« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 May

2019

NECİP FAZIL’I DÜŞÜNÜRKEN

Ahmet SELİM 01 Ocak 1970

Bence önde gelen vasfı, bir “tefekkür ustası ve muallimi” olmasıydı. Dili kullanma maharetini, şiirinde de, nesrinde de, İslami gayeye bağlı olarak bu mümeyyiz vasfının müessiriyet dairesi içinde kullandı. Aksiyonunu, denge hassasiyetini geriye iten, yalınkılıç, bir oraya bir buraya dalan bir serdengeçti delişmenliğiyle bu müessiriyet dairesinin emrine verdi.

İçtimai mesele üzerinde tefekkür etmeyi edebi icaplarıyla öğrenen gençler yetişsin, onlar nasılsa tefekkür yolculuğunu ileriye götürürler. Yalnız basına yürürsen, belli açılardan kendi hanene daha büyük verimler kaydedebilirsin. Ama anlaşılmamaya başlarsın, arkası gelmez, külli meseleler sahipsiz kalır… Üstadın tercihi bu değildi.

Şiir yazdı, makale yazdı, köşe yazısı yazdı, deneme yazdı, tarih tezi olabilecek incelemeler yazdı, konferanslar verdi, tiyatro eserleri yazdı, dini-fikri eserler yazdı. İlmihal bile yazdı! Kendi deyisiyle sadece tebliğ değil, telkin eden türden bir ilmihal… Polemiklere, siyasi kavgalara girdi…

Bütün bunlar “içtimai mesele” alanının her yerinde külli tefekkür şuurunun tohumlarını ekmek içindi. Her icabı (özde) örneklemek istiyordu. Çok zekiydi, çok kabiliyetliydi; bütün fıtri hasletlerini bu gayenin genişliğinde harcadı.

Tercihi doğruydu. Çünkü içtimai mücadele ve tezahür alanı, “edebi-fikri” icaplar bakımından bos gibiydi. İslami tesirler orada seslendirilemiyordu… Muayyen kabullenme seviyesinde varlığını hissettiren kim vardı başında? Bir düşünelim… “Ararsan bulursun”la olmaz, seni arayıp bulacak kim vardı?

Bir Necip Fazıl olmasaydı, bir “büyük Doğu” kapana-açıla çıkmasaydı; gençler, “İslami mefkûreye bağlı güçlü bir yazar” örneğini görebilecekler miydi? Necip Fazıl olmasaydı, görünür yerlerde sesini duyurma imkânlarını elinde bulunduran bir Peyami Safa da “bildiğimiz Peyami Safa” olmayacaktı.

Çocukluğumuzu, gençliğimizi hatırlayalım. Necip Fazıl (ona bağlı olarak düşündüğüm) Peyami Safa olmasaydı, aşağılık duygusuna kapılacaktık. Dini eğitim almıştık. Ama bunun, başında, geniş ifadesiyle “kültürel-içtimai” hayatımızda örnek alabileceğimiz tezahürleri yoktu.

“Demek ki böyle oluyor bu is” diyecektik! “Bizim edebiyatçılarımız olmaz, bizim yazarlarımız olmaz, bizim gazetemiz- mecmuamız olmaz.” diyecek ve orta sağ anaforunda kaybolup gidecektik… Cemil Meriç’in dikkatle incelenmeye layık olan yazılarında da Necip Fazıl rüzgârının tesirleri mevcuttur… (Kendisi fark etmese de). Yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir sözü vardı: “Yazmaktan, düşünmekten; beynimiz, kalemimiz kan-revan içinde.” Doğru soyluyordu.

“Sol, Necip Fazıl’a kapalı.” Ben bu kanaatte değilim. Sol, Necip Fazıl’ın sanat gücünü takdir ve teslim etmiştir. Tam itiraf edemese de… Fakat bence, Necip Fazıl’a sağ yeterince açık değildir. Alabileceğini ve alması gerekenleri almamak itibariyle böyledir.

Şiiri devam ediyor mu? Hayır. Birçok şiiri çok güzel okuyan İbrahim Sadri, Sakarya’yı okuyamadı. Niçin? Ters geldi de ondan. Sakarya’nın şiir dokusuna yabancı. Boldu, durdu, parçaladı. Çünkü şiir ilgilerimiz simdi böyle yürüyor… Sakarya uzun bir şiirdir ama tamamı bir tek beyit veya mısra gibi tam bir bütündür. Bu bütünlük, sesine ve dokusuna aynen yansımıştır. İbrahim Sadri’nin tutukluğu, bunu sezemeyişindendir.

Dil hassasiyeti ve üslup titizliği devam ediyor mu? Peyami Safa’ya da refik edin… Ustad 1983’te, Peyami Safa 1961’de vefat ettiler. Birçok gence, Fuzuli kadar yabancılar!

Dilin modaya tabi olduğu nerede görülmüş? Elbise modası bile 20–30 yılda, hiçleşme nikbetinde değişmez.

Malum itiraz ve mazeret sudur: “Ağır geliyor!” Bel fıtığın varsa, 3 kilo bile ağır gelir. Kendini güçlendirmek durumunda olanlar ağırlık şikâyetlerine sığınamazlar. Bütün gün (manen) yatmaya alışmış olanlara, kendi vücudu bile yürürken ağır gelir.

Düsturum, “belirli günlerde anmak” değil, “daimi hatırlayış”tır. Ve bunun, önemli meselelerle alakalı bir doğru tavır olduğuna inanıyorum. Daimi hatırlayış olmazsa, belirli günlerde anmak ne ifade eder ki?

İçtimai hayatımızda; mefkûre heyecanı yok, şiiriyet inceliği yok, tefekkür vakarı yok, bütünlük şuuru yok… Birinci müsebbip “hayat tarzı icbarı”. Kısmen iştirak ediyorum. Peki, ama o icbarın galip gelmesinde dil davasına hassasiyet göstermeyen kolaycılığımızın ve vefasızlığımızın payı yok mu? Bu noktaya “canim ne olacak!” diye diye gelmedik mi?

Akif bugün olmuş, Necip Fazıl bugün olmuş, Peyami Safa bugün olmuş; hadi analım. (Buraya “anımsayalım” daha uygun düşüyor!) Alabileceğimizi almak ve aldığımızı yasamak ve yaşatmaktır, asil yapmamız gereken… Yalnız değiliz, kendimizi yalnızlaştırıyoruz.

… “Kelimeler köklerinden uzaklaştıkça mucerreti ifade ederler; kelimeleri tarih yoğurur.”

“İrfan… Ferdiyeti şahsiyete çeviren her şey.” “Kavgayı önce kelimeler dünyasında kazanmak mecburiyetindeyiz.”

Kelimeler, cümleler, meseleler; hayatimiz.

Saatlere takvimlere bakmayalım: “Halimiz ne ise; gün onun günü, saat onun saati.”

Ziyaret -> Toplam : 125,34 M - Bugn : 103716

ulkucudunya@ulkucudunya.com