‘Lâlezarın dîdesi rûşen’
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Hollanda’ya ilk gidişimde görmek istediğim ilk yer Keukenhof olmuştu. Bu muhteşem çiçek bahçesinde kendimi bir an Osmanlı tarihinin Lâle Devri’nde hissettiğimi hatırlıyorum. Renk renk sümbüllerle zenginleştirilmiş lâle tarhlarının, ağaçların ve göletlerin arasında gezinirken şair Nedim’i düşünmeyen, özellikle kırmızı lâle tarhlarının ateşinde onun şiirini hissetmeyen okumuş yazmış bir Türk düşünülebilir mi? Ben, hançer gibi yapraklarının arasından başlarını uzatıp işveler gösteren Hollanda lâlele rinde atalarımın zevk dünyalarına dair ipuçları bulmuştum.
Türkistan’da, Tiyenşan dağlarının kuzey yamaçlarında yabani bir çiçek olarak güneşe başlarını uzatan lâlenin kültür hayatında yer alışına dair ilk izler, Kazakistan’da yapılan arkeolojik kazılarda bulundu. Bu da bizi göçebe atalarımızın baharı müjdeleyen bu çiçeği çok sevdiklerini, ona özel anlamlar yüklediklerini ve soğanlarını, iklim şartları yüzünden yahut başka sebeplerle yurtlarını terk ederken yanlarına aldıklarını düşündürüyor.
Lâle, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hind’e, Selçuklularla İran ve Anadolu’ya gelmişti. Horasan ve İran coğrafyasına yayılıp bahçeleri tutuşturarak ortak kültürün malı haline gelen lâle, İran şiirinde, önce Hayyam, Hâfız ve Sâdi gibi şairlerin gazel ve rubailerinde boy gösterdi; rengi ve şekli dolayısıyla genellikle ateşe, şarap dolu kadehe ve sevgilinin yanağına benzetiliyordu.
***
Ve bir gün Anadolu’nun kapısı, atalarımıza, Selçuklu hükümdarı Alpaslan’ın 1071 yılında kazandığı zaferle birlikte bir daha kapanmamak üzere açıldı. Artık Anadolu, İç Asya’dan kopan Türk boylarını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir uzantısı olarak kurulan Anadolu Selçuklu Devleti, çok sayıda kültürün yeşerdiği bu bereketli coğrafyada, yepyeni bir kültür sentezi yarattı. Doğu Roma’nın İkonium’u Konya’ya dönüşerek başkent olmuş, benzersiz sanat eserleriyle donatılan Anadolu, farklı kültürlerin, inançların bir arada yaşayabildiği bir cazibe merkezi haline gelmişti.
Ne Romalılar biliyordu lâleyi ne Bizanslılar... Bugüne kadar herhangi bir Bizans kalıntısında -paralarda, mimari eserlerde vb.- lâleye benzer bir motife rastlanmamıştır. Bu demektir ki, lâle 11 veya 12. yüzyılda İran yoluyla Anadolu’ya geçti.
Elimizde yeterince belge bulunmadığı için bu çiçeğin Selçuklu devrinde sanat ve edebiyata nasıl yansıdığı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak Konya’da Kılıçaslan tarafından yaptırılan Alaeddin Köşkü’nün bugün Berlin İslâm Müzesi’nde korunan çinilerinden birinde, iki saraylının arasına resmedilmiş lâle figürü, bu çiçeğin süsleme programlarında yer aldığını gösterir. Karatay Medresesi’nin pencerelerini içeriden çevreleyen çinilerde de lâleye benzer motifler görülmektedir. İbn Bibi, Alaeddin Keykubad’ın Beyşehir gölü kıyısındaki yazlık sarayı Kubâdâbâd’ın bahçelerinden şöyle söz etmiştir: “Cennet gibi güzel bir dağ eteği! Yoksa gök oranın toprağım amber mi saçmış? Yer yeşillikten firuze renginde; lâleden üzerine sanki kan lekeleri serpilmiş!”
Lâle, Mevlânâ’nın gazellerinde de sık sık arzıendam eder. Divan-ı Kebir’de, “Can hep o lâle bahçesinden söz açmaktadır” diyen Mevlânâ, hiç şüphesiz, Kubâdâbâd Sarayı’ndakine benzeyen Selçuklu lâlezarlarından söz ediyor, başka bir şiirinde de dıştan bakınca kırmızı bir neş’e gibi görünen çemen lâlesinin açılmasını -içindeki gizli siyah renkten dolayı- tebessümlerin en bedbahtı olarak yorumluyordu.
***
Osmanlı devrinin ilk devirlerinde, şiire utana sıkıla giren lâleye 15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey’e göre, taşradan geldiği için zavallı ve çaresiz görünen bu çiçeğin diğer çiçekler tarafından gül devri sohbetine alınmamıştı. Ama lâle sıkılganlığını üzerinde çabuk attı ve zaman zaman gülün saltanatını tehdit etti. Dindarlar ve tabiata sufiyane bir tecessüs ve heyecanla bakanlar, lâle kelimesinde İsm-i Celâl’i okumaya başlamışlardı. Çiçekler hakkında Mîyârü’l-Ezhar isimli önemli bir eseri bulunan Tabib Mehmed Aşkî’ye göre, lâle rütbesinin yüksekliğini, “cevâhir-i hurûf”la, yani “Allah” lafzındaki harflerle yazılmasına borçluydu. Bir şiirinde, eğer İsm-i Celâl, isminde zuhur etmeseydi, lâleye bu kadar rağbet gösterilemezdi diyor.
Başta İstanbul olmak üzere, bütün önemli Osmanlı şehirlerinde sadece lâle değil, sünbül, gül, karanfil ve zerrin gibi çiçeklerin de çok sayıda merak lısı vardı. Osmanlı kültürünün klasik ölçülerini bulduğu XVI. yüzyıl İstanbul’unda bahçe ve çiçek zevki bütün halka sirayet etmişti. Saray bahçeleri için imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sünbül soğanları ısmarlandığını gösteren fermanlar vardır. Saray dışından meraklı lar da bir yolunu bulup yeni türler elde etmek için çeşitli yerlerden soğanlar getirtiyorlardı. Çiçek artık günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı. Bir çiçek meraklısı olan Şeyhülislam Ebussuud Efendi, yeni bir lâle türü elde etmiş ve “Nur-ı Adn” (Cennetin Nuru) ismini vermişti.
***
Lâle, aşağı yukarı dört buçuk asır önce İstanbul’dan Avrupa’ya doğru heyecanlı bir yolculuğa çıktı. Alman elçisi olmakla beraber Hollanda’yı da temsil eden Ogier Ghislain de Busbeck 1554 yılında geldiği İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a gönderdiği lâle soğanlarının dokularında Türkistan bozkırlarının tadı tuzu, Anadolu coğrafyasının havası, suyu ve toprağı vardı.
Birkaç gün önce Karar’da, Konya’daki uzsuz bucaksız lâle bahçelerinin fotoğraflarını görünce bunları düşündüm ve şu sıralarda tabiatta yaşanan lâle, erguvan ve mor salkım şenliğine okuyucularımın dikkatini çekmek istedim: İşte, siyasetin yarattığı gerginliklerden hiç değilse belli bir süre kurtulmak için harika bir fırsat... Şair Nedim ne demişti: “Lâlezarın dîdesi rûşen…”