« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Ara

2006

Tarihe Şaşı Bakmak, Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa

Hanifi ALTAŞ 01 Ocak 1970

Nasıl ki matematik bütün Fen bilimlerinin kök bilimi ise, Tarih de bütün sosyal bilimlerin kök bilimidir. Hatta öyle ki, bir müspet bilim dalı olan yerbilim (jeoloji) uzmanları, tarihsel boyutunu hesaba katmadan depremleri bile açıklayamıyorlar.



Hiç kuşkusuz, Tarih bize kendiliğinden bir ideoloji sunmaz. Ama hemen bütün ideolojiler, tarihe yaslanmak ve kendilerine tarihsel bir taban bulmak ihtiyacını duymuşlardır. Sözgelimi Karl Marks da, Engels ile birlikte oluşturdukları ideolojiye “tarihsel materyalizm” adını vermiştir. Oysa ki Marks, aslında insanlık için komünizm adını verdiği bir ütopya tasarlamıştı; insanlığın geleceğini belirlemek iddiasındaydı. İlk bakışta bu bir çelişki gibi görünür; ama aslında hiç de öyle değildir. Çünkü geleceği belirlemek iddiasında olanların, bugünü iyi algılamaları, onun için de öncelikle dünü çok iyi bilmeleri şarttır. O sebeple sağlam tarihsel temellere dayanmak ve yaslanmak, bir iddiası ve ütopyası olan bütün ideolojiler için hayati önem taşır. Sonuç itibariyle kendince de olsa bir tarihe dayanmayan bütün düşünce akımları köksüzdürler; köksüzler ise biraz sert esen bir rüzgarın önünde savrulup gitmeye mahkumdurlar. “Yahya Kemal işte bu gerçeği, “kökü mazide olan atiyiz (geleceğiz)” mısraında şairane bir biçimde ifade etmiştir.


Tarih bilimi bize onun verilerinden hareketle geçmişe ve geleceğe yönelik bir bakış açısı kazandırır ki, biz buna kısaca Tarih bilinci diyoruz. Tarih bilincine sahip bulunmadan sağlam bir tarih bilgisine sahip olmak da mümkün gözükmüyor. Çünkü Tarih bilinci bir pusuladır.; yön gösterici ve belirleyicidir. Böyle bir pusuladan yoksun olanların dağarcıklarında topladıkları tarihe ait sözde bilgilerin gelişigüzel istif edilmiş bir çer-çöp yığınından hiçbir farkı yoktur. Oysa ki tarih bir bilimdir ve bilimsel bilgiler istif edilmez, tasnif edilir yani sınıflandırılır. Tarih bilimi aynı zamanda geçmişe bütüncül bir bakış açısıyla bakmamız ve olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini iyi kavramamız gereğine işaret eder.



1937 yılında yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal Atatürk şöyle diyordu:

“ Biz ilhamımızı gökten inan kitaplardan almıyoruz: Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”



Tarih bilinci kısaca işte budur.





***



Tarihi yapmaktan yazmaya pek fırsat bulamadığımızdan mıdır nedir, bizde tarihle ilgili konular, hem de tarihin ışıldakları altındaki olaylar dahi, destanlarla, masallarla, hurafelerle örülmüştür. Herkes de aklına göre değil de, mensup olduğu siyasi kampa, dünya görüşüne veya inanca göre, ya işin masal tarafını yahut da “yeşil sarıklılar” edebiyatında olduğu gibi hurafe yanını alarak çıkarına geldiği gibi işleyip durur. Sözgelimi, yakın tarihi ele alacak olursak, Birinci dünya savaşına nasıl girdiğimizden tutun da, Sarıkamış ve Çanakkale dahil, tarihimizin önemli olayları hakkında sağlıklı bilgi ve düşünceye sahip birine rastlamak neredeyse imkansızdır.



Bu konudaki, gürümüze kadar katlanarak ve katmerlenerek gelen birinci ve en büyük yanlış, Türk-Osmanlı Devletini Birinci Dünya Savaşına İttihatçıların, özellikle de İttihat ve Terakki Partisinin başında bulunan Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa üçlüsünün, sırf maceraperestliklerinden ötürü, kişisel ve keyfi kararlarıyla soktukları yönündeki yaygın söylentiyi bir gerçekmiş gibi kabullenmektir. Söylentidir diyoruz, çünkü bu yaygın kanının gerçeğe uygun bir tek noktası yoktur.



