesin bildiği üzere, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki düşünce ve görüş birbiriyle durmadan çarpıştı. O düşüncelerden biri, padişahlığın sürdürülmesi idi. Bu düşünceyi benimseyenler belli idi. öbür düşünce, padişahlığa son vererek Cumhuriyeti kurmaktı. Bu, bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemekte ilk zamanlar sakınca görüyorduk. Ancak, düşüncemizi saklı tutup elverişli bir zamanda uygulayabilmek için, padişahlığı tutanların düşüncelerini yavaş yavaş uygulama alanından uzaklaştırmak zorunda idik. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken, padişahçılar, padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için üsteliyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini, ya da gereği olmadığını söyleyerek o yanı kapalı bırakmayı yararlı görüyorduk.
Devletin yönetimini, cumhuriyetten söz etmeksizin, ulusal egemenlik ilkelerine uygun olarak her gün cumhuriyete doğru yürüyen bir biçimde derleyip toparlamaya çalışıyorduk.
Büyük Millet Meclisinden daha büyük makam olmadığını, durmadan aşılayarak padişahlık ve halifelik makamları olmaksızın da devletin yönetilebileceğini kanıtlamak gerekli idi.
Devlet Başkanlığından söz etmeksizin, onun görevini edimli olarak Meclis Başkanına gördürüyorduk. Meclis Başkanlığı görevini yapan ise, ikinci Başkan idi. Hükümet vardı, ama "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" sanını taşıyordu. Hükümeti belli yöntemlere göre kurmaktan çekiniyorduk; çünkü padişahçılar, hemen padişahın, yetkisini kullanması gerektiğini ortaya atacaklardı.
İşte, geçiş döneminin bu uğraşma evrelerinde bizim kabul ettirmek zorunda bulunduğumuz orta biçimi, yani Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçimini haklı olarak eksik bulan ve Meşrutiyet biçiminin açıkça belirtilmesini sağlamaya çalışan padişahçılar, bize karşı çıkıyorlar ve diyorlardı ki: "Bu yapmak istediğiniz hükümet biçimi neye, hangi yönetime benzer?" Amacımızı ve ereğimizi söyletmek için yöneltilen bu çeşit sorulara biz de, zamanın gereğine göre karşılıklar vererek padişahçıları susturmak zorunda idik. Böylece verdiğimiz bir karşılığı, Rauf Bey, içten inandırıcı, yadsınamaz ve karşı çıkılamaz bulduğunu söyleyerek bütün savını ve görüşünü benim o sözlerimle destekliyor. Rauf Bey, Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçiminin elverişsiz olacağını kabul etmek istemiyor. Bu elverişsiz ise, bu elverişsiz biçimi daha önce kabul ettirenlerin, bu kez kabul ettirdikleri cumhuriyet biçimini de, bir gün eksik görüp başka bir yönetim biçimini ortaya atmalarından kaygılanmak gerekeceği yolunda akıl yürütüyor. Bu akıl yürütmenin ne denli çürük ve boş sözler olduğu apaçıktır. "Kutsal duyguları, cumhuriyet yönetiminden başka hiçbir yönetimi benimsemediği yolunda" olan bir kişinin, geçiş dönemi için zorunlu olduğunu pek iyi bildiği Büyük Millet Meclisi Hükümeti biçimine saplanıp kalarak, cumhuriyet biçiminin de eksik görüleceği ve başka bir yönetim biçimi araştırılacağı kaygısına düşmesi doğru mudur? Rauf Beyin burada, cumhuriyetten sonra, başka bir yönetim biçimi derken neyi söylemek istediği bellidir. Rauf Bey demek istiyor ki Cumhuriyeti ilân edenler, böylece Osmanoğullarını devletin başından uzaklaştırdıktan sonra acaba, Cumhuriyetten, yine padişahlığa dönerek, kendileri padişah olmayacaklar mı? (...)
İSMET PAŞANIN MECLİSTE RAUF BEYE VERDİĞİ KARŞILIKLAR
Baylar! Rauf Beyle karşılaşan ve değerli görüşler ileri süren milletvekilleri çoktu. Bu arada İsmet Paşa da, uzun ve değerli bir konuşma yaptı. İsmet Paşanın her zaman okunması yararlı olan kimi sözlerini bilginize sunacağım.
