« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

BÖLÜM - 1

 

NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ

Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de "Türk-İslam Ülküsü" ne bağlanmayı savunuyoruz?
Biz iddia ediyoruz ki, "Emperyalizm", Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile "vatan çocuklarını" din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.
Bugün yeryüzünde iki sömürgeci "blok" vardır. Bunlardan biri kara renkli "kapitalist emperyalizm" diğeri ise bütün fraksiyonu ile "kızıl emperyalizm". Birincisi "çok uluslu şirketlerin" paravanasında, "az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardim etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek" maskesi altında, ikincisi de "ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek" maskesi altında, "sınıfsal savaş" sloganı ile "iç savaşlar" çıkartmakta ve "dünya proleterlerinin dayanışması" adi altında işgalini gerçekleştirmektedir.
Gerçekten de yer yüzünde ezilen ve sömürülen bir de "üçüncü dünya" vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yani da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti'nin çok önemli bir bolümü bulunmaktadır.
1970 Yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayati yasayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye'mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katıdır.
Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, "ebedi sömürge" statüsüne mahkum etmek için elinden geleni esirgememiştir.
Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini "bir uygarlık ve ilerilik" unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düsen "yabancılaşmış kadrolar" çıkarırlar. Bir ülkede, değerler "ikizleşince", kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İşte düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin "parsellenmesi" için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bolünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasati bulmuş demektir.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ sanki bir insan, hem "dindar" hem "milliyetçi" hem "medeniyetçi" olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan "çatışan güçler" meydana getirir. Bu oyunlarını,o kadar ustaca planlar ki,tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti'nin parçalanması ve Orta-Doğu'nun sömürgeleştirilmesi
için,dinimizin ve milliyetimizin düşmanları,din" ile "milliyetçilik" arasında zıddıyyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.
Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı "Les Francs-Maçons" kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi "din politikacılarını" localarına kaydederek onların eliyle "Dini,milli yapılarına göre reforme ederek" alemşümul İslam dinini bozmak,öte yandan Müslüman Kardeşler(Freres Musulmans) hareketi ile de "İslam'da milliyetçilik yoktur"propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir planla birbirine zıt "islamcı" ve "milliyetçi" sun'i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.
Emperyalizm, bizim dünyamızda bu "paradoks"tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı,birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.
O halde,Türk milliyetçisine düşen iş,bütün varlığı ile bu oyunu herşeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede sun'i olarak birbirine düşman "güya Türkçü" ve "güya İslamcı" cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına,bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır.

Bunun için,Türk-İslam ülküsüne bağlı,Türklük şuur ve vakarına,İslam iman,aşk,ahlak ve aksiyonuna sahip.Türklüğü bedeni,İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan,Dünya Türklüğünün,İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet,zıt değerler değildir. Bu sebepten, "sentez",tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre,yıllardan beri kullandığımız "Türk-İslam sentezi" yerine, "Türk-İslam Ülküsü" sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını "TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ" olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.



TÜRK - İSLAM ÜLKÜSÜNÜ YOĞURANLAR:

Türk milletinin, tefekkürüne, en az bin yıldan beri, İslâm dini biçim vermektedir. Kurduğumuz muhteşem kitaplıklar in­celendiğinde görülecektir ki, ilim ve fikir adamlarımızca, in­sanoğlunun meydana getirdiği her türlü kültür ve medeniyet ürünleri atalarımızca incelenmiş, araştırılmış, aşağı yukarı bütün din ve inançlar süzgeçten geçirilmiş ve İslâmiyet, tam bir şuur ve yüksek bir irâde ile tercih edilmiştir. Böylece, «vah­yin aydınlığına» ulaşan Türk'ün akıl ve idrâki, İmam-ı Buhari'-leri, İmam-ı Gazali'leri, Mevlâna Celâleddin'leri, Yunus Em-re'leri, büyük mantıkçı ve şeyhülislâm Mollafenâri'leri, Yu­nan felsefesini imam-ı Gazali çapında tenkid edebilen ve yüce hünkar Fatih Mehmed Han'ın takdirlerine mazhar olan Hocazade Efendileri, imam-ı Birgivî'leri, İbn-i Kemal'leri... yetiştirdi ve onların fikir, kitap ve dersleri ile olgunlaşarak bü­yük imparatorluklar, dünyayı hayran bırakan kültür eserleri ve ölmez medeniyetler meydana getirdi.
Biz, bu yazımızda ve bunu takibedecek yazılarımızda, Türk - İslâm kültür çizgisinde yürüyerek «genel felsefe prob­lemleri» karşısındaki yerimizi ve «dünya görüşümüzü», yüce dinimiz İslâmiyetin aydınlığında, kısa da olsa ortaya koyma­ya çalışacağız. Bütün «sahte tanrıları ve mabutları», gönül­lerden, kafalardan, zaman ve mekân köşelerinden çıkarıp at­mak isteyen, «Allah'tan başka ilâh yoktur» prensibini teme! ölçü kabul eden, şanlı Türk Milleti'ni «Allah'ın ordusu»'bilen. «Türk Milleti birlik, Türk Devleti güçlü olursa insanlık kurtulur, zulüm biter» ölçüsü içinde hareket eden Türk - İslâm ülkücülerinin «fikir sistemi», yüce peygamberler silsilesinin mukaddes alınteri ile ıslanmış, peygamberlik mührünü kıyamete dek elinde tutan şanlı kurtarıcımızın ve peygamberlerimizin (O'na ve onlara selâm olsun) nurdan ellerinde biçimlenmiş, onu takibeden muhteşem «Sahabî kadrosu» tarafından «ci-had ruhu» ile beslenmiş, büyük veliler eliyle yoğrulmuştur. Türk - İslâm Ülkücüsü «Câhid-ü fillah» (Allah için savaşan)-dır. Türk - İslâm Ülküsünü'nün büyük iman, aşk ve aksiyon adamı yüce Fatih, bu ülküsünü şöyle dile getirir:

«İmtisal-i câhid-ü fillah oluptur niyyetim
Din-i islâmın mücerred gayretidir gayretim
Fazl-ı Hakk ü himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfrü ser-teser kahreylemektir niyyetim
Enbiya vü evliyaya istinadım var benim
Lutf-i hektarıdır heman ümid-i feth-i nusretim
Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihâd
Hamd-ü iillâh var gazaya sad-hezaran rağbetim
Ey Muhammed mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umarım gâlib ola a'da-yı dine devletim.»

İşte, Türk - islâm Ülküsü'nü yoğuran bu kadro ve bu ruhtur. Bu ruh, büyük Türk - İslâm kültür ve medeniyetinden kaynaklanmaktadır. Bu dâva ve ülkünün «eskimediğini», «modası geçmediğini» bütün Türk - İslâm düşmanları Allah'ın izni ile idrak edeceklerdir. Türk'e ve islâm'a «kefen biçenlerin» sonu korkunç olacaktır

BİRİNCİ BÖLÜM

DÜŞÜNME İHTİYACI VE
FELSEFENİN DURUMU

DÜŞÜNME VE «ŞARTLANMA»

«Düşünen insana» saygı duyulur, «şartlanmış insan», saygıya değer bulunmaz. Düşünen insan araştıran, «hakikata» özlem duyan kimsedir şartlanmış insan belli «etkiler» karşısında önceden programlanmış «tepkileri» ve davranışları mekanik olarak yerine getiren bir robotdur da ondan.
«Düşünme» kelimesi, beşer tarihi boyunca, daima her milletin sözlüğünde bulunan çok eski bir kavramdır. Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim, bilmem tarihte var mı? Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de belki yüzlerce defa bu emir tekrarlanmıştır. Dinimiz, ister ayakta olalım, ister oturalım, ister yatalım, her durumda düşünmemizi, gerçeği aramamızı emreder: «Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler». (Kur'an-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, Ayet: 191). Düşünmek dinimizce ibadet sayılmıştır. Müttefekkir» ler toplumumuzda saygı ve itibar görmüştür. Bu müşahedemiz, bütün tarihimiz için doğrudur.
«Şartlanma» kelimesi ise, bir terim olarak 20. yüzyılın ilk yarısında Rusya'da doğmuş «materyalist ve komünist» sistemin «eğitim ve öğretim» anlayışını şekillendirmiş bir kavramdır. Lenin ve arkadaşları, «komünist devrimini» hazırlarken, Rus ilim adamı ivan Pavlov da, o tarihlerde, ruh, şuur, düşünme gibi «psikolojik kavramları» red ediyor. Bunların yerine «refleksoloji»yi koyuyor. «Eğitim ve öğretim, şartlandırmalardan ibarettir» tezini savunuyor köpekler üzerinde «et» ve «zil» ile çalışmalar yaparak «şartlı tepkiler» kavramlarını geliştirip bunları «insan terbiyesine uygulamak» üzere «devrimcilere» yol gösteriyordu. Görülüyor ki, «şartlandırma», komünist ve materyalist bir eğitim ve öğretimin buluşudur ve anlayışıdır. «Bir köpeğin serüvenleri» adı ile televizyonda seyrettiğimiz seri filmdeki «Joe» adlı köpek, <>belli şartlarda belli mekanik tepki ve davranışlara şartlandırılmış» ve «tetik kelime» söylenir söylenmez gerekenleri bir robot sadakati ile yapmaktadır. İşte materyalizmin ve komünizmin savunduğu «Öğrenme ve eğitim psikolojisi (!)» bu espri ve anlayış üzerine oturmuş bulunmaktadır. Komünist militanların da, önünde öfkelendikleri böyle «tetik kelimeler» vardır. Bir komünist, Allah, millet, vatan, mülkiyet... gibi kavramlar karşısında âdeta köpürür, «Bozkurt» kavramı karşısında âdeta kudurur Çünkü şartlanmıştır.
Düşünme ise, böyle değildir. Bir problem karşısında insanların çeşitli hipotezler kurması, bunların ışığında bilgi toplaması, topladığı bilgileri objektivizme ve determinizme uygun bir yoruma tabi tutması ve makul sonuçlara varılması için zihnin soğukkanlı ve sistemli bir çaba içinde bulunmasıdır düşünme. Bunun için tercih edilir. Bununla beraber, insanın hayatında «şartlanmaların» rolü inkâr edilemez. Ancak insanın davranışlarında, düşünmeye,
şartlandırmadan daha önemli bir yer vermek esastır, insanın ruhî değerlerini inkâr eden bir eğitim, hiç şüphesiz yanlış olacaktır.
Türk - islâm Ülküsü, düşünmeyi emreden araştırmayı ibadet sayan, «taklidi iman» dan «tahkiki imana» çıkmayı isteyen yüce peygamberin (O'na selâm olsun) yoludur. Şartlandırma ise komünist ve metaryalist doktrinin temelidir.

