CENAB ŞAHABEDDİN(1871-1934)
Celal Tarakçı 01 Ocak 1970
Servet-i Fünûn dönemi şair ve nesir yazarı.
2 Nisan 1871’de Manastır’da doğdu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında şehid düşen binbaşı Osman Şahabeddin Bey’in oğludur. Babasının ölümü üzerine altı yaşlarında iken ailesiyle birlikte İstanbul’a gitti. Bir süre Tophane’de Mekteb-i Feyziyye’ye devam etti; daha sonra girdiği Eyüp Askerî Rüşdiyesi’nin yıkılması üzerine Gülhane Askerî Rüşdiyesi’ne geçti ve 1880 yılında buradan mezun oldu. Okulun benimsediği usul gereğince kura ile Tıbbiye İdâdîsi’ne girdi, iki yıl okuduktan sonra Askerî Tıbbiye’nin beşinci sınıfına kabul edildi. 1889’da doktor yüzbaşı olarak okulu bitirdi. İyi bir derece ile mezun olduğu için 1890 yılı başlarında cilt hastalıkları sahasında ihtisas yapmak üzere devlet tarafından Paris’e gönderildi. Burada dört yıl kadar kaldı. Avrupa dönüşü bir müddet Haydarpaşa Hastahanesi’nde hekimlik yaptı; takip edildiği korkusuyla İstanbul’dan uzak bir yerde görev almak için Karantina Dairesi’ne geçmeyi tercih etti. Mersin ve Rodos’ta karantina doktoru olarak çalıştı. 1896’da sıhhiye müfettişliği göreviyle Cidde’ye gönderildi. 1898’de Cidde’den merkez müfettişliği vazifesiyle İstanbul’a döndü. Bir ara Suriye vilâyeti sıhhiye reisliğinde bulundu. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Meclis-i Kebîr-i Sıhhî üyeliği ve Dâire-i Umûr-ı Sıhhiyye müfettişliğiyle tekrar İstanbul’a döndü. I. Dünya Savaşı başladığı sırada kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Aynı yıl Dârülfünun Edebiyat Fakültesi Lisan Şubesi Fransızca tercüme müderrisliğine tayin edildi, iki ay sonra da Garp edebiyatı müderris vekili oldu. 30 Mayıs 1919’da Dârülfünun Osmanlı edebiyat tarihi müderrisliğine getirildi. Bir gün derste Yunanlılar’ı övüp Millî Mücadele’yi küçümseyen sözler sarfettiği ileri sürülerek Dârülfünun öğrencileri tarafından diğer bazı hocalarla birlikte aleyhinde nümâyişler düzenlendi. Cenab’ın o sözleri söyleyip söylemediği tesbit edilemediyse de önceki bazı siyasî yazıları onu suçlu bulmaya yeterli görüldü. Ali Kemal, Rıza Tevfik, Hüseyin Dâniş ve Barsamyan Efendi ile beraber Dârülfünun’daki görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı (Eylül 1922). Bu olaylar üzerine bir çeşit inzivayı tercih eden Cenab Şahabeddin, daha çok edebiyat ve sanat konularında yazı faaliyetine devam etti. Son yıllarında yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığı sözlüğünü tamamlayamadan 13 Şubat 1934’te beyin kanaması sonucu öldü ve Bakırköy Mezarlığı’na defnedildi.