Sivas kongresinin hemen ertesinde, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Anadolu’da direnişe geçen “Türk milliyetçilerinin”* Damat Ferit Paşa hükümetini çekilmek zorunda bırakmaları üzerine, Sultan Vahidettin tarafından Sadrazamlık makamına Ali Rıza Paşa atanır. Kuvayi Milliye’nin yetkili organı konumunda bulunan Heyet-i Temsiliye ile iyi geçinmek ve uzlaşmak yolu arayan Ali Rıza Paşa başkanlığındaki yeni hükümet, Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Cemal Paşa aracılığı ile, aşağıdaki dört maddenin türlü araçlarla yayılmasını gerekli görmekte olduğunu, (Nutuk;Belge Nu:141) 9 Ekim 1919’da Mustafa Kemal Paşa’ya bildirir. Mustafa Kemal Paşa ise Cemal Paşa’ya verdiği karşılıkta, Birinci Dünya Savaşına niçin ve nasıl girdiğimize ilişkin gerçeği tam bir yansızlıkla ve yetkinlikle ortaya koymaktadır.



İstanbul hükümeti adına hareket eden Cemal Paşa’nın imzasını taşıyan o bildiride Mustafa Kemal Paşa’dan onaylaması istenen ve beklenen hususlar şunlardır:

1- (Anadolu’daki hareketin) İttihatçılıkla ilişki bulunmadığı,
2-Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına karışmasının doğru olmadığı ve savaşa sürükleyenlere karşı, adları açıklanarak, birtakım yayımlar yapılması ve kendilerinin yasa yoluyla kovuşturulup cezalandırılmaları,
3- Savaş sırasında her türlü ağır suçları işleyenlerin yasaya göre cezalanmaktan kurtulmayacakları,
4- Seçimlerin serbest yapılacağı.

Mustafa Kemal Paşa, büyük Nutuk’da, Cemal Paşa’nın bu isteklerini şöyle yorumlar:

“Cemal Paşa, bu maddeleri, saydıktan sonra, bunların açıklanması ve yayılması, içerde ve dışarda birtakım yanlış anlayışların önüne geçeceğinden söz açarak, yurdun yüksek yararları gereği olarak özellikle iyi karşılanmasını rica ediyordu. (belge: 141)
Efendiler! Ali Rıza Paşa Hükümetinin ne denli güçsüz ve cılız düşündüğünü ve gerçeği görmekteki kısa görüşlülüğünü anlamak için, bu maddeler sanki birer ölçüdür. Devletin içine düştüğü dağılış uçurumunun derinliğini ve korkunçluğunu göremeyen bahtsızlar, doğal olarak gerçek ve güvenilir çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. Çünkü, o gerçek ve güvenilir çare, kendilerini daha çok korkutur.


Akıl ve anlayışlarındaki sınırlılık, huy ve yaratılışlarındaki gevşeklik ve duraksama gereği böyledir.


Çoktan köle olduğuna kuşku kalmamış olması gereken Padişah ve Halifenin köleliği ile kazanılabilecek iktidarın iktidarsızlık örneği olması olağan değil midir?


Ferit Paşa’nın yerine geçen Ali Rıza Paşa ile önceki hükümetten kalan ve hükümete yeni giren çalışma arkadaşları, Ferit Paşa’nın bıraktığı yerden başlayarak, onun gerçekleştiremediği yabancı isteklerini izleyip sonuçlandırmaktan başka ne yapabileceklerdi?”