BÜTÜN DÜNYADA HÜKÜM SÜREN BİR FELSEFE SEFALETİ VAR

Evet, bütün dünyayı kaplayan bu felsefe ve inanç sefaletini artık görmemeye imkân yoktur. Anarşi, herşeyden önce kafalarda ve gönüllerde yerleşmiş bulunuyor. Başka insanların kanları ve göz yaşları üzerine kurulu da olsa, refah ve zenginlik içinde yüzen muhtelif renkteki emperyalist ülkelerdeki insanlar, kafa ve gönüllerini saran bu «anarşi»nin doğurduğu sancı ve ıstırabı bütün dehşeti ile yaşıyorlar.
Bugün zengin ve müreffeh bildiğimiz birçok ülkede intihar grafikleri yükselmekte uyuşturucu madde düşkünleri çoğalmakta, ruh hastalıkları ve akıl hastalıkları doludizgin koşmaktadır. Almanya'da, Danimarka'da, Finlandiya'da, İsveç'te intihar oranları diğer ülkelere nazaran daha fazla artmaktadır. Öte yandan Amerika'da beyazlar arasındaki intihar oranı, beyaz olmayanlara nazaran üç kat fazladır. (Bakınız, İntiharın Psikodinamikleri. Dr. Nezahat Arkun, istanbul - 1963 sayfa 49, tablo-13).
Kara ve kızıl dünyada nihilist, inançsız, melankolik, saldırgan, alkolik nesiller bir çığ gibi büyümekte, huzursuz nesiller «bunalımlarını» tatmin için kan ve baruta yönelmekte, karşısında «düşman» aramakta, bulamadığı zaman kendine, kendi değerlerine saldırmakta, kendi öz kardeşini boğazlamaktadır. Üstelik, bu «çöküntü ve azgınlık nöbetleri» yalnız o ülkelerde kalmamakta, «gayretkeş veya özgürlükçü» basın ve yayın organları kanalı ile dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılmaktadır. «Gizli yer altı örgütleri» veya «karanlık güçler» ise bunlara silâh, cephane, uyuşturucu madde, vicdanları ve kafaları karartan kitaplar, temin ederek insanlığın bu korkunç yarasını «onulmaz bir dert» halinde tutarak sömürmeye çalışmaktadırlar.
Muzdarip insanlık kendisini huzura kavuşturacak inancı, fikir sistemini, nizamı ve samimi kadroları her zamandan daha fazla hasretle beklemekte ve aramaktadır. İnsanlar, için için bir araştırma gayretiyle dünyanın her tarafına koşmakta, dinleri, felsefeleri, eski kitaplıkları kurcalamakta yeni sesleri dinlemektedirler. Kızıl ve kara emperyalizmin mağduru olan insanlık, bir şey bulurum ümidi ile Budizmi bile incelemekte, Filipinlerdeki «sihirbazdan» medet ummaktadır.
Batı'lı filozof, felsefe problemleri üzerinde beynini zorlarken, ister materyalist, ister spiritüalist, ister idealist, ister realist olsun, kendi insanının vicdanını ve aklını karıştırmış, onları bunalımdan bunalıma itmiş, onlara şüphe, huzursuzluk ve tedirginlikten ötesini verememiştir. Yüce peygamberleri insanların gönüllerinden uzaklaştırarak, onların yerine kendisini oturtmak isteyen «kızıl ve kara renkli filozof», buna muvaffak olamadığı gibi, şimdi bizzat hazırladığı «bunalım» karşısında şaşkındır. Aklı «vahyin sahasında» koşturmak isteyen, bu suretle bizzat aklı tehlikeye maruz bırakan Batı'lı filozof, şimdi, akıl hastalıklarının ve akıl hastalarının çizdiği grafik karşısında apışıp kalmıştır. Psikiatrist Henry Linck'in «The Return to Re-ligion» (DİNE DÖNÜŞ) çığlığına rağmen, kara ve kızıl dünya, artık bu ihtarı duyamaz ve anlıyamaz duruma getirilmiştir.

ÇAĞIMIZ, İNSANI, İNSANA YABANCILAŞTIRMIŞTIR

Çağımız derken, üçyüz yıllık bir zaman bölümünü kasdetmekteyiz. Bu. 18.. 19. ve 20. yüzyılları içine alır. Bundan önceki dönemlerde, insanoğlunun durumu, her kıt'ada ve iklimde ayrı ayrı olmakla birlikte, genel olarak denebilir ki, atalarımız, dış dünyadan çok, insan problemi etrafında daha çok düşünüyorlardı. Eski Yunan'da «kendini bilmek» filozofînin temeli idi. Bu düşünce uzun zaman Batı Dünya'sında önemli bir, yer tuttu, islâm Dünya'sında ise, yüce sahabî kadrosu, «kendini bilen Allah'ı bilir» ölçüsü İçinde hareket ediyordu. Dr. AIexis Carrel'e (1873-1944) göre de «modern insan, tıpkı ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi, kendi yarattığı âlemde maksatsız oradan oraya dolaşmaktadır.» (Bakınız, İnsanlar Uyanın, Alexis Carrel (L Yazıcıoğlu sf: 105, İstanbul. 1956.)
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de «insanın en güzel bir surette yaratıldığı» ve insanın Allah'ın yeryüzündeki «halifesi» olmakla şereflendirdiği bildirilir. Bu sebepten şairlerimiz insanı «âlemin özü» olarak gönüllere işlerdi. İnsan güzel, insan ulvî, insan sevgi ve saygıya değerdi. İlâhi tecelliler, bu «çamur dünya» üzerinde pırıl pırıl bir «ayna» gibi duran insanın gönül ve şuuruna ulaşırdı.
Sonra birşeyler oldu. Bazı insanlar, her ne hikmetse, «İnsan efsanesini yıkmaya» karar verdi. Daha 18. yüzyılda J. J. Rousseau, Müsavatsızlık Üzerine Nutuk adı ile dilimize çevrilmiş kitabında: ««tefekkür halinin tabiata aykırı bir hal olduğunu, tekemmül eden insanın soysuzlaşmış bir hayvan olduğunu» iddia ederken, Montaigne, Denemeleri'nde, insana «hasta hayvan» sıfatını yakıştırıyordu. Öte yandan, S. Freud, insanın, hayvani insiyaklarının üstünde, ulvi değerlere ve hayat tarzına tırmanışını «süblimation» adını verdiği patolojik (marazı) bir mekanizmaya bağlamaya çalışıyordu. 19. yüzyıl marksistleri ise «tek değer emek» sloganı ile insanın «kol ve kas gücünü» esas alarak «proletaryayı» (kol işçisini) güya yüceltiyorlardı. Zaten materyalizmin ünlü psikologu (!) İvan Pavlov, insanda ruh, şuur, irade gibi kavramları reddediyor, insanı sadece refleksler kompozisyonu tarzında inceliyordu.
Bu gayretler ilim adına da sürdürülüyordu. İnsan efsanesini yıkmak isteyenler, acaip teoriler geliştirerek insanın Âdem-oğulları olmadığını, hâşâ peygamberleri tekzip gayreti ile bizzat ilme ve veraset kanunlarına ters düşen teorileri propaganda ediyorlardı. Nerede ise, kavunu kabağın, leyleği serçenin, çınarı maydonozun «evrimleşmesi» ile açıklayacak ve savunacak bu adamlar, insanı şu veya bu hayvana bağlamak yoluna giriyorlardı.
Artık bütün dünya, nerede ise «en uygar hayvanız biz» şarkısını koro halinde söylemeye hazırlanıyor. Mahkeme kararı jle 1978 Türkiye'sinde «Eurovision yarışmasına» hak kazanan bu «beste» jüri tarafından ikinci değil de birinci ilân edilse idi, belki dünya, bu imkânı daha çabuk elde edecekti.
Evet, evet, materyalist dünyada, insan, kendini kaybetmek üzeredir. Dr. A. Carrel'in «İnsanlar uyanın» çığlığı uyuşturulmuş, ve şartlandırılmış beyinlere artık ulaşmıyor. Çılgın bir müziğin refakatinde insanlar, bir yerlere doğru sürüklenip götürülüyor.

HÜR İNSAN

Sayılarda anlaşmak kolaydır da, kelimelerde ve kavramlarda anlaşmak zordur. Bu sebepten ilim adamları, matematiği yalnız bir ilim olarak değil, «metodoloji» olarak da ele almışlardır.

Günümüzde «hür insan» (özgür insan), «tutsak insan» sözünün çok ve sık kullanıldığına şahit oluyoruz. Eğitim insanı «özgürleştirmeli, tutsak etmemelidir» kabilinden beyanlara ve yazılara sık sık rastlar olduk.

Gerçekten nedir hürriyet? Hangi insan «hür» hangi insan «tutsak»tır? Eğitim, insanı nasıl «hür» yine nasıl «tutsak kafalı» edebilir?

