NEF'Î
Prof. Bahir Selçuk 01 Ocak 1970
Asıl adı Ömer olan Nef'î, Erzurum’un Hasankale (Pasinler) ilçesinde doğdu. Bu yüzden kaynaklarda Erzenü’r-rûmî Ömer Bey, Erzenü’r-rûmî Ömer Efendi diye anılır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmese de 980/1572 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Dedesi Mirza Ali Paşa, babası Mehmed Bey’dir. Soylu bir aileye mensup şairin baba ve dedesi sancak beyliği yapmıştır. Babası Mehmed Bey’in, Kırım hanına nedimlik yaptığı, bu nedenle ailesini ihmal ettiği Sihâm-ı Kazâ’daki bir hicivden anlaşılmaktadır. Çocukluk ve gençlik yılları hakkında bilgi bulunmayan Nef’î’nin iyi bir medrese eğitimi gördüğü, Arapçayı özellikle Farsçayı, Fars edebiyatını iyi bildiği anlaşılmaktadır. Şiire genç yaşta başlamış olan Nef’î üzerinde, şair olan babasının ve o sırada Erzurum’da defterdar olarak görev yapan tarihçi Gelibolulu Âlî’nin önemli etkisi vardır. Hatta ilk dönem şiirlerinde kullandığı zarara mensup anlamına gelen “Darrî” mahlası, Âlî tarafından “Nef’î” mahlasıyla değiştirilmiştir. Nef’î’nin ne zaman ve hangi sebeple İstanbul’a geldiği kesin olarak bilinmese de Sultan I. Ahmed’in tahta geçişinden sonra İstanbul’a geldiği, ölümüne kadar yaklaşık otuz yıl burada kaldığı bilinmektedir. Sunduğu kasidelerle I. Ahmed’in takdirini kazanmış, padişahın maiyetinde kısa bir süre Edirne’de kalmıştır. I. Ahmed için kaleme aldığı kasidelerde her fırsatta minnet hislerini ifade etmiş, maden mukataacılığı ve maden kâtipliği görevlerinde bulunmuştur. I. Ahmed’e sekiz kaside sunmuş, padişahın kendisine gösterdiği yakın ilgi sebebiyle tanınmış; Kuyucu Murad Paşa, Nasûh Paşa, Damad Mehmed Paşa, Halil Paşa gibi dönemin önde gelen isimlerine yazdığı methiyelerle onların da iltifat ve takdirlerini kazanmış, şöhretini artırmıştır.
Nef’î; I. Ahmed (1603-1617), II. Osman (1618-1622), IV. Murad (1623-1640); I. Mustafa (1617-1618/1622-1623) gibi üçü şair dört padişahın saltanatına tanıklık etmiş olsa da özellikle I. Ahmed ve IV. Murad’ın ilgisine mazhar olmuş, IV. Murad devrinde şöhretinin zirvesine ulaşmıştır. Kendisi gibi sert mizaçlı sultanla iyi bir diyalog kurmuş, onun ilgi ve iltifatını kazanmış, on iki kaside sunmuştur. Şairin en fazla ilgi ve iltifat gördüğü bu dönem, aynı zamanda azledilme ve sıkıntıları da sıkça yaşadığı bir dönem olmuştur. Taşradan gelip İstanbul’da şöhret kazanan, sanatı takdir gören, karşılığında yüklü miktarlarda caizeler alan Nef’î'nin, kendine duyduğu aşırı güven ve istikrarsız kişiliği yüzünden yüksek perdeden konuşması, yerli yersiz sataşmaları, kişilerin makam ve mevkiini, onurunu hiçe sayarak sövgü derecesinde bir üslupla hicvetmesi başarısına gölge düşürmüştür. Kıskançlıklara sebep olan şöhreti ve tutarsız davranışları, saldırgan kişiliği ile sadrazam, vezir ve diğer devlet adamlarının, bilgin ve sanatçıların düşmanlığını kazanmış, pek çok kez zor durumda kalmış, görevinden uzaklaştırılmıştır. Hicivlerinden dolayı Gürcü Mehmed Paşa tarafından üç defa azledilmiştir.