Cemal Paşa’nın yukarıda belirtilen isteklerine Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafla vermiş olduğu karşılık, Nutuk’un 3. cildinde 142 numaralı belge olarak yer almaktadır.Mustafa Kemal Paşa o telgrafında Cemal Paşa’ya vermiş olduğu cevabı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının ikinci gününde yani 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada da aynen tekrarlamıştır:



''1. Dünya Savaşı'na katılmamak elbette son derece istenir bir durumdu. Fakat bu savaşa katılmamayı sağlayacak maddi olanaklarımız yoktu. Çünkü 1. Dünya Savaşı'na katılmamak silahlı bir tarafsızlığı, yani Boğazlar'ın (İstanbul ve Çanakkale) kapalı tutulmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafyası, İstanbul'un stratejik konumu, Ruslar'ın İtilaf Devletleri yanında yer alması, bizim bu savaşta tarafsız kalmamıza asla uygun değildi.


Bunlardan başka silahlı bir tarafsızlığı sürdürmek için; paramız, silahımız, silah sanayiimiz, özetle; gerekli olan savaş araç ve gereçlerimiz yoktu. İtilaf Devletleri'nin ve özellikle İngilizlerin savaş gemileri yaptırmak için İngiltere'ye ödediğimiz paraları geri vermemesi bir yana, İngiltere ısmarladığımız savaş gemilerimizi bize vermedi. İngilizler; milletin savaş gemileri yaptırmak için dişinden tırnağından arttırarak biriktirdiği yedi milyon lirayı gasp etti.


İtilaf Devletleri savaş ilanı ile birlikte, bizim savaşa girmemizden dört ay önce Osmanlı Devleti zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına karar vermiş olduklarını açıkladılar. Savaştan sonra Bolşevikler Çarlık Rusyası'nın savaş öncesi yaptığı gizli anlaşmalarını yayımladılar. Bu anlaşmalara göre İstanbul Çarlık Rusyası'na verilmişti. Tüm bu açık kanıt ve tanıtlar bizim 1. Dünya Savaşı'na İtilaf Devletleri karşıtı girmekliğimizin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.


Üstelik İngiltere ve Fransa'nın kendisine İstanbul'u vermeyi söz verdikleri Rusya dururken, Balkan Savaşı felaketinden sonra hiçbir askerlik değeri, hiçbir milli varlık olarak görmedikleri milletimizi, kendilerine katılmayı istesek bile, bizi seçmelerini düşünmek elbette doğru olamaz.


Savaşa girmemizi bir hıyanet olarak düşünmek ve büyük bir milleti dört beş kişinin oyuncağı olarak nitelemek yanlıştır. Bu doğru olmayan, yanıltıcı ve gerçekdışı saptama bize hiçbir yarar sağlamaz. Tersine düşük Damat Ferit Paşa 'nın Paris'te Avrupa'dan acıma dilenmek ve yalvarmak karışımı verdiği alçaltıcı demecine karşı, Fransa Başbakanı Klemanso 'nun vermiş olduğu aşağılayıcı cevabın, Allah korusun bir kez daha işitilmesine neden olabilir.


Bu bağlamda gerçeği mertçe söylemek ve 1. Dünya Savaşı'nda kahramanca savaşan bu büyük milletin savaşı kaybetmesinin zorunlu sonuçlarına katlanmak gerekir. Fakat savaşa girişin cinayet olarak tanımlanmasını ve bu nedenden ötürü milletin suçlanmasını ve cezalandırılmasını kabul etmemek, en doğru ve en yasal bir ilke olarak kabul edilmelidir.''



Metin Erksan, 11 Haziran 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Doğru Düşünmek” başlığı ile kaleme aldığı yazısında, Atatürk’ün bu konuşmasını alıntılandıktan sonra şu değerlendirmede bulunur:


“Atatürk; 24 Nisan 1920'de TBMM'de; Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na katılmasının zorunlu nedenlerini ve bu savaşa katılmanın suç ve suçluları olmadığını bu tümceler ile açıklamıştır.


Türk milleti 1. Dünya Savaşı'nda; asker ve sivil olarak ağır insan kayıpları vermiştir. Türk ülkesi büyük yıkımlara uğramıştır. 1. Dünya Savaşı sonunda Türk vatanı parçalanmış ve vatanın kimi bölgeleri düşman güçleri tarafından işgal edilmiştir. Türk milleti, büyük acıların ve kederlerin oluşturduğu ruhsallık ortamında, Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na katılmasının suçlularını bilmek ve bu suçlular ile hesaplaşmak istemektedir.


