Tercihe zorlanan Türkiye
S. Seyfi Öğün 01 Ocak 1970
Türkiye, “müttefiki” ABD tarafından net bir şekilde karârını vermeye zorlanıyor. Ya S 400’leri alacak ve F 35’leri kaybedecek veyâ tersi olacak. Bu tercih bâsit olarak bir silâh alımında düğümlenmiyor. S 400’ler ve F 35’ler sâdece bir sembol. Ortada Türkiye’nin tırmanan küresel savaşta, safını belli etmeye zorlandığı çok açık. Bunun farklı kavramlarda yankılandığını söyleyebiliriz: “Jeopolitik” açıdan bakıldığında Türkiye’ye “Atlantik” ile “Avrasya” arasında bir tercih yapması isteniyor. Bunun elbette “jeostratejik” yansımaları da olacak. Bu kadar da değil; Türkiye’nin tercihi onun “jeoekonomik” ve “jeokültürel “tercihi de olacak.
Osmanlı ve Türk modernleşme târihinin tercihleri düşünüldüğünde bu esaslı bir kırılmaya işâret ediyor. Çünkü Osmanlı-Türk modernleşmesinin anaakım niteliği her türlü kesin tercihi mümkün mertebe dışlamaya karşılık gelmektedir. Tanzimat modernleşmesi Doğu ile Batı, gelenek ile modern arasında kesin bir tercih yapmaktan uzak duruyordu. Tanzimat, târihsel tecrübelerin birikimi ile yeni devşirilen unsurları yan yana yaşatıyordu. Dış siyâset şekillendirilirken ise, usûl ve suhûlet dâiresinde mevcut durumdan çıkarılan vazifelerle hareket ediliyordu. Veri dönemde şartlara; yâni tehlikenin nereden geldiğine ve güçler arasındaki rekâbete bakılarak; İngiltere, Fransa , Almanya ve hattâ yakınlaşmanın en zor olduğu Rusya’yla bile yeri geldiğinde işbirliğine gidiliyordu.
Cumhûriyet ilk devirlerinde de durum farklı olmadı. Türkiye Cumhûriyeti, evet ideolojik olarak bir tercih yaptı ve Osmanlı modernleşmesinden çok farklı olarak, hayli radikâl bir seviyede Batılılaşma idealini benimsedi. Osmanlı geçmişini reddetti. İslâmiyet ile arasına sert bir mesâfe koydu. Ama, Batılılaşma idealine, şöyle, böyle “ulusal” bir muhtevâ kazandırmaya itina gösterdi. Evet Türkiye Batılılaşacaktı ama bu hiçbir şekilde ulusallıkla çatışmayacaktı. Bir nev’i “Ulusal bir Batılılaşma” olacaktı bu. İlhan Selçuk bunu “Batı’ya rağmen Batılılaşmak” olarak tanımlardı.
İkinci olarak, Çağdaşlaşma ile Batılılaşma arasında yaptığı ayırım Batılılaşma idealine koyduğu rezerve işâret ediyordu. Sıkıştığı her durumda ilkini diğeri karşısında şaşmaz bir şekilde öncelemek esastı. Diğer taraftan ulusun Asyaik kökleri devreye sokuluyordu. Stratejik olarak İran ve Afganistan ile yakın ilişkiler kurmaya îtinâ ediyordu. En çarpıcı olan hususlardan birisi de, Sovyet Rusya ile sağlanan yakınlıktı. Evet “medenî dünyâya” Türkiye’nin asla Bolşevik olmayacağı ilân edilmişti edilmesine ama bu, karşılıklı menfâat üzerinden Sovyet Rusya ve Türkiye’nin yakınlaşmasına mâni değildi.
