Kur’ân-ı Kerîm’in istediği toplum modeli: Hilafet sorunu ve egemenlik
Ethem Ruhi Fığlalı 01 Ocak 1970
Kur’ân-ı Kerîm’in oluşturulmasını istediği “model toplum”, esas itibariyle, Hz. Peygamber’in önderliğinde ve otoritesi altında yirmi üç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere denk bir şekilde ortaya konmaya çalışılmıştır.
Neticede de, birkaç yüzyıl içinde, çağına göre mükemmel model bir ilim, îmân ve ahlâk toplumu oluşturulmuş ve bir medeniyet yaratılmıştır. Dikkat edilirse, sürekli olarak “bilgi, îmân, ahlâk” sözlerini buradaki sıra içinde kullandık, kullanıyoruz; çünkü İslâm, gerçekten inanma / îmân ve ahlâk için, her ne kadar bugün maalesef yokluğunu çekiyor isek de, bilgiye/öğrenmeye/araştırmaya öncelik tanımıştır.
Bu noktada İslâm, denebilir ki, evrensellik iddiası taşıyan dinler arasında kendine güveni en yüksek, en köklü ve en güçlü olanıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, insanı ısrarla her hususta aklını kullanmaya, evrenin sırlarını çözmeye, olayları ve olguları sormaya ve sorgulamaya, düşünmeye çağırır. Bilgisizlik, kör bir gelenekçilik, ataları körü körüne taklit, aklı ve mantığı kullanmamak, sorup-sorgulamamak, sebep-sonuç ilişkisi kurmaksızın hemen kabul etmek ve en önemlisi araştırmamak, düşünmemek ve ibret almamak Kur’ân’ın şiddetle reddettiği, karşı çıktığı ve mutlaka mücadele edilmesi gereken çirkin davranışlar ve kötü alışkanlıklar olarak gösterilir.
Esasen Kur’ân’ın yorumlanması ve yaşanılan dönemin ihtiyaçlarına cevap bulunması demek olan ictihad’ın kaynağı da akıldır, bilimdir.
Burada şu çok önemli konuya sadece temas etmekle kalmayıp çok kuvvetle ve çok önemle vurgulamak şarttır:
Kur’ân’ın tavsiye ve teşvik ettiği bilimsel bilginin elde edilmesi, ancak ve ancak insanların kendi çabaları, araştırmaları, çalışmaları ve bu hususta yeteneklerini geliştirmelerine bağlıdır.
Ayrıca Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e verildiğinden söz ettiği bilgi [‘ilm] ise, bilimsel bilgi değil, ona vahiy yoluyla verilen ve îtikadî açıdan da zanna / sanıya yer vermeyen bilgi anlamındadır. Bu bilginin gerçek yüzü de, “mutlak bilici olan” Allah katındaki hakikattır.
Kur’ân’ın amacı, kesinlikle insanlara ahlâk, hukuk, tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, tıp, mühendislik gibi sosyal, sağlık ve teknik bilimler alanlarında bilgiler vermek değildir. Onun işi, sadece insanların “iyi insan” ve “ahlâklı, adaletli, insan hak ve hukukunu gözeten model bir toplum” ya da kısaca iyilik ve güzellik’te yarışarak, yeryüzünü koruyarak ve geliştirerek ona egemen olan bir aydın mü’minler topluluğu haline gelebilmeleri için, inanç ve ahlâk alanlarında akıllarını doğru kullanmaya ve doğru davranış ve yaşayışa yönlendirmek ve bu konularda ısrar etmektir.”
Bu gerçeği görebilmek, idrak edebilmek, gerektiği şekilde kavrayabilmek ve gerçek kılabilmek için, şuurlu bir biçimde bilgiye ulaşma niyeti ile gerek maddî gerekse manevî sebep-sonuç ilişkilerini keşfetmek, ortaya koymak gerekir. Özgürce girişilecek bu ciddî iradî faaliyetin sonucunda da bilimsel bilginin en üst seviyelere çıkarılması ve insanlığın hayrına sunulma becerisinin gösterilmesi, gerçekten inanan bir müslümandan istenen ve beklenen bir iştir.
Ancak bu köklü gerçek, maalesef bizim, yani biz müslümanların Kur’ân zihniyetine karşı ürettiğimiz ve sergilediğimiz ihanet sonucu, İslâm’ın ilk üç yüzyılından sonra sanki bir masala dönüştü ve İslâm âlemi bilimsel üretim açısından sınıfta kaldı ve “yeryüzü egemenliği dâvasını” kaybetti, dersem acaba çok ağır bir ithamda mı bulunmuş olurum, bilmiyorum.
