Cumhurİyet ve Monarşi
Kemal GÖZLER 01 Ocak 1970
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanının 75’inci yılı münasebetiyle, 1998’de “cumhuriyet” üzerine çok şey işittik. Peki ama “cumhuriyet” nedir? Bu soru üniversite öğrencilerine yöneltildiğinde, genellikle şu cevaplar alınır: “Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetildiği rejimdir”. “Cumhuriyet halkın yönetime katıldığı rejimdir”; “Cumhuriyet en iyi yönetim şeklidir” vs. Bu cevaplarda öğrencilerin ilkokul birden beri öğrendikleri tüm bilgilerin kalıntıları saklıdır.
Aslında öğrenciler cumhuriyeti değil, demokrasiyi tanımlamaktadırlar. Ülkemizde demokrasiyle cumhuriyetin aynı şeyler olduğu yolunda yerleşik bir inanç var. Her ne hikmetse, “cumhuriyet”in tanımı istendiğinde, “demokrasi”nin tanımı verilmektedir. Farkında olunmadan cumhuriyet, demokrasi ile özdeşleştirilmektedir. Oysa bu anlayış bütünüyle yanlıştır; ve bu yanlışlığın kanıtlanması pek kolaydır. Birer cumhuriyet olmakla birlikte demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Komşularımız Irak ve İran birer cumhuriyettir. Keza eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Oysa bu devletlerin demokratikliği pek kuşkuludur. Demek ki “cumhuriyet = demokrasi” anlayışı ampirik olarak yanlıştır.
***
Öğrencilere “monarşi nedir” diye sorulduğunda ise, genellikle, “monarşinin bir kişinin yönetimi olduğu”, “monarşide iktidarın halka değil, krala ait olduğu”, hatta “krallığın anti-demokratik ve kötü bir rejim olduğu” yolunda cevaplar alınmaktadır. Bu cevaplar, öğrencilerin ilkokul birden beri edindikleri kültürü göstermektedir.
Bu cevapları veren öğrenciler monarşiyi demokrasinin karşıt kavramı olarak tanımlamaktadırlar. Aslında ülkemizde, pek de farkında olmasak da, her nedense, monarşi ile demokrasinin karşıt kavramlar olduğu yolunda yerleşik bir anlayış var. Monarşinin anti-demokratik bir rejim olduğu, demokrasiyle uzlaşamayacağı yolunda bilinç-altımıza yerleşmiş bir kanı var. Oysa bu kanı bütünüyle yanlıştır. Arend Lijphart’ın demokratik olarak kabul ettiği 21 ülkeden 10’u cumhuriyet, 11’i ise monarşidir. Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda[1] gibi demokratikliklerinden hiçbir şekilde şüphelenilmeyen ve üstelik uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış olan bu devletler bir cumhuriyet değil, monarşidir.
Görüldüğü gibi cumhuriyet ile demokrasi arasında bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Keza monarşi ile demokrasi arasında da bir bağıntı yoktur. Bir monarşi demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.
O halde biz cumhuriyet ve krallığın ampirik veriler karşısında geçerli olan tanımlarını yapmak zorundayız.
Kanımızca cumhuriyet, devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bu tanımlara göre, cumhuriyet ile monarşi birbirinin karşıt kavramlarıdır. Bu tanımlarda demokrasiye atıf yoktur. Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yukarıdaki tanımlar, demokratik ve anti-demokratik, mevcut tüm cumhuriyetler ve monarşiler için geçerlidir.
Şüphesiz cumhuriyete ve monarşiye isteyen herkes istediği duygusal anlamı atfedebilir. Ama ampirik verilerle tutarlı olan tek tanım yukarıdaki cumhuriyet ve monarşi tanımıdır. O halde, demokrasiye atıf yapmadan, cumhuriyet ve monarşi birbirinin karşıt kavramı olarak tanımlanmalıdır.
***
Aslında cumhuriyetin demokrasiyle özdeşleştirilerek tanımlanması sadece bize özgü bir hata değildir. Fransız anayasa hukukçularının bir kısmı da cumhuriyeti demokrasinin eş anlamlısı olarak tanımlamaktadır. Bu yüzyılın başında, bu anlayışı en açık şekilde savunan yazar Maurice Hauriou’dur. Ünlü hukukçuya göre, “cumhuriyet tamamen seçime bağlı bir hükûmet şeklidir”. Dahası yazara göre, cumhuriyet, seçilmiş yöneticilerin ömür boyu değil, sadece belirli bir zaman için görevde kalmasını gerektirir. Bu şart sayesinde cumhuriyet, millî egemenliğin en iyi şekilde gerçekleştiği hükûmet şekli haline gelir. Böylece cumhuriyet, millî egemenlik ile ve dolayısıyla demokrasiyle özdeşleşir[2].