Devlet ricali, bilgin ve şairler tarafından şiddetle eleştirilen Nef’î’nin katlinin vacip olduğu söylenmiş, bütün bunlara rağmen padişah tarafından korunup kollanmıştır. Fakat padişahın yaşadığı bir olayla ihsan ve iltifatlar bir süre sonra sekteye uğramıştır. Nâimâ’ya göre (III, 235) IV. Murad, sarayda şairin Sihâm-ı Kazâ’sını okurken tahtın yanına yıldırım düşmüş, bunu uğursuzluk sayan padişah, şairi hicivden menetmiş; görevinden azlederek Edirne’ye sürmüştür. Bu olay üzerine devrin şairlerinden İbrahim Vehbi tarafından şu beyit söylenmiştir (İpekten 1998:61):
Gökden nazîre indi Sihâm-ı Kazâ’sına
Nef’î diliyle uğradı Hakk’ın belâsına
Sürgünde bulunduğu Edirne’de Muradiye mütevelliliği görevinde iken yazdığı kasidede üzgün olduğunu belirtmiş, pişmanlığını ifade ederek padişahtan af dilemiştir. Affedilen şair, yeniden İstanbul’a dönmüş ve cizye muhasebeciliği görevine atanmıştır.
Üstün bir sanat gücüne sahip olan Nef'î, sıradışı tavır ve davranışları, ölçüsüz söylemleri dolayısıyla sıkıntılı bir hayat sürmüş; acı tecrübelere rağmen çizgisini değiştirmemiş, sonunda dilinin kurbanı olmuştur. Ölümü hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Vezir Bayram Paşa’yı hicvettiği için IV. Murad’ın izniyle boğdurulup denize atıldığı en yaygın görüştür. IV. Murad aleyhine yazdığı ya da düşmanlarınca kendisine isnat edilen ağır bir hicivden dolayı padişahına gazabına uğramış olduğu da rivayetler arasındadır. Padişahın son derece takdir edip koruyup kolladığı Nef’î'yi sırf Bayram Paşa’nın hatırına öldürtmediği makul görünmektedir. Fuad Köprülü ve Abdülkadir Karahan, IV. Murad aleyhinde yazılmış ve Nef'î'ye isnat edilen böyle bir hicve rastladıklarını belirtmişlerdir (Ocak 1991:12-13). Gerekçesi tam olarak bilinmese de hiciv yüzünden öldürüldüğü kesin olan şair, Bayram Paşa’ya teslim edilmiştir. Nef'î, Ocak 1635’te (Şaban 1044) Çavuşbaşı Boynueğri Mehmed Çavuş tarafından sarayın odunluğunda kementle boğdurulmuş, cesedi denize atılmıştır. Bunun yanında Sihâm-ı Kazâ'nın bir nüshasında şairin İstanbul Sirkeci İskelesi yakınlarında mezarının bulunduğu belirtilmekte ayrıca Mevlânâ dergahı içindeki Hadîkatü'l-ervâh'ta kendisine bir mezar atfedilmektedir (Akkuş 2006:524).
İsmail Beliğ, “tîğ-ı gazâb-ı pâdişâhî ile katl olındı.” sözüyle onun padişahın gazabına uğrayıp öldürüldüğünü belirtir (Abdulkadiroğlu 1999:490). Ölüm tarihi kaynaklarda farklı şekillerde verilse de “Geçdi Sihâm-ı Kazâ”, “Katline oldı hele sebeb hicvi hele Nef’î’nün” şeklinde düşürülen tarihler, Nef’î’nin 1044 yılında hiciv sebebiyle öldürülmüş olduğunu kanıtlamaktadır.
Nef’î’nin biri Türkçe, biri Farsça iki divanı ve hicivlerini içeren Sihâm-ı Kazâ’sı vardır. Farsça Divan’da yer alan Tuhfetü’l-Uşşâk, bazı kaynaklarda müstakil bir eser olarak gösterilir.
