Bağdatlı Rûhî
Nihat öztoprak 01 Ocak 1970
Rûhî, Bağdat’ta 941/1534-1535’te dünyaya geldi (Ahmet Tevfik: yk. 21a). Adı Osman, mahlası Rûhî’dir. Bağdat’ta doğup büyüdüğü için Rûhî-i Bağdâdî (Bağdatlı Rûhî) diye tanındı. Doğumu, Osmanlı Sultanı Kanunî (1520-1566)’nin 940/1533-1534 yılında Bağdat’ı fethinden hemen sonraya rastlar. Rûhî’nin babası, Bağdat’ın fethi sırasında Beğlerbeği Ayas Paşa ile beraber Bağdat’a gelerek oraya yerleşen Türklerdendir (Solmaz 2005: 318; Öztoprak 2001: 11).
Rûhî’nin eğitimi hakkında fazla bilgi yoktur. Eğitimini Bağdat ve civarında tamamladığı tahmin edilmekle beraber nerelerde ve kimlerden dersler aldığı bilinmez. Ancak daha sonra Bağdat’tan ayrılmış ve birçok paşanın maiyetinde çalışmıştır. Kaynaklar onun seyahate düşkün olduğunu, farklı yerleri görmekten büyük zevk aldığını ve bu yüzden Necef, Kerbela gibi Bağdat yakınlarından başka Şam, Erzurum, Hicaz hatta İstanbul ve Konya’da bulunduğunu bildirmektedirler. Esrar Dede, tezkiresinde, onun Mevlevî olduğunu, sefer ve seyahate meyilli olduğunu, İstanbul’a gelerek Galata Mevlevîhanesinde oturduğunu, burada şiir ve ilimle meşgul olduğunu daha sonra Konya’da Mevlânâ türbesini ziyaret ettiğini, oradan Hicaz’a, sonra Şam’a gittiğini ve ömrünün sonuna kadar orada kaldığını yazar (Esrar Dede 2000: 217-220).
Rûhî’nin seyahat etmekten hoşlandığı ve çok yer gezdiği şiirlerinden de anlaşılmaktadır. Bir beytinde “Devr eylemedük yer komaduk bir nice yıldur / Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya” diyerek gezmedik yer bırakmadığını söyler. Başka bir beytinde ise “Gezmedük yer komayup maşrık u mağrib dimeyüp / Gâh Rûm’a düşelüm gâh ‘Acem geh ‘Arab’a” diyerek İran, Anadolu ve Arap coğrafyalarında dolaştığını dile getirir (Öztoprak 2001: 12).
Rûhî’nin gittiği yerlerde, pek çok devlet adamı, şair, bilgin ve sanatkârla tanıştığı muhakkaktır. Ancak buralarda kimlerle tanıştığı ne tür görevler yaptığı konusunda kaynaklarda açıkça bilgi verilmemiştir. Divanında yer alan bir gazele göre Süleyman Paşanın maiyetinde sipahi olarak çalışmıştır (Ak 2001: 15-16 ). Bazı şiirlerinden ona, Şirvân’ın Çalı kazasının dirlik olarak verildiği, ancak bundan pek memnun olmadığı anlaşılmaktadır.
Şair ömrünün son yıllarını Şam’da geçirmiş, uzun süre bu şehirde yaşamış, 1602-1604 yılları arasında burada kadılık yapan Azmîzâde Hâletî (öl. 1631) ile birlikte çalışmıştır. Divanında yer alan bir tarih kıtasında Hâletî’nin söz ustası oluşundan, adalet ve faziletinden, seviyeli sohbetlerinden bahsetmiştir.
Kanunî (1520-1566)’nin padişahlığı döneminde dünyaya gelen, gençlik ve tahsil devri Kanunî dönemine tesadüf eden Rûhî, onun ile birlikte Sultan II. Selim (1566-1574), Sultan III. Murad (1574-1595), Sultan III. Mehmed (1595-1603) olmak üzere dört padişah devrini idrak etmiş ve Sultan I. Ahmed (1603-1617) zamanında 1014/1605-1606’da Şam’da ölmüştür.