Hürriyetin gerçekte birçok tarifi ve yorumu vardır. Felsefede «hürriyet, etkisiz tepki yapabilmektedir». Yani insanın, hiçbir dış etkiye maruz kalmadan, hiçbir zorlama olmadan, kendi iradesi ile davranabilmesidir. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü her yaratık gibi, insan da çok faktörlü bir determinizme bağlıdır, insanı da faaliyete zorlayan biyolojik «psikolojik, tabii, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sebepler vardır ve insan davranışı bunlardan bağımsız değildir. Bugün, ister politika meydanında, ister politika dışında konuşan, yazan ve beyanat veren hiçbir kimse yoktur ki, böyle bir determinizmin dışında bulunsun. A ve B adındaki iki şahıs, bir konuda inandıkları düşüncelerini ortaya koyarken, birbirine zıt düşebilirler. Söyler misiniz, bunlardan hangisi «özgür», hangisi «tutsak» insandır? Her ikisi de, bu cemiyetin çocuklarıdır, her ikisi de aşağı yukarı aynı eğitimden geçmişler, her ikisi de içinde doğup büyüdükleri sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ortamdan etkilenmiştir, fakat farklı kadrolarda yerlerini bulmuşlar, şimdi karşılıklı geçmişler «sen tutsak insansın», «ben özgür insanım» mı demektedirler? Yadırgadığımız nokta şurasıdır : Eğitilmiş her insan, etkilenmiş ve bu etkileri şahsiyetinde yeni bir terkibe ulaştırmış kimsedir; dolayısı ile kendinden çok cemiyetinin mahsulüdür. İnsanın, kendi şahsiyetinde çok az payı vardır. Hürriyet, yoksa bu payın adı mı?

18. yüzyıl Avrupası'ndan dünyaya yayılan bir «liberte» (hürriyet) çığlığı vardı. Bu çığlık, o tarihlerde ve bir yüzyıl sonra bile, «ferdin toplumdan kopardığı ve koparmak istediği alternatifleri» ifade ediyordu, Kişi, toplumunun koyduğu politik, dini, ahlâki, hukukî, fikrî,... normaların sertliğinden şikâyet ediyor. «Sosyal kontrolün» baskısını hafifletmek istiyordu. Liberal adam (özgür insan), «toplumun sansüründen» rahatsız olan, «özel hayatına» değer veren ve kendini yaşamak isteyen bir tipti. Alman fikir adamı Nietzsche (Niçe)'de, «sürü'den kurtulmak», «topluma tapınmaktan» kaçmak, «ego»yu tanrılaştırmak biçiminde ortaya çıkan, önce «individüalizme» (ferdiyetçiliğe), sonra da anarşizme varan bu hürriyet (özgürlük) anlayışı, sert toplumcu reaksiyonlara ve direnişlere vesile olmuştur. Şu halde hür insan (özgür adam) «cemiyete kafa tutan, onun din, ahlâk, hukuk ve töresine» ters düşen adam da olamaz.

Şu halde kimdir hür insan (özgür insan)? Hep düşünen, araştıran, kritik eden, karar vermekte acele etmeyen, karar verdikten sonra azim ve sebat göstererek yolunda yürüyen kimse midir? Buna, belki diyebiliriz. Ama bir şartla, düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme vetiresine yön ve biçim veren hareket noktasını bilmek kaydı ile. Çünkü felsefe tarihini dolduran fikir adamları, politika sahnesini kaplayan kişi ve kadrolar düşünme, araştırma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yürüme gibi zihni ve ekli fonksiyonlara mutlaka yer veriyorlardır, fakat çıkış noktaları ve bunlara yön veren prensipleri farklıdır. Bununla beraber, her biri bir diğerini «tutsak kafalı» olmakla itham edebilir. O halde önemli olan hareket noktasını seçmekte midir? Yani hür insan (özgür insan) ilk adımını sağlam atan insan mıdır? Ferdi, ahlâk anlayışının temeline olan Nice mi, yoksa ahlâk anlayışının temeline toplumu oturtarak bir vazife şuuru ile hareket etmemizi isterken E. Durkheim mi sağlam adım atmıştı? Bunlardan hangisi «özgür kafalı» hangisi «tutsak' kafalı» idi? Görülüyor ki, bu da çıkış kapısı vermiyor.
Türk - İslâm ülküsü açısından durum daha farklı bir biçimde ele alınmalıdır. İslâm dünyasının yetiştirdiği ünlü ilim ve din adamlarından. îmam-ı Kuşeyrî (milâdî: 985-1074), (esas adı Ebül Kasım Abdülkerim Bin Havazin'dir), Risale-i Kuşey-rîyye adlı kitabında hürriyeti, «Allah’tan gayrısına kul olmamak» biçiminde tarif eder. Bu anlayış, Islâmın hürriyet tarifini özetler. Gerçekten de müslüman, Allah'tan gayrısına kul olmaz ve hareketlerine Allah'ın rızasından başka bir çıkış noktası aramaz. O ««egosunu» da, toplumu da putlaştırmaz. Bu sebepten objektif ve sübjektif bütün sahte mabutları kafasında ve gönlünde kırar, mutlak varlık olan Allah'tan gayrı ilâh tanımaz. İslâm'ın «Allah'tan başka ilâh yoktur» parolası, insana hür olmanın da sırlarını verir.

Bütün bunlardan sonra denebilir ki Türk-İslâm ülküsünde hürriyet, «Allah'tan başka ilâh yoktur» ölçüsü ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhteşem cümleyi öğreten yüce ve şanlı peygambere selâm olsun.

FİKİR SİSTEMİ

Ülkemizde, nasıl meydana geldiği ayrı bir tartışma konusu olan «kavram kargaşalığı» belâsı yüzünden, gerçekten anlaşmak zorlaşmıştır. Sistem, doktrin, program, plân, strateji,... gibi kavramlar içice girmiş, çok defa birbirlerinin yerine kullanılır duruma getirilerek zihinler karıştırılmıştır. Oysa, bunlar farklı şeylerdir.

Herşeyden önce fikir sistemi, belli bir çıkış noktasından hareketle, aklın kanunlarına ve aklın metodlarına göre sistemli bir zihni araştırma yoluyla «bilgi problemine» (bilginin menşei, bilginin değeri, hakikat problemi gibi konulara), «varlık problemine» (varlığın mahiyeti, esası nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlık tek midir, çok mudur, zaman, mekân ne demektir? gibi sorulara), «fiil (actlon) problemine» (hürriyet, kader, determinizm, irade ve sorumluluk gibi konularda) kendi arasında tutarlı bir genel bakış ve yorum getirmeyi ifade eder. Felsefe, sıra ile «bilgi teorisi» (Epistemologie), «varlık teorisi» (Ontologie) «fiil (aetioni teorisi» adını verdikleri konularda, kendi içinde tutarlı bir yorumlama biçimidir.

Peygamberler, bu konularda «vahyin rehberliğindeki bir akıl ile» filozoflar ise, kendi kendini kurtarmayı iddia eden bir «trajik» akılla çözüm ve yorum getirmeye çalışmışlardır. Peygamberler ve veliler, akıl ve düşünmeyi değerli buldukları halde, yukarıda saydığımız konularda, bu kaabiliyet'erimizin, insanları tatmine ve huzura kavuşturacak bir güçte olmadıklarını belirtiyorlar. Filozofların, bütün felsefe tarihinin incelenmesinden de görüleceği üzere, birbirleri ile boğuşup durduklarını, «akıl ve aklı yıkarak» bugüne geldiklerini, insanlara «iman ve huzur» yerine, şüphe ve tedirginlik getirdiklerini haklı olarak ortaya koyuyorlar. Dinimiz, insanların, bu konuda da, Allah'ın «yardım ve merhametine muhtaç olduklarını», peygamberlerin bu sebeple gönderildiğini, bu problemlere «vahyin» yardımı ile ama yine akılla ve düşünerek ulaşılabileceğini ısrarla belirtir. Gerçekten de «vahyin aydınlığını yitiren» bugünün, çeşitli renkteki felsefî akımları içinde «bunalmış insanını» gördükçe bu hakikat daha iyi anlaşılmaktadır.

İslâm'a göre, «tam akıl», Allah'tan gayrisini bağlayan «sün-netüllah»tır, «âdetullah»tır. Buna «akl-ı küll» de denir. Akl-ı küll, bütün yaratıkları içten ve dıştan kuşatan ve dizginleyen «âlemşümul» nizamdır. Bu nizamın sırları ve incelikleri, çok üstün ve seçkin yaradılışa sahip peygamberlere vahiy ile verilmiştir. Bu sebepten, en yüce insan olan Peygamberimiz (O'na selâm olsun), «akl-ı küll» sahibi idi. Bütün varlığı, bütün kıpırdanışları «tevhid» nuru ile çözüyordu. Peygambere inanmayan ve beşer tarihi içinde bir gerçek olan «peygamberlik görevine» inanmayan bir «akla», bu söylediklerimizi kabul ettiremezsiniz. Tevhid nurunu kaybeden bu «akıl kırıntıları», kendilerini bunaltmaya mahkûmdurlar.

Tevhid nurundan habersiz kalan «akl-ı cüzz» sahipleri, cılız idraklerinin kandillerinde, şuurlarını daralmaktan öte birşey bulamadılar. Yahut, onlar, «Zifiri karanlık bir gecede, şimşeklerin ve yıldırımların kısa süreli aydınlığında yol bulmaya çalışan kimseler» gibi şaşkın ve tedirgin kaldılar. İslâmda, böyie bir akıl çabasına «akl-ı sakim» adı verilir. Akl-ı sakim, dar nefsaniyete bağlı bir idrâk kösteğidir.