Fransa’da günümüzde hâlâ cumhuriyeti, demokratik düzenin temel prensiplerini içine alan geniş bir kavram olarak kabul eden yazarlar vardır. Örneğin Didier Maus’a göre, “cumhuriyet genel oy, temsilî rejim, kuvvetler ayrılığı gibi prensipleri kapsar”[3]. Keza Maurice Agulhon, cumhuriyetten “kralsız ve diktatörsüz bir sistem”i, bir “hukuk devleti”ni, bir “liberal demokrasi”yi anlamaktadır[4]. Dekan Louis Favoreu de cumhuriyeti demokrasiyle özdeş olarak yorumlamaktadır. Yazara göre, demokrasiyle özdeş anlamda cumhuriyet, “cumhuriyetçi mirası” oluşturur ve bu anlamda cumhuriyet, 1958 Fransız Anayasasının 2’nci maddesinde sayılan değerleri (demokratiklik, laiklik, vs.) içermektedir[5]. Cumhuriyeti demokrasiyle tanımlamada en aşırıya giden yazar, hiç şüphesiz Maurice Duverger’dir. Yazara göre, “‘Cumhuriyet’ terimi seçimlerle ifade edilen halk egemenliği üzerine kurulu bütün rejimleri ifade eder”[6]. Hatta yazara göre, Büyük Britanya gibi, sembolik fonksiyonlu irsî bir krala sahip rejimler dahi bir “cumhuriyet”tir. Yazar bu tür rejimlere bir de isim koymaktadır: “cumhuriyetçi monarşiler (monarchies républicaines)”[7].
Belki de cumhuriyetin bu yanlış anlaşılış tarzı bize Fransız kültüründen geçmiştir.
***
Cumhuriyeti devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği rejim olarak tanımladığımıza göre, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyen Anayasamızın 1’inci maddesinin Türkiye’de babadan oğula veraset yoluyla geçen bir devlet başkanlığının ihdasını yasakladığını söyleyebiliriz. Başka bir şeyi değil.
Günümüz Türk Devleti bir cumhuriyettir. Osmanlı Devleti ise bir monarşi idi. Zira 1876 Kanunu Esasisinin 3’üncü maddesi, “Saltanatı Seniyei Osmaniye... sülalei âli Osmandan usulü kadimesi veçhile ekber evlada aittir” demekteydi.
Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddınının Tavzihen Tadiline Dair Kanun” ile ilan edilmiştir. Bu Kanunun 1'inci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyerek cumhuriyeti sürdürmüşlerdir.
***
Aslında cumhuriyetin ve monarşinin Fransa’da ve Türkiye’de yanlış tanımı, tarihi sebeplerle açıklanabilir. Ülkemizde monarşi deyince Osmanlı İmparatorluğu, “cumhuriyet” deyince de Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan Türkiye Cumhuriyeti anlaşılmaktadır. Her rejim de, doğal olarak, kendisini “iyi”, yıktığı rejimi ise “kötü” bir rejim olarak takdim eder. Bir bakıma meşruluğu için de bu gereklidir.
Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun anti-demokratik, Türkiye Cumhuriyetinin ise demokratik bir devlet olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğunun ve Türkiye Cumhuriyeti demokratik olup olmadığı ayrıca tartışılması gereken sorunlardır.
Demokrasinin “normatif” ve “ampirik” olmak üzere iki değişik teorisi vardır. Normatif teoriye göre, demokrasi, halkın halk tarafından halk için yönetildiği bir rejim olarak tanımlanır. Bu bir idealdir. Bu ideale tam anlamıyla hiçbir zaman ulaşılamaz. Dahası bu anlamda demokrasinin gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti değer yargılarıyla ilgili bir takdir sorunudur. Değer yargıları alanında ise görecelilik ilkesi geçerlidir. Bu ilkenin geçerli olduğu alanda bilim yapılamaz.
