DESİSE / ABDİ İPEKÇİ SUİKASTI
M. Metin KAPLAN 01 Ocak 1970
Metehan Güleryüz ve Mehmet Salimoğlu kendilerini bildikleri günden beri arkadaştı… Güleryüz ve Salimoğlu aileleri aynı mahallede, cumbaları birbirlerine bakan karşılıklı iki bahçeli evde ikamet ediyorlardı… Metehan ve Mehmet, mahalle arasında top koşturarak birlikte büyümüşler, aynı okulları aynı sırada oturarak, ikiz kardeş gibi beraberce bitirmişlerdi. Birbirlerinden sadece üniversitede ayrılmışlardı.
Metehan Güleryüz önce Matematik, sonra Mimarlık tahsil etmiş ve üniversite eğitimini tamamladıktan sonra MİT’e kabul edilmişti. Mehmet Salimoğlu ise hukuk okumuş ve bir süre Cumhuriyet Savcılığı yaptıktan sonra, istifa ederek, serbest avukatlık yapmaya başlamıştı… Metehan Güleryüz’ün Almanya’da, Mehmet Salimoğlu’nun Savcılığı sırasında Anadolu’da geçirdikleri yıllar hariç tutulursa, hep aynı şehirde İstanbul’da yaşamışlardı.
Metehan Güleryüz ile Mehmet Salimoğlu’nun arkadaşlıkları günbegün gelişip güçlenerek önce dostluğa sonra da sırdaşlığa dönüşmüştü. Birbirlerinden iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, haram-helal hiçbir şeylerini gizlemezlerdi. Ailevi ya da mesleki problemlerini bile, birbirleriyle istişare ederek çözmeyi vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmişlerdi.
İş çıkışında hemen hemen her gün Mehmet Salimoğlu’nun Halaskargazi caddesindeki yazıhanesinde buluşurlar. Günlük konular hakkında görüş alışverişinde bulunduktan sonra, eğer iki tek atmak için bir yerlere uğramayacaklarsa, evlerine de birlikte giderlerdi.
O gün de işten sonra Mehmet Salimoğlu’nun bürosunda bir araya gelmişlerdi. Ancak sohbet bir türlü ısınamamıştı. Metehan Güleryüz’ün tadı tuzu yoktu, bugün de… Mehmet Salimoğlu hangi mevzuu açmışsa, kem küm etmiş, düşünce ve görüşlerini her zaman gürül gürül ifade eden adam, dut yemiş bülbül gibi, hep susmayı tercih etmişti. Kafasına takılan bir şeyler vardı, herhalde. Bunu, en iyi Mehmet Salimoğlu bilirdi. Metehan Güleryüz’ün bir derdi olduğunu zaten anlamıştı. Ancak kendisi anlatsın diye, bugüne kadar üstüne varmamıştı.. Ama dostunun hüzünlü haline daha fazla tahammül edemedi.
• Hayrola, James Bond, dedi, yolunda gitmeyen bir şey mi var? MİT ajanı olmasından mülhem, Mehmet Salimoğlu takılmak istediğinde Metehan Güleryüz’e James Bond derdi.
• Yok bir şey, üstat, dedi, biraz dalgın ve oldukça sıkkın Metehan Güleryüz, gözlerini kaçırmak için camdan dışarıya bakarak. Her şey yolunda… Metehan Güleryüz de her şeyi ıcığına cıcığına inceleyen ve irdeleyen Mehmet Salimoğlu’na üstat diye takılırdı, yıllardan beri.
Her zaman olduğu gibi, konuya direkt olarak temas etmeden, gene sessizce anlaşmışlardı.
• Öyle ama, geldiğinden beri, arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorsun. Ben seni bilmez miyim, yine bir şeye takmışsın, sen... Anlatmak istemez misin? “Derdini söylemeyen derman bulamaz.” Hani, bana dahi anlatamıyorsan, demek derdin hayli büyük…
Metehan Güleryüz, can dostunun yüzüne sevgiyle bakarak, söylesem mi acaba, diye düşündü. “Söylesem mi? Olan biteni anlatsam mı? Anlatırsam, rahatlar mıyım? Anlatırsam, anlar mı, beni? Ya anlamazsa? Ya, sen ne yaptın, derse? Ayıplarsa? Ya dostluğumuz bozulursa?” Metehan Güleryüz, Mehmet Salimoğlu’nun devlet ve görev kavramlarına ne kadar önem atfettiğini, bunları neredeyse kutsal saydığını biliyordu. Tereddüdü bu yüzdendi. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Yalan söyleyerek kurtulmak istedi.
• Yok öyle, mühim bir şey, dedi, konuyu kapatmak için. Mevsim değişikliği sadece… Bilirsin, her kış hüzünlenirim, ben.