Akl-ı selim ise, «vahyin sahasında» at koşturmak yerine, bir <kitab-ı ekber» olan âlemdeki varlıkları ve olayları, mutlak varlık olan Allah'tan idrâkimize ulaşan «mesajlar» durumunda ele alır, «tevhidin ışığında» onları anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Dinimiz, asla aklı susturamaz, onu, Mevlâna Celâled-din-i Rumi'nin deyimi ile «parça akıl» olmaktan kurtarır, nefsin (ego'nun) karanlığından «tevhidin nuruna» çıkarır; düşünmeye ve araştırmaya ('bir ibadet» aşk ve huzuru getirir. İmam-ı Gazali ve imam-ı Rabbani ve daha niceleri, işte bu suretle çalışan, düşünen ve dünyanın hayranlığını toplayan velilerimiz ve mütefekkir- lerimizdir. Türk - İslâm Ülkücülerinin «fikir sistemi» Allah ve Resulünün çizgisinde yürüyen «akl-ı selim» sahibi, bir yüce veliler ve mütefekirler kafilesince yoğrulmuştur.

Kara ve kızıl renkli filozoflar, ister materyalist, ister idealist, ister spiritüalist... olmak iddiasını taşısınlar, Batı'lı insana ve onların yolunda gidenlere birşey veremediler, ıstıraplarına çare bulamadılar. Bugün ya kopkoyu bir materyalizmin, ya tedirgin edici bir şüpheciliğin girdabında boğulan, yahut bir «felsefesiz-lik felsefesine» sığınarak intihar etmek korkusu ile «varolmaktan öte bir saadete yol bulamayan ve tam bir «felsefe sefaletine» yuvarlanan kara ve kızıl dünyadan ve onların filozoflarından bizlere bir hayır gelmeyecektir.

Fikir sistemi etrafında şimdilik bu kadar duralım. Doktrin, program, plân ve strateji kavramları ise «fikir sisteminin» ışığında içinde bulunduğumuz zamana, mekâna ve şartlara göre giderek detaya inen sosyal, kültürel ekonomik ve politik hedefler, çalışma şekilleri ve uygulama metodlarını ifade eder. Sistem çok uzun sürelidir, hattâ esasta hiç değişmez, fakat doktrin daha esnek program ise çok dinamiktir. Planlar ise her an değişebilir. Strateji ise şartlara göre bunlar arasında birlik, bütünlük ve uyumu sağlamayı ve kurabilmeyi esas alan prensipler manzumesidir.

İNSANLARIN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNE İHTİYACI VAR

Bu ihtiyaç, o kadar köklüdür ki, İslâm dünyasında «bir tefekkür tarihi» ve bütün dünyada ise koskoca «bir felsefe tarihi;; doğmuş bulunmaktadır. Tarih ve günümüzdeki gerçekler bize gösteriyor ki, insanlar, araştırmak, düşünmek, inanmak zorundadırlar. Bu ihtiyaç âlem-şumuldür. Hiç kimse, uzun müddet şüphede, kararsızlıkta, boşlukta duramaz. İyi - kötü, doğru -yanlış herkes birşeylere inanır, geniş veya dar herkesin bir «dünya görüşü» vardır.

İlmi felsefeden ayrı olarak varlık, bilgi ve irade problemleri üzerinde çalışan, insan ve «insanötesi» üzerinde, toptan bir tefekküre ulaşmak isteyen «bütüncü» bir zihin çabasına genel felsefe» diyoruz. Bugüne kadar gelen «felsefe tarihi» ve İslâm'da, felsefî akımlar karşısında görüşlerini ortaya koyan «iIm-i kelam», daha çok bu türden zihnî çalışmaları yansıtmaktadır.
Genel felsefe, yalnız bilgi dallarındaki gelişmelerin ışığında, bir dehânın zekâsı ile çağın seviyesine uygun genel bir senteze ve sisteme ulaşmaya çalışmaz, bir bakıma «insan bilgisinin ilmini» yapmaya çalışır.

Günümüzde, ilimlerin çok fazla çeşitlenmesi, ihtisas alanlarının daralması bu sentezi başarmak hususunda insan zekâsına büyük güçlükler getirmekle beraber, zor olsun, kolay olsun, bu işin başarılması konusundaki çalışmalar devam edecektir ve etmektedir. Çünkü, bu durum, böyle bir senteze ulaşma ihtiyacını azaltmak yerine daha da çoğaltmış bulunmaktadır.

İnsan fert ve grupları, içten bağlanacakları ve kendilerini mutlu kılacak «bir inanç ve dünya görüşü istemektedirler» Bütün zaman ve mekânların insanı bu ihtiyaçla kıvranmaktadır Bugünün insanını düşünmekten alakoymak için kurulan tuzaklar, (çılgınca danslar, delice müzikler, arenaya döndürülen stadlar, kumar, fuhuş ve uyuşturucu madde evleri...) herşeye rağmen «düşünen ve inanan insanı» henüz tamamen yıkamadı, yok edemedi.

«ilmi felsefe» ile, olaylara ve varlıklara, bizzat olayların ve varlıkların «objektif verileri» ve ilişkileri ile yaklaşmak, yorum yapmak ve objelerin dili ile düşünmek esas alındığı halde, «genel felsefe» ile bilgi ve varlığın, insan idrakinde ve varlığında «senteze» ulaşması ve bütün varlık tezahürlerinin, belli bir sistem içinde «insanda seyredilmesi» esastır. Böyle bir tefekkür, insanın kendi varlığını, bütün varlık tezahürlerine «ayna yapması» ile doğar.

Varlık âleminde, büyük küçük, canlı cansız her varlık, bir radyo vericisi gibi «kendi dili ile» yayın yapar, kendi verileri ile âdeta kendini anlatır, insanoğlu ise, idrakini ve zekâsını bir «anten» gibi kâinata germiş olup bu varlık tezahürlerinden gelen verileri toplamakta, bunları kendi diline tercüme ederek yorumlamaktadır. Bu idrak ve yorumların sayısı da «idrak edicinin» idrak ve zekâsına göre çeşitlenmekte ve çoğalmakta...

Bir tarafta, bütün tezahürleri ile varlık, öte tarafta insanın zekâ ve İdraki bulunmaktadır. Kısacası, «insan» ve «insanötesi» ikilisinden «bütüncü»bir bilgi ve yoruma ulaşma
çabasına isterseniz «felsefe», isterseniz «tefekkür» diyebilirsiniz. İnsan, kâinatın ve bütün varlık tezahürlerinin «gözlemcisi», insandan gayrı herşey de «insanötesi»dir.

Bütün bunlardan sonra bilinmelidir ki «vayhin» ve «tevhid»-in nurundan mahrum bir akıl, böyle bir sentezi kurmada daima başarısız kaldı.

BATI FELSEFESİNDE, VARLIĞIN MAHİYETİ VE BİLGİNİN KAYNAĞI

Biz, genç okuyucularımıza, Batılı düşüncenin esaslarını kısaca anlatacağız. «Vahyin aydınlığından» kaçarak kendi «idrakini» gerçeğin mihengi sanan, Nietzsche' (Nıçe) nin «trajik Adamı», yani, bir bakıma Batılı filozof, saçlarını ve sakalını yolarak düşünüyor: Acaba bilginin kaynağı objeler (eşya) mı, yoksa «.insan zihni» mi? işte, her rengi ile Batı filozofisinin dimağını eriten, çatışmalara sebep olan, koskoca «felsefe tarihini» meydana getiren «temel soru.» bu olmuştur. Evet bilginin kaynağı, «objet»mi, yoksa «sujet» mî? Varlığın mahiyeti nedir?

Bilginin kaynağı, objelerdir, diyenler de kendi aralarında anlaşamadılar, çeşitli ekollere bölündüler. Genellikle «empırıcme» (amprizm = tecrübecilik) adını alan bu tür düşünce sahipleri, sahip olduğumuz her türlü bilginin ve bizzat insan şuurunun «dış âlemden» gelen tesirlerle kurulduğunu ve yoğrulduğunu savundular. Hobbes, Epikür. Condülac, gibi filozoflar Ksensuaüst» (ihsascı) bir ekol geliştirerek «bilgimizin ilk unsurları duyularımızdır, zihnimizde ne varsa dışarıdan gelmektedir, dimağımız, boş bir levha gibidir ve gelen ihsasları (duyuları) kayd eder.» Locke, Hume, Stuart Mili, bu düşünceleri çok az değiştirerek, dışardan gelen uyaranların «peşpeşeligi» demek olan '(association) kavramını kabul ederek aklın bu mekanikliğine uyarak kurulduğunu savundular. Bu arada, Batı'da pozitivizmin doğduğuna şahit oluyoruz, Auguete Comto, zihin, olayları, yine olayların verileri i!e kavrayabilir, o, «Mutlaksı kavrayamaz; Mutlak, ilmimizin dışında kalır, bu «sebepten varIık problemi» (ontoloji) üzerinde araştırma yapmak imkânsızdır pozitif düşünceye ulaştıktan sonra, insanın «metafiziğe» ihtiyacı kalmaz, çağımızda metafizikçinin yerini «ilim adamı» alacaktır, diye düşünür. İzleyicisi Littre de, Auguste Comte gibi, Mutlak'ın kavranamazlığını doğru bulmakla beraber. «Mutlak Varlığı» kabul eder, ancak bilgimizin «mutlak âlemin» içinde değil kenarında kaldığını itiraf eder. Hipolite Tain, şuurumuz için var olan bilginin yalnız «fenomenlerden» gelen duyulardan ve bunların birleştirilmesinden ibaret olduğunu, bunun dışında birşey bilemeyeceğimizi savunurken, S. Mili ise, insan zihninin ancak tecrübe ile bilebileceğini, onun ötesine geçemiyeceğini belirtiyordu.

