Mustafa Yesâri Âsım ARSOY (1896-1992)
Osman Nuri Özpekel 01 Ocak 1970
Bestekâr, hânende.
6 Ağustos 1896’da günümüzde Kuzey Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Drama şehrinde doğdu. Babası Osmanlı fetihleri sırasında Konya’dan Rumeli’ye göç eden, aynı zamanda Konyar da denilen göçmenlerden şeyh Ömer Efendi’nin torunu Berkofçalı Ömer Lutfi Efendi’dir. Ömer Lutfi Efendi, Doksanüç Harbi başlayınca (1877) Berkofça’dan ayrılarak Makedonya bölgesindeki Drama’ya yerleşmiş ve Zübeyde Hanım’la evlenmiştir. Mustafa Âsım bu evlilikten doğan sekiz çocuğun altıncısıdır. Doğum tarihi kendi ifadesine göre 1896 ise de çeşitli yayınlarda 1896-1900 yılları arasında değişen tarihlere rastlanmaktadır. Drama’da üç yıllık Nazîfî Mektebi’nin ardından Beykonağı Rüşdiyesi’ni ve yatılı okuduğu Yeni İdâdî’yi bitiren Mustafa Âsım idâdî yıllarında okulda vakit ezanlarını okumuş, aynı zamanda mahalle camiinde müezzinlik yapmıştır. 1912’de Balkan Harbi’nin başlamasıyla düşmanın işgalinden birkaç gün önce aile Drama’yı terkedip gemiyle önce Çanakkale’ye, daha sonra İstanbul’a gitti, ardından Adapazarı’na yerleşti. Sekiz yıl Adapazarı’nda oturan aile, Millî Mücadele sırasında 1920’de millî kuvvetlerin Adapazarı’na gelip otellerine yerleşmesi üzerine İstanbul’a göç ederek Fatih semtinde oturmaya başladı. Bu arada Adapazarı’nda iken Geyve civarında Çerkez Ethem kuvvetlerine katılan Mustafa Âsım 1917’de Antalya’da Millî İstihbarat Teşkilâtı adına Lloyd Triestino adlı bir İtalyan gemi firmasında acente kâtipliği yaptı. Ailesinin İstanbul’a yerleşmesi üzerine 1921’de İstanbul’a döndü ve 1923’te İzmit’te maliye memuru olarak çalışmaya başladı. Bu yıllarda bestekâr Fehmi Tokay’la tanıştı ve Zeki Ârif Ataergin ile görüştü. Tekrar İstanbul’a döndüğünde altı ay kadar Galata Gümrüğü’nde bir komisyoncunun yanında çalıştı, bir ara avukat kâtipliği yaptı.
1930’da Colombia müzik şirketiyle anlaşarak pek çok eseri plağa okudu, anlaşma otuz üç yıl devam etti. İlk plaklarında annesi tarafından gelen Büyük Türkoğulları lakabı dolayısıyla ismi Mustafa Âsım Türkoğlu diye kaydedildi, 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile aile Arsoy soyadını aldı. Solak olduğu ve udu sol elle çaldığı için “Yesâri” lakabıyla anıldı. Bu yıllarda eserlerinin başta kendisi olmak üzere Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk gibi ünlü ses sanatçıları tarafından taş plaklara okunması onun yurt içinde ve yurt dışında şöhret bulmasını sağladı. 1933’te bilirkişi olarak bir heyetle birlikte Yunanistan’a, 1938’de Batı müziği bilgisini ilerletmek ve çok sevdiği çigan müziğini yerinde dinlemek amacıyla Bükreş’e gitti, burada üç ay kaldı. 