Ampirik teoriye göre ise demokrasinin varlığı bir takım kriterlerden hareketle tespit edilir. Örneğin şu şartları yerine getiren bir rejim demokratik olarak kabul edilebilir. (1) Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına gelmelidir. (2) Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır. (3) Seçimler serbest, adil olmalı, ve genel oy ilkesi uygulanmalıdır. (4) Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir. (5) Muhalefetin iktidar olabilme şansı olmalıdır. (6) Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.
Bir devlet bu altı şartı birlikte gerçekleştiriyorsa o devletin aşağı yukarı demokratik olduğunu ampirik olarak söyleyebiliriz. Bu şartlar açısından ise Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Türkiye Cumhuriyeti ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Böyle bir değerlendirme bu çalışmanın sınırlarını aşar. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti 1950’ye kadar bu şartları yerine getiremediğini, 1950’den sonra ise kesintiye uğrayarak yerine getirebildiğini genel olarak söyleyebiliriz. Buna karşın, Osmanlı İmparatorluğu da 1876 Kanunu Esasisinden sonra ve özellikle Kanunu Esasinin 1909 değişikliklerinden sonra yukarıdaki şartlara büyük ölçüde yaklaştığını gözlemleyebiliriz. Ayrıca ampirik demokrasi teorisine göre, her devlet kendi tarihsel döneminin şartlarına göre değerlendirilmelidir. 1876-1878 yıllarındaki Osmanlı İmparatorluğunun siyasî rejimi demokratiklik bakımından döneminin Batı Avrupa monarşilerine oldukça yakındır. İkinci meşrutiyet ile Osmanlı anayasal düzeni, döneminin Avrupasında olduğu gibi, meşrutî bir anayasal monarşiye dönüştüğünü söylemek sanırım bir abartı olmayacaktır.
Şüphesiz tarihte bazı olaylar olmasaydı, tarihin nasıl gelişeceği yolunda senaryolar yapılması bilimsel değildir. Her halükarda tasarlanan senaryonun doğruluğunun veya yanlışlığının ampirik olarak kanıtlanması mümkün değildir. Ancak, Türkiye’de monarşi kaldırılıp, cumhuriyet ilan edilmeseydi dahi, ampirik demokrasi teorisi açısından demokratik gelişimin sürebileceği tahmin edilebilir. Hatta, insanın aklına cumhuriyet ilan edilmeseydi Türkiye’nin demokrasiye daha çabuk geçme ihtimalinin olup olmadığı, hatta monarşili bir Türk demokrasisinin bugünkünden daha sağlam ve istikrarlı olup olamayacağı soruları akla gelmektedir. En azından, eğer demokrasi egemenliğin teorik kökeni ile tanımlanmadıkça, Osmanlı saltanatının mevcudiyetinin demokrasiye engel oluşturmayacağını söyleyebiliriz. Saltanat ilga edilmese de Türkiye’de demokrasi gelişebilirdi. Hatta, aşağıda görüleceği gibi, monarşinin demokrasi üzerindeki ılımlılaştırıcı ve koruyucu etkileri göz önünde bulundurulursa, Türk demokrasisinin daha sağlıklı olabileceği de tahmin edilebilir.
İşte şimdi demokratiklik açısından monarşilerin cumhuriyetlere üstünlüğünü araştıralım.
***
Demokratik rejim açısından monarşilerin sahip olduğu birinci avantaj, monarşilerde siyaset-dışı, tarafsız ve birlik sembolü durumunda bir devlet başkanının bulunuşudur. Arend Lijphart’a göre bu, çoğulcu toplumlar için oldukça büyük bir avantaj oluşturabilir. Zira, bu tür toplumlarda, seçilmiş devlet başkanının alt-toplumlardan birinin üyesi olması kaçınılmazdır[8].
Bilinen bir formüle göre, “kral saltanat sürer, ama yönetmez (le roi règne, mais ne gouverne pas)”[9]. Yani kral siyasal yönetimi belirlemez. Bu demokratik olarak sorumlu olan hükûmete aittir[10]. Kral, saltanat sürdüğüne, ama yönetmediğine göre, kralın varlığı demokrasi ile tamamen uyum içindedir. Kralın otoritesi demokrasinin iyi işlemesi için yararlı olabilir. Kral, siyasî yapının temelinde bulunan siyasal bütünlük olgusunu sembolize eder[11].