Demokrit ve Epikür ile başlayan «materialisme» (maddecilik), Cabanis, Bühner, Haeckel,... gibilerle günümüze kadar ulaştı. Cabanis: «Hazım nasıl midenin bir fonksiyonu ise düşünce de dimağın bir fonksiyonundan başkası değildir» derken, Haeckel de insanın, bir madde ve enerji yığınından başka birşey olmadığını, sonsuz bir mekân ve zaman içinde daimi bir değişim içinde bulunan madde, yoğunlaşıp çözülerek her türlü oluş ve yuğruluşa kaynak olmaktadır, bütün ruh: olaylar, maddi olayların bir tezahüründen ibarettir, bilginin kaynağı da, bilgiyi tayin eden de maddedir. Modern materyalizm halen bu noktadır.

Bilginin kaynağı, insanın zihni ve şuurudur, diyenlere gelince, onlar da kendi aralarında anlaşamadılar, farklı ekollerde toplandılar. Genellikle «rasionalisme» (akılcılık) adını verebileceğimiz bu akımın filozofları,eşya ve olayları, bilginin temeli değil,belki sebebi saydılar ve bilgiyi tayin eden gücün insan zekâ ve şuuru olduğunu savundular.Sokrates ve Platon'la başlayan bu görüş günümüze kadar çeşitli adlar alarak gelmiştir.İdealizm,
sipiritüalizm,hatta rölativzm ve septisizim bu görüşün çeşitli görünüşlerini ifade ederler

Eski Yunistan'ın ünlü filozofu Sokrates, insan bilgisin «tecrübe öncesi (a priori) ve «deductif» (tümdengelime ait) bir karakteri olduğunu savunuyor, insan aklının «mutlak hakikati» kavrayacak güçte ve buna hazır bir biçimde yaratıldığını belirtirken, talebesi Platon, gerçek, «idea» (küllî ve zaruri fikirlerdir. Objeler itibarî (relatif) dir, «idea»lar ise tam ve mükemmeldirler. Platon'un talebesi Aristoteles ise, bilginin iki türlü olduğunu, hem tecrübeden, hem de akıldan kaynaklandığını —kendinden çok sonra gelecek E. Kant'ı hatırlatacak bir biçimde— ortaya koyar. Descartes, bilgilerimizin hem objektif, hem de «mutlak» bir değer taşıdığını iddia eder, duyular kanalıyla aldığımız verilerin aklî prensiplerle düzenlendiğini belirtir. Aklî prensiplerin ise Allah vergisi olduğunu savunur.

İdealizmin en tanınmış taraftarları Berkeley, Hume, Kant, Scheiling, Hegel, Schopenhauer'dir. idealizmi daha da hassaslaştırarak spiritüalisme (ruhçuluk) biçiminde ele alan H. Bergson'dur. Bunların düşüncelerini kısaca özetlersek, Berkeley'e göre: duyularımız sübjektiftir, duyularımıza gelen verilere «madde- adı verilemez; çünkü madde adı verilecek «bir cevher» yoktur. Bütün varlıklar ruhlar ve fikirlerden ibarettir, idrakimize yön veren Allah'tır. Berkeley'in bu görüşüne «sübjektif idealizm» yahut (immaterialisme) adı verilir. Hume, Berkeley'in düşüncelerini daha da ileri götürerek, bütün varlık ve tezahürleri «şuur olaylarına» irca etti, hem maddeyi, hem de «Mutlak Varlığı» inkâr etti E. Kant. bilgimizin izafi olduğunu savunurken dış âlemden gelen duyuların verilerini, zihnimiz kendi bünyesi içinde değiştirir görüşünü savundu. Zihnin kategorileri şahsi değildir, küllidir. Fenomeni (görünüşü) anlamak elimizdedir. Numen'i (asıl gerçeği) anlamak elimizde değildir, diye düşünen Kant, «pratik akıl» için «metafizik imkânını» kabul ederken «teorik akıl» için "bu imkânı reddediyordu. Schelling ise, «mutlak» ile «aklı» aynı değerler olarak kabul ediyor, tabiatın ve insan zihninin, aynı anda hem objet, hem de sujet olduğunu, ancak tabiatın daha objektif, insan zihninin daha sübjektif- olduğunu savunuyor. Ona göre mutlak yahut akıl. tabiat ve zihnin sentezini değil ayniyetini ifade ederler. Hegel ise. tabiat ve zihni, Mutlak’ın eseri kabul eder, ancak bu «Mutlak Fikir»dir. Çünkü fikir ile varlık aynı şeydir. Fikir, oluş halindedir, yokluk yoktur, yalnız oluş vardır. Fikir hareket halinde iken tez, antitez ve sentez safhalarından geçer. Fikir varlıkta vardır ve tez adını alır. Sonra zıddı ile karşılaşır tabiat adını alır bu antitezdir.Bu sentez yeni bir tez olur ve antitezi tarafından yıkılır, bu, böyle devam eder. Hegel, bu düşüncesini tarih olaylarının yorumlamasına tatbik ederek «Tarihî İdealizmin Diyalektiğini» ortaya koyar. Sonradan K. Marx, Hegel'in bu düşüncesini ters çevirerek «Tarihî Materyalizmin Diyalektiğini» kurduğunu iddia edecektir. İdealistlerden Scohopenhauer ise, varlığın temelini «irade» olarak görür. Kâinat iradeden başkası değildir. Her varlık bir iradedir ve irade her varlıktadır. Madde, iradenin şuursuz halidir, bütün kıpırdanışlar «İrade» ifade eder. Bütün iyiliklerin ve kötülüklerin kaynağı «yaşama iradesidir», mutlak olan bu iradedir. Zihin, yaşama iradesinin insandaki görünüşüdür, zihin kâinatın kendini değil, görünüşünü verir. Mutlak iradenin en önemli eseri varlığımızdır, kendimizi inceliyerek âlemi tanımaya çalışmalıyız, diye düşünür.

Yunanlı filozof Platon, insandan önce var olan ve ölümden sonra da devam eden, maddeden ayrı bir ruha inanırken, Aristo, ruhun maddeden doğmadığını, ancak madde ile beraber bulunabileceğini savunur. Descartes, ruh ve bedeni bir diğerine paralel fakat farklı mahiyette bulur. Leipniz de aşağı yukarı böyle düşünür, o ancak ruh ile beden arasındaki ahengi ezeli ve ilahî iradeye bağlar. Mclebranche, zahiren, düşünen ve karar veren insanmış gibi görünse de gerçekte bu işi yapan Allah'tır. Allah'ın iradesi esas, insanın iradesi vesiledir. Spinoza ise, ruh ve bedeni bir tek cevherin tecellileri olarak yorumlar Bu tek cevher ise, Allah'tır. Beden ve ruh arasındaki paralellik, aynı kaynaktan gelmiş olmaları ile anlaşılır. Fichte de ruhu bedenden ayrı olarak görür. Ravaisson'a göre de, kâinata hâkim olan güç ruhtur, şuurumuz ve zihni kaabiliyet'erimiz ruhun mahsulüdür, ruh ölmez, H. Bergson'a göre, ruh ve madde birbirine irca edilemez. Ruh keyfiyet, madde kemiyet halindedir, ruh hürriyete, madde zarurete bağlıdır. Ruh, madde ile temas kurarken bir taraftan onun kalıplarına katlanarak zekâ, ilim ve kategorilerin doğmasına sebep olurken, diğer taraftan da oradan bir «hayat hamlesinin» fışkırmasına vesile olur
.
Hiç şüphesiz. Batı filozofisi bu kadar basit bir izahın içine sığmaz. Lâkin anlatmak istediğimiz şudur, felsefe, aklı araştırmaya sevkeder, fakat insana fert ve toplum olarak huzur ve mutluluk veremez. Bunu filozoflardan beklemeyiniz. Bize saadetin sırlarını yüce peygamberler kadrosu (hepsine selâm olsun) vereceklerdir.

İKİNCİ BÖLÜM
DİNİMİZ İSLÂMİYET

PEYGAMBERLER, FİLOZOF DEĞİLDİR

«Felsefe» ayrı şeydir. «Din» ayrı şeydir. Bunlar arasında fark bulamıyanlar, ya cahildir, yahut ard niyetli...
«Akıl» ile «Vahiy» arasındaki farkı kabul etmeyenlere «filozof» ile «peygamber» arasındaki farkı kabul ettiremezsiniz. Bütün idrakini, beş duyunun sınırları içinde «tutsak» eden ve kendini aşma cehdini duymayan bir akıl, «renkleri idrak edemeyen bir kör» gibidir, ona boşuna «sezgiden, ilhamdan, vahiyden» söz etmeyin. Unutmayınız, «peygamberlere iman etmeyen kimse» mümin değildir. İslâmın «basiretinden» mahrumdur. Oysa, filozof ile peygamber arasındaki fark, inkâr edilemez.

Peygamber «din» kurucusu, filozof «sistem» sahibidir. Din, vicdanı «iman» ile, aklı tefekkürle. cemiyeti getirdiği «norm»larla besleyen ve kavrayan bir ilâhî nizam» dır. Felsefe ise, vicdanları etkilemeye, cemiyete «norm» getiremeyen, sadece aklı, bir «sistem içinde» düşünmeye götüren bir zihin çabasıdır.

Filozof, varlığın mahiyeti, bilginin doğuşu ve kaynağı, hareket ve iradenin sebebi üzerinde belli metodlar ve kanunlar içinde düşünür. Varlıkları ve oluşları, beş duyunun verileri ile yorumlar, kendini tatmine çalışır. Gücüne göre, az veya çok «bir entellektüel zümreyi» de peşinden sürükleyebilen filozoflar da vardır. Filozofun «sistemi», kendi düşüncesi ile varlık, bilgi ve irade konusunda geliştirebildiği ve kurabildiği bir sentezi ifade eder.

Filozofun geliştirdiği bu sistem, «şüphe» ile kurulmuştur; aklın tereddütleri törpülene törpülene gelinen nokta, filozofun «idrakinin sınırı»dır. Bu, bir bakıma aklın sustuğu, fakat «sonsuzluğa» hasret duyan insan şuurunun tedirgin olduğu noktadır.