Bu ortam ve koşullar içinde; Başkomutan ve BMM Meclisi Başkanı Atatürk; Türk milletini ve Türk vatanını yeni bir savaşa hazırlamaktadır. Milletin ve vatanın geleceğinde büyük insan kayıplarına, vatan yıkımlarına ve vatanın parçalanmasına neden olabilecek zorlu savaşlar vardır.


Türk milletinin Atatürk'ün önderliğinde yapacağı bu savaşı kabul etmesi gerektir. Bu aşamada Atatürk'ün Osmanlı Devleti'ni 1. Dünya Savaşı'na sokan Osmanlı Devleti yöneticilerini sözde bile olsa kötülemesi, suçlaması, eleştirmesi gerekir.


Atatürk; bu ortam ve koşullar içinde bile, Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na katılmasının suç ve suçluları olmadığını ve bu savaşa katılmanın zorunlu nedenlerini açıklamıştır.


Atatürk'ün bu düşüncelerine rağmen, Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na; Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa üçlüsünün oyunlarıyla katıldığını söylemek, Atatürk'ün düşüncelerini bilmemekle birlikte, cahillik olgusunun, görkemli ve süreğen (kronik) bir göstergesidir!”




***


Mütareke hükümetlerinin ve mütareke basınının, o dönemin galip devletlerince bütün bir millet olarak üstümüze yapıştırılmaya çalışılan suçluluk yaftasını hiç itirazsız benimseyerek, yabancı efendilere yaranmak güdüsü ve amacıyla her fırsatta ve her vesileyle İttihatçılara küfretmeleri olgusunun bir benzerini geçtiğimiz günlerde de yaşadık. Mütareke basınının, öncekilere göre çok daha alçak ve düşük bir konumda bulunduklarında hiç kuşku olmayan bugünkü türevleri, “Sarıkamış Harekatı”nın yıl dönümünü bahane ederek yine aynı bildik teranelerle İttihatçılara karşı saldırıya geçtiler. Hatta bütün yaşantıları boyunca tarihle, hele Türk tarihiyle hiçbir biçimde ilgilenmemiş olan bir takım eyyamcılar ile onların peşine takılan işsiz-güçsüz, entel-dantel serserilerin bile, ne hikmetse geçtiğimiz yılın Aralık ayında, akıllarına birdenbire “Sarıkamış’ı ve Sarıkamış şehitlerini” anmak düştü. Aslında, Sarıkamış doğumlu bir tıp profesörü olan Bingür Sönmez’in herhalde iyi niyetle gündeme taşıdığı “Sarıkamış” şehitlerini anma konusu, tarihle de, Türklükle de, şehitlikle de hiçbir ilgisi bulunmayan teslimiyetçi ve mandacı güruhu için, hem ittihatçıları ve hem de Cumhuriyeti kuran kadroları “suçlamak” için bulunmaz bir vesile olarak değerlendirildi. Ağızlarından salyalar akıtarak, Enver Paşa’ya, ittihatçılara ve Türkçülere sövüp saydılar. Bu koroya kendilerini (sözümona) Kemalist diye tanımlayan bazıları da katılmaktan geri durmadılar.



Başta da söylediğimiz gibi, tarihe ilişkin olaylara gerçekçi, yansız., nesnel ve bilimsel olarak bakma alışkanlığına sahip bulunmayanlar için, tarihi tarih olarak değil de masal, destan veya hurafe biçiminde algılamak kaçınılmazdır. “Sarıkamış” konusunda da olan bundan farklı değildir. .



