Sovyetlerin Afganistan'ı işgali 27.12.1979
Shane Quinn * 01 Ocak 1970
SSCB’nin 1979 yılı Noel’inde Afganistan’a yaptığı müdahale, hızlı, neredeyse maliyetsiz ve gerekli bir çatışma olarak öngörülmüştü. Askeri harekatın üzerinden günler geçtikten sonra Sovyet Devlet Başkanı Leonid Brezhnev, diplomatı Anatoly Dobrynin’e, “bu savaşı üç-dört hafta içerisinde sonlandıracakları” konusunda güvence vermişti. Ancak savaş neredeyse on yıl boyunca devam etti; 1982 yılı Kasım ayında ölen Brezhnev’in ardından altı yıl daha sürdü.
Afganistan’daki uzun bir savaş, SSCB’nin dağılmasını hızlandırdı. Brezhnev’in yıllar süren bağımsız liderliği altında (1964-1982), çatışmadan önce eşi benzeri görülmemiş bir bolluk hali giderek gerilemekteydi. Sovyetler Birliği, o kadar kırılgan bir durumdaydı ki, bir silah bile ateşlenmeksizin 1991 yılında kendiliğinden çatırdayabilirdi.
Brezhnev’in, “Sovyet-Afgan savaşının bir ay içerisinde son bulacağı” doğrultusundaki öngörüsü, bir dünya liderinden gelen bir başka hatalı değerlendirme olarak tarihe geçti. Sovyetlerin işgalinin ardından –Batılı ve Arap petrol diktatörü ülkelerin de sorumluluğu neticesinde- yüz binlerce kişi can verdi; milyonlarca Afgan sivil ülkeden kaçtı.
Bununla birlikte, Afganistan, Rusya’nın sınırlarında yer alıyor; Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan gibi Sovyet cumhuriyetleriyle sınır paylaşıyordu. Orta Asya’da ise Brezhnev ve onun izinden gidenler, yeryüzünün en önemli noktalarından biri olan ve petrol ve doğal gazdan uranyum ve demir cevherine dek doğal kaynaklarla dolu olan Orta Asya’da Amerika’nın artan bir nüfuz elde etmesinden endişeleniyordu.
Sovyet lider kadrosu, Afganistan’a kara birlikleri göndermek suretiyle, 1978 yılı Nisan ayı sonunda iktidarı bir darbe ile ele geçirmek isteyen komünistlere destek olmaya çalışmışlardı. Bu, Brezhnev’in felaket getiren, vahim bir kararı idi. Afganistan’da komünizmi ayakta tutacak türden bir destek yoktu ve olacağa da benzemiyordu. Afgan topluluğu son derece ayrışmış ve karmaşık bir topluluk olup, büyük oranda aşirete benzer bir toplum içerisinde 14 etnik gruptan oluşmaktaydı.
Kaçınılmaz olarak Sovyetlerin müdahalesi, uzun süren bir savaşa dönüştü. Bunda kısmen ABD öncülüğünde yabancı ülkelerin etkisinin de payı vardı. 1980’li yılların önemli bir kısmında Sovyet orduları milliyetçiler ve sadece Amerika ve Britanya’nın değil aynı zamanda Batı Almanya, Pakistan ve hatta Çin’in desteklediği teröristlerle mücadele etti. Aşırılık yanlıları, “Mücahitler” olarak biliniyordu ve Suudi doğumlu Usama bin Ladin de onlardan biriydi. Amerika ve Suudi Arabistan, Mücahitlere milyarlarca dolar yardımda bulundu ve bu yardım büyük bir memnuniyetle kabul edildi.
Tutkulu bir biçimde Rus karşıtı olan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, sık sık Sovyetleri tuzağa düşürmesiyle ve onlara kendi “Vietnam Savaşı”nı takdim etmesiyle bilinir. Başkan Jimmy Carter’ın yardımıyla Brzezinski, Sovyet-yanlısı Afgan kabinesinin muhaliflerine yardım önermek konusunda yönlendirici bir güçtü. Moskova’dan bir tepki alma niyetindeydi.
Şayet hasta Brezhnev, Afganistan gibi karmaşık bir ulusa müdahale etmekten kaçınacak öngörüye sahip olsaydı Brzezinski’nin çabaları hiçbir şekilde sonuç vermezdi. Sovyetler, sınırlarında Batı yanlısı bir lider kadrosunun güç kazanmasından irrasyonel bir şekilde korktular. Ancak meşru bir Afgan hükümeti, Amerika’ya veya Rusya’ya karşı hiçbir zaman gerçek anlamda sempatik davranamazdı. Keza, nüfusunun her ikisini de destekleyecek bir eğilimi veya kültürel temeli yoktu.
21.yüzyıl boyunca Amerika kendisini Afganistan’da durdurak bilmeyen bir çatışmaya çekti ve bu çatışmayı elbette kazanamazdı. Afganistan SSCB’nin arka bahçesinde yer alırken, Amerika Afgan topraklarından neredeyse 7000 mil ötedeydi.