¦¦¦
Bilindiği gibi Hz. Peygamber 13 Rebiyülevvel 11 / 8 Haziran 632 Pazartesi günü, müslümanların komutanlığını, dinî ve dünyevî işlerini yürütecek bir kimseyi kendisine halef tayin etmeden vefat etmişti.
Esasen Hz. Muhammed, bütün faaliyetlerinde kendisinin yenilikçi olmadığını ısrarla belirtmişti. Hattâ dini bile yeni baştan icat edilmiş değildi; çünkü ona göre İslâm, daima var olmuştu ve Hz. İbrahim ile başlayan önceki peygamberlerin dininden farkı yoktu. O sadece, daha önce gönderilen dinlerin bozulan kısımlarını düzeltiyor ve Allah’ın dinini yine O’nun esaslarına göre var kılıyordu. Hz. Muhammed ile en mükemmel şekline kavuşmuş olan İslâm, ona bağlananlar ve bütün insanlık için refah, adâlet, kurtuluş, barış ve esenlik vaat ediyordu.[1]
Üstelik İslâm, bir “ruhban” , yani Tanrı adına O’nun gücünü ve iktidarını paylaşacak bir sınıfı kabul etmediği için, iktidarın “din” adına paylaşılması da söz konusu değildi.
Onun içindir ki bizzat Hz. Peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’de de doğrudan ya da dolaylı olarak yer almadığından, kendinden sonra ümmetin yönetiminin nasıl devam ettirileceğine, yerine kimin geçeceğine ve yerine geçecek kimsenin belirlenme yöntemine, kısaca İslâm devletinin yönetim biçimine dair herhangi bir söz söylememiş veya işarette bulunmamıştır. Esasen bu durum, sahabe tarafından da bilindiği ve açıkça kabul edildiği içindir ki, ilk dört halifenin belirlenmesi birbirinden farklı olmuştur.
Öyle görünüyor ki o, müslümanların halife meselesini kendi başlarına çözmelerini düşünmüştür. Aslında bu anlayış, yukarıda da işaret edildiği gibi, onun devrinin anlayış ve geleneğine son derece uygundu. Üstelik kendisinden sonra bir peygamber de gelmeyecekti. Bu sebepten o, Arap geleneğine uygun olarak yeni bir önderin belirlenmesi için kapıyı açık bıraktı. Nitekim sahabe de bu konudaki uzun tartışmalardan sonra Hz. Peygamber’in halifesi sıfatıyla Hz. Ebu Bekir’i halifelik makamına getirdi.[2]
Aslında ilk defa Hz. Ebu Bekir tarafından kullanılan, Halîfetu Resûlillah unvanı, peygamber ile sona erdiğine inanılan risâlet vazifesi hariç, onun bütün salâhiyet ve faaliyetlerinin yerine getirilmesini kapsar.[3]
Bu arada, unvan dinî bir mahiyete büründürülerek Halifetulluh şeklinde kullanılmak istenmişse de Hz. Ebu Bekir şiddetle itiraz etmiş ve kendisinin ancak Allah’ın Elçisi’nin halifesi olduğunu söylemiştir.[4]
Ancak Halife Osman hakkında kullanılmaya başlanan Halifetulluh unvanı,[5] özellikle Emeviler döneminde yaygınlık kazanmıştır. Nitekim ilk Emevî halifesi Muaviye, o günkü müslümanların tamamının mutlak itaatini sağlayabilmek ve onları kayıtsız şartsız kendisine boyun eğdirebilmek amacıyla “Halifetullah” unvanını kullanmıştır.[6] Bunun anlamı, Emevîlerin kendilerinin Allah tarafından tayin edilmiş idareci veya vekil oldukları iddiasıyla dinî bir meşruiyet sağlama iddiasıdır. Dokunulmazlık zırhına bürünme kurnazlığıdır.
Maamafih Abbasiler de, halifenin gücünün kaynağını ilâhî bir temele dayandırmak için buna benzer şekilde, “Halîfetullah / Zıllullahi fî’l-arz” (Allah’ın halîfesi/Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) gibi unvanlarla, bu iddiayı devam ettirmişlerdir.
Üstelik kelimenin aslında bulunmadığı halde, “Allah’a, Resûle ve aranızdan olan buyruk sâhiplerine (‘ulu’l-emre) itaat edin” (4.Nisâ,59) ayetini halifeye yükleyerek halifenin görevine kutsallık da kazandırılmaya çalışılmıştır.
Oysa Hz. Ömer, kelimenin ruhuna sâdık kalarak, “halîfetu-halîfeti resûlillah” (Resûlullah’ın halifesinin halifesi) unvanını kullanmış ise de bu çok uzun olduğu için, “emîru’l-mu’minîn” unvanı tercih edilmiştir.