Miguel Herrero de Minon’un belirttiği gibi, monarşi XIX’uncu yüzyıl boyunca Almanya ve İtalya’da demokratikleşme süreci içinde rol oynamış, bu ülkelerde millî birliği demokratikleştirmiştir. Keza çok sonraları ve birbirinden çok uzak iki ülkede, 1977’de İspanya’da ve 1993’te Kamboçya’da monarşi, demokratikleştirici bir unsur olarak rol oynamıştır[12]. M. Herrero de Minon, Monarşinin yıkılmasının, 1919’da kurulan yeni Alman, Avusturya ve Çek demokrasilerinin koruyucu şemsiyesini indirdiğini düşünmektedir. Yazara göre bundan ders alarak, İkinci Dünya Savaşının galipleri, 1945’te Japonya’da monarşiyi ilga etmediler[13]. Keza, eski sosyalist devletlerinden bazıları kurulurken monarşinin yıkılıp yerine cumhuriyetin ihdas edilmesi demokrasi için bir zafer olmamıştır[14].
Demokrasinin ön koşulu ulusal bütünlüktür (integration nationale). Ulusal bütünlük yoksa, ulusal demokrasi mümkün değildir. O halde bütünleşmek demek, bir bakıma demokratikleşmek demektir[15]. Monarşi ise aynı zamanda sembolik ve şahsî bir bütünleşme faktörüdür[16]. Şurası açık ki taç, ister başlangıçtaki mitik anlaşılış tarzına göre olsun, ister daha rasyonalize versiyonlarına göre olsun, siyasî yapınının sembolüdür. Tüm sembollerde olduğu gibi, bilgiden ziyade duygulara hitap eden bir nesnedir. Bu sembol sayesinde ulusal bütünlüğe ulaşılır. Bu sembol ile siyasî varlık süreklilik kazanır[17]. Ayrıca kral, devletin devamlılığının cismanileşmesidir[18].
Diğer yandan monarşide bir şahsî bütünleşme faktörü vardır. Gerçek kişi olarak kral, meşruluk unsurudur. Ancak bu meşruluk Weber'in anladığı anlamda karizmatik bir yöneticinin meşruluğu değildir. Zira, bir hükümdar alkışlandığında, bu alkışlar “belirli bir kişi” için değildir; onlar daha ziyade, siyasal olarak birleşmiş bir halkın özbilincinin eylemidir. Monarşik bir devlet başkanının anlamı, millî marş veya bayrakta olduğu gibi, halkın siyasal birliğinin canlanması ve temsilidir[19]. Carl Schmitt’in belirttiği gibi, sadece kral veya kraliçeler duygusal bir bağlanma konusu olabilirler. Kral bir sembol, adeta bir nevi bayraktır[20].
Bagehot’un dediği gibi, monarşi dağınık duygulara, cumhuriyet ise akla hitap eder. Dolayısıyla, kalp anlayıştan üstün oldukça, monarşi de cumhuriyete üstün gelecektir[21].
Miguel Herrero de Minon’a göre, monarşi demokrasinin koruyucu bir unsurudur. Demokraside siyasal pluralizm vardır. Değişik çıkarlar arasında her zaman çatışma olabilir. Monarşi çatışan çıkarların dışındadır. Bu çatışmadan kirlenmez. Monarşi bu çatışmayı yumuşatıcı veya uzlaştırıcı bir rol ifa eder. Kral irsî kökeni itibarıyla sosyal sınıflardan birine mensup değildir Dolayısıyla sınıf çatışmasının üstünde yer alır. Kral çatışan sınıflardan biriyle işbirliği veya rekabet yapmaz. Bu nedenle, sosyal çatışmalarda hakem rolü üstlenebilir[22].
İspanya örneğinde monarşi ulusal bütünleşmeyi sağlayıcı ve demokratikleştirici bir unsur olarak rol oynamıştır[23]. İspanya, monarşi sayesinde otoriter rejimden demokrasiye geçmiştir[24].
Bir kralın sistemde bulunması kuvvetler ayrılığına hizmet eder[25]. Anayasal monarşi, kuvvetler ayrılığına ve yürütmeden bağımsız bir kral tarafından siyasal birliğin temsili üzerine dayalıdır. Kralın karşısında ise, ikinci bir temsilci olarak halkı temsil eden parlâmento vardır. Böylece hukuk devletinin örgütlenmesinde dengelenme ortaya çıkmaktadır[26].
Francis Delperee’ye göre de Kral’ın birleştirici ve uzlaştırıcı fonksiyonu vardır[27].
