Perdenin Arkasındaki Görünmez El: Zihniyet ( Okan Çağlar TAŞDİREK)
01 Ocak 1970
Eser, Prof. Dr. Abdülkadir İlgen'in tarihten modernleşmeye, sosyolojiden iktisada ve zihniyete uzanan farklı konularda kaleme aldığı makalelerden oluşmaktadır. Yazar kendi tefekkür dünyasında çıktığı yolculuğunu, Türk düşünce hayatında, aydınlar arasında tam olarak anlaşılamayan ve tartışılmayan, "zihniyet" gibi henüz çok yabancısı olduğumuz kavram etrafında vücut bulan sekülerleşme, kimlik, milliyetçilik ve modernleşme gibi sosyal bilimler literatüründe tartışılagelen konular-kavramlar etrafında sürdürmüştür. Yazarın kendi ifadesiyle; bu kitapta toplanan yazılar, her biri kendine özgü bir hikâyenin özgün mecrasında gelişmiş, dile gelmiş ve uzun Anadolu kışlarının ocak başında başlamış, onun etrafında kümelenen insanların ortak belleğinde devşirilmiştir. Yazarın kendi kimliğini bulduğu bu ortak bellekte devşirilen zihniyet dünyası için izaha muhtaç temel problematik, "neden bizde de Batılı muadillerinde olduğu gibi toplumu dönüştüren bir piyasa yapısı gelişmiyor, gelişemiyor sorusu"dur.[1]
Osmanlı'da İktisadi Modernleşmeye Karşı Gösterilen Direncin Ayak İzleri: Zihniyet
Yazar, ortaya koyduğu problematiği en başında, Osmanlı Devleti’nde toprağa bağlı durağan bir servet ve kıymet anlayışının asırlarca varlığını devam ettirmiş olmasına bağlar. Yazara göre, bu özelliği ile Osmanlı ekonomisi, "sıfır toplam" ya da koruyucular hariç "değişmez pasta" ilkesini, sıkı sıkıya muhafaza etmiştir. Bu ilke sadece "ekonomik büyüme" düşüncesinin olmayışından dolayı değil, ekonomik büyümenin yeni sınıfların ortaya çıkmasına sebep olarak, gelenekten kesin bir sapma, mevcut dengeleri bozma ve koruyucu hegemonyasına karşı çıkma endişelerini beraberinde getireceğinden, muhafaza edilmesi gereken bir değer olarak görülmüştür.[2]
Merkezi değerlerin en etkili ve büyük bir istekle peşinden koşulan toplumsal kaldıracın siyasal iktidar olduğu bir toplumda, siyasal iktidarın ekonomiyi, sadece devletin piyasa mekanizmasını denetim altında tutması yoluyla doğrudan değil, fakat aynı zamanda, işlenebilir toprakların çok büyük bölümünün devlet denetimi altında bulunduğu bir sistem düşünün. Bu sistem içinde, Batılı "kapitalist" toplumlarda olduğunun aksine statünün gelirin ilk belirleyicisi olduğu, "prebendal" ödüllerin zenginliğin ana kaynaklarından biri olduğu ancak, bu tip bir zenginliğin sadece devletin tanıması hâlinde meşru olduğu bir toplum tasavvur edin.[3] Yazar bu durumun insanların yeteneklerini, piyasaya dönük alanlarda geliştirmek yerine, devlet kapısında ikbal arama ve toplumsal artığa devlet üzerinden el koyma şeklindeki davranış/zihniyet tarzına kapı araladığını ifade etmiştir.[4]Zira Klasik Osmanlı zihniyetinin temelini oluşturan devlet eksenli ekonomik bir dünyadan, onun tam zıddı bir eksende, birey ve sivil toplumun temsil ettiği serbest rekabete dayalı ekonomik bir dünya ve onun bütün gereklerini içeren aksi bir evrene intikal; bilinen bütün değer ve davranış tarzlarının reddine bağlı olduğu için, o kadar da kolay değildi.[5]
Türkiye'de merkantilist düşüncenin kök salamayışının sebeplerine dair yaptığı bir analizinde Şevket Pamuk, bunun en önemli sebebini Osmanlı Devleti'ndeki iktisadi uygulamaların her şeyden önce merkezi bürokrasinin önceliklerine bağlılık olarak görür. Hâlbuki Avrupa'da merkantilist düşüncenin gelişmesinde, sadece devlet değil aynı zamanda tüccar ve üretici de öncü bir rol oynamıştır. Batı’daki durumun aksine, Osmanlı toplumunda ve siyasetinde merkez dışındaki kesimlerin ağırlığının arttığı 17. ve 18. yüzyıllarda bile iktisat politikaları ve zihniyet, genellikle bürokrasinin önceliklerini aksettirmiş, o minval üzerine mesafe almıştır.