“Halîfetu Resûlillah” [Allah’ın Resûlü’nün Halifesi], Hz. Peygamber’in hukukî ve dünyevî görevinin vekili anlamındadır; çünkü onun peygamberlik görevi onunla son bulmuştur. Ümmetin manevî rehberliği bir bütün olarak yine “ümmet”, yani “toplum” tarafından üstlenilmiştir. Onun için halîfe dinî nasslara yeni eklemeler getirmeye yetkili değildir. Onun görevi, sadece “akîde”yi muhafazadır ve “şeriat”ın korunması ve tatbiki hususunda bir otorite temsilidir.[7] Bu durum, kaçınılmaz olarak, din alanında bir uzmanlar sınıfının doğuşunu zorunlu kılmış ve dolayısıyla “İslâm’da siyasetle din arasındaki ilişkilerin ayrışmasında bu tür bir süreç yaşanmıştır.”[8]
Bu sebepten ümmetin önderi olarak halife hakkındaki siyasî doktrinler, halifenin görevine dair kelâmî ve fıkhî doktrinlerden kolayca ayırt edilemez. Nitekim ilk dönemde bu hususta vuku bulan gelişmeler, ihtilâflar, tartışmalar oldukça dikkat çekicidir. Aslında kısaca “sözde” Sünnî siyaset teorisi, ümmetin tarihinin rasyonalizasyonundan/meşrulaştırma gayretlerinden ibarettir, dense yerindedir ve makuldür.
Esasen Hz. Peygamber’in vekili sıfatıyla adâlet ve hakkaniyetle toplumu yöneten ilk dört halifeden sonra iş başına gelen ve saltanata, kaba kuvvete dayanan Emevî devletinin meşrûiyeti meselesi de İslâm tarihi boyunca sürekli tartışılmıştır.
İşin aslına bakılacak olursa İslâm, müslümanların işlerinin ş û r â yani karşılıklı danışma yoluyla yürütülmesini emreder.
Halifenin, genişlemiş ve muhtelif ırklar, kültürler ve coğrafyadan oluşan bir imparatorluk haline gelmiş bir yapının, mahiyeti gereği tek başına üstesinden gelmesi ve bu sistemin Kur’ân’ın istediği barış ve düzen içinde bir topluluk meydana getirmesi beklenemezdi.
Nitekim Hz. Ömer, çok açık bir biçimde sıkıntı yaratabilecek bu önemli sorunu görmüştü. Özellikle kendi döneminde İslâm devletinin çok çabuk büyümesi, olayların cereyanını da hızlandırıyordu. Öyle ki;
¦ Fetihler sonucu yeni yerlere yerleşen kabile mensupları, fethedilen bu yerleri sanki özel mülkiyetleri gibi görme eğiliminde idiler.
¦ Valiler kontrol edilemez durumda idi.
¦ Sosyal tansiyon alabildiğine yükselmişti.
¦ Medine’de kurulmuş olan hilâfet rejimi, tabiatı gereği, imparatorluk politikasının çarkını kontrol için uygun değildi.
Bunun içindir ki o, kendi yerine Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi birini vasiyet etmeyip, alabildiğine büyümüş ve teşkilâtlı hale gelmiş idare işini, ümmetin sorumluluğuna bırakmanın uygun olacağını düşünerek, işi ş û r â ya havale etmiştir. Esasen kendi döneminde de işlerin şümulü karşısında, daima bir müşavirler/danışmanlar kadrosu bulundurmuştu.
¦¦¦
Kaldı ki, İslâm’ın şûrâ emri dikkate alındığında, devlet başkanına halkın iradesini temsil eden bir yasama meclisinin yardımcı olması, son derece tabiidir; çünkü İslâm’da devlet kurumu, vekâletnamesini halktan alır ve bu yüzden de zorunlu olarak demokratiktir. Burada gerekli olan halkın hakiki destek ve amaçlarının neler olduğunun belirlenmesidir. Bu hususta en önemli hedefler, İslâm’a göre, devletin güvenlik bütünlüğünün korunması, hukuk ve düzenin korunup ülkenin ve ülkedeki bütün bireylerin her türlü yeteneklerinden tam olarak yararlanılabileceği ve bütünün refahına katkıda bulunabileceği şekilde geliştirilmesidir.[9]
Hal böyle olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm’de;
¦ insanın Allah’ın halifesi kılınışı (2. Bakara, 30) ;
¦ hüküm vermenin ancak Allah’a ait oluşu (6. En‘am, 57) ;
¦Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyen kişinin inkârcılıkla, zalimlikle ve yoldan çıkmakla vasıflandırılması (5. Mâide, 44, 45, 47).
gibi ayetlerden hareketle, İslam’da siyasî egemenliğin Allah’a ait olduğu ve insanın da bunu halifesi sıfatıyla O’nun adına kullanacağı, dolayısıyla İslâm’da din ve devlet işlerini ayırmanın imkânsızlığını ileri sürenler olmuştur; bugün de vardır.