Bağdatlı Rûhî, Zâtî (ö. 1547) ve Muhibbî (ö. 1566) gibi klâsik Türk edebiyatının en çok gazel yazan şairlerindendir. Divanında yer alan 1115 gazeliyle onu gazel şairi olarak nitelendirmek mümkündür. Gazellerinde lirik bir söyleyiş tarzı ve rintçe bir eda vardır. Bu özellik elbette gazel nazım türünün birinci plânda âşıkane olması, içkiden, sevgiliden, ayrılık ve vuslattan bahsetmesi vb. sebeplerden kaynaklanıyor olmalıdır. Bununla birlikte mahlasından da anlaşıldığı gibi onun iç dünyası ile ilgili olduğunu da belirtmek gerekir. Rûhî bir beytinde “Gam yimem kadh-i adûdan ki benem ey Rûhî / Bildürür rütbemi erbâb-ı kemâle gazelüm” dediği gibi zaman zaman kendi şiirlerinden söz ederken gazellerine farklı bir güven duyduğunu açığa vurur.
Fuzûlî (ö. 1556)’nin Şikâyetname olarak tanınan mektubunda dile getirdiği aksaklıkları Rûhî, gazel formunun elverdiği ölçüde işler ve özellikle “eksilmede” redifli gazelinde, artık yok olmaya yüz tutmuş değerlerin ardından duyduğu acıyı dile getirerek çağının tanığı olduğunu gösterir (Kurnaz 1995; 65-68). Rûhî, sosyal hayata ve hadiselere duyarlı bir divan şairidir. Belki de bu yüzden şiirlerinde söz ve mana oyunlarına fazla yer vermez ve yine bu yüzden şiirlerine akıcılık ve sadelik hâkimdir. Divanı'nda konuşma dili ile söylenmiş sade örnekler çoktur.
Bazı âşıkane gazelleri aslında na’t veya şefaatname türündendir. Bilhassa her harfle yazılan gazellerin birincileri bu türdendir. Mevlânâ (ö. 1273), Fuzûlî (ö. 1556) ve benzerlerinde rastladığımız bu tür gazellerde sevgili ile kastedilen Hz. Peygamber’dir. Bazen de sevgili ile Allah kastedilmektedir. Divan’da bu çeşit âşıkane ve rindane gazellerin sayısı az değildir. Bütün bunlara rağmen Rûhî; Mevlânâ (ö. 1273) ve Yunus Emre (ö. 1320) gibi bir mutasavvıf değildir. Şiirlerinde görülen tasavvufî remizler ise, ilâhî aşkın vahdet ve kesret meselelerinin, onun şiirlerinin dokusuna işlenmiş olmasından başka bir şey değildir.
Rûhî, asıl şöhretini terkib-bendiyle yapmıştır. Her bendi sekiz beyitten oluşan 17 bendlik terkib-bendi yazıldığı dönemden Ziya Paşa (ö. 1880)’ya kadar her devirde okunmuş, sevilmiş ve bu terkib-bende birçok nazire yazılmıştır. Hiciv türünün şaheserlerinden biri kabul edilen bu eseri ona, edebiyat tarihinde mümtaz bir yer edinmesini sağlamıştır. Bu manzumede insanın yapısı, sosyal hayatın insan üzerindeki etkisi, sosyal dengesizlikler; toplumda çıkarcı, şahsiyetsiz kişilerin durumu, adaletsizlik vb. konular tasvir, tenkit ve hicv edilmiştir. Terkib-bende, yazıldığından itibaren birçok şair tarafından nazire yazılmıştır. Cevrî (ö. 1654), Arpaeminizâde Mustafa Sâmî (ö. 1734), Levhî (ö.1751), Kabûlî-i Edirnevî (ö. 1829), Leylâ Hanım (ö. 1848), Ziya Paşa (ö. 1880), Naci (ö. 1893), Fehim, Abdî, Kandiyeli Ali Râşid Efendi, Ayetullâh ve Receb Vahyî’nin nazireleri bunlardan bilinenlerdir. En meşhuru ise Ziya Paşa tarafından 1870’te yazılan naziredir. Ziya Paşa’nın naziresi, nazirecilik geleneğinin en başarılı örneklerinden biridir denilebilir (Gözler 1987). Namık Kemal (ö. 1888), Ziya Paşa’ya bu şiirinden dolayı “Terkîb ile şi’ri etdin ihyâ” der. Sabri F. Ülgener, Rûhî’nin terkib-bendini esas alarak devrin zihniyet yapısına dair çözümlemelere girişmiştir (Ülgener 1983).
