İSTANBUL’UN İKİ FATİHİ VARDI…Ve iki kez fethedildi.
Leyla ILICA 01 Ocak 1970
...........Osman Ertuğrul oğlusun
...........Oğuz Karahan neslisin
...........Hakkın bir âciz kulusun
...........İslambolu aç gülzar yap.
1. Sultan Osman
Emevîler, Abbasîler, Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi ve II. Murat’ın yaptığı seferler sonuçsuz kalmış ve sıra 22. ve son kuşatmaya gelmişti. II. Murat oğlu II. Mehmet’e…
II. Mehmet daha çocuk yaştan itibaren devrinin en seçkin hocalarının elinde yetişmişti. Kalbine "İstanbul Sevdası" daha küçük yaşta düşmüştü. Hatta çocukluk oyunları bile İstanbul üzerine kurulmuştu.
Devrinin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Vezir Sinan, Ahmet Paşa ve birçok âlimi, II. Mehmet'e dünyevî ve uhrevî ilimleri talim ettiriyordu. Sekiz yabancı dil öğreniyor, gün geçtikçe ufku açılıyordu.
Hele bir hocası vardı ki ondan etkilenmemesi, onun fikirlerine danışmadan ve gerektiğinde icazet almadan hareket etmesi imkânsızdı. Fatih Sultan Mehmet Han’ın yanında, İstanbul’un muhasarasında ve fetih zamanında, askerin maneviyatını yükseltmiş, İstanbul’un Fethi’nin hem danışmanı hem de fethin bir komutanı olmuştu … …ve bu mübarek zât ile birlikte birçok öğrencisi Fetih’ten sonra da İstanbul’un manevî mimarı olacaktı…
Evet 15. yüzyılın en büyük sofîlerinden olan Akşemsettin… Tıp ilmi ile ilgili döneminin tüm kitaplarını okumuş, ilmî her konuda kendini geliştirmiş ve devrinin en önemli medrese hocalarından biri olmuştur. Fatih Sultan Mehmet Han’ın yetişmesinde Akşemsettin… Akşemsettin’in yetişmesinde de şüphesiz ki en önemli pay, hocası Hacı Bayram Velî’nin olmuştur.
Bir gün:
HACI BAYRAM VELİ’ yi çok seven ve sayan Fatih’in babası 2.Murat, yanında küçük şehzade olduğu halde, HACI BAYRAM VELİ’yi ziyarete gitti. Sohbetten sonra 2.Murat: “Şeyhim, İstanbul’u almak emelimdir. Dua edersen bu emelime kavuşabilirim.” dedi. HACI BAYRAM VELİ ise başını sallayarak bir taraftan oynayan küçük şehzadeyi ve yanından hiç ayırmadığı AKŞEMSETTİN’i göstererek; “İstanbul’un fethini bu çocuk ile bizim köse görecektir.” dedi. Görülüyor ki Fatih Sultan Mehmet Han, kuvvetli bir tasavvuf terbiyesi içinde yetişerek dünyanın en adil hükümdarlarından biri olmuş; insan hak ve hürriyetlerine tarihte misli görülmemiş derecede fiilî saygı göstermiştir. Hâkimiyeti altına giren milletlere tam bir dil ve vicdan hürriyeti vermiş; onları âdetlerinde, dinî inançlarında, kıyafetlerinde, geleneklerinde hür bırakmıştır.
Fetih’ten önce Bizans’ın durumu hiç de iç açıcı değildi. Halk ahlâkî ve ekonomik çöküntüden bıkmış, Konstantin’in zulmünden yılmıştı. O kadar ki halk: “HIRİSTİYAN KÜLAHI GÖRMEKTENSE, TÜRK SARIĞI GÖRMEK DAHA İYİDİR.” diyecek duruma gelmişti; çünkü İstanbul, fethedilmeden önce çok harap bir şehirdi. Hâttâ Bizans pâyitahtını, 4. Haçlı seferleri sırasında 1204’te Lâtinler, yani Fransızlar ve İtalyanlar, içeriden ve dışarıdan zapt ederken ve zapt ettikten sonra hâlâ anlatılan, emsalsiz bir hınç ve nefretle soykırıma girişerek, her tarafı yakıp yıkarak viran hâle getirmişler. Bu istilanın nasıl bir facia olduğunu Avrupa tarihçileri dahi yazar. Şehirde kaldıkları 57 sene zarfında şehri her şeyi ile talan ederek, berbat bir harabe hâlinde bırakmışlardı. Bizans yani İstanbul, adeta soyulmuş, muhteşem bir şehir olmaktan çıkmıştı. Türkler 249 sene sonra İstanbul’a girdikleri zaman bir virane bulmuşlardı.