Cenab Şahabeddin, 1895 yılından başlayarak ölümüne kadar devam eden yazı faaliyetlerinde, özellikle Cumhuriyet dönemine kadar başta şiir olmak üzere edebiyatın çeşitli alanlarında otorite kabul edilmiş başlıca şahsiyetlerden biridir. Tanzimat’tan sonra Batı edebiyatı tesirinde gelişen Türk şiirinde Abdülhak Hâmid’in ardından en büyük yenilikleri yapanlar arasındadır. Çocuk denecek yaşta şiire ilgi duyan Cenab’ı bu alana çeken ve ona ilk şiir bilgileriyle şiir yazma zevkini aşılayanlar içinde Mustafa Âsım Efendi, Muallim Nâci ve mahalle komşuları olan Şeyh Vasfî zikredilir. Her üçü de dönemlerinde divan edebiyatı geleneğini sürdüren şairlerdendi. Cenab’ın ilk şiirlerinin de bu tarzda olması tabiidir. Nitekim on dört yaşlarında iken Saadet gazetesinde yayımlanan (1885) ilk şiiri bir gazeldir. İlk iki yıl yazdığı tesbit edilen on dokuz parça şiirin tamamı gazel, çoğu da Şeyh Vasfî, Muallim Nâci ve Nâmık Kemal’in gazellerine yapılmış nazîre veya tahmîstir. Bu yıllardan sonra Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem tesiri daha belirli hale gelir. Yeni şiirleri Saadet gazetesiyle beraber Gülşen, Sebat ve İmdâdü’l-midâd dergilerinde çıkar. Henüz tıbbiye öğrencisi iken daha çok A. Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem tarzındaki on sekiz parça şiirini Tâmât adıyla küçük bir kitap halinde yayımlar (1886).
Tıp ihtisası için Paris’te bulunduğu yıllarda daha çok edebiyata ilgi gösteren Cenab, kendi ifadesiyle parnasyen ve sembolist şairleri okumuş, özellikle Verlaine’den etkilenmiştir. Orta seviyede, genç ve yaşlı pek çok Fransız şairini tanımış, onlarla uzun süre beraber olmuştur. Kendisinden edebiyat dersi aldığını söylediği parnas şairlerinden Charles Brevet’nin “manzumenin elfâz ile resmedilen bir levha” olduğu görüşünü benimsemiş, yurda döndükten sonra da şiiri yavaş yavaş bu tesirler etrafında değişmeye başlamıştır. 1895 yılı sonlarında Hazîne-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Benim Kalbim” başlıklı şiirini çevresindekiler Fransızca’dan tercüme sanmışlardı. Bu şiir ona Brevet’nin telkin ettiği, kelimelerle çizilen tablo karakterindeki şiirlerinin de ilkidir. Servet-i Fünûn şairlerinin çok kullandıkları, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına kadar hemen her şairin az veya çok denediği bir Fransız şiir formu olan sone tarzını da ilk defa Cenab “Şi‘r-i Nânüvişte” adıyla yayımladığı şiirinde uygulamıştır (1895). Cenab bu yıllarda Mekteb, Hazîne-i Fünûn, Maarif, Ma‘lûmat gibi dergilerde şekil, muhteva ve ifade bakımından hem kendisinin ilk şiirlerinden, hem de çevresinde benimsenmiş şiir tarzından farklı denemelere girişmiştir. Özellikle Mekteb dergisinde arka arkaya çıkan şiirleriyle (Şubat 1896-Şubat 1897 arasında kırk iki şiir) hem eski hem yeni tarzda yazan şairler arasında dikkati çekti, yankı uyandırdı, hakkında olumlu veya olumsuz yazılar yazıldı. İki tarz şiiri savunanların cepheler haline gelmesinin bir sonucu olan Servet-i Fünûn dergisi de bir süre sonra onu kendi kadrosuna aldı. Cenab’ın bu dergiye girişi, Tevfik Fikret’in derginin edebî yönetimini ele alışından iki ay kadar sonrasına rastlamıştır.