1949’da Zehra Altuğ’la yaptığı evliliği beş yıl sürdü. 1954-1955’te ve 1958’de kısa süre İstanbul Radyosu’nda stajyer ses sanatçısı hocası olarak çalıştı. 1975’te İzmir Radyosu’nda yine stajyerlere üslûp dersleri verdi. 1977’de elli yıllık gönül bağı olan Suzan Hanım’la evlendi ve bundan sonraki hayatını Erenköy’deki evinde öğrencilerine ders vermekle geçirdi. 1991’de devlet sanatçısı unvanını aldı. 18 Ocak 1992 tarihinde vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı’nda defnedildi. İsmail Hakkı Özkan’ın onun vefatına düşürdüğü ta‘miyeli tarih beyti şöyledir: “Rahmet’le üç ‘hû’ sesi geldi gece Hak’tan / Allah diye secde ederek göçtü Yesâri” (1412). Otuz sekiz yıldır yanından hemen hiç ayrılmayan, mânevî evlâdı kabul ettiği Bülent Gündem, Dârülilham Yesâri Âsım Arsoy’u Yaşatma Derneği adıyla bir dernek kurmuş ve Âsım Arsoy’un vefatına tekabül eden her beş yılda bir anma konserleri düzenlemiştir. Ayrıca Bülent Gündem, İsmail Hakkı Özkan, Fatih Salgar ve Osman Nuri Özpekel dört yıl süren bir çalışma sonucu Yesâri Âsım hakkında bir kitap yayımlamıştır (bk. bibl.).
Yesâri Âsım Arsoy bestekârlığı ve ses icracılığının yanı sıra şairliğiyle de tanınmış, son dönemin üslûp sahibi birkaç mûsikişinası arasında yer almıştır. Düzenli bir mûsiki eğitimi almamakla birlikte kabiliyeti ve zamanla edindiği birikim onu belirli bir mûsiki zevki seviyesine ulaştırmıştır. Yedi sekiz yaşlarında iken kendi çabalarıyla Çerkez armoniğiyle başlayan enstrüman merakı sonraları bağlama ve o zamanlar “dokuz telli” denilen divan sazına dönüşmüş, nihayet udda karar kılmıştır. Solak olduğundan udun mızrabını sol elle tutup sağ elin parmaklarıyla perdelere basarak çalmış ve bu icra ile plak doldurma başarısını göstermiştir. Adapazarı’nda Rehber-i Terakkî Mektebi hocalarından Recâi Bey ve bando mûsiki muallimi Muzıkalı Hikmet Bey’den nota hususunda hayli faydalanmış, mûsikiye ait temel bilgileri zekâsı ve yeteneğinin yanı sıra hocalarının rehberliğinde şahsî gayretleriyle ilerletmiştir. 1923’ten sonra İzmit’ten tekrar İstanbul’a dönüşünde Muallim İsmail Hakkı Bey’in başkanlığını yaptığı Mûsikî-i Osmânî Cemiyeti’nde mûsiki çalışmalarına devam etmiş, burada bilhassa İzzeddin Hümâyi Bey’den (Elçioğlu) faydalanmıştır. Ayrıca komşularından Ûdî Rifat, Kemânî Vâmık ve Kanunî Süreyya beylerden klasik eserler meşketmiş; Hâfız Âşir, Hâfız Şaşı Osman, Bahriyeli Şihap ve Arap Yaşar gibi hânendelerden şarkı üslûbunu geliştirmiş, Selânikli Ûdî Ahmed Efendi ve Abdi Bey’den sahne teknikleri öğrenmiştir.