• Bırak dostum, bunları bırak! Ne var, neler oluyor? Anlat, bana… Hüzün müzün değil bu. Bu, daha büyük bir şey, daha önemli bir şey. Görüyorum halini. Sen böyle değildin. Bu, bu karşımda oturan adam, Metehan Güleryüz değil. Adeta başka biri oldun, 10-15 günden beri. Bu güne kadar sabrettim. Ama yetti artık! Ne var? Ne oldu? Anlat bana! Anlat! Beni de kendini de üzme, daha fazla. Bir çare bulalım. Olmazsa, birlikte üzülelim.
Arkadaşının ısrarı karşısında, Metehan Güleryüz tereddüt etti. Haklıydı, Mehmet Salimoğlu. Büyük bir derdi vardı. Ama bunu, herhalde anlatamazdı. Anlatamayacağını sanıyordu. Anlatmasının doğru olmayacağını zannediyordu. Ancak buna daha fazla katlanamayacağını da biliyordu. Derdini birine anlatmalıydı. Dökmezse derdini birine, akıl sağlığı tehlikeye girerdi. Uyku düzeni bozulmuştu. Düşünmekten uyuyamıyordu. Uyuyamadığı için, bir de sık sık içtiği sigaralardan ötürü iştahı da kesilmişti. Yemek yiyemiyordu; kendisini zorlayarak yese bile yediklerinin lezzetine varamıyordu. Hastalıklı adamlara dönmüştü. Hızla kilo kaybediyor, en ufak şeylere bile sinirleniyordu. Bunalıma girmek üzereydi. Bunu, anlamaya başlamıştı.
Anlatmalıydı. Anlatacaktı. Sehpanın üzerindeki pakete uzandı, bir sigara aldı. Arkadaşına tutmayı akıl edemeden, paketi sehpanın üstüne rastgele attı. Gözleriyle çakmağı aranmaya başladı, sehpanın üstündeki çakmağı görememişti. Mehmet Salimoğlu çakmağı aldı, sigarasını yaktı. Yavaşça, sigara paketinin yanına bıraktı çakmağı. Metehan Güleryüz’ün konuşacağını, sıkıntısının sebebini anlatacağını anlamıştı.
Sigarasından derin bir nefes çekti. Dumanı bırakmadı, keşler gibi içinde tuttu… Doymamış gibi sigaradan peş peşe iki nefes daha aldı, dumanlarını eşzamanlı olarak ağzı ile burnundan yavaş yavaş bıraktı. Suçlu gibi gözlerini Mehmet Salimoğlu’ndan kaçırarak, kararsız bir sesle konuşmaya başladı.
• Türkiye’de iyi şeyler olmuyor, dedi, sustu başını önüne eğdi. Külü dökülmek üzere olan sigarasına, görmeyen gözlerle bakmaya başladı.
• Eee ne var bunda? Bunu gazete okuyan, televizyon seyreden herkes zaten biliyor, dedi, Mehmet Salimoğlu sakin sakin, hastasını daha çok konuşmaya teşvik eden bir terapistin ses tonuyla.
• Demem o değil! Söylemek istediğim başka bir şey, dedi, oturduğu yerden diklenerek Metehan Güleryüz.
• Öyle ise açık söyle, ne söyleyeceksen. Lafı, ağzında geveleyip durma.
• Mahmut Ahmet Ağaç’ı cezaevinden kaçırdılar, dedi, Mehmet Salimoğlu’nun gözlerinin içine bakarak.
• Bu da bilinmeyen bir şey değil ki. Gazeteler yazdı, televizyonlar söyledi.
• O değil, söylemek istediğim… Bak şimdi, adam 15 gün önce Adli Tıp’tan firara teşebbüs etmiş. Başaramamış. Bunu, hücreye almak lazım. Almamışlar! Hiç böyle bir şey olmamış gibi koğuşa vermişler. Normal mi bu?
• Değil. Ama oluyor böyle şeyler, Türkiye’de.
• 15 gün sonra da Türkiye’nin en iyi korunan askeri cezaevinden, Sıkıyönetim olduğu halde elini kolunu sallaya sallaya çıkmış gitmiş. Normal mi, bu?
• Değil, değil ama aynı cezaevinden, daha evvel, 12 Mart döneminde Mahir Çayan ve arkadaşları da kaçmamışlar mıydı?
• İyi işte... Benim de demek istediğim, bu. Sonra ne oldu? 12 Mart Askeri Darbesi…
• Ne yani, bir askeri darbe mi tezgahlanıyor?
• Neden olmasın? Türkiye’de olmayan bir şey mi, bu? Üstelik, herkes bunu desteklemez mi? Akan, bunca kardeş kanının durmasını kim istemez? Vasat öylesine müsait ki…
• Çıkarsana, dilinin altındaki baklayı, sen. Bir şeyler biliyorsun, galiba. Bildiklerini anlat, bana. Sonra birlikte değerlendirelim… Bölük pörçük bir şeyler söylüyorsun, böyle. Ben anlamakta, hatta takip etmekte zorlanıyorum.