Oysa yukarıda da ifade edildiği üzere insanın Allah’ın halifesi kılınışı, onu Allah’ın vekili ya da O’nun adına iş gören bir varlık durumuna getirmez. Kur’ân-ı Kerîm’in bütünlüğü içinde ele alındığında insan, yeryüzünde kendi adına hüküm süren, yapıp-etmelerinden dolayı da doğrudan kendisinin sorumlu olduğu bir varlıktır. İnsan Allah adına iş yapan bir varlık değildir. O, sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için iş yapan, çalışan bir varlıktır.
Esasen, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” (2. Bakara, 30) ayetinde, insanın yeryüzünde Rabb’ın sıfatlarının mazharı olarak yaratıldığına işaret edilmektedir.[10]
Ayrıca Hz. Peygamber dâhil hiç bir peygamberin Allah’ın yerine iş yapma ve vekili olma yetkisinin bulunmadığı açıkça bildirilmiş ve insanlara da, peygamberlere de hükmettikleri zaman adâletle hükmetmelerini istemiş (4. Nisâ, 58; 38. Sâd, 26) bir dinde, elbette yetki ve sorumluluk doğrudan insana verilmiş ve ondan bu yetkilerini, yani egemenliğini nasıl kullanmasının gerektiğinin yolları gösterilmiştir.
Buna göre insan, egemenliğini kullanırken mutlaka ve her ne pahasına olursa olsun adâletle ve hakkaniyetle hükmetmeli; Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği hazır örnekleri dikkate alarak onlardan yeni hükümlere ulaşmalıdır. Başka bir ifade ile insan, Allah’ın indirdiklerini gerektiğinde yeni hükümlerin üretilmesi ve istikrar içinde değişme ve gelişme için bir malzeme olarak kullanmak durumundadır.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın mutlak hâkim ve hâkimiyetin de O’na ait olması, elbette ontolojik anlamda doğrudur ve bu hususta müslümanlar arasında herhangi bir tartışma yoktur. Tartışma Allah’ın insana beşerî-siyasî egemenlik hakkı verip vermediği konusundadır.
Kur’ân’a göre siyasî egemenlik tereddütsüz insana aittir; çünkü yukarıda da işaret edildiği üzere, yönetim konusunda yapılacak iş, ş û r â yoluyla toplumsal iradenin tecellî ettirilmesidir. İnsan da sahip olduğu hür iradesi ile bunu gerçekleştirebilecek güçtedir. Yoksa insanın “Hâkimiyet Allah’ındır” iddiası ile hükmetmeye kalkması ve kendi iradesini ve yorumlarını Allah’ın iradesi sayması, açıkça bir ilâhlık davasıdır.
Kesin olan husus şudur ki, Allah evreni insanın emrine vermiş, müsehhar kılmış ve böylece ona geniş bir egemenlik alanı açmıştır. Ancak insan, hiçbir suret ve şekilde Allah’ı temsîlen, yani O’nun adına siyasî egemenlik iddiasına kalkışabilecek durumda değildir; çünkü insanın iradesi Allah’ın iradesinin temsili aracı değildir.
İnsanın işi, emrine verilen yeryüzüne ve bütün evrene bir “emanet” anlayışı ile egemen olarak medeniyetler kurmak; ona, yani evrene olumlu anlamda boyun eğdirmektir.
Kur’ân’a göre ilim, egemenlik için çok önemli bir unsurdur. Ayrıca hikmet kelimesinin hâkimiyet (egemenlik) anlamı da vardır. Buna göre bilgi ve hikmetle donanacak insan, egemenliğin temel ölçüsü olarak hak ve adaleti esas alacak ve onu bütün insanlara eşit biçimde yansıtacaktır. Bu bir anlamda hukukun üstünlüğü anlayışının Kur’ân’la ne kadar derin bir şekilde uyuştuğunun da açık bir tezahürüdür.
¦¦¦
Kesin olan husus şudur ki, Kitâb’ın bilinebilmesi ve Allah’ın istediği model bir ahlâk ve îmâna dayalı bir toplumunun oluşturulabilmesi ve nihayet bu toplumun bir medeniyet kurabilmesi için de mutlaka “bilgi” gerekir. Atay’ın çok isabetli bir biçimde belirttiği gibi,[11]
İslâm’ın bilgi teorisine getirip yerleştirdiği iki köşe taşı bulunmaktadır.