Buradan hareketle, yazar, siyasi ve ekonomik altyapısı Avrupalı muadillerinden tamamen farklı Osmanlı siyasi ve ekonomik sisteminde, hem iktisadi zihniyeti hem de iktisat politikalarını belirleyen nihai etkenin ''bürokrasi'' olduğuna işaret etmiş ve böylece Osmanlı modernleşmesinin, toplum ya da toplumsal dinamiklerden devlet ve devletin bütün kurumlarına doğru giden bir nedensellik yerine, devletten topluma ve toplumun bütün kesimlerine doğru giden bir nedensellikle anlaşılabileceğini göstermiştir. [6]
Perdeyi Aralayan Adam: Sabri F. Ülgener
Yazarken çok zor yazan, önce konu ile cedelleşip onu her cihetten kuşatmak isteyen, ayrıca yazdığı her satırla hesaplaşıp boğuşan, yazdığının üstünden birkaç kere geçip Türkçesinde literer bir üslup yakalamaya çalışan Sabri F. Ülgener, nihayet özüyle sözüyle bir kalp huzuru elde etmeden yazdığını tamamına erdirmeyen bir filozof- iktisatçıydı.[7] Kitabın bu bölümünde yazar, problematiğinin cevabını Ülgener'in ortaya koyduğu metodolojik pencereden bakarak, bu durumun sosyokültürel izlerini "zihniyet" kavramının arkasında arıyor.
Ülgener'in bütün eserlerinin "İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası" mihveri etrafında şekillendiği rahatlıkla söylenebilir. İlgen'in ifadesiyle; hayat serencamesinin neredeyse tamamını, iktisadi zihniyeti yoğuran amillerin kökeni, sınırları, etkileri ve diğer unsurlarla ilişkileri üzerine hasretmiş bir adamın hikâyesidir bu.[8]
Ülgener'in kadim meselesi olan zihniyet sorunsalı ve bunun farklı şekillerdeki tezahür biçimleri; her ne kadar çözülme devri insanından günümüz insanına kadar bazen dini, bazen de seküler içerikli bir mahiyete bürünmüş olsa da karakteristik bakımından değişmiş sayılmazlar. Bu bazen her şeyi dini bir muhteva içinde izaha kalkışan metafizik ve müphem bir çizgiye girerken bazen de seküler içerikli bir mistisizmin, daha açık ifadesiyle rasyonel biçimde izahı mümkün olmayan komplo teorilerinin karanlığına sığınma biçiminde tezahür etmiştir.[9]
Ülgener, her şeyin dört köşe irrasyonel izahlarla basitleştirildiği bir dünyada, gerçekliğin ele avuca sığmayan bu karmaşık dünyasını zapt etmeye çalışan düşünürdür. Yapmaya çalışıp büyük ölçüde başardığı şeyse, zihniyetin altındaki yığınla elle tutulamayan motifi, sadece adeta elle tutulur objektif birer olgu hâline getirmesi değil, aralarındaki ilişkileri de yine objektif ölçülerle müşahhaslaştırması ve bilimsel ölçülerde sınanabilir ve anlaşılabilir hâle getirmesi olarak nitelendirilebilir.[10]
Ülgener için, problemin bizatihi kendisi kadar, çözümlemede izlenecek yöntemin niteliği ve sınırları da çok önemli bir başka problematiktir. Ülgener'in metodu, çözmeye çalıştığı problemin anahtarını da içermektedir.[11] Zaten Ülgener'i özgün kılan da ilgilendiği konular kadar, metodolojik yaklaşımda gösterdiği yaklaşım ve tutarlıktır. Bir devrin ahlak ve zihniyet dünyasına ait ortak çizgileri ortaya çıkarmadan önce, bu çizgilere ulaşmayı mümkün kılacak determinantların belirlenmesi, konunun kendisinden çok daha önemlidir.