Metehan Güleryüz konuştukça boşaldığını, boşaldıkça rahatladığını, vicdanının eski huzurlu haline doğru dörtnala yol aldığını fark etmişti. Bu hal, her şeyi anlatmaya, karar vermesini kolaylaştırdı.
• Peki, madem öyle baştan alalım, sırayla gidelim.
• İyi olur… Ben de daha kolay kavrarım olanı biteni.
• 1 Şubat akşamı, Abdi İpekçi evinin önünde öldürüldü. Kimin öldürdüğü belli. Yakalandılar, itiraf da ettiler, çünkü… Buraya kadar, her şey normal görünüyor… Ama katilleri kimin azmettirdiğine gelince, işler karışıyor.
• Neden karışsın? Azmettiren MHP, yahut silah kaçakçıları değil mi?
• Değil! Azmettiren ne MHP, ne de silah kaçakçıları.
• Öyle ise kim?
Tam cevap verecekti ki Metehan Güleryüz, Mehmet Salimoğlu’nun sekreteri boş çay bardaklarını almak için içeri girdi. Aslında, büroda müşteri varken, kapıya vurmadan asla girmezdi. Ancak Metehan Güleryüz’ü, doğal olarak müşteri saymaz ve o varken, içeri teklifsizce girerdi. Mehmet Salimoğlu böyle buyurmuştu.
Sekreter, önce izmarit dolu kristal küllükleri boşalttı… Sonra boş çay bardaklarını aldı... Çıkmadan, “Başka bir emriniz var mı?” diye, sordu. Mehmet Salimoğlu, Metehan Güleryüz’e baktı, derin düşüncelere dalmış olduğunu gördü. Arkadaşı kim bilir gene neler düşünüyordu. “Kızım, bize iki sade neskafe yap, lütfen” dedi… Metehan Güleryüz, o sırada “Çok mu ileri gittim, acaba? Her şeyi anlatmakla doğru mu yapıyorum? Hepsini anlatsam mı, anlatmasam mı?” diye, kendi içinde kendisiyle mücadele ediyordu.
• Öyle ise azmettiren kim? diyerek, Mehmet Salimoğlu sorusunu yineledi.
Metehan Güleryüz, duyduğu soruyla, daldığı derin düşüncelerden sıyrıldı, suale, üzerine basa basa söylediği iki kelimeyle cevap verdi.
• Amerika!.. CIA!..
• Saçma! James Bond’luğun tuttu, gene… Saçmaladın. Hem herkesin bildiği gibi, MİT, soruşturmaya bile alınmadı... Sen nereden biliyorsun bunu?
• Doğru. MİT, Mahmut Ahmet Ağaç’ın sorgusuna alınmadı. Ama…
• Aması ne, öyleyse?
• MİT sorguya sokulmadı, fakat MİT, olayı daha Abdi İpekçi öldürüldüğünün ertesi gün soruşturmaya başlamıştı, bile… Bir an, sadece bir anlık bir tereddütten sonra, bir solukta söyleyeceğini söyledi. Hem de soruşturmayı, ben yaptım!
• Eee? Dedi şaşkın, Mehmet Salimoğlu.
• Eesi şu; tetikçileri azmettiren Amerika, CIA!..
• Ama nasıl olur? Basın-yayın bundan hiç bahsetmedi. Üstelik, medya ve özellikle Uğur Mumcu hemen hemen bütün yazılarında Abdi İpekçi Suikastı’nın azmettiricisi silah kaçakçılarıdır, Abuzer Uğurludur, Bekir Çelenk’tir, diye yazıp duruyor.
• Doğru, ama, şimdi bunları yazan Uğur Mumcu, olayın üçüncü günü, CIA ile kontrgerillayı suçlamıştı. O ayrı bir hikaye, yani… Uğur Mumcu; ya CIA tarafından yanıltılıyor, ya CIA tarafından tehdit ediliyor veya o da Amerika’nın adamı… Paul Henze’nin, bir gece çat kapı Uğur Mumcu’nun evine gittiğini tespit ettik.
• Yahu, nasıl olur?
• Olur, olur! Bak şimdi. Sen yıllardan beri Milliyet okursun, değil mi?..
Mehmet Salimoğlu başını sallayarak “Evet” diye cevapladı, soruyu. Silah kaçakçıları hakkında, öldürülmeyi gerektirecek kadar sert bir yazısına rastladın mı, Abdi İpekçi’nin?
Mehmet Salimoğlu bu sefer “Hayır” işareti yaptı. Kardeşim, Uğur Mumcu isim vererek çok daha sert yazılar yazıyor silah kaçakçıları hakkında, ama vurulmadı... Silah kaçakçıları birini vurduracak olsalar, Abdi İpekçi’yi değil, Uğur Mumcu’yu vurdururlardı! Öyle değil mi?