Birinci köşe taşı şudur: İlmin kaynağı Allah’tır, şaşmaz ve gerçek ilim O’na aittir. O’ndan başka hiç kimse (peygamber de dâhil) gerçeği bilmez. İlmin gerçeği ve bütünü Allah’ındır. Bu inanç, İslâm’da bir insanın diğer bir insan için ilim otoritesi olma inancını yıktı. Ancak insanı, kendisi için ilim otoritesi olarak kabul etti. O halde gerçek ilim otoritesi Allah’tır. Ama izafî ilim otoritesi, insan için sadece insanın kendisidir.
Ama insan nasıl bilecektir? İşte bunun cevabı ikinci köşe taşını teşkil eder. İnsan Allah’ı gerçek ilim kaynağı kabul edip hiçbir insanı ilim otoritesi kabul etmeyecektir, derken şunu kastediyoruz. İnsan, kendisinden başka herhangi bir insanın ilmini şaşmaz ilim olarak almayacaktır. İnsanda gerçek ilim ve şaşmaz bilgi yoktur. O, her zaman yanılabilir. İnsanın Allah’tan başka güveneceği ilim, kendisinin yaptığı ilim olacaktır…
Hal böyle olmasına rağmen, maalesef, onuncu yüzyıldan itibaren sadece Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleri değil Peygamber’in sünneti ve hattâ sahabe tarafından yapılmış yorumlardan örülü bir kültür de, resmen kusursuz ve kesin birer bilgi kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır.
Böylece Kur’ân’ın şiddetle karşı çıktığı “ataları taklit” zihniyeti İslâm dünyasını çepeçevre sararak esir aldı ve neticede, sadece Kur’ân değil, Hz. Peygamber’in sünnetine ve sahabenin sözlerine ve hattâ “mezhep imamları” sıfatını taşıyan ‘ulemânın görüşlerine de birer çelik zırh geçirilerek sanki hukuk ve ahlâk alanında değişmez ve aşılmaz hazır bilgi kaynakları olarak bakıldı.
Aslında Kur’ân’ın mesajına tam anlamıyla aykırı olan bu zihniyet, İslâmiyet’e en büyük zararı verdi. Çünkü böylece Allah’ın ayetleri gereksiz ve yersiz bir şekilde, zaman zaman da olayları ve yöneticilerin icraatını “meşrûlaştırma” amacıyla inanılmaz bir biçimde istismar edildi. Onlara akıl almaz derecede aykırı ve gereksiz anlamlar yüklendi. Hattâ her biri sonsuz anlam hazineleri olarak görüldü ve böylece inanç alanı, içinden çıkılmaz hale sokuldu. Bu ise din açısından çok tehlikeli ve apaçık bir istismar demekti; öyle olduğu da tarihin şaşmaz şahitliği ile ispatlanmış oldu.
Esasen Hz. Peygamber’in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra toplumun yönetimini üstlenen halifeler, egemenliğin insana ait olduğu gerçeğinden hareketle, Kur’ân- Kerîm’ın temel ilkeleri çerçevesinde bireyin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta kendilerini rahat hissetmişlerdir; çünkü onlar, Hz. Peygamber’in sahip olduğu bütün vasıfları, ama kesin olarak peygamberliği şahıslarında toplayamayacaklarını biliyorlardı.
Onun için de belli bir süre sonra yönetici halife ile birlikte hayatın meselelerine din açısından yorum getirecek hukuk ve kelâm okulları doğdu.
Bu da esas itibariyle İslâm’da siyaset, yani devlet ile din arasındaki ilişkiler ve kurumların ayrılığı hakkında bir deneydi.
Ayrıca İslâm’da ruhban sınıfının bulunmayışı, devletin yani siyasetin dinin emrine girmesi, başka bir ifadeyle siyasetin “dinselleştirilmesi” şeklindeki bir anlayış, görüş ve düşünce, kısmen taraftar bulmuşsa da, İslâm düşüncesinin gündeminde ciddi bir mesele olarak yer almamıştır.
Egemenlik
Peki, siyaset dinselleştirilmeyecektir ama toplumun ve kişilerin yönetiminde;
değişmezliğine inanılan katı kurallar ve dogmalar mı egemen olacaktır?
yoksa, insanın zamanın sürekli değişen ihtiyaçlarına, hayatın gerçeklerine cevap bulacak akıl ve bilim yolunu kullanarak gerçekleştireceği bir “egemenlik” mi söz konusudur?