Sarıkamış’ın tümüyle bir facia olduğu; orada doksan bin Mehmetçiğin kar ve tipiden ötürü donup kaldığı yolundaki yaygın söylenti ve inanışa, ilk kez tarihçi bir bilim adamı karşı durmuş, ancak Yardımcı Doç Dr. Yavuz Özdemir’in yazıp söyledikleri ne yazık ki, medyadaki onca hay huy arasında gereken önem ve biçimde yer bulamamıştır: Özdemir, Sarıkamış Harekatı üzerine yerli ve yabancı kaynaklara dayalı olarak yaptığı bilimsel araştırmasının sonuçlarını konuyla ilgili bir konferansta da ortaya koymuştur. Buna ilişkin haber basında en ayrıntılı biçimde aşağıdaki gibi yer almıştır:



“Sarıkamış Harekatı’nın sonuçlarını değerlendiren Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Yavuz Özdemir, Sarıkamış Harekatı’nın, askeri açıdan Türklerin başarısızlığıyla sonuçlandığını, ancak siyasi açıdan birçok kazanımlar elde edildiğini öne sürdü



Erzurum’da, 11. Sultan Sekisi etkinlikleri kapsamında, Dadaş Sineması’nda “Sarıkamış Harekatı” konulu konferans düzenlendi.





“Bir Savaşın Bilinmeyen Yönleri”



Konferansa konuşmacı olarak katılan ve Sarıkamış Harekatı’nın bilinmeyen yönlerinin ele alındığı “Bir Savaşın Bilinmeyen Yönleri” adlı kitabın yazarı Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Yavuz Özdemir, Sarıkamış Harekatı’nı değerlendirdi. Kendisinin uzun yıllar bu konu üzerinde çalışma yaptığını ve değişik kaynak ve arşivlerden bilgiler topladığını anlatan Yrd. Doç. Dr. Özdemir, “Sarıkamış Harekatı’nın Türklerin başarısızlığıyla sonuçlandığının” kabullenilmesi gerektiğini söyledi. Sarıkamış Harekatı’nda, Enver Paşa’nın müdahale planının uygulanmadığını belirten Yrd. Doç. Dr. Özdemir, şunları söyledi: “Enver Paşa, 25 Aralık günü Ruslara yönelik gece harekatı başlatmıştır. Ancak (Türk Kuvvetleri gece harekatında başarılı olamaz) denilerek bu harekat durdurulmuştur. Oysa tarihi kaynaklar gösteriyor ki, eğer o gece harekat yapılsaydı, Rus ordusu hazırlıksız yakalanacak ve başarısız olacaklardı.”





İrtibat kurulsaydı



Yrd. Doç. Dr. Özdemir, Sarıkamış’ta harekatın yönlendirilebilmesi için bilgi akışının sağlanamadığını ve irtibatın sağlıksız olduğunu belirterek, Enver Paşa’nın çok çaba sarf etmesine rağmen 10. Kolordu ile irtibat sağlayamadığını ifade etti. Rusların, özellikle gece harekatında büyük bir panik yaptıklarını anlatan Yrd. Doç. Dr. Özdemir, ancak Sarıkamış önlerindeki Türk birliklerine diğer kolorduların destek verememesi ve 9. Kolordu Kumanda Heyeti’nin isteksizliği sonucunda bu fırsatın kaçırıldığını dile getirdi. Sarıkamış Harekatı’nın başarısızlıkla sonuçlanmasında Ermenilerin rolüne de değinen Yrd. Doç. Dr. Özdemir, Ermenilerin Rus kuvvetlerine istihbarat sağladığını, Türk Ordusu’nun zayıf olduğu yönünde bilgi verdiğini, bu nedenle Rusların şiddetli bir şekilde direndiğini ifade etti.





90 bin asker donarak şehit olmadı mı?



Yrd. Doç. Dr. Yavuz Özdemir, tarihi belgelere göre, bilinenin aksine Sarıkamış Harekatı’nda toplu donmalar olmadığını savunarak, şöyle devam etti:



“Harekatın başarısız olması, Türk ordusunda firar olaylarının artması nedeniyle, ordu geri çekildi. Sonuçta, şehit asker sayısı 30 bin oldu. Bunların bir kısmı da cephede savaşırken şehit oldu. Kamuoyunda bilindiği gibi 90 bin asker toplu şekilde donarak şehit olmadı.”