Mehmet Salimoğlu hafızasını yokladı, okuduğu yazıları hatırlamaya çalıştı. Ama beynini ne kadar zorladıysa da Abdi İpekçi’nin silah kaçakçıları hakkında yazılmış, isimler ihtiva eden bir tek yazısını anımsayamadı. “Doğru söylüyor” dedi, kendi kendine. Ama gene de teslim olmak istemedi.
• Öyle, dedi, doğru silah kaçakçıları niye vurdursun ki Abdi İpekçi’yi? Peki MHP yaptırmış olamaz mı?
• Olamaz! Kesin olarak biliyorum, bunu. Abdi İpekçi’yi, MHP öldürtmedi!
• Nasıl, bu kadar emin olabilirsin? MHP her gün birkaç kişiyi, solcu diye öldürtmüyor mu?
• İkisini, bir birine karıştırma. O, başka bir şey… Üstelik, Abdi İpekçi’yi MHP’nin öldürtmediğini, bilmesi gereken herkes de biliyor. Öyle olmasaydı, Cumhuriyet Başsavcılığı MHP’nin kapatılması için çoktan dava açmaz mıydı? Niye dava açılmadı? Yıllardan beri “MHP kapatılsın, Türkeş yargılansın” diye slogan atan, yazan çizen, duvarları boyayan solculara ne oldu da, “MHP kapatılsın” diye bir kampanya başlatmadılar, fırsattan istifade? Sevgili dostum, herkes Abdi İpekçi Suikastı’nı ABD’nin, CIA’nın yaptırdığını biliyor! Sen, bu kadar saf olamazsın, allasen, yoksa beni daha fazla konuşturmaya mı çalışıyorsun?
Mehmet Salimoğlu’nun beyni ambele, düşünceleri allak bullak olmuştu. Ne düşüneceğini, neye inanacağını şaşırmıştı. En kolay ve kestirme yolu seçti.
• Abdi İpekçi Suikastı’nı ben soruşturmuştum, dedin. Benim kafam karıştı. Mahzuru yoksa, devlet sırrı değilse, şu işi baştan anlatır mısın?
• Sırrı mırrı kalmadı. Her şeyi söyledim, zaten. Tabii ki anlatırım, dedi, Metehan Güleryüz. Tam anlatmaya başlıyordu ki, sekreter elindeki kahve tepsisiyle büroya girdi. Metehan Güleryüz gayrı ihtiyari sustu. O kadar uzun boylu değildi. Bir eski savcıya anlatmayı belki kabul edebilirdi, ama sekreterin bunları işitmesi, başka bir şeydi.
Metehan Güleryüz’ün birden susması, sekreterin dikkatini çekmişti. “Gizli bir şeyden bahsediyorlar, galiba. İşimi bitirip, hemen çıkayım” diye düşünerek, elini çabuk tuttu. Kahveleri sehpaya dikkatlice bırakıp, kapıdan çabucak çıktı. Ses geçirmez kapıyı, sıkı sıkı kapadı.
Bir yandan şekerleri fincana atıp, kaşıkla hızlı hızlı karıştıran Metehan Güleryüz, diğer taraftan da hafızasındaki bilgileri sıraya koymaya, düzene sokmaya çalışıyordu. Şekerlerin eridiğine, bilgilerinse düzene kavuştuğuna kani olunca, neskafesinden büyükçe bir yudum aldı, hızla anlatmaya başladı.
• Abdi İpekçi’nin öldürüldüğü akşamın ertesi gün, MİT İstanbul Bölge Başkanı beni çağırdı... Biliyorsun, ben takip-tarassut şube müdürüyüm ve böyle şeyler görev saham içindedir… Ve suikastı, bizzat benim soruşturmamı emretti... Hemen kolları sıvadım. İşe koyuldum.
Önce, Abdi İpekçi’nin düşmanlarını araştırdım… Belli başlı hiçbir düşmanı olmadığını öğrendim. Çok çapkındı, ama hiç evli bir sevgilisi olmamıştı… Sonra, acaba yazdıklarıyla birilerini kızdırmış olabilir mi diyerek, 6 ay öncesinden başlamak suretiyle yazılarını inceledim. Önemli hiçbir şey çıkmadı… Ailesi ve meslektaşlarıyla görüştüm. Hiçbir şey elde edemedim… Tıkanıp kalmıştım. Ama bir yerlerde bir şeyler olmalıydı. Adam öldürülmüştü. İlla, bir düşmanı olmalıydı.
Kahvesinden peş peşe iki yudum aldı. Yuttu. Sigara paketine uzandı, Mehmet Salimoğlu’na ikram etti, bir tane de kendine aldı. İkisini de çakmakla yaktı. Kaldığı yerden devam etti.
• Az daha unutuyordum, sık sık bölge başkanına soruşturma hakkında bilgi veriyordum. Yani, henüz hiçbir sonuca ulaşamadığımı, tekrarlayıp duruyordum. Allah var, başkan, beni hep daha çok araştırma yapmam için teşvik ediyordu.