“Egemenlik” Arapça “hâkimiyet” kelimesinin karşılığıdır; “h-k-m” fiilinden türetilmiştir ve genel olarak hâkimlik, hükümranlık, üstünlük anlamlarına gelir. Yargılamak, hüküm vermek, hukukî karar vermek, önerme ortaya koymak, takdir etmek, buyurmak, hikmet, hüküm, hâkim, hakem tayin etmek, hükümet, mahkeme ve benzeri pek çok kelime bu fiilden türemiştir.
Kelimenin aslî bir anlamı daha vardır ki, çok ilgi çekicidir ve önemlidir: Ata gem vurmak ve onu yönetmek; gemiyi idare etmek.[12]
Egemenlik (hâkimiyet), egemen olma durumudur ve egemenliğin oluşabilmesi ve kurulabilmesi için gerekli en önemli unsur, o fiil ile ilgili yetkiye, yani yapabilme gücüne ve öz bilgiye (hikmet) ihtiyaç vardır. Sağlıklı bir yetki de bilgi, akıl, tecrübe, ehliyet ve en önemlisi adâlet gibi unsurlarla teşekkül eder.
Görülüyor ki insan, akılla donatıldığı için, adâlete, hikmete ve bilgiye sahip olduğu ölçüde egemenliğe hak kazanmıştır. Elbette onun egemenliğinin, ontolojik anlamda mutlak olması düşünülemez. Her şeyi ile sınırlı ve sonlu bir varlığın, mutlak sınırsızlığından, mutlak hâkimiyetinden söz edilemez. Ancak o, yeryüzünün halifesi sıfatıyla, emrine verilmiş olan evrene egemen olmalı, yani ona âdeta gem vurmalı; kendisine “emanet” olarak verilen ve “teshîr” edilebilecek / boyun eğdirilebilecek bu varlığı, teshîr kelimesindeki olumlu anlam çerçevesinde, ona zarar vermeden geliştirip zenginleştirerek en iyi şekilde yönetmelidir.
Ancak iş bu kadarla bitmemektedir. Şu sorulara da cevap bulunmalıdır:
Egemenlik kimin olacaktır?
Meşruiyetini nereden alacaktır?
Egemenliğinin kaynağı nedir?
Nasıl bir egemenlik anlayışı uygulanacaktır?
¦¦¦
İşte bu noktada, biraz geriye giderek insanın yaratılışını, Allah’ın onu halife kılışını, bir kere daha gözden geçirmek gerekli olmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “hilâfet” kelimesi yer almadığı gibi, iki ayette geçen “halife” kelimesi de kesinlikle terim anlamında kullanılmaz:
Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Melekler, “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz” dediler. Allah, “Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. [ 2. Bakara, 30].
Ey Dâvud! Seni şüphesiz yeryüzünde halife kıldık, o halde insanlar arasında adâletle hükmet, hevese uyma yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin azâb vardır.[38. Sâd, 26].
Bu iki ayette geçen halife kelimesi ile bu kelimenin Kur’ân’da kullanılan çoğul şekilleri olan “hulefâ” ve “halâif” kelimeleri, bir kimsenin yerine geçen, bir kimseden sonra gelerek kendisine verilen görevleri yerine getiren, halef olan anlamlarına gelmektedir.[13]
Bütün bu ayetlerde Allah’ın halife olarak yarattığı insan, kesinlikle Allah’ın vekili ve O’nun yerine iş yapan bir varlık olarak görülmemektedir.
Ayetlerde onun, bizzat kendi yetki ve sorumluluk çerçevesinde kullanması gerekli olan yeryüzü egemenliğinin sınırları ve yolları belirtilmektedir. Bunun sınırları ve yolları da, “ilim ve hikmet”, “hak ve adâlet” ile “hükmetmek”; “hevâ”ya uymamak; “Allah’a karşı sahip olunması gerekli olan sorumluluk bilincinden / takvâ”dan ayrılmamaktır.
Ayrıca ayetlerde “halife” ve türevlerine yüklenmiş olan anlamların hiçbiri, Peygamber de dâhil insanoğlunu Allah’ın vekili kılmadığı gibi, peygamberin halefi ve kendisinden sonra yerine geçecek kimseyi de karşılamamaktadır. Hattâ Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “halife” ve türevleri ile ilgili ayetlerin tamamında halifenin, peygamberin halefinin unvanı olacağına ya da olması gerektiğine dair açık bir işaret de yoktur.
Bu bakımdan “halife” kelimesi, Hz. Peygamber’den sonra cereyan eden tarihî ve siyasî olayların gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan “hilâfet” kurumu yüzünden ciddi bir anlam değişmesine uğramış ve neticede, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmamasına rağmen, bu tehlikeli anlam kaymasına dayalı birçok egemenlik ya da siyaset teorileri oluşturulmuş;[14] hilâfetin/imametin mahiyeti, gerekliliği ve benzeri hususlar, özellikle Sünnî ve Şiî fırkalar için, vazgeçilemeyen tartışma konuları olmuştur.