1929’da “üçüz evlâtlarım” dediği, güfteleri de kendisine ait üç eserle bestekârlığa ilk adımlarını atan Arsoy’un kürdili-hicazkâr makamında, “Kedersiz hiç coşar ağlar, taşar mı kalb-i nâşâdım”; nevâ makamında, “Geçer her gün bir şirin kız buradan”; sabâ makamında, “Zavallı kalbimi dinle, sana figan eylesin bak” mısraıyla başlayan şarkılarını 250’yi aşkın eseri takip eder. Mustafa Yesâri Âsım’ın bestelediği şarkılarından 200 tanesinin güftesi kendisine aittir. Bestelerinden sekiz saz eserinin dışındakiler şarkı formundadır. Bunlardan acem-kürdî makamında, “O güzel temmuz akşamlarında sen”; gerdâniye makamında, “Bahâr olur yaz olur”; hicaz makamında, “Al goncayı veremedim, yâr yüksekte eremedim” ve “Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde”; hüseynî makamında, “Yeniköy’de bir kız gördüm”; hüzzam makamında, “Ömrüm seni sevmekle nihâyet bulacaktır” ve “Uçsun Ada’dan gönlüme sînendeki gamlar”; nihâvend makamında “Çamlarda şafak rengi gibi gönlüme aktın”; rast makamında, “Perîşan saçların aşkımın ağıdır”; sabâ makamında, “Seni herkesten kıskanıyorum”; sultânîyegâh makamında, “Biz Heybeli’de her gece mehtâba çıkardık”; uşşak makamında, “Menekşe gözler hülyalı” mısralarıyla başlayan şarkıları günümüzde de beğeniyle icra edilen eserlerinden bazılarıdır.
Yesâri Âsım’ın bestekârlık konusundaki hareket noktası bu satırların yazarına bizzat dikte ettirdiği şu cümlelerdir: “Rabbim beni bu dünyaya bestekârlık vazifesiyle yolladı, ben de bu vazifeyi yerine getirmek için elimden gelen bütün gayreti sarfettim. Çok şükür, O’na ihanet etmedim.” “Bikr-i mazmun” ve “sehl-i mümteni” kavramları onun için her zaman birinci planda yer almıştır. Arsoy, bir bestekâr olarak Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi’den Selahattin Pınar’a kadar gelmiş bestekârlara olan hayranlığını her zaman tekrarlayan ve dilinden onların eserlerini düşürmeyen klasik-modern çizgide bir sanatkârdır. Bestekârlığı için daima Şeyh Galib’in şu mısralarını söylerdi: “Tarz-ı selefe tekaddüm ettim / Bir başka lugat tekellüm ettim.” İsmail Hakkı Özkan onun üslûp sahibi bir bestekâr olduğunu, şarkı formunu kendi mûsiki anlayışı ve üslûbu çerçevesinde geliştirerek bir romantizm ve lirizm hâkimiyetiyle sunduğunu söyler. Bülent Gündem ise hocasının melodiler üzerinde bir kuyumcu hassasiyetiyle durduğunu, çalışmalarının bazan yıllarca sürdüğünü kaydeder.
Yesâri Âsım ses rengi, ses genişliği, sesini ifade tarzı, sesindeki hassasiyet, ruha tesir edebilme kabiliyeti ve üslûbu bakımından mükemmel bir ses sanatkârıdır. “Şöhret âfettir” sözünü düstur edinmiş olup, “Meşhur olmaktan ziyade sanatkârım” derdi. Okuyuşta üslûp olarak en çok Kasımpaşalı Arap Yaşar Bey’i beğendiğini söylerdi. İsmail Hakkı Özkan onun sağlam bir hançeresi olduğunu, okurken bir harfe bile dikkat ettiğini, plaklara tamamen kendine mahsus üslûbuyla sadece kendi eserlerini okuduğunu, plaklar dışında kendisine teklif edilen yüksek ücretleri kabul etmeyerek piyasada okumayı reddettiğini söyler. Bunun başlıca sebebinin ise sanatı paranın hizmetine sokmayı asla kabul edemeyecek derecede ulvî bir mefhum olarak görmesi, kendisine Allah tarafından ihsan edildiğine inandığı bir nimeti para ile alınıp satılan bir meta seviyesine düşürmeyi rabbine bir ihanet olarak kabul etmesi olduğunu ifade eder. Küçük yaşta başladığı hâfızlığını bitiremeyen Arsoy’un sadece çok yakınında bulunanlar tarafından bilinen bir dinî ve tasavvufî yönü de vardı.