Filozofun, determinizme ve objektivizme bağlı «buz gibi» bir akıl ile gelebildiği nokta, belki organizmamıza yeter, fakat ruh ve vicdanımız, «şuurumuzu» sonsuzluğun, tükenmezliğin, «mutlak hakikatin» ateşi ile tutuşturur. Âleme, «buz gibi bir bakış» ile değil «şefkat, merhamet ve aşk» ile yönelen bir «göz ve gönül» arar. Peygamberlerin ve velîlerin ellerindeki sıcaklığı, filozofun «soğuk» ellerinde bulamazsınız. İnsanlık bu sebepten peygamberleri daima, folozoflara tercih etmiş ve onların etrafında toplanıp kenetlenmiş, onları canlarından aziz bilmiştir.

Peygamberler, akla değer verir, düşünmeyi ibadet sayar, fakat insan aklının ve idrakinin sınırlı bir güce sahip olduğunu da bilirler. Beş duyumuzun, olayların ve varlıkların kabuğunda dolaştığını, ulaşabildiği bilgilerin itibarî olduğunu, vicdanı şüpheden kurtarıp «imana» götüremediğini, bu sebepten aklı aşan bir bilgi yoluna, «vahye» muhtaç bulunduklarını, kendilerine doğuştan verilen çok yüce bir idrak gücü ile kavramışlardır.

Filozoflar, aklın ve şüphenin doğurduğu girdapta bunalırken, peygamberler iman ve aşkın huzuru içindedirler. Filozof, kendine ulaşan verilere acaba «eşyadan mı, yoksa zihinden mi geliyor?» diye şüphe ile yönelirken, peygamber, ister eşyadan, ister tabiattan, ister canlıdan, ister cansızdan gelsin, her varlığı ve veriyi «ilâhî bir mesaj» olarak okur. Filozof «kesrette» bunalır, peygamber «tevhidde» mutlu olur. Filozofun idraki determinizmin dişlileri arasında ufalanırken, peygamber «sünnetüllahı» hayranlıkla seyreder.

Kültür ve medeniyette filozofların etki ve rolünü küçümsemek istemiyoruz. Ancak kültür ve medeniyetlerin doğuş ve kuruluşlarında peygamberlerin» rolünü ve değerini küçümsemeye kalkışanları uyandırmak istiyoruz. Tarihi inceleyiniz, kültür ve medeniyetlere, hiçbir filozof, peygamberlerin getirdiği ruh ve heyecanı getirmemiştir. Beşer tarihinin en önemli simaları daima peygamberler, en çok okunan kitapları ise «mukaddes kitaplar» olmuştur. Kültür ve medeniyetler, «mukaddes kitapların» ışığında kurulup gelişti. Tarihte, asla «lâik» bir medeniyete tesadüf edemezsiniz.

İNSAN, KENDİNE YETMİYOR

Allah'tan başka hiçbir varlık mükemmel değildir. Bütün yaratıklar âciz, sınırlı ve fânidir. Bununla beraber, mükemmelliğe, sonsuzluğa, ölümsüzlüğe en fazla ihtiyaç duyan canlı, galiba insandır. Yaratıklar içinde kendi aczini, cehlini ve zulmünü —kendisine tevdi edilen yüksek bir idrak gücü ile— idrak edebilen ve bu idrakle yücelere tırmanmasını bilen de yine insandır. İşte Kur'ân-ı Kerim'de (Azhab suresi, âyet 72'de) öğülen, «cehaletini» ve «zulmünü» idrak edebilen bu insandır.

Bilgi edinen varlık (sujet), insandır, bilginin konusu da insandan gayrı şey (objet) lerdir. İnsan, kendini incelemeye yöneldi mi, objet - sujet bütünleşir. Bununla beraber, insan, bilgi edinirken kendini bütün varlık tezahürlerinin dışında tutmaya çalışan bir gözlemci olmak iddiasındadır. Ama insan, düşünürken ve araştırırken bir taraftan dışa, bir taraftan da devamlı olarak kendine bakar. Kısacası, «bilinmeyi dileyen» Mutlak Varlık iradesi ile insanoğlu, kendinin ve varlığın sırrını çözmekle görevlendirilmiş...

insan bilmeye «aç» yaratılmıştır. İnsandan gayrı varlıklar, statükoları içinde hapsedilmiş gibidir. İnsandan aşağı yaratıklar «kendileri» ile yetindikleri halde, insan doymak bilmez bir «bilgi açlığı» içindedir. Yaratıkların en mükemmeli olan insanın kendisi ile yetinmemesi ve kendini aşma cehdi yadırganabilir.

İnsan, yüksek bir idrak gücü ile kendini ve davranışlarını «kritik» edebilmekte, herşeyden önce «organizmasının» kendine yetmediğine dair «bir ilk bilgiye» ulaşabilmektedir. Galiba, şuurun, en kısa tarifi, «insanın kendini ve davranışlarını kritik edebilmesi» olarak yapılabilir.

Diğer canlılar, organizmalarını ve davranışlarını kritik edememekte, kendilerine verilenle yetinmektedirler. Onlar, sesleri işitmek için kulaklarının veya antenlerinin yetersiz olduğundan, gözlerinin ve sinir sistemlerinin sınırlı bir imkân tanıdığından... habersiz görünmektedirler. İnsan ise, herşeyden önce, kendi organizmasının, organlarının ve sinir sisteminin... yetersizliğini idrak edebilmekte, davranışlarındaki kusurları görebilmekte, kendini tamamlamaya ve davranışlarını mükemmelleştirmeye yönelmektedir.

insan, maddî ve manevî varlık ve değerlerle kendini tamamlamak isterken, kendindeki eksikliği daha fazla keşfetmekte, «psikolojik açlığı» derinleşmektedir. Böylece, sonsuz, tükenmez ve mükemmel olan Mutlak Varlığın farkına varmakta, O'nu özlemeye başlamaktadır. Kendini, «ten kafesine» kapatılmış hisseden insan idrak ve zekâsı, kendi fâni, sınırlı ve izafî varlığını yırtıp aşmak istemektedir. İnsan ruhu, organizmanın dar kalıplarını bu suretle zorlamaya başlar. Âlemlere sığmayan sonsuzluk ve ölümsüzlük bütün mükemmelliği ile «bizim gönlümüze» oturur, organizmamızın ve sinir sistemimizin sınırlılığını, güçsüzlüğünü, yetersizliğini ısrarla işaret edip durmakta devam eder.

İnsan, «sıfırı» vehmeder ve ondan ürker, aksine sonsuzluğu keşfeder ve onu özler. Böylece, insanın «psikolojik açlığı», sonsuz ve Mutlak Varlık'ta var olma şuuru tarzında gelişir. Allah'la var olan insan, bu sefer Allah'ta var olmak hasreti ile yanıp tutuşmaya başlar. Bu ulaşılmaz, fakat insanı insan yapan bir Hasrettir.

İNSANÎN AÇLIĞI

Üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir açlık. Bu konu o kadar istismar edilmiştir ki, bir «açlık edebiyatından» bile söz edenler var. Açlığın ilmi de yapılmış. Açık açlık, gizli açlık, marazı (patolojik) açlık...
Bilindiği üzere, insan organizması da, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, kendine mahsus ve belli bir elementler kompozısyonu durumundadır. Bilmem ne kadar su, ne kadar kireç, ne kadar kömür, ne kadar demir, fosfor, azot vesaire gibi elementlerin dengesi üzerine kuruludur. İnsanda bu dengenin tam ve eksiksiz bulunduğunu kabul edebileceğimiz teorik durumu «homostatik denge» olarak isimlendirirler. Fakat insan, devamlı bir hareket ve mücadele durumunda olduğundan, devamlı olarak «enerji» sarfettiğinden bu denge, bir taraftan bozulurken, biz de bir taraftan eksilen elementleri tamamlamak üzere beslenmek zorunda kalırız. İşte «fizyoljik acıkma» budur. Fizyolojik acıkma «mide kazıntısı» biçiminde gözükürse «açık açlık», cilt rahatsızlıkları, tırnak çatlaması gibi biçimlerde tezahür ederse «gizli açlık» adını alır. Gizli açlığın sebebini doktorlar bulur,o bazan kolay kolay hissedilmez.

Maraz, (patolojik) açlık ise, çok defa tatminsizliklerin «telâfi mekanizması» tarzında, doymak bilmez bir iştah ile, «oburlaşmak», fizyolojik ihtiyaç olmadığı halde, «ısrarla, yemek yemek arzusu» tavrında ortaya çıkar. Genellikle sevgiye doymamış, kendini devamlı bir tehlike içinde hisseden birçok insanda bu durumu gözlemek kolaydır. Günümüzde, bu hastalığın kitjelere de sirayet edebileceğini görüyoruz. Manevî boşluğa yuvarlanan «insan gruplarında» bir «tüketim tutkusu» tarzında ortaya çıkan durumun gittikçe genişlemekte olduğunu da müşahede etmek kolaydır.Materyalizmin doğurduğu manevi boşluğu, «din ve iman karın doyurmaz» sözü ile maskeliyerek korkunç bir tüketime, made tutkunluğuna «vadiler dolusu altın verseniz yine vadiler dolusu altın istemek» kaprisine kapılarak telâfi etmek isteyenleri, madde ile doyurabilecek misiniz?