Bir gün aklıma, bir de MİT’in dosyalarına bakmak geldi. Baktım. Bir de ne göreyim. Ocak ayı içinde, MİT’e bir istihbarat notu gelmiş. Diyor ki, Alparslan Türkeş ile iltisaklı, Mahmut Ahmet isimli Malatyalı ülkücü bir öğrenci, Türkiye’de ses getirecek bir eylem yapacaktır. Hedefin, İç İşleri eski bakanı İrfan Özaydınlı olabileceği değerlendirilmektedir… Küçük bir ihtimaldi, ama başka çarem yoktu. Kişiyi, araştırmaya başladım.
Soyadının Ağaç olduğunu, İktisat fakültesinde okuduğunu öğrendim. Şahsı takibe aldım. Bir de baktım ki, adam megaloman, olur mu olur… Tam, tetikçi olacak kumaştan. Tek ideali var, dünyanın en büyük teröristi olmak… Kendisine, tek rakip olarak Çakal’ı görüyor ve onu aşmaya çalışıyor.
Mahmut Ahmet Ağaç üzerine yoğunlaştım. Abdi İpekçi’yi öldürdüğünü bizden başka herkesin bildiğini öğrendim. Şaşkına döndüm. Mahmut Ahmet Ağaç’ın çevresinde konuşulanlara göre; Abuzer Uğurlu, silah kaçakçılığı hakkında yazdıklarından ötürü, M. Ahmet Ağaç ve arkadaşlarına Abdi İpekçi’yi parayla öldürtmüştü. Olabilir mi, böyle bir şey? Olamaz, çünkü Abuzer Uğurlu MİT elemanı. MİT’in haberi olmadan hiçbir şey yapmaz. Yapamaz. O halde iki ihtimal var: Ya MİT’in bu suikastta dahli var veya Abuzer Uğurlu’nun öldürttüğü doğru değil.
İnsicamını bozmamak için, Metehan Güleryüz’ü bu ana kadar sessizce dinleyen Mehmet Salimoğlu, daha fazla sessiz kalamadı. Şaşkınlığını açıkça ortaya koyan bir ses ve vurguyla “Vay canına!?” dedi.
• Vay canına!? Neler oluyor da kimsenin ruhu bile duymuyor, Türkiye’de… Fakat ABD ve CİA, bu senaryonun neresinde? Hani, öyle söylemiştin… Ben kavrayamadım da, atladım mı yoksa?
• Az daha sabredersen, oraya geliyorum… Sırayla gitmezsem, insicamı kaybederim.
• Pardon, yahu! Merakıma yenildim, kusura bakma. Düşünce sıranı bozdumsa, özür dilerim.
• Önemli değil. Gerçekten hiç mühim değil… Suikasta, MİT’in dahli olması ihtimali, doğrusu beni korkuttu. İhtiyatlı olmaya sevk etti. İlk tedbir olarak, öğrendiklerimi Bölge Başkanı’yla paylaşmamaya karar verdim. Öyle de yaptım. Bölge Başkanı’na hiçbir şey söylemedim... Sorduğunda, araştırmaya devam ediyorum, henüz bir şey bulamadım, falan dedim. Öyle ya, Abdi İpekçi’yi “kurum” öldürttüyse, ben de bunu deşifre ettiysem, herhalde bana, aferin demezler; “Kırk satır mı, kırk katır mı”, derlerdi.
Her neyse, konuyu dağıtmayayım… M. Ahmet Ağaç ile Abuzer Uğurlu ilişkisini araştırdım. Hemen hemen somut hiçbir bulguya ulaşamadım. Parayı takibe başladım. Banka hesaplarının varlığını keşfettim. M. Ahmet Ağaç’ın 3-4 bankada külliyetli miktarda parası vardı. Paranın kaynağını inceledim. Abuzer Uğurlu değildi. Abuzer Uğurlu’nun azmettirici olması ihtimali ortadan kalkmıştı. Peki paralar nereden gelmişti? M. Ahmet Ağaç nihayet bir öğrenciydi. Bu kadar paraya nasıl sahip olmuştu? Sorunun cevabı gayet basitti: Soygun! M. Ahmet Ağaç ve arkadaşları, ülkedeki kaos ortamından faydalanarak, çok sayıda banka ve kuyumcu soygunu yapmışlardı.
• Vay be! Bir de ülkücüler ahlaklıdır, soygun yapmaz derler... Meğer, saman altından su yürütürlermiş de kimsenin ruhu duymazmış. Yere bakan, yürek yakan.
Metehan Güleryüz gülümsemesine mani olamadı. “Üstat, solculuğun depreşti galiba. Fırsat bu fırsat deyip, taşı gediğine koydun” dedi. “Ancak o iş, dediğin gibi değil. Ülkücüler hakikaten pek soygun falan yapmazlar... Bazen böyle şeyler olur, fakat bunlar istisnadır. Yapanlar da ülkücü geçinenlerdir. Sen bilmezsin, ülkücüler üç takımdır: Ülkücüler, ülkücü geçinenler ve ülkücüden geçinenler.”