Max Weber’e göre, irsî monarşi devletin en yüksek makamı için rekabeti saf dışı bırakır. En yüksek yer için siyasal mücadele mümkün değildir. Böylece siyasal mücadele yumuşar ve rasyonelleşir. Zira, politikacıların iktidar hırsı, devletin en yüksek makamının daha önceden sonsuza kadar ele geçirilmiş olduğu olgusuyla sınırlandırılır. İşte Max Weber’e göre, önceden tespit edilmiş ilkelere göre belirlenen bir kralın varlığı monarşinin en önemli fonksiyonudur[28].
O halde kral, siyasal partilerin üstünde bir yer işgal eder. Carl Schmitt’in belirttiği gibi, parlâmenterleşme ve demokratikleşme devleti siyasal partiler devleti haline getirdiğinde, bu başlı başına önemli bir yerdir. Yasama ve yürütmenin karşısında kral özel bir konum kazanır. Tarafsız ve ılımlılaştırıcı bir iktidar haline gelir. Devletin değişik fonksiyonları ve faaliyetleri arasındaki bütün karşıtlıkları ve kırılmaları yumuşatır, eşitler ve ılımlılaştırır[29].
Monarşilerin avantajları konusunda son olarak şunu belirtelim ki, Stalin SSCB’si, Nazi Almanyası gibi yüzyılımızda görülen en korkunç totaliter rejimler, monarşilerin değil, cumhuriyetlerin içinden çıkmışlardır. Üstelik her iki rejimin kurulmasından önce söz konusu ülkelerde istikrarlı monarşiler vardı.
***
Monarşilerin demokratiklik bakımından cumhuriyetlere çeşitli üstünlükleri varsa da, demokratik bir monarşinin birinci şartı, kralın siyasette aktif bir rol oynamaktan çekilmeyi kabullenmiş olmasıdır. Zira Richard Rose ve Dennis Kavanagh’ın gözlemlediği gibi, kralın siyasî iktidarı kullanmayı sürdürmek istediği ülkelerde monarşiler yıkılmıştır[30].
Yukarıda belirdildiği gibi, krallar tarafsızlık birlik sembolü olabilir. Ne var ki bazen krallar, bölücü bir güç haline de gelebilirler. Örneğin, Kral Leopold III’ün İkinci dünya Savaşı sırasındaki tutumu, savaş sonrası Belçika’da önemli bir siyasal bölünmeye yol açmıştır. 1950’de Kralın tahtta kalıp kalmaması konusunda başvurulan halkoylaması, belli başlı alt-toplumlar arasında şiddetli bir çatışmaya yol açmıştır. Flamanlarla Katoliklerin çoğunluğunun Kralı desteklemesine karşılık, Valonların, Sosyalistlerin ve Liberallerin çoğu, onun tahttan uzaklaştırılmasını istemiştir[31].
Demokratik monarşilerde, krallar siyasal iktidarı kullanmaktan vazgeçmişlerdir. Bu nedenle etkin siyasal bir makam değildirler. Ne var ki, monarşilerde hükümdarlar iktidardan büsbütün de yoksun değildirler. Parlâmenter hükûmet sistemlerinde hükümdarlar, devlet başkanı olarak, genellikle başbakanı atama yetkisine sahiptirler. Arend Lijphart’i belirttiği gibi, bir başbakan adayı üzerinde herkes birleştiği takdirde bu önemli bir fonksiyon değildir, ama anî bir ölüm ve istifa durumunda çok-partili bir parlâmentoda partiler bir anlaşmaya varamadıkları takdirde, hükümdarın başbakan seçimindeki rolü ihmal edilebilir bir rol olmayabilir[32]. 1974 İsveç Anayasası, hükümdarın rolünü salt törensel bir role indirgemek için, başbakanın atanması görevini hükümdardan alarak Rigsdag (parlâmento) Başkanına devretmiştir[33].
Böylece cumhuriyet ve monarşiyi tanımlamış ve bunların birbirine karşında avantaj ve dezavantajlarını görmüş bulunuyoruz. Sonuç olarak cumhuriyetin bizatihi demokrasi gerektirmediği gibi, monarşinin de bizatihi demokrasiye engel bir yanının olmadığını söyleyebiliriz.