İsmet Paşa: "Köklü bir devlet biçimi söz konusu olduğu zaman düşüncelerimiz ve duygularımız gizli kalmaz. Gözetleyen bütün bir dünya vardır. (...) Cumhuriyet ilânı, bir ulusun kutsal bir ülküsü, bir ateşi gibi ortalığı sarar. Cumhuriyet ilân olunduğu zaman, Cumhuriyete kavuşan ulusun bütün ateşini gösteren her türlü belirtiler ortaya çıkar. Eğer bir ülkede cumhuriyetin ilân olunduğu günlerin üçüncüsünde, beşincisinde, egemenlik hakları kaldırılmış bir şehzade ortaya çıkar da karşı tavır alırsa... Dünya ve dünya düşünürleri bu cumhuriyetin gücünden kuşku duyar." sözleriyle başlayarak, cumhuriyetin ilânı üzerine İstanbul'da alınan durumun zararlarını açıkladı.
(...) İsmet Paşa, Rauf Beye seslenerek: "Rauf Bey! Siyaset yapıyoruz. Yanlıştan bir bir göstermeliyiz. Dahası, siz hiçbir iş adamı gördünüz mü ki başlarken anaparasını tehlikeye koyduğu inancında olsun ve başarı sağlayamayacağını bile bile parasını tehlikeye atsın. Bir işe başlayan adam, her zaman sonucunun iyi olacağını güven altına alır, öyle başlar. Hele böyle devrim yapıldığı zamanlarda hükümet ileri gelenleri, herhangi bir devlet adamı, kuşkuya düşemez, yanlıştır. Yanıldınız Rauf Beyefendi!" dedi. Bundan sonra İsmet Paşa, Rauf Beyin, "Üst tabakada biçim değiştirerek devletin yararını sağlamayı ve genel gereksemeleri karşılamayı düşünmek, çok büyük bir yanılgı olur." yolundaki sözlerine karşılık verirken: "Asıl Büyük yanılgı, bu denli duyarlı günlerde, bir noktada toplanması gereken manevî kuvvetleri ve devrim kuvvetlerini şu konu üzerinde, ya da bu konu üzerinde kuşkuya düşürmektir. Bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, büyük yanılgı budur." dedi.
İsmet Paşa, Rauf Beyden şunu da sordu: "... Devlet başkanlığı sorununu çözümlemek istiyordunuz. Nasıl çözümleyecektiniz? Kaç çözüm yolu vardı?"
İsmet Paşa, ivedilik savına karşı verdiği yanıtta: "Arkadaşlar, doğal sayılan bir sonuç için ivedilik söz konusu olmaz; ancak yanılgı sayılabilecek sonuçlar için ivedilik söz konusu olur. Cumhuriyet aceleyle ilân edildi demekle, o gün ilân edilmeyip de altı ay sonraya kalsaydı, belki başka bir durum ortaya çıkardı, denilmek isteniyor ki sözün bu anlamı ile iyi ki ivedi davranılmıştır." dedi.
Rauf Bey konuşmasında, bizim Cumhuriyet ilânındaki davranışımızı eski Genel Merkez (İttihat ve Terakki Partisi Genel Merkezi) işleri gibi göstermek istedi.
İsmet Paşa bu noktaya karşılık verirken dedi ki: "Genel Merkez işlerini, bu ülkede yürütmüş ve yıllarca savunmuş temsilciler ve gazeteler de onun görüşünü savunuyorlar. Rauf Beyin görüşünü ellerinde silâh olarak kullanıyorlar. Bu Rauf Bey için bir talihsizliktir."
Rauf Bey daha sonraki konuşmasında bu sözlere şu yolda karşılık verdi: "Genel merkez sözleriyle yaptığım anıştırmaları, Tanin silâh gibi kullanmıştır. Ant içerim ki baylar, Tanin kullanmış, Tevhid-i Efkâr kullanmış; ben bilmiyorum."
İsmet Paşa, Rauf Beye ve arkadaşlarının Halifeyi gidip görmelerine değinirken şunları söyledi: "Halifeyi gidip görmek, Halifelik sorunu ile ilgilidir. Devlet adamı olarak hiçbir zaman unutamayız ki Halife orduları bu ülkeyi baştan başa harabeye çevirmişlerdi. Halife orduları kurulabileceğini hiçbir zaman gözden uzak tutmayacağız... Türk ulusu, en büyük acıları Halife ordusundan çekmiştir; bir daha çekmeyecektir. Bir Halife fetvasının, bizi Birinci Dünya Savaşı uçurumuna attığını hiçbir zaman unutmayacağız. Bir Halife fetvasının, ulus ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha alçakçasına saldırdığını unutmayacağız. Tarihin herhangi bir döneminde bir halife, bu ülkenin alınyazısına karışmayı aklından geçirirse, ne olursa olsun o kafayı koparacağız!"