Siyasi kazanımlar elde edildi



Özdemir, Sarıkamış Harekatı nedeniyle Rusların Kafkas Cephesi’ne 1.5 milyon asker yığdığını, bunun da Çarlık Rusyası’nın yıkılmasında önemli bir unsur olduğunu söyledi. Yrd. Doç. Dr. Özdemir, Sarıkamış Harekatı’nın, askeri açıdan başarısızlıkla sonuçlandığını, Enver Paşa’nın tüm çabasına rağmen yapılan hatalar ve kaçırılan fırsatlar nedeniyle sonucun olumsuz olduğunu, ancak bunun yanında siyasi açıdan birçok kazanımların elde edildiğini kaydetti.” (www.yenimesaj.com.tr/ index.php?sayfa=kultursanat&tarih=2003-07-07)”





***



Şimdi biz de sonuca gelelim ve yukarıdan beri anlattığımız ve işaret ettiğimiz konuların ışığında bazı değerlendirmelerde bulunalım.



1- Sarıkamış’ta iddia edildiği gibi 90 bin kişinin donarak şehit olduğu iddiasının yerli ve yabancı kaynaklara dayanarak yapılan bir araştırma sonucu ancak dosan yıl sonra çürütülmüş olması, bir yanıyla çok vahim bir yanlışın bunca yıl sürmesine seyirci kalan tarihçilerimiz açısından çok büyük bir ayıp oluşturur. Öte yandan, Özdemir’in belge ve bilgiye dayalı 30-35 bin civarındaki şehit kaybımız olduğu yönündeki tespiti, bu konudaki abartıların yalnızca abartma huyumuzdan kaynaklanmadığını, ittihatçıları karalamak amacına dönük bir kasta dayalı olduğunu da göstermektedir..



2- Sarıkamış’ın siyasi sonucuna ilişkin olarak Özdemir’in değerlendirmesi doğrudur ve fakat bu kadarla da sınırlı değildir. Rus Çarlığı iki cephede birden savaşma güçlüğü karşısında dayanamayacağını bildiği ve batılı müttefiklerine de bu durumu bildirdiği içindir ki, İtilaf devletleri; hem boğazları donanmaları ve orduları ile açıp Rusya’ya silah, cephane ve lojistik yönünden yardım etmek ve böylelikle Rusların savaş gücünü yükselterek onun askeri kaynaklarından azami ölçüde yararlanmak, hem de Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devletinden oluşan düşman cepheyi yarıp, bu cephenin güney ve doğu kanadını teslime zorlayarak savaşı bir an önce bitirmek için Çanakkale seferini düzenlemek mecburiyetinde kalmışlardır. Bir bakıma Sarıkamış harekatı Çanakkale’yi, Çanakkale ise Mustafa Kemal’i tarih sahnesine çıkarmıştır. Öte yandan Sarıkamış ve Çanakkale Rus Çarlığının yıkılmasında birinci derecede etken ve etkili olmuştur. Bu her iki noktayı bir yerlere not ediniz.



Büyük tarihçimiz Yusuf Hikmet Bayur, Türk Tarih Kurumunca basılmış olan, “20. yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası üzerindeki” etkileri adını taşıyan görkemli eserinde, özellikle Çanakkale’nin dünya siyasi tarihindeki etkilerini büyük bir yetkinlikle ortaya koymuştur. Konumuzu ilgilendiren yönü itibariyle şunu görüyoruz; özellikle İngilizler; Çanakkale’deki şanlı Türk direnişinin savaşın üç yıl uzamasına neden olduğunu düşünerek, Türklere karşı pek kindarca hareket etmişlerdir. Bu tutumlarının bir sonucu olmak üzere, Yunanlıların İzmir ve Aydın havalisini işgal etmelerini adeta Türklerden Yunanlılar vasıtasıyla intikam alırcasına teşvik edip kolaylaştırmışlar ve Milli Mücadelenin sonuna kadar da onları her yönden desteklemişlerdir. Eğer İngilizler Yunanlıları İzmir’e çıkarmak hatasına düşmeseydiler, Anadolu Türklüğünü yekpare bir şekilde örgütleme imkanı olmayacağı pek kuvvetli bir ihtimaldi ve Direniş’in yalnızca doğu ve güneydoğuda Fransız ve Ermenilere yönelik mahalli ve mevzii bir mahiyette kalması beklenirdi. Öte yandan eğer Çarlık yıkılmamış olsaydı, TBMM hükümeti arkasını yani doğu cephesini sağlama alamayacak, belki de Batı bölgemizin hiç olmazsa belli bir kesimindeki Yunan işgali kalıcı bir hal alacak ve oraları süratle Türklerden arındırılıp Elenleştirilecekti. Her iki halde de, Mustafa Kemal Paşa ve cumhuriyeti kuran öncü kadroların hem içerde ve hem dışarıdaki görüntüleri ve işlevleri çok farklı olacaktı.