1. Türkçe Dîvân: Bulak ve İstanbul’da iki defa basılan divanın, Metin Akkuş (1991) tarafından karşılaştırmalı metni hazırlanan ve daha sonra yayımlanan (1993) baskısında “altmış iki kaside, bir terkib-bend (sâkînâme), bir mesnevi, dokuz kıta-i kebire, yüz otuz dört gazel, iki kıta, dört nazım, beş rübai, on altı müfred” bulunmaktadır. Kaside ağırlıklı Türkçe Dîvân’da Nef’î’nin, saltanatlarına şahitlik ettiği padişahlara, vezirlere ve önemli devlet adamlarına sunduğu kasideler, özellikle Sultan I. Ahmed için sekiz, IV. Murad için on iki, II. Osman için yazmış olduğu dört kaside dikkat çekmektedir. Gazeller, Dîvân’da en fazla yer kaplayan ve Türk edebiyatının en mükemmel örneklerini oluşturan kasidelerin gölgesinde kalır. Kasidelerdeki tok ve gür sesin aksine gazellerde daha yumuşak bir ses tonu hissedilir. Divan üzerine F. Tulga Ocak (1980) bir doçentlik çalışması, Bahir Selçuk (2004) ahenk unsurları bakımından bir tahlil çalışması yapmıştır.
2. Farsça Dîvân: Türkçe Dîvân'ın aksine tasavvufî düşüncenin ağırlıkta olduğu Farsça Dîvân’da, Urfî-i Şirazî ve Enverî’nin etkileri hissedilir. Ali Alptekin (1944) tarafından divanın tenkitli metni hazırlanmış, Ali Nihad Tarlan (1944) tercümesini yayımlamıştır. Mehmet Atalay (1988) tarafından üzerine doktora tezi hazırlanan divanda “sekiz naat, sekiz kaside, bir terci-bent, bir kıta-i kebire, yirmi bir gazel ve yüz yetmiş bir rubai” bulunmaktadır.
3. Sihâm-ı Kazâ: Nef’î’nin hicivlerini topladığı bu eser, ince bir zekâ ürünü olan manzumelerle beraber argo ifadeler ve küfür içeren manzumeler de barındırmakta, yerginin yerini çok defa sövgü almaktadır. Eserin edebî değerini gölgeleyen bu üslup tarzı, divandaki edebî söyleme göre hayli farklılık göstermektedir. Eserde şairin Şeyhülislam Yahya, Tahir Efendi gibi kişilere yazmış olduğu zarif hicivlerin yanında başta babası Mehmed Bey’e ve Gürcü Mehmed Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kafzâde Fâ'izî, Veysî gibi dönemin önemli isimlerine yazmış olduğu ağır hicivler de bulunmaktadır. Manzumelerin bazılarında muhatabın ismi geçmese de bunların devrin bilinen kişileri olduğu anlaşılmaktadır. Birbirinden hayli farklı yazma nüshaları bulunan eser, Saffet Sıdkı Bilmen (1943), Metin Akkuş (1998) tarafından seçmeler yapılarak yayımlanmıştır.
4. Tuhfetü’l-Uşşâk: Bazı kaynaklarda müstakil bir eser olarak gösterilen bu manzume, Farsça Dîvân’da yer alan doksan yedi beyitlik Farsça bir kasidedir. Fuzulî’nin Enîsü’l-Kalb adlı eserine nazire olarak yazılmıştır. Kaside metni ve Türkçe tercümesi Tarlan (1964) tarafından yayımlanmıştır. Bazı kaynaklarda Nef‘î’nin münşeatının olduğu ifade edilmişse de (Uzun 2006:18) bulunabilen tek mektubu Ünsî Çelebî’nin yazmış olduğu bir kıta vesilesiyle kendisine cevap mahiyetinde yazılmış olan bir mektuptur (Ocak 1981:125-130; Akkuş 2006:525).