***
Büyük Britanya, İspanya, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç, İsveç, Lüksemburg gibi Avrupa ülkelerinde monarşi vardır. Cumhuriyet olan birçok Avrupa ülkesinde de günümüzde hala monarşist partiler vardır. Doğu Avrupa ülkelerinin 1990’ların başında demokrasiye geçişleriyle bu ülkelerde de monarşist partiler kurulmuştur. Rusya, Romanya, Bulgaristan gibi birçok ülkede günümüzde monarşi taraftarları vardır; ve siyasal mücadelede azımsanamayacak bir role de sahiptirler.
Günümüz Türkiye’sinde herhangi bir monarşist parti olmadığı gibi, bu yönde en ufak bir siyasal akım dahi söz konubu değildir. Günümüzde milliyetçi ve İslamcı partiler dahi cumhuriyetçidir. İlginçtir ki, Osmanlı hanedanının bazı üyeleri de günümüzde kendilerinin “cumhuriyetçi” olduklarını söyleyebilmektedirler. Özetle, günümüzde Türkiye'de cumhuriyet tam anlamıyla yerleşmiş; bu ülkenin 600 yıl boyunca kendisiyle başarıyla yönetildiği Monarşi ise tamamen unutulmuştur.
Osmanlı Saltanatı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1-2 Kasım 1922 tarihinde verdiği kararla[34] kaldırılmıştır. 3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanun[35] ile de hilafet kaldırılmıştır. Yine aynı Kanunun 2'nci maddesine göre ise, Osmanlı hanedanının “erkek, kadın bilcümle azası ve damatlar Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen memnudurlar. Bu hanedana mensup kadınlardan mütevellit kimseler de bu madde hükmüne tabidirler”. Kanunun 3'üncü maddesi ile söz konusu kimselerin ülkeyi terk etmeleri için azamî 10 gün süre verilmiştir. Keza Kanunun 4'üncü maddesi, bu kimselerin vatandaşlık sıfatını ve haklarını kaldırmıştır. Kanunun 5’inci maddesi, bu kimselerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde gayrimenkul mallara sahip olması yasaklamış ve 7’nci maddesi de sahip oldukları gayrimenkullerini “bir sene zarfında Hükümetin malûmat ve muvafakatiyle tasfiyeye mecbur” etmiştir. Diğer yandan ise, bu Kanunun 8’inci maddesine göre ise, “Osmanlı İmparatorluğunda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkuleleri millete intikal etmiştir”. Dahası Kanunun 9’uncu maddesine göre, sarayların içindeki “mefruşat takımlar, tablolar, âsarınefise ve sair bilûmum emvali menkule millete intikal etmiştir”.
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanunun 3'üncü maddesi Osmanlı Hanedanı mensuplarına yurdu terk etmek için 10 günlük süre tanımışsa da, dönemin İstanbul Valisi Haydar Bey ve Emniyet Müdürü Saadettin Bey, bu müddete riayet etmeyerek Kanunun kabul edildiği 3 Mart gününün gecesi derhal Dolmabahçe Sarayına gidip Halife Abdülmecit Efendi’yi birkaç saat içinde, apar topar yola çıkardılar[36]. Abdülmecit Efendiyi trene Sirkeci’den değil, Çatalca'dan bindirdiler. Ne var ki otomobiller Çekmeceler’den sonra çamura saplandı ve Çatalca da bekleyen trene ortalık ağarmadan yetiştirebilmek için gece yarısı, son Halife Abdülmecid Efendi Çatalca Ovasının çamurları ile boğuşmak zorunda bırakıldı[37]. Osmanlı hanedanının mensupları çeşitli ülkelere yerleşmiş, bir çoğu maddi sıkıntılar çekmiş, bir çoğu durumlarıyla bağdaşmayacak işler yapmak zorunda kalmıştır.
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanun sadece Osmanlı Hanedanına mensup kişilerin sınır dışı edilmesini öngörmüyor bu Hanedanın “damatlar”ın da sınır dışı edilmesini hükme bağlıyordu. 18 Nisan 1949 tarih ve 5370 sayılı Kanunla değiştirilerek Osmanlı Hanedanından olmayan ve bu Hanedandan biri ile evlenmiş ve ölüm veya boşanma ile dul kalmış olan ve çocuğu bulunmayan erkek ve kadınların Türkiye’ye girebilmesine imkan tanınmıştır. 18 Nisan 1949 tarih ve 5371 sayılı diğer bir Kanun ile de, bu kimselerin tekrar Türk vatandaşlığını kazanmalarına imkan tanınmıştır.