İsmet Paşa, "bravo!" sesleri ve alkışlarla karşılanan bu sözlerine şunları da ekledi: "Herhangi bir halife, düşünceleriyle ya da geleneğe, göreneğe ve yönteme uyarak, kapalı ya da açık bir biçimde Türkiye alınyazısıyla ilgili imiş gibi bir durum almak isterse; Türkiye devlet adamlarını değerli buluyormuş, okşuyormuş gibi davranırsa; bu durum ve davranışını, ülkenin varlığı ve yaşayışı ile tam karşıt sayacağız ve bu tutumunu yurt hainliği sayacağız." İsmet Paşa, konuşmasının sonunda şunları da söyledi: "Rauf Bey, konuşmalarında geçen ve bizim tam karşıt olarak gördüğümüz sözlerini geri alarak bu parti içinde yürümek kararında mıdırlar? Yoksa, konuşmalarında ileri sürdüğü ve bizimle tam karşıt olan görüşlerinde direnerek partimizin dışında ve Mecliste bizimle karşı karşıya çalışmak karan mı verecekler? Bunu belirtmelidirler:"
Rauf Bey, yeniden uzun uzadıya kendini savundu ve parti kurmayacağını bildirdikten sonra, Genel Kurulun acıma ve bağışlama duygularını uyandıracak çok yumuşak sözlerle konuşmasına son vererek, toplantı yerinden ayrıldı. Böylece kendisine karşı söz söylenecek adam kalmadı.
Rauf Bey, yanıldığını ve cumhuriyetçi olduğunu açıkça söylemiş bulunduğundan, görüşmeler yeter sayıldı ve halkın kafasında uyandırılmış olan kuşkuları gidermek için, gazetelerde bir bildiri yayımlanması; ayrıca görüşmelerin tutanağının bastırılıp dağıtılması kararıyla yetinildi.
Şimdi baylar, bu karar neyi belirtiyor?
Rauf Beyin çapraşık ve iki anlamlı sözleri, gerçekten onun cumhuriyetçi olduğuna Partiyi inandırdı mı? Rauf Beyin Parti içinde bizimle duygu ve görüş birliği yaparak çalışabileceği kanası doğdu mu?
Partinin bu kararı, görüşmenin gerçek sonucunun gerektirdiği karar mı idi? Elbette hayır..!
öyleyse, bu eksik kararla yetinmeye yol açan etken ne idi?
Bu noktayı birkaç sözle açıklayayım. Rauf Bey, konuşmasının başından sonuna dek, takındığı durumla ve konuşma biçimiyle Parti üyelerinin bağışlama duygusuna ve vicdanına sığınmış gibi idi. Bundan başka Rauf Bey, konuşmasında o denli yanıltmaca yapıyor ve boş şeyler söylüyordu ki sözlerinin doğruluğunu ve içtenliğini hemen anlamak, kamu için kolay değildi. Açıkça söylemek gerekir ki bu etmenlerden daha çok da "sorumsuz, olupbitti, cumhuriyetten sonra, biçim" gibi sözler üzerinde yapılan yıkıcı propaganda, düşünce ve duyguları duraksamaya ve gevşekliğe sürüklemede en önemli manevî etmen olmuştu.
Durumu, cumhuriyet tartışması dışında. İsmet Paşa ve Rauf Bey çekişmesi gibi görenlerin düşünüşlerinin de, anlamsız bir kararla yetinilmesine yol açtığı kuşku götürmez bir gerçektir.
Baylar, bu karar yüzünden Rauf Bey ve arkadaşlarına bir süre daha Partinin içinde, Partiyi yıkmak için çalışmak fırsatı verilmiş oldu.
Ìstanbul'da çıkan kimi gazetelerin yurdun ve Cumhuriyetin yüksek çıkarlarına zararlı nitelikte sürüp giden yayınları da, orada öyle bir ortam yarattı ki Meclis, İstanbul'a bir istiklâl Mahkemesi göndermeyi zorunlu saydı.