• Hadi canım sen de! Benim solculuğum depreştiyse, senin de milliyetçiliğin çıktı, su yüzüne. Bak, nasıl da canla başla savunuyorsun, faşistleri. Cephe arkadaşlarınız ne de olsa… Lideriniz Süleyman Demirel de gazetecilere “Bana, sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demişti. Bunu hatırladın herhalde.
Büro kapısı tıkladı. Mehmet Salimoğlu, kapıya dönerek, isteksizce “Gel!” dedi, kapı yavaşça yarıya kadar açıldı. Sekreter aradan başını uzattı. “Boş fincanları alabilir miyim?” “Sormana gerek var mı? Al, kızım.” “Şey… Belki, özel bir şey konuşuyorsunuz, diye…” “Tamam, tamam. Madem hatırlattın, telefon da bağlama.” “Zaten, bağlamıyorum. Arayan birkaç kişiye meşgul olduğunuzu söyledim.” “İyi, tamam.” Sekreter, boşları alıp hemen çıktı.
• Nerede kalmıştık? Ha, tamam hatırladım. Para konusunda… Parayı izleyerek bir sonuca ulaşamayınca, M. Ahmet Ağaç’ın arkadaş grubu üstünde durmaya başladım. M. Ahmet Ağaç’ın pek fazla arkadaşı yoktu. Sadece birkaç kişiyle görüşüyordu: Yaşar Çakıl, Mahmut Şeker, Okan Çelebi, bir de Abdurrahman Çatal... Abdurrahman Çatal’ı bildin mi?
• Bilmez miyim? Ankara’da 7 TİP’li genci hunharca öldüren faşist çetenin lideri… O, İstanbul’da mı?
• İstanbul’da, İstanbul’da... Erenköy’de oturuyor… Bayrak Tül Fabrikası’nda çalışıyor… Ama onun, çete lideri olmaktan başka, sizin bilmediğiniz, çok daha önemli diğer bir özelliliği var: Abdurrahman Çatal, MİT elemanıdır!
• Deme yahu? Aman Tanrım! Silah kaçakçısı Abuzer Uğurlu MİT elemanı, faşist katil çetesinin lideri Abdurrahman Çatal MİT elemanı… Sizin, elini tutmadığınız kimse yok galiba, Türkiye’de?
• Orasını karıştırma. Zaten konumuz bu değil. İstemiyorsan, anlatmayayım?
• Ooo! İş MİT’i tenkide gelince, James Bond öfkelendi. Ne kızıyorsun? Hangi taşı kaldırsak, altından MİT çıkıyor. Doğru değil mi, söylediğim?
• Doğru, ama MİT ne yapsın? Siz ne sanıyorsunuz? İstihbaratı bakkaldan, manavdan, işçiden, memurdan mı alıyoruz, biz? Bu adamların istihbarat potansiyeli var. Bu sayede, her şeyden haberimiz oluyor… Böyle kimselerden eleman devşirmesek, emin ol, bir tek istihbarat alamayız. İstihbarat toplayabilmek için, işin içinde olmak lazım. İşlerin içinde değiliz, ama içinde olanlardan bilgi topluyoruz.
• Tamam, tamam. Teslim, kabul ediyorum. Haklısınız… Konuya döner misin, lütfen. Tam da önemli yerinde kalmıştın.
• Ne diyordum. Abdurrahman Çatal… M. Ahmet Ağaç’ın arkadaş grubu içinde Abdurrahman Çatal adına rastlayınca durdum… Orda durmak lazım, çünkü… Abdurrahman Çatal, MİT’in ülkücüler içindeki en önemli elemanlarından biridir.
• Başkaları da mı var?
• Hem de kaç tane… Ne sanıyorsun, sen? Dev-Sol’da, Dev-Yol’da hatta gizliliğe en çok riayet eden TKP’de ve diğerlerinde MİT elemanı yok mu? İstemediğin kadar… Bizden habersiz, Türkiye’de, kuş uçamaz… Öyle olmasaydı, Türkiye diye bir ülke olmazdı. Çoktan yıkılır, yok olur, tarihin mezarlığına giderdi.
Neyse, Abdurrahman Çatal adı, bana, Bölge Başkanı’na bilgi vermemekle ne kadar isabetli davranmış olduğumu ispatladı. Abdurrahman Çatal suikastın içinde olduğuna göre, MİT de işin içinde olabilirdi. Araştırmamı bu noktaya teksif ettim. Çünkü M. Ahmet Ağaç öldürme emrini, Mahmut Şeker ve Okan Çelebi zinciriyle Abdurrahman Çatal’dan almıştı... Şimdi bulmam gereken, Abdurrahman Çatal’ın bunu, kimin için yaptırdığıydı.
Lafı uzatmayayım: Aburrahman Çatal’dan Mustafa Sancak’a, ondan Frank Terpil’e, oradan da Paul Henze’ye ulaştım. Abdi İpekçi’nin öldürülmesini Paul Henze istemişti… Paul Henze kim, biliyor musun?