Ülgener, Osmanlı toplum ve iktisat ahlakının en temel özelliklerinden birini, dünya karşısında dini içerikli pasif bir tavra dönüşen, mesafe şuurundaki istihaleyle açıklamaya çalışır. Bu istihale mekân boyutuyla aile, meslek ve tarikat topluluklarının aşmayan ilişkiler ağı, zaman boyutuyla da ana taşmayan ve onunla yetinmeyi hayatın felsefesi hâline getiren bir gelecek kayıtsızlığına dönüşmüştür. Bu tavır, ahlakçının uydurduğu nazari bir dayatmadan çok, henüz uzak bir geleceğe devredilemeyecek kadar çeşitlenmiş ihtiyaçlar, üretim tekniğinin yetersizliği, hukuk sisteminin getirdiği idari kısıtlar ve uzak geleceğe dair beklentilerin olumsuzluğu ile her türlü belirsizliğin beslediği cemaatleşme arzusundan kaynaklanmıştır.[12]
Ülgener'e göre bu durum "madde dünyasıyla devamlı temasların doğuracağı her türlü ihtiras taşkınlığından, hatta gelecek kaygısından uzak, iç âlemine çekilmiş, telaşsız ve rızkından emin bir insan" profili üretmekte gecikmemiştir.[13] Bir zamanlar peygamber sanatı diye övülen ticaret, yerini antik felsefeden şark skolastiklerine intikal eden geleneksel çizgiye, tarımın en iyi geçim şekli olduğu noktasına terk etmiştir.[14] Rasyonel ve objektif bir işletme anlayışının iktisadi faaliyetlerinden sağlanan karına sırtını çeviren irrasyonel şark zihniyeti, "mazbut çerçevesiyle yalnız iş hayatını nefsinde toplayan bir sanat ve meslek şuuruna " ulaşmanın iktisadi-normal yollarını bir türlü bulamamıştır.[15]
Ülgener'e göre üretilen katma değer ve artık ürün, çeşitli yollarla sürekli olarak politik zümre veya dini-mistik gruplara doğru devşirilerek massedilmiştir. Servetin kazanılması nasıl ekonomik değilse sarf edilmesi de ekonomik değil, feodal eğilimli politik bir seyir izlemiştir. Servet, hiçbir zaman muntazam fasılalarla sürekli kendini yenileyen -reproductive- bir gelir ve üretim kaynağı olarak değil, daima bir defada tüketilecek bir tüketim fonu olarak görünmüştür.[16]Tüketime dayalı zihniyeti ve tüketime dayalı iktisadi rejimi yönlendiren asıl saikler, rasyonel aklın hesabi-iktisadi çizgisi değil, duyguların taşkınlığına bırakılmış gayri iktisadi irrasyonel çizgilerdir.[17]
Cumhuriyet Türkiye’si Modernleşme Tecrübesinin Zihin Kodları: Milliyetçilik ve Laiklik
İlgen'e göre, resmi tezin “Batıcılık ve çağdaşlaşma” parantezi içinde kurgulandığı “seküler uluslaşma” projesi, dayandığı öncüler ve tanımı gereği “mazi ve tarihi miras” içindeki her şeyi zamanı geçmiş, akıl ve bilim dışı malzeme hurdalığı olarak görüyor ve hepsini toplum hayatından çıkarmak istiyordu. Cumhuriyetçi elitler modern bir kavram olan "ulus" kavramıyla modernlik, sekülerlik, ilerlemecilik, akılcılık, bilimcilik, sosyal Darvinizm vs. gibi akımlar arasında zorunlu bir doğrusallık kuruyorlardı.[18] Türk modernleşme süreci içinde uluslaşma projesinin eklemlenmek istediği dünyanın rengi, resmi tezin milliyetçilik algısında merkezi bir rol oynamıştır. Yazara göre bu durum laik elitlerin Türk derken anladığı şeyle, geniş halk kitlelerinin anladığı şeyin birbirinden tamamen farklı olmasına yol açmıştır.
Türk inkılabını bir Batılılaşma süreci olarak gören İlgen, ulus, ulus-devlet, uluslaşma süreci ve bunlarla muvazi biçimde anlam kazanan çağdaşlık, laiklik, rasyonellik, nesnellik vs. şeklinde sıralanabilecek kavramların tamamının, binlerce yılda kendiliğinden yoğrulan asli mayanın yerine ikame edilmek istendiğini vurgulamaktadır.[19] Laiklik ilkesiyle gerçekleştirilmek istenen bu değişim süreci, yazarın ifadesiyle dinin kamusal alandaki rolüne son vermek ve onu sadece bir vicdan meselesi hâline getirmeyi amaçlamış, kutsalla devlet arasına katı bir çizgi çekmiş ve uluslaşma sürecinde millet tanımında dinin etkisini kırmaya çalışmıştır. Yazar toplumun maruz kaldığı tepeden inmeci bu dönüşümün ruhlarda bıraktığı trajik etkiyi Tanpınar'ın "Cesaret edebilseydim, Tanzimat'tan beri bir nevi Oedipuskompleksi, yani babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz derdim." sözüyle ifade etmektedir.[20]
Eser, okurlara modern Türkiye'nin oluşumundan günümüze değin yaşadığımız zihinsel dönüşümün kısa bir tarihçesini sunmaktadır.Yazar, bu değişimin zihinsel dinamiklerinin Türk kimliğinin oluşumunda, iktisadi hayatın yeniden şekillenmesinde ve toplumsal değişimde oynadığı rolü anlamak için,Ülgener'in gerek metodolojisi gerekse tarih anlayışıyla okurlarına farklı bir pencere açmaktadır. Açılan bu pencereden aydınlanan zihin dünyamıza yapacağımız yolculukta yazarın kendi hikâyesi de bizi yalnız bırakmayacaktır.