Cenab Şahabeddin’in Türk şiirine getirdiği yenilikler arasında, o zamana kadar Türk edebiyatında kullanılmamış yeni ve orijinal terkiplere yer vermesi de zikredilmiştir. Üslûpçu bir yazar ve şair olma gayreti içinde bulunduğu şüphesiz olan Cenab, gerçekten de bu gayretini okuyucu zihninde yeni imajlar uyandıracak kavramlar, ibareler, isim ve sıfat tamlamaları aramaya sarfetmiştir. Bu yeni terkiplerin bazıları şunlardır: Sâât-i semenfâm (yasemen renkli saatler), tûf-ı tesliyet (avunma yankısı), nây-ı zümürrüd (yemyeşil ney), ûd-ı mükevkeb (yıldızlı ut). O zamana kadar bir arada düşünülmeyecek ve çok defa biri mücerret, diğeri müşahhas iki kavramın birleşmesinden meydana gelen bu yeni terkipler yadırgandı, tenkit edildi ve hatta alay konusu oldu. Önce Ahmed Midhat Efendi Cenab’ı ve dili bu yola sokan diğer Servet-i Fünûncular’ı, o yıllarda Fransa’da benzer edebiyatçılar için kullanılan Fransızca bir sıfatla (dekadan=inhitat eden, çöken) suçladı. Bununla dil ve edebiyat zevkinde bir çöküntüye işaret etmek istiyordu. Cenab buna, zamanın değişmesiyle sanat anlayışlarında da değişiklik olabileceği, eski kelime ve deyimlerin yerine yenilerinin konulabileceği ve bu şekilde edebiyatta yenilik yapılabileceği şeklinde cevap verdi. Tartışma, konunun lehinde ve aleyhinde olanlarca genişletildi. Ahmed Midhat ve Cenab’dan başka İsmâil Safâ, Süleyman Nesib, Ahmed Hikmet, Hüseyin Cahid, Şemseddin Sâmi, Sâmih Rifat, Ali Ekrem ve Rıza Tevfik’in de katıldığı, karşılıklı atışmalara kadar varan münakaşa yalnız dil çerçevesinde kalmamış, sanat, edebiyat, sembolizm gibi meselelere de uzanmıştır.
Servet-i Fünûn şiirinin genel karakterinde olduğu gibi Cenab’ın şiirlerinde de tasvir ön plandadır. Varlığı bir fotoğraf gibi idrak etmek, renk ve şekilleri canlı tutmak, gerçeklik duygusu yaratmak Cenab’ın o dönem şiiri içinde keşfettiği bir özelliktir. Bu çığır, önce Avrupa basınında başlayan, o yıllarda da Türk dergilerinde bollaşan fotoğraf ve desen baskılarına paralel gelişen parnasizmin doğurduğu bir akımdır. Cenab’ın açtığı bu yola Tevfik Fikret ve diğerleri girmekte gecikmez, hatta daha sonraki yıllarda Ahmed Hâşim, Yahya Kemal ve Tanpınar’da da Cenab’ın başlattığı bu tarzın izleri görülür. Cenab’ın şiirleri hakkında dikkate değer tahliller yapmış olan Mehmet Kaplan, onun şiirlerinin tabiat ve ev içi tasvirleriyle, alegorik ve sembolik imajlarla yoğunlaştığını belirtmiştir. Yalnız o da çağdaşları gibi hayatı ve insanları, aralarına girmeyerek uzaktan temaşa lezzetiyle yetinmiştir. Resim ve mûsiki kültürü olan Cenab Şahabeddin şiirini bu sanatlarla beraber yürütmüştür. Şiirine mûsiki sanatının girişinde Fransız sembolistlerinden faydalanmakla beraber bunu pek az şiirinde başarı ile uygulayabilmiştir.
“Elhân-ı Şitâ”, “Yakazât-ı Leyliyye”, “Temâşâ-yı Leyâl”, “Temâşâ-yı Hazân” gibi şiirleri nesiller boyunca okunan Cenab Şahabeddin, şiirde âhenge önem verdiği için hece yerine daima aruzu tercih etmiş, makalelerinde ve tartışmalarında hece veznini küçümsemiştir. Bir kısım şiirleriyle T. Fikret’teki sathîliği aşmış, Fikret’in ısrar ettiği “nesre yaklaşan şiir”i tercih etmemiştir. Ancak Türkçe’yi aruza uygulamada Fikret kadar başarılı olamamıştır.
Şiirin tek gayesinin güzellik olduğunu savunan ve ona başka bir fonksiyon yüklemek istemeyen Cenab, tabiatı panteist bir duygu ile temaşa etmiş ve bir “rûh-ı kâinat” fikrine inanmıştır. Bu sebeple eşyada zaman zaman diğer sanatkârlardan farklı renkler görmüş ve onlara birtakım ruh halleri izâfe etmiştir. Hayat karşısında şüpheci bir tavır takınan şair, fikir ağırlıklı şiirlerinde sosyal konuları değil insanın kaderi ve kâinat içindeki yeri üzerinde durmuştur. Gece, mehtap ve sonbahar gibi daha çok hissî tabiat manzaralarını da saf bir şekilde ele almış, şiirlerinde tabiat, kadın ve aşk temalarını işlemiştir. “Münâcât I-IV”, “Derviş” ve “Tevhid” gibi şiirlerinde panteist dinî duygulara, “Hilâl-i Giryân” başlıklı şiirinde ise millî duygulara yer vermiştir.