Meselâ Şiî-İmamiyye’ye göre imam/halife belirleme işi, ümmetin tercihine bırakılamaz; çünkü o, “usûl-i din”dendir.[15] Peygamberin genel velâyetini taşıdığından nübüvvetin devamıdır ve bu iş, Hz. Ali-Hz. Fâtıma soyundan gelen imamlara aittir. İsmâiliyye de birçok bakımdan hemen hemen aynı görüşleri paylaşır.
Zeydiyye ise, zulmü ortadan kaldırmak, adâleti tesis etmek, ümmetin işlerini yerine getirmek için mutlaka bir imama/halîfeye ihtiyaç vardır; bu sebepten imametin/hilâfetin tesis edilmesi de bütün müslümanlar üzerine vâciptir.
İslâm düşünce tarihinde siyasî egemenlik tartışmasını başlatan Hâricîler de, bazı istisnaları bulunmakla beraber, adâletin tesis edilebilmesi için, bütün işlerin tek egemen güç/tek hüküm sahibi olan Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’inde bildirdiği emir ve yasaklara göre yürütülmesi gerektiğini ve bundan da sorumlu olanın halife olduğunu söylerler. Dolayısıyla bir imam/halife ya da bir devlet başkanı belirlemek dinî bir görevdir. Hâricîler, görüşleri çok katı olmasına ve kendilerininkinden başkasını doğru kabul etmemekle beraber, hilâfet/imamet konusunda, İslâm fırkaları arasında demokratik sayılabilecek bazı görüşlere de sahiptirler. Onlara göre halîfe/imam, âdil, âlim ve zâhid / muttakî olmalıdır. Onların Kureyş’ten, hür ya da köle olmaları gibi bir şart yoktur. İmam/halife mutlaka, müslümanların gerçek katılımıyla yapılacak hür bir seçimle iş başına gelir ve âdil olduğu, Allah’ın emirlerini yerine getirdiği ve zulümden uzak kaldığı sürece görevi başında kalır; aksi halde azledilir.
[1] Krş. M.A. Shaban, Islamic History: A New Interpretation, I, Cambridge 1971, s.15. Ayr. krş. Hamid Dabaşî, Peygamber’in Gelişinden Emevî İdaresine Kadar İslâm’da Otorite, çev. Süleyman E. Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları 1995, 15 vd., 39 vd., 63 vd., 83 vd.
[2] Hz. Ebu Bekir’in halifeliğe getirilişi ve tartışmalar hk. bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “ ‘Sakîfe’ Olayı veya Hz. Ebû Bekir’in Halîfe Seçimi”, İslâm Medeniyeti, V/3 (Mart 1982), 7–27; aynı yazar, Çağımızda İtikâdî İslâm Mezhepleri, İzmir: İzmir İlâhiyat Vakfı Yay. 2004 (12.Bs.), 27 vd. ; aynı yazar, İmâmiyye Şîası, İst. 1984, 22 vd.(2.Bs.: İstanbul: Ağaç Kitabevi Yay. 2008, 30-51); W. Madelung, The Succession to Muhammad, U.K.:Cambridge U. P. 1997, ss.28-56.
[3] A.Bülent Ünal, Semantik Açıdan Kur’an’da Hilâfet Kavramı, İzmir 1990 (Y.Lis.Tezi), 7-8.
[4] Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakatu’l-Kubra, Beyrut, trz.,III, 183; W. M. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1981, 102.
[5] İlk defa şair Hassan b. Sâbit tarafından Halife Osman için yazdığı bir şiirde kullanılmıştır. Bkz. D. Sourdel-A.K.S. Lambton, “Khalifa” , EI², IV/ 937 vd. İlk dönem âlimlerinin bir kısmı, Âdem peygamber ve soyuna, insan kendisinden önce yeryüzüne egemen olan cinlerin yerine getirilmiş olduğu için cinlerin ardından gelenler anlamında “halife” dendiğini; bu sebepten halifeler hakkında “Allah’ın Halifesi/Halîfetullah” denmemesi gerektiğini ileri sürerler ve İbn Abbas’ın da bu görüşte olduğunu söylerler. Bkz. Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Kahire 1960, 15.
[6] P.Crone-M.Hinds, God’s Caliph: Religious Authority in the First Centuries of Islam, Cambridge 1986, 6-7.
[7] Geniş bilgi için bkz. W. Madelung, “Imama“, EI², III / 1163 vd.; D. Sourdel-A.K.S. Lambton, “Khalifa” , EI², IV/ 937 vd.