Washington, Afganistan’ın doğal kaynaklar açısından aşırı zengin bir devlet olması ve merkezi bir konuma sahip olması sebebiyle müdahalesinde sakınımlı davrandı. Pentagon, burada yüz milyarlarca dolar değerinde henüz keşfedilmemiş mineralin olduğu tahmininde bulunuyor.
Bununla birlikte, birbiri ardı sıra gelen ABD yönetimleri, bir nesil önce Rusya’nın edindiği dersleri göz önünde bulunduramadı. Bunun gibi büyük bir cahilliğe dayanan ve haklı hedeflere sahip olmayan çatışmalar başarısız olmaya mahkumdur. Afgan topraklarında savaş suçları işlemiş olan ABD güçleri, onlar yerine Taliban güçlerini bile tercih edebilen yerel halklar tarafından kabul edilmeyecektir.
Afganistan: Kalıcı bir İşgal Planı
1945’ten sonra, Amerika’nın gerçekleştirdiği tüm kara işgalleri, öngörülenden çok farklı yönlere evrildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan birlikleri, Emperyalist Japonya ve Nazi Almanyası’nın muazzam kalabalıklarına karşı güçlü bir mücadele yeteneği sergiledi – her ne kadar Hitler, Amerikan askerlerinin zayıf, gözden düşmüş olduğunu ve Atlantik Okyanusu’na geri fırlatılacağını iddia etse de.
Akıp geçen on yıllar boyunca Amerika’nın askeri teknolojisindeki büyük ilerlemeler, Amerikan birliklerinin psikolojik düşünce yapısı üzerinde etkide bulundu. Bir zamanlar askerler ağırlıklı olarak geleneksel tüfek ve süngüye bel bağlarken, 1945 sonrasında giderek çağ ötesi olan, ancak öncekine göre çok daha yıkıcı etkileri bulunan ekipmanlar ve silahlar ağırlık kazandı. Düşmana sahada saldırmaya ve dolayısıyla sivillere büyük oranda zarar vermemeye yönelik eski askeri hedefler büyük oranda mazide kaldı.
Bu sözüm ona teknolojik ilerlemenin yol açtığı ahlaki gerileme, insanın hayal edebileceği en alçakça yöntemlerden birinde kendini açık bir şekilde göstermektedir: dron savaşları. Bu süreçte, masum hedefler, bir düğmeye basılarak yok edilmekte; belli bir mesafe içerisinde
duran herkes ya öldürülmekte ya da yaralanmaktadır. Yerel halk da, Yemen’de olsun, Pakistan’da olsun korkuya ve hırçınlığa itilmiştir.
Kore ve Vietnam savaşları gibi erken bir tarihte, ABD’nin önemli askeri gelişmeleri net bir şekilde gözler önüne serilmişti: örneğin, helikopterin kitlesel olarak ortaya sürülmesi. Amerika’nın özellikle Vietnam’a yönelik gerçekleştirdiği saldırı sırasında, büyük oranda “isyanla mücadele” operasyonları yoluyla binlerce helikopter kullanılmıştı.
Bell UH-1 Iroquois gibi helikopterlerin konuşlandırılması, ABD’nin siyasi ve askeri figürlerine rahat vermeyen teknolojik bir heyecanın göstergesiydi. Bir filoyu bir yana bırakın tek bir helikopterin ürettiği devasa ses, fersah fersah uzaktaki düşman askerlerine, Amerika’nın geldiğini haber veren bir ön uyarıydı. Savaşın sonuna doğru, 5000’i aşkın ABD helikopteri Kuzey Vietnam ve Ulusal Özgürlük Cephesi (NLF) güçleri tarafından yok edilecekti. Bu, onlar için büyük bir başarıydı.
Asya’nın güneydoğusunda yer alan Vietnam, bir başka kritik noktada konumlanmaktadır ve verimli Güney Çin Denizi’ne yakındır. Amerikalılar, Vietnam’ın tamamen Komünizm etkisine girmesinin bir domino etkisi yaratmasından ve Filipinler ve Malezya’ya yayılmasından, bölgedeki kontrollerini ciddi bir biçimde yitirmelerine yol açmasından korkuyorlardı. ABD, Güney Vietnam’da Ngo Dinh Diem gibi otokratları güçlendirmede başarısız olduktan sonra, 1965 yılı Şubat ayı itibariyle ABD Başkanı Kyndon B. Johnson, çatışmayı çarpıcı bir biçimde tırmandırmaya dönük planlara onay verdi. Bu planlar arasında, Kuzey Vietnam’ın bombalanması yer alıyordu ve hemen ardından çok daha fazla sayıda piyade eri kullanılacaktı.