Rûhî’nin hiçbir divan nüshasında yer almayan bir gazeli, Esrar Dede (ö. 1796) tarafından ona aitmiş gibi gösterilir ve Mevlânâ methinde olduğu için Rûhî’nin de Mevlevî olduğu düşünülür (Genç 2000: 217-218). Abdulbaki Gölpınarlı (ö. 1982)'nın ve Coşkun Ak'ın verdiği bilgilere göre, bu gazel Rûhî'ye değil, tanınmış bir mevlevî şair olan Cevrî (ö. 1654)’ye aittir (Ak 2001: 19). Abdülbaki Gölpınarlı ise, Rûhî’nin hurufî olduğunu söyler (Gölpınarlı 1953: 20-21). Rûhî’nin Bektaşî olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak onun şiirlerinde Mevlânâ ve Hacı Bektaş methinde olanlar, devrin diğer şairlerinin divanlarında yer alanlardan fazla değildir. Yine hurufîlik remizlerinin kullanıldığı beyitler de onun hurufî sayılmasına imkân tanıyacak nispette değildir. O, “Mezhebiyle biz İmâm-ı A’zam'ı fahr eylerüz / Kim mezâhibde o mezhebdür “Huden li’l-muttakîn” diyerek tereddüde yer bırakmayacak şekilde mezhebini ortaya koymaktadır (Öztoprak 2001: 19).
Rûhî, yer yer beyitlerinde şairlik gücünden, dönemindeki şairlerin cahilliklerinden, kabiliyetsizliklerinden söz eder. Bu beyitlerinde o, şiir ve şairden ne anladığını ortaya koymaktadır. Ona göre, birkaç beyit yazmakla şair olunmaz. Şair olabilmek için çok sayıda başarılı şiire sahip olmak gerekir. Başarılı şiir ise hoş ve güzel edalı, kelimeleri iyi seçilmiş, ruhu olan şiirdir. Beyitlerinde “Bir iki beyt-i mevzûn dimeğe herkes de kâdirdür / Hüner Rûhî gibi rengîn-edâya sâhib olmakdur”, “Şâir oldur ki söze rûh vire Rûhî-vâr / Lebi vasfın idicek sen büt-i şîrîn-sühanun” diyerek bu hususlara dikkat çeker (Öztoprak 2005: 115, 122-124; Öztoprak 2006: 98).
Netice olarak Rûhî’nin şiirleri, daha çok âşıkane ve rindane görünmekle beraber fikrî ve sosyal konulu olanları da az değildir. Dili gayet sade ve akıcı olup çağdaşı diğer bazı şairlere göre tamlamalar ve yabancı kelimeler sayıca azdır denebilir. Söz ve mana sanatlarına fazla itibar etmeyen Rûhî, akıcı bir üslup yakalama gayretinde olmuş ve içinden geldiği gibi söylemiştir. Mevlânâ (ö. 1273), Fuzûlî (ö. 1556), Bâkî (ö. 1600) gibi şairlerden tabii olarak etkilenmiş, beğendiği şiirlere nazireler yazmıştır. Çok sayıda gazeli olmakla övünmüş olmasına rağmen gazelleriyle fazla ilgi uyandıramamıştır. O, asıl şöhretini terkib-bendi ile yapmış ve yazdığı tarihten günümüze kadar sürekli ve derin bir tesir uyandırarak Türk edebiyatı tarihi içindeki yerini de bu hoş edalı, sosyal muhtevalı, hiciv türünden manzumesi ile almıştır.
Rûhî’nin bilenen tek eseri Türkçe divanıdır. Kütüphanelerde yazma nüshaları mevcut olan eserin Arap harfli ilk baskısı 1287’de İstanbul’da yapılmıştır. Eserin edisyon kritikli neşrini Prof. Dr. Coşkun Ak, Bağdatlı Rûhî Dîvânı (2 C, Uludağ Üniversitesi Yayınları, Bursa 2001) adıyla yayımlamıştır. Aynı yazarın, Bağdatlı Rûhî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’ndan Seçmeler (Bursa 2000) adıyla Bağdatlı Rûhî’yi ve şiirlerini tanıtıcı seçmeleri, ayrıca Prof. Dr. Nihat Öztoprak’ın Rûhî, (Timaş Yay., İstanbul 2001) adıyla başta terkib-bendi olmak üzere tanınmış gazellerini ve nesre çevirilerini ihtiva eden bir çalışması vardır.
Rûhî Divanı, divan tertip usullerine uygun olarak hazırlanmış mürettep bir divandır. İçinde ikisi manzum mektup olmak üzere 40 kaside, 6 mersiye, 1 terkib-bend, 1 terci’-bend, 3 muaşşer (onlu), 2 müsemmen (sekizli), 7 müseddes (altılı), 1 muhammes (beşli), 94 tarih, 2 murabba’, 1 muamma, 8 gazel tahmisi, 1115 gazel, 28 rubâî, 26 kıt’a ve nazım şekli belirlenememiş birkaç manzume vardır.