Demokrat Parti iktidarı döneminde çıkarılan 18 Nisan 1952 tarih ve 5958 sayılı Kanunla, “Osmanlı Saltanatı Hanedanının padişahlar sulbünden olan erkek azası ve bunların erkek füruu” dışında kalan Hanedan mensuplarının Türkiye’ye gelmelerine izin verilmiştir. Keza bu kişilerin Türk vatandaşlığına alınmalarına da olanak sağlanmışır.
Osmanlı hanedanının erkek mensuplarına da, kadınlarına tanınan haklar Cumhuriyetin 50’nci yılı münasebetiyle 1974 yılında çıkarılan Af Kanunun 8’inci maddesiyle tanınmış ve Osmanlı Hanedanının erkek mensuplarının da yurda gelmelerine imkan tanınmıştır.
Osmanlı hanedanı kesintisiz hüküm sürmüş Dünyanın en uzun ömürlü hanedanıdır. Bu hanedanın saltanatı altında Osmanlı İmparatorluğu başarı ile yönetilmiş ve altı yüzyıl yaşayabilmiştir. Bilindiği gibi “millet” kavramı, “halk” kavramından farklı olarak geçmişi de içine alır. Bugünkü Türk milleti büyük ölçüde altı asırlık Osmanlı geçmişinin bir ürünüdür. Türk milleti Osmanlı yönetimi altında varlığına koruyabilmiş, bünyesini çeşitlendirerek geliştirebilmiştir. Türk millî kimliği açısından Osmanlı Hanedanının önemi ortadadır.
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanunun masumluk ilkesi, cezaların kanunîliği, şahsîliği gibi temel hukuk prensiplerini ihlal etmektedir. Keza bu Kanun Hanedan mensuplarının özel mülkiyet haklarına da dokunmaktadır. Şüphesiz kurucu iktidarı ele geçiren eski siyasal rejimi yıkıp yerine yeni bir siyasal rejim kuran devrimci bir hükümetin yaptığı işlemlerin hukukîliğini tartışmanın bir anlamı yoktur. Zira aslî kurucu iktidar özünde hukuk-dışı ve sınırsız bir iktidardır. Bu nedenle Osmanlı Hanedanının sınır dışı edilmelerinin hukuka aykırılığını uygunluğunu tartışmak gereksizdir. Hatta, bir bakıma, Cumhuriyet yönetiminin Osmanlı Hanedanını sınır dışı etmesinin yeni rejimin yerleşmesi açısından yerinde bir tedbir olduğu da düşünülebilir.
Ancak saltanatı iddiaya hakkı olmayan Hanedanın kadın mensuplarının ve Hanedanın damatlarının dahi sınır dışı edilmesi ve özellikle bunun uygulanış şekli tamamen eleştiriye açıktır. Türk milletini altı asır boyunca yönetmiş bir Hanedanın Dünyanın çeşitli ülkelerinde yoksulluk içinde yaşamaları, durumlarına yakışmayan işler yapmaları (ör: otel katipliği ve otel işçiliği), sadece hanedan mensuplarının değil, herhalde kendisini altı asır yönetmiş olan bu Hanedana vefasızlık gösteren Türk milletinin de onurunu zedelemiştir.
Cumhuriyet rejimi kısa sürede yerleşmiş olmasına rağmen, Hanedan mensuplarının yurda dönebilmeleri için 1974 yılına kadar beklenilmesi vefasızlık bakımından kayda değerdir. Monarşilerini deviren Fransız ve Rus ihtilallerinden sonra hanedan mensuplarına karşı bazı tedbirler alındığı görülmüş, ancak bu tedbirleri Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı Hanedanına karşı aldığı tedbirler kadar geniş kapsamlı ve uzun süreli olmamıştır. Bugün her iki ülkede de monarşist akımlar vardır. Türkiye'de ise en ufak bir monarşist akıma rastlamak mümkün değildir. İlginçtir ki, bu süreç içinde Osmanlı Hanedanı mensupları da Cumhuriyete karşı içerde veya dışarda hiçbir siyasî faaliyette bulunmamıştır. Hatta Hanedanın bazı mensuplarından zaman zaman kendilerinin de Cumhuriyeti destekledikleri, kendilerinin de cumhuriyetçi oldukları yolunda ilginç sözler işitilebilmektedir.