• Bilmez olur muyum? Meşhur CIA ajanı.
• O kadarı doğru, ama eksik… CIA’nın Türkiye İstasyonu Şefi… Türkiye’deki, amiyane tabirle en yüksek rütbeli CİA ajanı. Türkiye’deki CİA’nın başı. ABD ile direkt ilişki kurabilen tek CİA’cı. ABD’nin, Türkiye’de Büyükelçi’den sonraki en önemli ve güvenilir adamı. Yani, eğer CİA istasyon şefi bir şeyin yapılmasını istiyorsa, bunu, CİA Başkanı Bill Casey emretti demektir. Ajanlar, bunu böyle kabul ederler.
• Sen şimdi, Abdi İpekçi’nin öldürülmesini CİA Başkanı mı emretti diyorsun?
• Eh yani…
• Peki, ama neden? Allah aşkına. CIA Başkanı, Türkiye’de bir gazeteciyi, bir başyazarı niçin öldürtmek istesin? Kusura bakma, ama bu bana spekülasyon gibi, hem de hayli zorlama bir spekülasyon gibi geldi.
• Spekülasyon mu değil mi, konusunu erteleyelim, bunu istersen daha sonra tartışırız… Önce nedenleri konuşalım… Ama şu konuda anlaşalım, toprağı bol olsun, Abdi İpekçi sıradan bir başyazar değildi. Türkiye siyaseti üzerinde, özellikle sol politikası üzerinde en etkili kalemdi. Bu bir... İkincisi, amiyane tabirle Başbakan Bülent Ecevit’in akıl hocasıydı... Var mı, bu değerlendirmeye bir itirazın?
• Yok! Aynen katılıyorum da… Neden, niçin sorularıma hala cevap vermedin?
• Müsaade edersen cevaplayacağım… Madem, neden ve niçin sorularına takıldın, oradan başlayayım… Fransa ve Yunanistan askeri kanattan çekildikleri için, NATO’nun güney kanadı çatlamıştı. ABD, bu çatlağı tamir etmeliydi. Çünkü ABD için NATO, hem Sovyetler Birliği’ni kısmen durduran bir güç, hem de ABD politikalarını müttefiklerine kabul ettiren bir vasıta olarak çok önemliydi. Uğraştı, çabaladı ve Yunanistan’ı 1977 yılında NATO’nun askeri kanadına dönmeye ikna etti. Ancak karşısına bir engel çıktı: Türkiye’nin vetosu… Türkiye, Kıbrıs ve Ege Meseleleri halledilmeden Yunanistan’ın dönüşüne evet demiyor, bu fırsattan istifade ederek, en ciddi iki dış problemini çözmeye çalışıyordu. Halbuki NATO, ABD için çok daha mühimdi... II. MC Hükümeti bu yüzden düşürüldü… CHP ve Bağımsızlar Hükümeti bu nedenle kuruldu… Ancak Bülent Ecevit de vetoyu, aynı gerekçeyle sürdürdü.
ABD hangi metodu denediyse, sonuç değişmedi. Türkiye kararından vazgeçmedi. Böyle bir çekişme süreci içinde, 1978’in sonuna 1979’un başına gelindi… Bu noktada ortaya hiç beklenmeyen iki faktör daha çıkmıştı: Sovyetler Birliği, Afganistan’a girdi… İran’da, Şah Rıza Pehlevi devrildi, ülkesini terk etmek zorunda kaldı… Humeyni rejimi kuruldu... ABD, bölgedeki en önemli müttefikini kaybetmişti… Bu iki gelişme, ABD’nin Sovyet yayılmasına karşı geliştirdiği, Yeşil Kuşak Projesi’nin çökmesi demekti.
NATO çatlamış, Yeşil Kuşak Projesi çökmüş, ABD dış politikası tamamen iflas etmişti… Yetmezmiş gibi, tam bu sırada CIA, Beyaz Saray’a bir rapor verdi: Yunanistan seçimlerini solcu PASOK kazanacak ve iktidara gelir gelmez; NATO’nun siyasi kanadından çekilerek, Varşova Paktı’na katılacak… ABD panikledi… ABD Başkanı, Yunanistan seçimlerinden önce, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına döndürülmesinin, ne pahasına olursa olsun, sağlanmasını bütün ABD teşkilatlarına emretti.
• Abdi İpekçi, bu yüzden mi öldürüldü?
• Evet! Paul Henze, 13 Ocak 1979 günü Abdi İpekçi ile görüştü. Abdi İpekçi’ye vetoyu kaldırması için, Bülent Ecevit’i ikna etmesini rica etti. Abdi İpekçi, bunu kabul etmedi… Hatta, CIA’yı “Maraş Katliamı”nı düzenlemekle suçladı… Tartıştılar… Paul Henze, CIA ajanı Frank Terpil’i Abdi İpekçi’nin enterne edilmesini ayarlamakla görevlendirdi. Bu suretle, hem Abdi İpekçi cezalandırılmış, hem de Bülent Ecevit’e, ABD’nin bu konuda ne kadar kararlı olduğu iletilmiş olacaktı.