[8] A. Arslan, “Türk Laikliği ve Geleceği Üzerine Bazı Düşünceler”, Liberal Düşünce, 1/1(Kış 1996), 61.
[9] Bu hususlarda bkz. Fazlur Rahman, “İslâm’da Devlet Kavramı”, Değişim Sürecinde İslâm, yay. John Donohue- John Esposito, çev. Ali Yaşar Aydoğan-Aydın Ünlü, İstanbul: İnsan Yayınları 1991, 276 vd.
[10] Süleyman Ateş, Kur’an’ı Kerîm ve Yüce Meâli, Ankara, trz., 5.
[11] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar. IV, Ankara: Semih Ofset 1995, 87.
[12] “Hâkimiyet” kelimesinin Arap dilinde ve Kur’an-ı Kerîm’deki semantik tahlili üzerinde A.Bülent Ünal tarafından yönetimimde hazırlanmış bir doktora çalışması, bu alanda şimdilik çok titiz ve başarılı bir araştırma özelliğini taşımaktadır: İlk Devir İslâm Düşüncesinde Hâkimiyet Kavramı ve Tezahürleri, İzmir 1997 [Bu çalışma, “İlk Devir İslâm Düşüncesinde Egemenlik, İzmir: İzmir İlâhiyat Vakfı Yayınları.No:32, 2006” başlığı ile yayımlanmıştır.] Bu konuda ayr. bkz. Ali Abdurrazık, İslâmiyet ve Hükümet, İst. 1927 (İslâmda İktidarın Temelleri- Bir İdeolojik Devlet Eleştirisi, İst.1995); P. Crone – M. Hinds, God’s Caliph-Religious Authority In The First Centıuries of Islam, Cambridge 1986; H. Dabaşî, Peygamber’in Gelişinden Emevî İdaresine Kadar İslâm’da Otorite, çev. Süleyman E. Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları 1995.
[13] Kur’ân’da “Halife” kelimesi ve çoğul şekildeki kullanışların anlamları ve müfessirlerin yorumları hk. bkz.: A.Bülent Ünal, anılan tez, ss.77 vd.[İlk Devir İslâm Düşüncesinde Egemenlik, 112 vd.]
[14] Hattâ Mısırlı çağdaş yazarlardan biri olan Fehmi Şinnâvî, “Hilafet, şüphe ve tartışmaya mahal bırakmaksızın diyoruz ki, İslâm’ın ideolojik boyutudur. Ne sosyalizm, ne kapitalizm, ne faşizm, ne de başka bir izm; hiçbirisi değil. İslâm’ın bu boyutunu sadece hilafet temsil edebilir.”der. Bkz. Hilafet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, çev. Sadık Ömeroğlu, İstanbul: İnsan Yayınları 1995, 43, “Hilafet İslâm’ın dünya görüşü ve siyasal sistemidir.” Bkz. 15.Bölüm başlığı, 181. Benzeri bir yaklaşımı Şahin Uçar, iki yerde sergiler: “…müslümanlar nazarında hilafetin meşruiyeti, kur’an’ın ahkâmına göre, yani tanrı adına bir yönetim biçimi olması kayıt ve şartı iledir; bu husus o günden bugüne kadar idealize edilmiş biçimi ile de olsa, mülk’e karşı hilafet alternatifi olarak anlaşılmıştır…Hilafet müessesesinin sembolize ettiği ve devam ettiremediği Tanrı adına hâkimiyet ve diğer bir tabirle el-Mülkü lillah (siyasî hâkimiyet ancak Allah’ındır) şeklindeki İslâmî ideal yaşamaya devam etmiştir…” (97-98); “…İslâm’a göre, Mülk (siyasî hâkimiyet) yalnızca Allah içindir; Kur’an-ı Kerim’de her çeşit Mülk’ün Allah’a ait olduğunda ısrar eden pek çok ayet vardır; İslâm, beşerî mülkün bütün çeşitlerine, bilinen bütün siyasî rejimlere karşı bir alternatif olarak, bir “Thenomous Nizam” (Tanrı adına hâhimiyet, ilahî kanunların hükümfermâ olduğu yönetim) idealini getirmiştir…” (113-114), Bkz. Tarih Felsefesi Açısından İslâm’da Mülk ve Hilafet Medine’yi Yeniden Kurmak, İstanbul: İz Yayıncılık 1996, 97-98, 113-114.
[15] Bu hususlarda günümüz fırkalarının görüşleri hk. bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Günümüz İslâm Mezhepleri, İzmir: İzmir İlâhiyat Vakfı Yay. 2008.