Cenab Şahabeddin roman ve hikâye yazmadığı, hatta birkaç tiyatro denemesinde de pek başarılı olmadığı halde nesir sanatında Servet-i Fünûn edebiyatının ustaları arasında sayılmıştır. Cenab’a göre nesir hem bir beste hem de güftedir. Bu onun, nesirde de şiirinde olduğu gibi güzelliğe ve âhenge önem verdiğini gösterir. Daha çok II. Meşrutiyet’ten sonra nesir alanına dönen Cenab’ın bu türde kullandığı dil, kelime kadrosu ve üslûp bakımından şiirlerindeki hemen bütün özellikleri taşır. Ona göre nesir de şiir gibi anlatılan konulara uygun biçimde yapısı değişen cümle ve ibarelerle yazılmalıdır. Bir fikir veya duygunun ifadesinde kelimelerin ve terkiplerin okuyucu üzerindeki hem doğruluk hem güzellik tesirleri dikkate alınmalıdır. Cenab’ın nesre gösterdiği bu itina, çalakalem yazılan bir gazeteci dili yerine daha sanatkârane, fakat buna karşılık daha ağır bir Servet-i Fünûn nesrinin doğmasına sebep olmuştur. Bununla beraber bu ağır ve anlaşılması güç ifade tarzı, onun ortaya koyduğu prensiplerle yeni Türk nesrinin doğuşundaki rolünü küçümsetmemelidir. Yahya Kemal, Cenab’ın bu üslûpçu nesrinin kendi çağdaşlarına bile bir acem halısı gibi parlak, renkli, fakat komplike göründüğünü, yalnız Evrâk-ı Eyyâm’ın vuzuhu ve sağlam mantığıyla bir şaheser olduğunu söyler.
Cenab nesir konusundaki fikirlerini, Meşrutiyet’ten sonra Türkçüler’in ortaya attığı “yeni lisan” hareketinden sonra da ısrarla devam ettirmiş, Arapça ve Farsça ile zenginleşen Osmanlıca’yı sonuna kadar savunmuştur. Bu konuda başlayan tartışmalara Cenab’la beraber Ali Canip, Ruşen Eşref, Köprülüzâde Fuad ve Süleyman Nazif de katılmış, mesele yalnız dil çerçevesinde kalmayıp Türkçülük bahislerine kadar uzanmıştır.
Lehinde ve aleyhindeki kanaatlerden çıkan sonuç, Cenab’ın Türk şiir ve nesir edebiyatı tarihinde seçkin bir yeri ve rolü olduğunu göstermektedir. Buna rağmen özellikle Cumhuriyet’ten sonra inzivayı tercihinde veya unutulmaya terkedilişinde hırçın, mücadeleci ve paradoksal bir münakaşacı olmasının payı vardır. Şiirlerinde ve sanat yazılarında sakinliğine rağmen politik yazılarında, hatta başladıktan bir süre sonra politik bir karakter kazanan edebî tartışmalarında Cenab’ın çok defa asabî, bazan da çelişkili bir tavır takınması, attığı adımları zamanla geri almaya çalışması, ona edebiyatta kazandığı otoriteyi kaybettirecek bir durum hazırlamıştır.