Frank Terpil, dostu MHP Üyesi Mustafa Sancak’tan yardım istedi… Mustafa Sancak işi Abdurrahman Çatal’a havale etti... Abdurrahman Çatal kendisi perde gerisinde kalarak, Okan Çelebi’yi görevlendirdi…
Okan Çelebi, hemşerisi Mahmut Şeker’i işe koştu… Mahmut Şeker, hemşerileri Mahmut Ahmet Ağaç ve Yaşar Çakıl ile birlikte işi bitirdi. Bunları, zaten herkes gibi sen de biliyorsun. Olayın aslı bu! İster inan ister inanma. Sana kalmış.
• İnanmasına inandım da, kafama takılan birkaç nokta var. Bunları da açıklarsan sevinirim.
• Nedir? Sor. Nasılsa her şeyi anlattım.
• Abdi İpekçi suikastını, MİT elemanı Abdurrahman Çatal organize ettiğine göre, MİT bütün bunları biliyor olabilir mi?
• Bana kalırsa, biliyor… Bilmemesi imkansız. Benim ulaştığım, Mahmut Ahmet Ağaç’la ilgili belgeye, bütün MİT ajanları rahatça ulaşabilir... Buna rağmen, olayı çözmediklerine göre, en azından MİT’in içinden bir grup olayı biliyor ve hatta üstünü örtüyor… İşte ben, bu sebeple hiçbir şey açıklamadım. Bölge Başkanı’na olayı çözemedim diye, rapor verdim… Görevi de, iade ettim.
• Son bir sorum kaldı… Suikastı, CIA yaptırdığına ve MİT’te bir hizip de olayın üstünü örtmeye çalıştığına göre, Mahmut Ahmet Ağaç nasıl yakalandı? Cinayet, tesadüfen mi çözüldü?
• Dostum, hayatta tesadüf diye bir şey yoktur! Biz, sebebini bilemediğimiz, nedenini izah edemediğimiz şeylere rastlantı deriz… Herhangi bir kişi tesadüfen işi çözmüş ve ihbarı yapmışsa, o şahıs 6 milyon liralık devasa ödülü niye almadı? O parayla, yedi ceddi rahat yaşamaz mıydı?
• Mükafatı alırsam, deşifre olurum... Sonra beni de öldürürler diye, korkmuş olamaz mı?
• Olamaz. O kadar parayla, isteseydi, kendisine bir koruma ordusu bile kurardı. Hiç kimse de bir şey yapamazdı.
• Öyleyse, sence ödül niye alınmadı? İhbarı kim yaptı?
Metehan Güleryüz, koltuğunda huzursuz huzursuz kıpırdandı. Mehmet Salimoğlu cevabı en zor suali sormuştu. Ne cevap vermeliydi? Bilmiyorum dese, olur muydu? Soruyu bilmiyorum diye cevaplayacak idiyse, bütün bunları niye anlatmıştı? En sonunda bu sualin sorulacağını tahmin etmemiş miydi? Mehmet Salimoğlu’nun, kül yutmaz, eski bir Savcı olduğundan habersiz miydi?
• Polise ihbarı ben yaptım! Olayı ben aydınlattım! Mahmut Ahmet Ağaç’ı ben yakalattım! Niye diyeceksin? Büyük bir suç cezasız kaldığı için, vicdan azabı çekiyordum... Ama ödülü alamazdım. Almadım. Alsaydım, para için yapmış olurdum, bunu… Bunu istemedim… Alsaydım, ulaştığım sonucu, MİT’e neden açıklamadığımı izah edemezdim. Bu yüzden almadım, parayı… Üstelik, suçluyu yakalatmak benim görevimdi. Vazifemin karşılığını zaten maaş olarak, devletten alıyorum. İkinci bir para, ödül olarak bile olsa, haksız kazanç olur!
• Vay canına! Ne kadar sıkılsan, ne kadar bunalsan az bile… Tanrı yardımcın olsun, kardeşim!
• Sağ ol, dostum… Beni anlayacağını biliyordum… Sağ ol!
• Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
• Bilmiyorum… Yok, yok. Yanlış söyledim, biliyorum ne yapacağımı…
Mehmet Salimoğlu, “Ne yapacak acaba?” diye merakla yüzüne baktı… Ancak, bunu sormadı… Dilerse, kendi anlatırdı…
• Anlatırken, kararımı verdim… MİT’ten istifa edeceğim. Ulaştığı neticeyi gizleyen bir ajan olarak, daha fazla kalamam, MİT’te! İşin, biraz soğumasını bekleyeceğim… Sonra da… Birkaç ay sonra da MİT’ten istifa edeceğim.