İnşanın acıkması,sadece mîdenin acıkması veya bir elementler dermesinin bozulması tarzında ele alınamaz ki. İnsanın kalbi de, kafası da acıkır. İnsan ekmek kadar, sevgiye, saygıya, hürriyete,din, ahlâk ve sanata da muhtaçtır. Hele, sınırlıyı görüp, sınırsız; ölümlüyü görüp ölümsüzlüğü, esareti görüp hürriyeti, acizliği görüp mükemmelliği, mahluku görüp Halik'i özleyen, İmam-ı Gazalî'nin deyimi ile «mahluku Halik'ın anahtarı bilen» insanı, sadece «karın tokluğuna» mutlu kılacağını sanmak, gerçekten ahmaklık olur. İnsanın şuurunda beliren,sonsuzu arama tarzında ortaya çıkan <psikolojik açlığını» ve organizmayı yetersiz bulan onu aşmaya çalışan ruhi özlemlerini, insanın kendini «sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe giden bir yolcu» olarak görmesini küçümsemek,insanı tanımamaktır.

İnsanın organizmasını, maddi elementlerle tamamlayabilirsiniz, fakat insan ruhunun ve şuurunun tatmini ve mutluluğu tamamen başka bir meseledir. İnsan için birincisi önemli, ikincisi ise çok daha önemlidir. Kapitalist ve komünist dünyada ilim, sanat, din dahi, insanı fizikman doyurmak için ya bir vasıtadan, yahut, fiziki açlık etrafında dolaşan gölge değerlerden, ibarettir. Oysa, Türk - İslâm ülküsünde, yemek, içmek, uyumak, diğer fizik ve fizyolojik ihtiyaçların tatmini, insanı ilim, sanat ve din gibi yüce değerlerde daha güçlü ve verimli kılmanın vasıtalarından ibarettir. Yüce ülküler ve hedefler için fizik ve materyal güçlere ihtiyacımız vardır. Bu sebepten yüce gayeler için maddî doyum aramak, refah istemek yüce iş sayılarak dinimizce ibadet sayılmıştır. «Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz» hükmü Allah'ındır.

İNSAN, ALLAH'I BİLMEKLE YÜKÜMLÜDÜR

insanlardan gayrı varlıklar, sanki bilmekten çok bilinmek için yaratılmışlardır. Onlar. insan gibi «bilmenin çilesini» yaşamıyorlar.

İnsandan gayrı her varlık, zarfına konmuş bir mektup gibi, kendinde yazılanlardan habersiz olup muhatabının eline ulaşmayı bekliyor. Sistemimizi aydınlatan güneş bile kendisinin farkında değil, bilmenin çilesini yüklenmemiş. İlim, insan şuurunun şanlı aydınlığında yoğrulur. Bu sebepten insan şuuru, kâinatın içine asılmış, en gerçek aydınlık kaynağıdır.

İnsan, maddesi ve bedeni ile çok küçük ve önemsiz bir varlıktır. Lâkin, kâinata ve varlık âlemine bir gözlemci olarak yönelen ruh ve şuuru ile gerçekten muhteşemdir. Bu sebepten «en güzel surette yaratılmış» ve «Allah'ın yeryüzündeki kutlu vekli» olmuştur.

İnsan, kendini incelerken, objet-sujet bütünleşir diyoruz. İnsanın idrak ve şuuru da varlık tezahürlerinden birisi olmakla birlikte, diğer varlıklardan farklı olarak yalnız bilginin konusu olarak kalmamakta, bilginin şuuruna da varabilmektedir. İnsan, varlığın ve varlık tezahürlerinin idrak ve şuuruna varan, yani bizzat varlığın üzerine kapanan ve onu kritik eden bir varlık kıvılcımıdır.

Bilgi, hiç şüphesiz, varın varla temasının şuurudur. Her bilgi, varlığı ve varlık tezahürlerini ifade eder. Yok olanın bilgisi de yoktur. İdrakimiz, yok ile temas sağlayamaz, çünkü «yok yoktur» ve yok olandan bir veri (donne) gelemez. Şu halde, yokun yokluğu esastır ve «hiçlik» tanrılaştırılamaz.

Buna göre, bütün varlık tezahürleri ve varlıklar, ancak «Mutlak Varlık» ile var olabilmektedir. Mutlak Varlığın varlığı ise mutlaktır. Mutlak Varlığın yokluğu düşünülemez, çünkü muhaldir. Mutlak Varlığın inkârı, bütün varlığı varlıkta tutan sacece Mutlak Varlık olan Allah'tır.

Allah, mevcut varlıkların ve varlık tezahürlerinin idrakimizde ve şuurumuzda meydana getirdiği izlenimlerin çok, pek çok ötesinde duran ve beş duyumuzla yakalayamayacağmız Mutlak Varlık’tır. Allah, varlığımıza «Şahdamarımızdan daha yakın» olduğu halde, idrakimize sonsuzca uzaktır.

Allah'ı beş duyu ile yakalama çabası boşunadır. Putperestlik, beş duyu ile yakalanan şeyleri «tanrı» sanmaktır. Bu sebepten İslâm'da, hiçbir objektif varlık ve değer tanrılaştırılamaz. Yine İslâm'da tasavvur edilen, hayalî ve sübjektif bir «tanrı» anlayışı da kesin olarak red edilmiştir. Çünkü, Mutlak Varlık, tasavvur edebilecek bir güçte yaratılmamıştır. Beş duyumuz ve beş duyu ile sınırlandırılmış idrakimiz, ancak, zaman ve tezahürleri idrak edebilecek ve yorumlayabilecek bir biçimde yaratılmışlardır. Bu sebepten «Mutlak Varlığı» tasavvura çalışan bir idrak, kendini «gizli şirk»ten kurtaramaz. Allah, objektif bir varlık, ve sübjektif bir tasavvur değil, yokluğu yok eden Mutlak Varlık' tır.

MUTLAK VARLIK SADECE ALLAH'TIR

Madde, hayat ve ruh, itibarî (relatif) varlıklardır, Mutlak Varlık ise sadece Allah...İtibarî ve izafî varlıklar, yokolan varlıklar demek değildir. Varlıklarını Mutlak Varlığa borçludurlar. O'nunla vardırlar, O'nunla varlıkta durmaktadırlar. İtibarî ve izafî varlıklar, ne «hiç» tirler, ne de «hep»; onlar, sıfır da olamazlar, sonsuz da olamazlar.

Hayat ve ruh konusundaki görüşlerimizi ileride açıklamak üzere, biz, şimdilik, madde ve üç boyutlu varlıklar ve tezahürlerine, neden «mutlak» gözü iie bakamadığımızı açıklamaya çalışalım.

«Mutlak» olan iki şeyden söz edilebilir: Birincisi «Mutlak Varlık», ikincisi de «mutlak yokluk». Mutlak Varlık Allah'tır, mutlak yokluk ise «yok»tur. İslâm'da Allah, benzeri ve zıddı olmayan varlıktır. İslâm, «Mutlak Varlık»ta var olma cehdini getirdiği halde, Budizm, «mutlak yoklukta» tükenme ıstırabını savundu. Oysa varlıktan hiçliğe (Nirvanaya) giden bir yol yoktur. İslâm'a göre: «Herşey Allah'tan geldi, yine Allah'a dönecektir.»

Mutlak Varlık olan Allah, sonsuz ve tükenmez varlık olduğundan üç boyuta veya üç boyutlu varlık tezahürlerine irca edilemez. Yahut madde ve tezahürleri, mutlak varlık itibar edilemez. Çünkü, üç boyutlu varlık tezahürleri sınırlı, dolayısı ile bir yerde tükenmesi gereken varlık dalgalanmalarıdır. Üç boyutlu varlık tezahürlerini istediğiniz kadar ufalayın, daima üç boyutlu kalacaklarından sıfıra (hiç'e) dönüşemezier. Yine istediğiniz kadar büyütün «sonsuzlaşamazlar». Görülüyor ki, üç boyuttan sıfıra da, sonsuza da gidilemez. O halde, üç boyutlu varlıklar ve her türlü maddî varlık, ister tek başlarına, ister toptan düşünülsünler, her durumda sınırlı varlıklardır.

Bu açıdan bakılınca, şayet kâinatımız, üç boyutlu parçacıkların ve varlık tezahürlerinin bir kompozisyonu ise, hiç şüphesiz o da sonludur ve sınırlıdır. Sınırlı varlıkları, istediğiniz kadar üstüste, yanyana getiriniz veya düşününüz, daima sınırlı kalacaklardır.Boşuna yorulmayınız, sınırlı tuğlalarla «sonsuzluk duvarını» öremezsiniz. Ayrıca, sınırlı idrakinizin sınırlarına sonsuzluk adını vermek vehminden vazgeçiniz. Kâinatımız, maddeden inşa edilmişse, mutlaka sınırlıdır. Materyalizmin bu konuda iki önemli çelişkisine işaret etmek gerekir: Birinci çelişme, sınırlı değerlerle sonsuza ulaşma çabasıdır. İkinci çelişme de, maddeyi mutlak ve temel varlık kabul ettikten sonra, aynı zamanda bunların üç boyutlu (dolayısı ile sınırlı varlık) olduklarını kabul etmeleridir. Bu durum, ister istemez onları, yoklukla çevrili varlık çelişkisine düşürecektir.

İnsan, ancak Allah'a inanmakla Mutlak Varlık şuuruna ulaşabilir; çelişkisiz «sonsuz varlık» kavramını edinebilir. Allah, mutlak varlık olarak, varlığı ile sonsuzluğu ifade ettiğinden «yokluğu imkânsız» kılmakta, «zât» ve «sıfatları» ile tükenmeyen yegâne varlık olmaktadır. Allah, sonsuz varlık olduğundan bir tanedir. Birden fazla sonsuz varlık olamaz. Çünkü, biri diğerini sınırlamış olurdu. Allah «ahad» (bir) dir. Bu, İslâm'ın vazgeçilmez, temel prensibidir.
Müslüman, beş duyu ile yakalanmayan, tasavvur edilemeyen «bir tek Allah'a» inanır ve iman, «gaybe» (gizli olana) dır. Allah, tek ve mutlak varlık olduğundan, herhangi bir yabancı etkiye maruz kalamayacağından yegâne mutlak irada sahibi olan varlıktır.