Cenab Şahabeddin’in gazetelerde siyasî yazılar yazması, II. Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a gelişiyle başlar. Önce on beş sayı çıkan Hürriyet’in başmuharriri oldu. Bu gazetede ve onun yerine çıkan Siper-i Sâika-i Hürriyet’te, daha sonra Şebab, Hak ve İctihad’da çoğu siyasî mahiyette yazılar yazdı. Bir ara Dahhâk-i Mazlûm takma adıyla Kalem dergisinde siyasî mizah yazıları kaleme aldı. Balkan Harbi’nden sonra ikisi Tasvîr-i Efkâr gazetesi hesabına olmak üzere birkaç defa Avrupa’ya gitti. Seyahat intibalarını aynı gazetede “Avrupa Mektupları” (11 Eylül 1915-13 Haziran 1916, kitap haline gelişi 1919) başlığı ile yayımladı. I. Dünya Savaşı yıllarında Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın davetiyle bir ara Suriye’de bulundu. Bu gezilerini de “Suriye Mektupları” (8 Ocak8 Şubat 1918) adıyla yayımladı. Millî Mücadele yıllarında, aleyhte yayın yapan Ali Kemal’in Peyâm ve Peyâm-ı Sabah gazetelerinde çıkan bazı yazılarında, ordunun I. Dünya Savaşı’nda basiretsiz kumandanlar yüzünden yenilgiye uğradığını hatırlatarak Anadolu’da savaşan askerin gücünü kırması talihsizliğinin başlangıcı oldu. Bundan sonra siyasette ileri veya geri her attığı adımda ona mâzisi hatırlatıldı: Dilde muhafazakârlığı, lisanî Türkçüler’le giriştiği tartışmalar, İttihatçılar’ı ve Enver Paşa’yı tutması, sonra yermesi, Cemal Paşa ile olan yakınlıklarının menfaate dayandığı, kadın hakları aleyhindeki yazıları vb. Bunların hemen hepsi Cumhuriyet sonrası yönetimine ters düşmüştü. Aleyhindeki yazılar savaştan ve Cumhuriyet’in ilânından sonra da durmadı. Falih Rıfkı ve Yakup Kadri sert tenkitlerine devam ettiler. Cenab bütün bunlar karşısında, ölümüne yakın yıllara kadar zaman zaman Cumhuriyet inkılâplarını benimseyen yazılar kaleme aldıysa da daima önceki yazıları hatırlatılarak suçlamalara devam edilmiştir.
Cenab Şahabeddin sosyal muhtevalı bir kısım yazılarında dinî konulara da temas etmiş, fakat İslâmî meseleler hakkında ileri sürdüğü görüşler devrin dinî dergilerinde tenkide uğramıştır. Özellikle taaddüd-i zevcât ve tesettür konusundaki “Yarınki Efkâr-ı İslâmiyye” adlı yazısı (Peyâm-ı Sabah, 13 Kânunusâni 1337) infial uyandırmış, Mustafa Sabri ve İskilipli Mehmed Âtıf efendilerin tenkitleriyle konu Alemdar gazetesi, Mahfil mecmuası ve Peyâm-ı Sabah arasında uzun tartışmalara sebep olmuştur. Cenab Şahabeddin adı geçen makalesinde İslâmiyet’in heykeltraşlık gibi güzel sanatları takdir etmemiş olmasını da tenkit etmiştir. Mustafa Sabri “Bugünkü ve Yarınki Efkâr-ı İslâmiyye” adlı makalesinde (Alemdar, 15 Kânunusâni 1337) Cenab Şahabeddin’e karşılık vermiş, o da cevap olarak kaleme aldığı “Hâtime-i Münâzara” adlı yazısında (Peyâm-ı Sabah, 17 Kânunusâni 1337), ne olursa olsun İslâmî konularda günün icaplarına göre birtakım ictihadlar yapılmasının şart olduğunu ileri sürmüştür. Mustafa Sabri ise cevabında (Alemdar, 19 Kânunusâni 1337), büyük sorumluluk isteyen böyle bir işte ne kendisinin ne de Cenab Şahabeddin’in söz sahibi olabileceğini söylemiştir. Aynı günlerde İskilipli Mehmed Âtıf da Cenab Şahabeddin’in İslâmî konulardaki görüşlerini ayrı ayrı ele alıp tenkit etmiştir (“Taaddüd-i Zevcât: Cenab Şahabeddin Bey’e Birinci Cevap”, Mahfil, nr. 8, Cemâziyelâhir 1339, s. 130-133; “İkinci Cevap: Tesâvîr ve Temâsîl”, Mahfil, nr. 9, Receb 1339, s. 146-149; “Üçüncü Cevap”, Mahfil, nr. 