Türkiye'de siyasal yelpazenin her kesimi cumhuriyetçidir. “Cumhuriyetçi” olmayan kesim de bu “Cumhuriyet”in kendisinden değil, laik niteliğinden rahatsızlık duymaktadır. Yukarıda Türkiye'de “cumhuriyet = demokrasi” şeklinde bir anlayış olduğunu ve bunun nasıl yanlış olduğunu gösterilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde ülkemizde bir yandan cumhuriyet ile laiklik arasında, diğer yandan da monarşi ile teokrasi arasında bir paralellik kurulmaktadır. Cumhuriyet ile laiklik arasında ve keza monarşi ile teokrasi arasında da bir ilişki yoktur. İran örneğinde olduğu gibi bir cumhuriyet dine dayalı olabileceği gibi, Belçika ve Hollanda örneğinde olduğu gibi bir monarşi laik de olabilir.
Kemal Gözler, “Cumhuriyet ve Monarşi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-34. (www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm; erişim tarihi).
--------------------------------------------------------------------------------
* Yard.Doç.Dr., Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Bursa.
[1]. Arend Lijphart, Çağdaş Demokrasiler, Çev. Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran, Ankara, Yetkin Yayınları, Tarihsiz (1996?), s.79 (Kitabın İngilizce aslı 1984’te yayınlanmıştır).
[2]. Maurice Hauriou, Précis de droit constitutionnel, Paris, Sirey, 1929, réimpression par les Editions du C.N.R.S., 1965, s.343.
[3]. Didier Maus, “Sur ‘la forme républicaine du gouvernement’”, Commentaire sous la décision n° 92-312 DC du 2 septembre 1992, Revue française de droit constitutionnel, n°11, 1992, s.412.
[4]. Maurice Agulhon, La République : 1880 à nos jours, Paris, Hachette, 1990, cité par Jean-Louis Quermonne, “République”, in Olivier Duhamel et Yves Meny (sous la direction de-), Dictionnaire constitutionnel, Paris, P.U.F., 1992, s.923.
[5]. Louis Favoreu, Commentaire sous la décision n° 92-312 DC du 2 septembre 1992, “Maastricht II”, Revue française de droit constitutionnel, 1992, s.738; keza Louis Favoreu ve Loïc Philip, Les grandes décisions du Conseil constitutionnel, Paris, Sirey, 7e édition, 1993, s.825.
[6]. Maurice Duverger, “Les monarchies républicaines”, Pouvoirs: Revue d’études constitutionnelles et politiques, 1996, no 78, s.107.
[7]. Ibid.
[8]. Lijphart, op. cit., s.77.
[9]. Schmitt, op. cit., s.433.
[10]. Miguel Herrero de Minon, “Monarchie et développement démocratique”, Pouvoirs: Revue d’études constitutionnelles et politiques, 1996, no 78, s.9.
[11]. Ibid.
[12]. Ibid., s.10.
[13]. Ibid.
[14]. Ibid.
[15]. Ibid., s.11.
[16]. Ibid.
[17]. Ibid.
[18]. Schmitt, op. cit., s.432.
[19]. Ibid., s.12.
[20]. Schmitt, op. cit., s.430.
[21]. Bagehot, The English Constitution, (1867), Chap. II’den naleden De Minon, op. cit., s.12.
[22]. De Minon, op. cit., s.15.
[23]. Ibid., s.16-18.
[24]. Ibid.
[25]. Schmitt, op. cit., s.431.
[26]. Schmitt, op. cit., s.434.
[27]. Francis Delpérée, “La fonction du Roi”, Pouvoirs: Revue d’études constitutionnelles et politiques, 1996, no 78, s.53.
[28]. Maw Weber, Grundriss der Sozialökonomik, Wirtschaft und Gesellschaft, III, s.649’dan aktaran Schmitt, op. cit., s.431-432.
[29]. Schmitt, op. cit., s.432.
[30]. Richard Rose ve Dennis Kavanagh, “The Monarchy in Contemporary Political Culture”, Comparative Politics, 8, no.4, (July 1976), s.568’den nakleden Lijphart, op. cit., s.77.
[31]. Lijphart, op. cit., s.78.
[32]. Ibid.
[33]. Ibid.
[34]. Düstur, Tertip 3, Cilt 3, s.152.
[35]. Düstur, Tertip 3, Cilt 5, s.323.
[36]. Kadir Mısıroğlu, Osmanoğullarının Dramı, İstanbul, Sebil Yayınevi, 1974, s.147.
[37]. Ibid., s.169-171.