YARATIKLAR, YARADAN'ıN «MESAJLARIDIR»

Âlem, bir «Kitab-ı Ekber» (en büyük kitabı) dir. Yer ve gökler, bu kitabın sahifeleri, maddî, hayatî ve ruhî tezahürleri ile bütün varlık ve olaylar ise, bu kitaba yazılmış «mesajları» yahut Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile «âyetleri» ifade ederler. Bu büyük kitabın muhatabı da «düşünen insan»dır. Düşünen insanın rehberi de akla yol gösteren ve onu vahyin aydınlığında yürüten «Kitabullah» tır.

Madde, hayat, ruh, varlık tezahürleri olup varlıklarını Mutlak Varlık'ta bulurlar, ancak O'nunla varlıkta durabilirler. O, diledikçe vardırlar. Muhalfarz, Mutlak Varlık olmasa idi, herşey mutlak yoklukta kalacaktı, yani varlıkları muhal olacaktı. Görülüyor ki, yokluk bile ancak O'nunla «yok»tur. Allah, mutlak varlığı ile, yokluğu yokluğa mahkûm eden varlıktır. «Kur'ân-ı Kerîm'in açık hükmüne göre, «herşey O'ndan geldi, yine O'na dönecektir.»

İmam-ı Gazalî'ye göre: «Mahlûk (yaratıklar), Hâlık'ın (Yaradan'ın) anahtarıdır». Her varlık, ister madde, ister hayat, ister ruh olsun, Mutlak Varlık olan Allah'tan idrak ve şuurumuza ulaşan «âyetleri», «haberleri» ve «mesajları» ifade ederler Bunları idrâk hususunda ise insanlar, farklı gözüküyorlar. Bu idrâk, peygamberlerden «vahiy», velîlerde «ilham», mü'minlerde «basiret» ve bütün insanlarda «haberdâr» olma biçiminde derecelenmiştir.

Madde, ilâhî mesajın kâğıdı ve mürekkebi mesabesinde olup duyularımıza hitap eder. Böyle olunca, madde, Mutlak Varlıktan idrâk ve şuurumuza ulaşan veri (donne) ve uyaranların, duyu organlarımızın karakterine uyarak müşahhaslaşmasıdır. Varlık tezahürlerinin, duyu organlarımızın izafî karakteri ise ortadadır. Bu sebepten yüce peygamberimiz (O'na selâm olsun) «Rabbim bana eşyanın sırlarını aç» diye dua etmişlerdir.

Hayat, ilâhî mesajın kompozisyonu mesabesinde olup sübjektif yapımızla akraba verileri ifade eder. İdrâk ve şuurumuzun, varlık tezahürleri içinde, kendi sübjektif yapısına ve işleyişine uygun tezahürleri bulması demektir.

Ruh ise, ilâhî mesajın ihtiva ettiği mânâ olup, Mutlak Varlık olan Allah'ın emir ve irâdesinin insanla ilgisini ifade eder. Biz ruhu, materyalistler gibi, «organizmanın fonksiyonları)» olarak tarif etmeyiz. Ruh, yüce kitabımıza göre,«Rabbani emirler» cümlesindendir. Ruhun varlığı, organizmanın varlığına bağlı değildir.Ruhun sadece,organizma ile ilgisi vardır;organizmanın dağılıp yok olması ile ruh, yok olamaz. Sevgilimizden gelen «mektubun» kaybolması veya yok olması «aramızdaki ilginin» de kaybolması ve yok olması mânâsına gelemez. İlâhî mesajın kâğıdı gibi duran organizmanın çürüyüp mahvolması ile mesajın ifade ettiği ilgiyi ve mânâyı temsil eden ruh ölmez. O sevgili diledikçe vardır.

Ne madde, ne hayat, ne de ruh tanrılaştırılabilirler. Ne de O'ndan bir parça olabilirler. İmam-ı Rabbani Ahmed Faru kî Hazretleri (1561 -1624) Allah'ı «bütün varlık tezahürlerinin ötesinde» aramamız gerektiğini ifade buyurmuşlardır. Buradaki «öte» sözü zaman ve mekân içinde düşünülmemelidir. İdrâkimize gelen herşeyin, yine idrâkimizin «ötesindeki» ebedî bir hakikati koşturma şeklinde düşünülmelidir. Madde, hayat ve ruhun gerçek mahiyetleri, mutlak varlık olan Allah'ın «zât ve sıfatlarına» yaklaştıkça çözülebilir.

Allah, mutlak varlıktır. O objektif ve sübjektif hiçbir varlık tezahürü ile ifade edilemez. Sevgiliden gelen mektubun ne kendisi, ne kâğıdı, ne kompozisyonu, ne de taşıdığı mânâ «sevgiiinin kendisi»dir. Sevgili bana «şahdamarımdan daha yakın» olduğu halde, idrâkime sonsuzca uzak duruyor. Fakat, «mesajın» O'ndan geldiği muhakkaktır. İslâm'da tasavvuf,bu sırrı kurcalamaya çalışır. Mutasavvıflar «eserde müessiri gören» aşk sarhoşluğu dönemini geçtikten sonra «sevgilinin ele geçmezliği» ile geri dönerler.

BİLGİNİN KAYNAĞI ALLAH'TIR YARATIKLAR İSE, BİLGİ TAŞIYICISIDIRLAR

Daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Batı'lı filozof varlığın, mahiyeti ve bilginin kaynağı etrafında düşünürken «insan zihni» ile «eşyanın verileri» arasında yalpalamakta, amprizm ile rasyonalizm, materyalizm ile idealizm, dogmatizm ise septisizm... arasında dönüp durmaktadır. Bazan maddede, bazan ruhta karar kılmakta ve fakat bir «fasit daireden» kurtulamamaktadır.

İslâm'ın vahyin aydınlığında yıkanmış tefekkürüne göre ise, gerçek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar yani bütün «mahlûkat», Allah'ın sıfatlarının tecellileri olarak ve birer «ilâhî mesaj» olarak bilgi yüklüdürler.

Madde, hayat, ruh, Mutlak Varlıktan aldıkları bilgi yükünü kendi mahiyetlerine-tabir caizse kendi dillerine- göre, yansıtırlar. Bilginin tek ve mutlak kaynağı «Âlim» ismi ile muttasıf olan (sıfatlanan) Allah'tır. Madde, hayat ve ruh ise birer bilgi taşıyıcısıdır. Dünyamızı ve kâinatımızı dolduran objeler ve varlıklar, taşıdıkları bilgi yükünden habersiz birer mektup gibi, «Allah'ın emanetini yüklenmiş insanın» yüksek idrâkine ulaşıp çözülmeyi bekler gibidir. Müslüman, bütün varlık tezahürlerine bu gözle bakar.

Bilginin kaynağı konusunda, ampristler de, rasyonalistler de, materyalistler de, spiritüalistler de, idealistler de,... yanılmaktadırlar. Bilgiyi tayin eden ne madde, ne ide, ne ruh, ne de başka «itibarî varlık» lardır. Görülüyor ki, biz varlık ve bilginin mahiyeti ve kaynağı konusunda, şu veya bu felsefî ekole veya akıma bağlı değiliz.

Biz, felsefi mânâda, ne idealist, ne materyalist ne spiritüaiist, ne rasyonalist, ne de amprist olabiliriz. İslâm'ın tefekkürü, bütün bu boğuşmaların üstünde kalmakta; maddenin de, hayatın da, ruhun de, aklın da, tecrübenin de hakkını vererek, varlık tezahürlerinin bağrına yerleştirilmiş sırları, «ilâhi vahyin» muhteşem rehberliğinde çözmeye çalışan orijinal ve ilâhî bir tefekkür sistemidir.

Görebildiğimiz kadarı ile bir «kitab-ı ekber» olan kâinatın içine serpiştirilmiş bu «ilâhî mesajların» en önemli muhatabı insandır. O insan ki, bir hayvani hayatın üstüne sıçrayarak, «düşünmek» ve «ilim edinmek» ile emredilmiştir «Rabbim; bana eşyanın sırlarını aç» diyen yüce ve sevgili peygamberimize selâm olsun.

İNSANIN ZEKÂSI VE AKLI

Zekânın çeşitli tarifleri yapılmıştır. Kimine göre zekâ. canlıların intibak kaabiliyeti, kimine göre öğrenme gücü, kimine göre problem çözme ve münasebetleri kavrama hızıdır.
Bütün bunlarda, zekâyı, tanımaya yardım eden bir unsur bulmak mümkündür. Fakat, bizce zekâ, idrâkin tecrid (soyutlama), tamim (genelleme) ve ulvî olana tırmanma gücüdür.

İnsan, diğer canlılara nazaran daha zekidir, diyoruz. Bu insan idrâkinin, onlara nazaran, güçlü tecrid ve tanım kaabiliyetine sahip olduğunu kabul etmek demektir. Bizi çevreleyen canlı cansız varlıkların bağrına yerleştirilmiş «mesajlar», «objektif veriler» halinde duyu organlarımıza ulaşırlar, biz, yalnız onların idrâkinde kalmayız, onları tecrid ve tamimlerle mefhumlara (kavramlara), hükümlere ve düşünceye kadar işleyerek şuurumuzda yüceltiriz. Kısaca, varlıklardan, olaylardan taşan veriler, insan zihninde ve idrâkinde tasnif edilir, ayıklanır, mânâlandırılır ve yüceltilir. İşte zekâ bu kaabiliyetimizdir insan bu kaabiliyetle doğar. Araştırmacılar, zekâca ırsî faktörlerin rolünü, çevre şartlarına nazaran daha önemli bulmuşlardır. Hiç şüphesiz, çevrenin zekâ üzerindeki tesirleri küçümsenemez.

İnsan zeki bir c

Ziyaret -> Toplam : 125,03 M - Bugn : 55918

ulkucudunya@ulkucudunya.com