Sert mizaçlı, bildiğini ifade etmekten çekinmeyen, mücadeleci bir kişiliğe sahip olan Nef’î’nin bu hırçın ve kavgacı tavırları sanatına da aynen yansımıştır. Bunda bir bey soyundan gelmiş olmasının, yetişme tarzının ve devrin hadiselerinin etkili olduğu düşünülebilir. Nef’î’nin yaşadığı yüzyıl, Türk şiirinin her yönüyle mükemmel bir görünüm kazanmış olduğu bir dönemdir. O kendinden emin bir edayla kasidelerinde bu gerçeği haykırmış, İranlı şairlere meydan okumuştur. Nef’î, klâsik Türk edebiyatında kaside üstadı olarak şöhret bulmuştur. Kendi döneminden itibaren kaleme alınan edebiyat tarihlerinin tamamı bu hususta aynı görüştedir. Muhtevaya uygun olarak seçilmiş Arapça ve özellikle Farsça kelimeler ve terkiplerin oluşturduğu musiki ve güçlü dil, onun özgün üslubunu oluşturur. Söz oyunlarına başvurmadan açık bir biçimde düşüncelerini ifade eder. Kasidelerde özellikle methiye ve fahriye bölümlerinde güçlü bir ses ve mübalağaya dayalı ince hayallerle dikkat çeker. Çarpıcı bir etki bırakan bu iki hususu mükemmel bir biçimde sentezleyen şair, “övgü, övünme, yergi”de zirveye oturur. Şiirin muhtevasına uygun olarak seçilen kelime kadrosu, ses ve söz tekrarları; kafiye ve redif gibi ritmik unsurlarla güçlü bir söyleyiş sergiler, mükemmel tasvirler yapar. Ölüm-kalım mücadelesinin verildiği savaş sahnelerini işitsel ve görsel ögelerle âdeta yeniden yaşatır. Kasidelerdeki dışa dönük bu yüksek ve tok ses, gazellerde nispeten yumuşak bir hâle bürünür (Selçuk 2004).
Övgü, övünme ve yergide sınır tanımayan şair; övdüğünü göklere çıkaran, yerdiğini yerin dibine sokan, rakip tanımayan bir tavır sergiler. Övdüğü kişinin ardından sözü çoğu kez kendisine getiren şair, böyle bir şiiri ancak kendisinin söyleyebileceğini, kendisinin de söz sultanı olduğunu ifade eder. Hayatı bir mücadele, savaş meydanı olarak tasvir eden Nef’î, bu meydanda en güçlü silahşorun, pehlivanın kendisi olduğunu söyler, hasımlarına meydan okur. “Ben” zamirini sıkça yineleyen, kelimelere hayat verdiğini söyleyen şair, kendisinden son derece emindir; bu yüzden daha çarpışma başlamadan kendisini galip ilan eder. Sözü en güçlü silah kabul eden şair, söz ile savaş ve savaş aletleri arasında renkli ve güçlü bağlantılar kurar, etkili söz söylemeyle savaş meydanındaki mücadeleyle bir tutar (Selçuk 2006:234-235).
Arap şairi Mütenebbi, İran şairlerinden Urfî ve Enverî’den etkilenmiş olan şair, fahriyedeki ustalığı ve beliğane söyleyişi ile Mütenebbî’yi; mübalağa sanatındaki başarısı ve hayal gücünün zenginliğiyle de Urfî ve Enverî’yi hatırlatmaktadır. Urfî, Enverî; Bâkî, Fuzûlî, Şâhidî gibi şairlere nazireler yazmıştır. Mevlana için yazdığı manzume, Farsça Divan’ındaki tasavvufî düşünce boyutu, şairin Mevlevî olduğunu düşündürmüştür. Klâsik Türk şiirinin en güçlü seslerinden biri olan Nef’î, özgün dil ve üslubu ile kaside sahasında çığır açmış, yaşadığı dönemden itibaren takip edilmiş, üslubu ve sanatı hep takdir edilmiştir. Güftî, Fehîm-i Kadîm, Nedîm, Şeyh Gâlib, İzzet Molla; Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şairler ondan övgüyle bahsetmişlerdir (Akkuş 2006:524).