Bu kararlar aynı zamanda kısmen ABD’nin inandırıcılığı ve prestijini korumak için alındı. Bu, önemli ancak yeterince dikkat edilmeyen bir etmendi. 1965 yılı Nisan ayında ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, Vietnam’daki savaşın “altı aydan daha fazla, belki de bir – iki yıl kadar süreceğini” söyledi. McNamara, helikopterlerin muhalif güçleri dize getirmeye yardımcı olmada önemli olduğunu var gücüyle savunan biri olacaktı. Amerika’nın Vietnam’a, ardından da komşu Kamboçya ve Laos’a (Hinduçin) saldırısı, Hitler’in SSCB’yi işgal etmesinden beri görülen en ciddi saldırganlık eylemi oldu. 1970’li yılların başında, Hinduçin’de milyonlarca kişi öldürüldü, binlercesi ya yaralandı, ya da uzuvlarını kaybetti.
Amerikan ordusu, bölgeye çok fazla miktarda zehirli kimyasal bıraktı (1961-1971 yılları arasında) ve bu durum en çok sivilleri, ama aynı zamanda ABD askerlerini de etkiledi. Amerika bu konuda Britanya’dan ilham aldı. Winston Churchill’in başbakanlığı sırasında Britanya, Malaya’ya 1950’li yılların başlarında çok yaygın kimyasal saldırılar gerçekleştirdi ve bu saldırıları daha sonra örtbas etti.
Bu tür bir savaş şekline ilişkin etiğin olmayışı, kolaylıkla farkına varılan bir durum değil. Özellikle Vietnam’da ölümler ve fiziksel kusurlar halen yaşanıyor, çünkü bitki öldürücü kimyasalların atıkları devam ediyor. ABD’nin Güney Vietnam’da kimyasal savaşı erken bir
tarihte kullanması, bölgenin duruşunu derhal zedeledi; Batı’ya yakın liderlerin çok fazla desteklenmemesine yol açtı.
Savaş ilerlerken ve etrafa yayılırken, Amerika aynı zamanda 15 milyon ton mühimmatı bir anda boşalttı. Bu, İkinci Dünya Savaşı sırasında tükettikleri toplam miktarın iki katıydı. Bugün birçok bomba, patlamamış şekilde duruyor. ABD ordusu Hinduçin’de çok pahalı yenilikler getirdi: örneğin, bilgisayarla koordineli elektronik savaş alanları ve akıllara durgunluk veren başka icatlar. Ve herkesin malumu olduğu üzere, tüm bunlar acı bir şekilde başarısızlığa uğradı.
Düşmanlıkların sona ermesinin ardından Amerika’nın dünya çapındaki prestiji zarar gördü ve bir daha asla tam olarak geri kazanılamaz. Bununla birlikte, Vietnam’a yönelik savaş, ABD açısından tamamen bir mağlubiyet olmadı. Komünizm veya milliyetçiliğin etrafa yayılma tehdidi kısıtlandı.
Bu çatışmalardan elde edilen hem etik hem de duygusal dersler sürekli olarak unutuldu ve “Vietnam Sendromu” baskın geldi. George W. Bush’un liderliği altında ABD öncelikli olarak Afganistan’a, iki yıldan kısa süre sonra da 2003 yılı Mart ayında Irak’a saldırdı. Irak’ın topraklarının işgali, büyük bir saflık ve dar görüşlülük temelinde gerçekleşen bir başka operasyon idi. ABD liderlerinin hakkında fazla bir şey bilmedikleri uzak bir ülkeye yapılan bir müdahale idi.
Irak’a saldırıda bulunmanın temel sebepleri arasında, ulusun devasa petrol rezervleri üzerinde tam denetim kazanmak, bir yandan da Amerikan hegemonyası ve askeri gücünü yeniden ortaya koymak bulunuyordu.
Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra, 2003 yılı Mayıs ayı başında ABD Başkanı Bush, “Görev Tamamlandı” pankartı altında bir konuşma yaparken büyük bir pot kırmış oldu. Böylelikle, Ameirka’nın işgaline var güçleriyle karşı çıkanlar için gökte ararken yerde buldukları bir mesaj ulaştırmış oldu. Bush’un konuşmasının başında ısrar ettiği gibi: “Büyük muharip operasyonlar sona erdi. Irak savaşında ABD ve müttefiklerimiz kazandı.”
Neredeyse tüm savaşlarda olduğu gibi ABD’nin Irak işgali son derece ters şekilde gitti; keza güçleri Washington’dan binlerce mil ötede bir açmaza sürüklendi. Irak halkı bir kez daha kurban oldu; yüz binlercesi sonraki yıllarda öldüler ve sivil toplum paramparça oldu. Irak, birbirleriyle uzlaşmaları pek mümkün görünmeyen birçok mezhebe ayrıldı. Bu yılın Mayıs ayında ülkedeki parçalanmış seçimler ise, bunun en yakın tarihli örneği.