10, Şâban 1339, s. 161-164; “Diyânet-i İslâmiyye Ef’âl-i Beşeriyye ile Ölçülemez”, Mahfil, nr. 17, Rebîülevvel 1340, s. 78-79; “Muhterem Muarızlara”, Peyâm-ı Sabah, 24 Kânunusâni 1337; “Mahfil’e Cevap”, Peyâm-ı Sabah, 24 Şubat 1337; “Memleketimizde Yalan”, Peyâm-ı Sabah, 26 Eylül 1337). Cenab’ın çeşitli yazılarından, bir kısım şiirlerinden ve özellikle Paris’ten gönderdiği 1912 tarihli iki mektubundan (Hisar, sy. 126, 129, Ankara 1974), din konusunda çok genel anlamı ile mistik ve panteist bir inanca sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Eserleri. Şiirler. 1. Tâmât (İstanbul 1303). Yetmiş bir sayfalık bu küçük kitapta yer alan on sekiz manzume Cenab’ın ilk denemelerinden olmakla beraber aralarında o yıllarda dergilerde yayımladığı gazel tarzı şiirlerinden hiçbiri bulunmamaktadır. Buradakilerin hemen hepsinde Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Mahmud Ekrem’in tesirleri açık olarak görülmektedir. 2. Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri (İstanbul 1984). M. Kaplan, İ. Enginün, B. Emil, N. Birinci ve A. Uçman tarafından yapılan bu çalışma, Cenab’a ait evrak ve müsveddelerin incelenmesi, yayımlanmış olan şiirlerin müsveddelerdeki ilk şekilleri, yayımlandığı yer ve tarihlerin gösterilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. 1934’te Sadeddin Nüzhet’in topladığı şiirlerinin sayısı yetmiş üçten ibaretken bu kitapta 429 şiir yer almıştır. Bunlardan 203’ü yayımlanmış, yetmiş altısı yayımlanmamış, 150’si de yarım kalmış şiirlerdir. Seyahat Yazıları. 1. Hac Yolunda (İstanbul 1325, 1341). Cenab’ın 1896’da sıhhiye müfettişi olarak İstanbul’dan Cidde’ye kadar gidişini anlattığı bu eserde sanatkârane bir üslûpla yazılmış on yedi mektup bulunmaktadır. Onun hemen bütün nesir yazılarında görülen zengin kültürü bu mektuplarından itibaren dikkatleri çekmiştir. Eser Servet-i Fünûn’da tefrika edildikten sonra (nr. 312-388) basılmıştır. 2. Avrupa Mektupları (İstanbul 1335). Cenab’ın Tasvîr-i Efkâr gazetesi hesabına Avrupa’ya yaptığı iki seyahatin intibalarını anlatan bu eserde Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, Almanya ve Avusturya hakkında, içinde bulundukları I. Dünya Savaşı çerçevesinde ve Cenab’a mahsus müşahedelerle verilmiş bilgiler vardır. Yine sanatkârane bir üslûp kullanılmış olan eserde yirmi iki parça yazı yer almaktadır. Tiyatrolar. 1. Kör Ebe (İstanbul 1333). Evlilik konusunda değişmeye başlayan örf ve âdetleri konu alan tek perdelik küçük bir piyestir. 1917’de Tepebaşı Tiyatrosu’nda oynanmıştır. Müellifin Yalan ve Küçük Beyler adlı oynanmış, fakat basılmamış iki piyesi daha vardır. Diğer Kitapları. 1. Evrâk-ı Eyyâm (İstanbul 1331). Cenab’ın diğer yazılarına oranla daha sade ve mantıkî bir üslûpla yazdığı makalelerini ihtiva etmektedir. 2. Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh ve Tiryâki Sözleri (İstanbul 1334). Bu kitapta da bazı makaleleri ve seyahat yazıları yer alır. Son bölüm, Servet-i Fünûn’da ve Tasvîr-i Efkâr’da yayımladığı Fransız “maxime”lerine benzer kısa, özlü, vecize karakterinde sözlerden meydana gelmiştir. Eser Cenap Şahabeddin ve Vecizeleri (haz. Mehmet Saka – Vasfi Şensözen, Ankara 1959) ile Tiryaki Sözleri (haz. Orhan Köprülü – Reyan Erben, İstanbul 1975) adıyla yeniden yayımlanmıştır. Cenab’ın Vilyam Şekspiyer (İstanbul 1931) adlı bir incelemesi de bulunmaktadır.