(BUKAĞI – NİYAZİ MISRÎ / Emine Işınsu) İlim için yollara, aşk için dizelere düşen derviş
Arzu Şahin 01 Ocak 1970
Türk edebiyatının sessiz ve derinden akan nehirlerinden biri olan Emine Işınsu, tasavvufun önemli isimlerinden Niyazi Mısri’yi anlattığı “Bukağı” romanıyla bir kez daha karşımızda. Bugüne kadar hayatını yazıya adayan Işınsu, edebiyatın pek çok alanında eser vermiş bir yazar. Aldığı sayısız ödül, yazdığı pek çok roman ile büyük ilgi gören yazar, aynı zamanda köşe yazarlığı, oyun yazarlığı ve şiirle de ilgilenmiş. Dilindeki duruluk ve anlatımındaki akıcılık ile okuru kendine bağlayan Emine Işınsu, Bukağı’da da aynı etkiyi yaratmayı başarmış.
Romanda tasavvufumuzun kilometre taşlarından biri olan Niyazi Mısri’nin hayatı, zıtlıkların buluştuğu bir alan olarak kanlı canlı karşımıza çıkıyor. Niyazi Mısri, Malatya eşrafından Soğancızade Şeyh Ali Çelebi ve Mihriban hanımın oğlu olarak dünyaya gözlerini açar. Nakşibendi şeyhi olan Şeyh Ali Çelebi oğlu Mehmed’in eğitimini müritlerinden Koca Derviş’e verir. Mehmed ile Koca Derviş’in ölüm onları ayırana dek devam eden ilişkileri böylece başlar. Nakşibendi olan Koca Derviş aynı zamanda pehlivandır. Mehmed kendinden bir yaş küçük olan kardeşi Ahmet’in aksine hareketli ve öfkeli bir çocuktur. İçinde biriken öfkeyi atmanın en iyi yolu ise güreştir. Ancak Mehmed’in en önemli özelliklerinden birisi de şiire olan merakıdır. Kan kardeşi ve yıllarca devam edecek mektup arkadaşı Kasım ona ne olmak istiyorsun diye sorduğunda henüz çocuk yaştaki Mehmed’in cevabı açıktır “Şair olmak istiyorum”. Kendisinden 400 yıl önce yaşamış olan Yunus Emre’ye olan hayranlığı hayatı boyunca onunla birlikte olur. Yazdığı her dizede, her şiirde hep Yunus Emre’ye ulaşma çabası içinde olan Mehmed iç sesini mısralarla, dış sesini ise vaazlarla ortaya koyar.
İLİM MISIR’DA OLDUĞU İÇİN GİDİP ALDI
Babası ile tarikat konusunda ayrılığa düşen Mehmed, Nakşibendilik yerine Halvetiliği seçer. İçinde yaşadığı topluluk bu davranışı sessiz ve üzgün karşılasa da Mehmed hayatı boyunca kendi doğrularının peşinde koşmayı bilmiş bir alimdir. Ondaki bilgi açlığı o kadar üst boyutlardadır ki yaşamının çoğu yollarda ilim peşinde koşmakla geçer. Babasını kaybettikten sonra yola düşen Mehmed hem zahiri hem de batini bilgiye hâkim olmak için Mısır’a kadar gider. Şiirlerindeki mahlası Niyazi ile Mısır seyahatinin ardından ona verilen Mısrî ismi onu karşımıza bildiğimiz haliyle Niyazi Mısrî olarak çıkarır.
Niyazi Mısrî’nin kendi nefsiyle girdiği mücadele ve içindeki olumsuz yanları yok etmek için verdiği çaba onu mürşid makamına çıkarır. Uzun yıllar ve yolları kat ederken mektuplarıyla ona eşlik eden dostu Kasım ve Koca Derviş olur. Tabi bir de kalbinin derinlerinde taşıdığı ve kimselere açamadığı çocukluk aşkı Melekşan.
HAYATI BOYUNCA ÖĞRENDİ VE ÖĞRETTİ
Bu kalbi yolculuk sonunda Niyazi Mısrî için ilahi aşka ulaşmak her şeyin önüne geçer, uzun halvetlerde ve zikirlerde hep gerçek sevgilinin ismini terennüm eder. Çağdaşı pek çok tasavvuf ehlinin aksine O hem zahiri hem de batını bilmek ister. Bunun için sadece bir tarafa yönelenler tarafından yeterince anlaşılamaz. Şiirleri kulaktan kulağa yayılır, bestelenir, hatlarda mühürlenir. Ancak Niyazi Mısri bunları hep duyar ve geçer. Çünkü onun için önemli olan bilmek ve bildiklerini paylaşmaktır. Bundan dolayı hayatının her döneminde etrafında hep soru soranlar, anlamak isteyenler ve onu anlamayanlar olur. Niyazi Mısri öğrendiklerinin zekatını fazlasıyla verir, hayatının son dönemlerinde sürgün edildiği Girit ve Limni adalarında Hıristiyanları bile derinden etkiler.
SİYASET MISRİ’Yİ DE SÜRGÜNE GÖTÜRDÜ
Ailesi ile bağları hep geri planda duran Niyazi Mısrî, gerçek aşkın içinde yanarken yaşadığı topraklarda baş gösteren yangına tepkisiz kalamaz. Osmanlı’nın gerileme döneminde yaşanan talihsizlikler dervişi hep uzak durduğu siyasetin içine çeker. Döneminde tasavvuf ehline karşı gelen Kadızadelere çocukluğundan gelen öfkeyle karşı durur, dönemin padişahı IV. Mehmet’in karşısında iktidarın hatalarını anlatan cesur bir konuşma yapar. Tekke ve zaviyelerin kapanması için faaliyette olan Kadızadeler tarafından defalarca saraya ispiyonlanır ve yollarda geçen hayatına bir de sürgün eklenir. Ayağındaki bukağılar ile önce Girit’e sonra Limni’ye gönderilen Mısri, hayata gözlerini yummadan önce en önemli eseri İrfan Sofraları’nı yazar.
Bukağı Niyazi Mısri’nin hayatını oldukça sade ve akıcı bir dille anlatıyor. Bir dervişin tasavvuf ile hemhal oluşunu okurken bir yandan fonda dönemin siyasi olaylarını öğreniyoruz. Dünya hayatı ile maneviyatın yan yana gidişini izlerken insanın asıl savaşının her zaman kendiyle olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz bir kez daha. Roman, ilim ve irfanın her dönemde küçük beyinli fırsatçılar tarafından ötelenmek istendiğini, iktidarın her daim büyük çıkarlar uğruna gerçek değerleri heba ettiğini, tüm bunlara rağmen sanatın, edebiyatın ve hakikatin er ya da geç hak ettiği değeri bulduğunu hatırlatıyor. Mısri’nin yaşamı, hayatın özünde değişen bir şey olmadığını, sadece takvimlerde sayıların yer değiştirdiğini hissettirirken gerçek aşıkların er ya da geç kendi yollarını bulacaklarını fısıldıyor bize.
Mısri’nin şiirlerinden alıntılara çokça yer verilen roman, ilmi ve hakikati aynı heyecanla arayanlar, bu uğurda emek verenler için önemli bir biyografi niteliğinde., Bilge Kültür Sanat Yayınları etiketiyle raflarda...