3- Enver Paşa’nın hem kişisel olarak, hem de devlet adamı ve asker olarak yanlış, eksik, kusurlu tarafları bulunabilir. Elbette bu yönleri eleştiri konusu da yapılabilir. Ancak işin şu yanı çok iyi bilinmelidir ki, onun ve ittihatçı arkadaşlarının gerek Meşrutiyetin ilanı, gerek 31 Mart irtica ayaklanmasının bastırılması, gerek Trablusgarp savaşı ve gerekse Bab-ı Ali baskını sırasında sergiledikleri cesaret ve ataklık, imparatorluğun çöküş döneminde yurtsever ve idealist kadroların önünü açmak bakımından bile çok çok önemlidir. Çöküş dönemlerinde devletin sivil ve askeri kadrolarına hakim olan karamsarlık, yılgınlık, ürkeklik, korkaklık ve tembellik gibi hastalıkları bünyeden söküp atan ve taa Milli Mücadeleye kadar uzayan, hatta onu kazandıran yenilmezlik ruhunu ve devrimci dinamizmi onlara kazandıran Enver Paşa ve İttihatçı arkadaşları olmuştur. Sadece Türk-Osmanlı devletinin kadrolarına da değil, Libya’dan Afganistan’a kadar uzayan bölgedeki bütün sömürülen ve ezilen milletlerin aydın ve savaşçı unsurlarına ve hatta halklarına bile! Özellikle, Enver Paşa’nın teşkilatçılığı hayranlıkla övülmeye değer. Değil mi ki, Balkan Savaşı sırasında uğranan ağır ve utanç verici bir yenilgiden sonra geçen bir buçuk yıl içinde, Türk-Osmanlı ordusuna, dünyanın en güçlü ordularıyla dokuz ayrı cephede yıllarca başarıyla savaşacak ruh ve donanımı Enver Paşa kazandırmıştır. Eğer onun o teşkilatçılığı olmasa idi, sözgelimi Ordudan yaşlı ve alaylı subayları tasfiye etmemiş, ordu subay kadrosunu gençleştirmemiş olsa idi, aynı ordunun Birinci Dünya Savaşı sırasında Balkan bozgunundan bile beter yenilgilere uğraması işten bile değildi. Şurası bir gerçek ki, Çanakkale Mustafa Kemal’i tarih sahnesine çıkarmıştır; ama ya Çanakkale başarılı olmasa idi ne olurdu? Hiç düşündünüz mü? Talihin yıldızının parladığı bazı anlar vardır ki, işte o zaman doğru yerde doğru bulunmak ve doğru olanı yapmak gerekir. Aynı sebeple, Mustafa Kemal Paşa’nın karizmatik kişiliğinin oluşmasında Çanakkale’nin birinci derecede önemi bulunduğunda hiç kuşku yoktur. Onun talihinin yıldızı Çanakkale’de parlamaya başlamıştır. Kısaca işaret etmek istediğimiz nokta şudur: 1908-1918 arasında yaşanan Meşrutiyet deneyi ve aralıksız devam eden savaşlar öyle bir süreçtir ki, burada Enver Paşa adeta yaptığı bütün olumlu ve olumsuz işlerle Mustafa Kemal’in önünü ve yolunu açmıştır. O döneme bütüncü bir tarih anlayışı ve bilinciyle bakarsanız bunu görürsünüz. Diyebiliriz ki, Mustafa Kemal’in Mustafa Kemal olması için Enverler değilse bile, bir Enver şarttı!

* Yeni Hayat dergisinin 2004/Ocak sayısında yayımlanmıştır.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 45940

ulkucudunya@ulkucudunya.com