Hâsılı en radikal modernleşme evresinde bile Türkiye yüzünü Batı’ya; yâni Avrupa’ya o kadar da toptan ve teslimiyetçi bir seviyede çevirmedi. Kurucular, bugünküler gibi Ortadoğu’yu, Arapları kategorik olarak dışlamıyorlardı. En radikal Batıcı gruplardan birisi olan ve Batılılaşma sürecinin “amentüsünü” Greko-Romen kültür ile yoğrulmak olarak tanımlayan, Cevat Şakir, Orhan Burian ve Azra Erhat gibi Türk Hümanistleri bile, Batı’nın en Doğusu olan Antik Anadolu’nun , onun Batı’sında yer alan Kıt’a Yunanistan’dan daha derin ve gelişmiş olduğuna işâret etmeyi , hele hele İlliada ‘nın epik kurgusu üzerinden Hektor’u Achilleus karşısında yüceltmeyi pek severlerdi.
İdeolojik dünyâmız da bundan farklı bir seyir tâkip etmedi. En katkısız bildiğimiz Batıcılarımızın içinde nasıl bir “doz” Doğuculuk vardıysa; en katkısız bildiğimiz Doğucularımızın içinde de yine bir “doz” Batıcılık vardı. (Hoş; elyevm de böyledir).
Belimizi büken NATO serencâmımız oldu. Bizi, yerleşik târihsel havzamızdan ve onun jeopolitik ve jeokültürel çeşitliliğinden kopardı. Bil’a kayd-ü şart, cümle kurum, kuruluşlarımız dönüştürüldü ve NATO’ya göre yeniden ayarlandı. Türk askerinin hiç bilmediği bir coğrafyada savaştırıldığı Kore mâcerası Türkiye’nin yaşadığı savrulmanın en tipik göstergesidir. Zihnen ve rûhen sakatlandık. NATO’nun bellettikleriyle yaşamaya ve hareket etmeye başladık. Ama mızrak çuvala sığmıyor. 1950’lerdeki “balayı”nın ne kadar sahte olduğunu, Kıbrıs’da, Haşhaş Ekiminde, uygulanan ambargolarda bir bir öğrendik. Ama bu tecrübî bilgi bile bizi kendimize getirmedi. Hepsini ârızî görmeye çalıştık. Bizi “Moskof’tan kurtaran” ABD’nin hatâsını görüp bizi anlayacağını ve bağrına basacağını bekledik. Öyle olmadı. Kıpırdadıkça ne kadar derinden kuşatılmış olduğumuzu gördük. NATO’ya karşı çıkanlar herşeylerini kaybediyordu. Bu memlekette NATO’ya karşı çıkmanın standartlarını bile NATO belirliyordu. Kırmızı çizgi, Türkiye’nin târihsel havzalarıyla yeniden barışmasıydı. NATO’ya kızıp Varşova Paktı’nı alternatif olarak savunabilirdiniz. Ne olacaktı ki? Kızıl Moskof Uşağı Komünist olurdunuz ve karşınızda, milliyetçilerden evvel Çinci, Arnavutlukçu Komünistleri bulurdunuz. NATO’cu bir milliyetçilik ve İslâmcılılık kolaydı. Zor olan, gerçekten de yerel bir çizgide muhafazakâr , sosyalist veyâ milliyetçi olmak ve öyle kalabilmekti. Onun için Mehmet Ali Aybar, Hikmet Kıvılcımlı, Kemâl Tâhir gibilere yer yoktu. Onun için İsmet Özel’e kızılırdı.
En ağır darbeyi Duvar’ın yıkılmasıyla yaşadık. Sun’i ideolojik ayırımlar eritildi ve Yeni Sağ ve Yeni Sol barıştırılarak NATO’culukta , AB’cilikte ve özgürlük bahanesiyle Kürt milliyetçiliğine sempati göstermekte ittifak ettirildi. Ama Tezkere ile başlayan süreç büyüdü. Bizi bugünlere getirdi. Şöyle veyâ böyle Türkiye ayarlarının dışına çıktı. Yakın târihi hatırlatmaya gerek yok. Çünkü herkes canlı olarak şâhidi. Bugün,bırakalım Türkiye’yi, Fransa ve Almanya ağır bir ABD baskısı altında. Sanki bir başka NATO gelişiyor ve Yunanistan, Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve İsrâil üzerinden Türkiye’yi dışlıyor ve kuşatıyor. Hâsılı, mesele ne S 400 ne de F 35.. Mesele Türkiye’nin topyekûn geleceği…