1453’te Fatih’in İstanbul’u Fethi ile karanlık bir medeniyet, yani ortaçağ kapanıp yeni bir çağ başlamıştı. Mübalâğa etmeksizin diyebiliriz ki o asırda Türkülüğün medenî kabiliyeti, Lâtinlerin medenî kabiliyetinden yüksekti. Ortaçağın skolâstik düşünce boyutu yıkılmıştı. Hıristiyanlığın yozlaşmış yüzünün ortaya koyduğu olaylar, o dönemlerde halkı yıldırmıştı. Burada Latinlerin millet olarak kaybolması, Hıristiyanlığın doğuşundan sonra tahrif edilen İncil’in birkaç kez değişip yazılması da Latincenin, bozulması ile başlar. Dilin bozulması, dinlerinin ve de kültürlerin bozulup yozlaşmasını getirmiştir. Bizans’ın gücünün sarsılmasındaki ilk nüveleri de dilde ve kültürdeki bu yozlaşmanın başlattığını bugün çok iyi gözlemleyebiliyoruz: Çünkü büyük işgaller ve kayıplar dille başlar. Dilini kaybeden bir millet kimliğini ve kişiliğini de kaybetmiş olur. Bu sebeple büyük fetihler de büyük işgaller de dille başlar. Biz bugün acaba böyle bir tehlikeye karşı ne kadar hazırlıklı davranıyoruz ya da böyle bir tehlikenin farkında mıyız? Çünkü, Türk milletinin kurmuş olduğu tüm devletler de gücünü oluşturan en önemli unsuru, dil birliğinin ortaya koyduğu kültür ve inanç değerlerinde görmekteyiz.
Türkler millet olma erki içinde kültüründen ve inanışından ileri gelen insanî ve sosyal birçok değerler silsilesini, Fetih’ten sonra Bizans halkına aksettirmiş, dolayısı ile Bizans halkı da birçok şeyi benimseyerek kabul etmiştir: Çünkü, İstanbul fethedildikten sonra geriye kalan tek eser Ayasofya idi ve de birkaç ibadethane… Türkler Bizans’ tan arta kalan hiçbir şeyi kasti olarak hiçbir şekilde yok etmeyi düşünmemişler. Türklerin tabiatlarından ve de inançlarından ileri gelen hoşgörü, kültürel değerlerinde, edebiyatlarında kendini göstermiştir ve hiçbir zaman Türklerin kin ve nefret kapıları olmamıştır.
İstanbul fethedildikten sonra, Osmanlı Türk devletinin başkenti ve merkezi olarak, dünyadaki mevcut payitahtların en güzel, en mamur şehri hâline gelmiştir. Bizans’ın son devrinde, sur içine tıkılmış bir şehirken, diğer tüm semtleri ayrı ayrı yeniden imar edilmiş ve bir başka ruh kazanmıştır. 500 sene boyunca Osmanlı Devleti, her şehrini, özellikle de başkent İstanbul’un her semtini ve de Boğazı, köşkleri, yalıları ve mimarisi ile nakış nakış işlemiştir. Her semti, Türk ve dünya edebiyatına bir başka güzelliği ile girmiştir. Fetihten sonra ve sonraki yüzyıllarda Rum’u, Ermeni’si, Musevi’si ve de İslâm ile hemhâl olmuş Türk’ü, büyük bir hoş görü ile bir arada yaşamışlardır. Öyle ki caminin yanına, kilise ve havrayı inşâ etmekten gocunmamışlar, ayrıca Osmanlı, tebaasında bulunan bütün gayri Müslimlere, aynı derecede imkân ve haklar tanımıştır...
Bundan dolayıdır ki Türkler, hâkimiyet kurdukları coğrafyalarda asla sömürge kolonileri kurmamış ve idaresi altında bulunan milletleri ne asimile etmiş ne de emperyalist emellerine alet etmiştir. J.J. Roussea, Emile adlı eserinde şöyle der: “Türkler dinleri icabı, kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakâr ve misafirperverdirler.” …ve bir başka yazar Popescu CIOCANEL (Revue du Monde Musulman, Dec. 1906’da) şöyle der: “Fatih bir millet olan Türkler, idareleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus veya Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zira aksi takdirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı.” Hatta 1739 Tanzimat Fermanından sonra gayri Müslimlere verdiği hak ve özgürleri, Osmanlı kendi halkına dahî tanımamıştır ve bu hoşgörü bugün dahî devam etmektedir.
Anadolu’ya ve dört kıtaya hâkim, Müslüman Türk Devleti kurma iradesini, ayrıca aydınlık bir çağın ve medeniyetin başlamasını, ilk Fatih Sultan Mehmet Han başarmıştır. Fatih Sultan Mehmet Han, mağrur ve mağlup Bizans halkını affetmekle onların kalplerinin fatihi de olmuştu. Fatih’in bu anlayışını almış olduğu terbiyede ve yetişmiş olduğu kültürün değer yargılarında bulmak mümkündür. Ortaçağı yaşayan karanlık ve bağnaz diğer tüm ülkelere ışık ve kültür akmıştır. Bu aydınlık kültürün bir ayağını Türklerin orta Asya’dan taşıdıkları değerler, bir ayağını da İslâm İnancı oluşturmuştur. Beş yüz sene sonra da Çanakkale’nin toprağına gömülen Mehmetçiklerden göklere yükselen iman, milliyetçiliğimizin miracı olmuştur. İstiklâl savaşını ve nice zaferleri; Türkler, tâ Alp kültüründen taşıdıkları değerler ile İslâm’ı yaşayış biçimlerinden kaynaklanan imân gücüyle mevcut kılmışlardır.
Fatih’in yetişmesine ve de İstanbul’un fethinden sonra da halkına, “tahammülün ötesinde” büyük hoş görü ile yaklaşan ruh maneviyatının oluşmasına, nasıl ki Bilge Kağan’lar, Yunus Emreler, Hacı Bayram Veliler, Ak Şemsettin’ler vesile olmuşsa, ondan sonraki devirlerde de bu kültür ve maneviyat, yaşayış biçiminden mimarîsine ve yönetim şekline kadar aksetmiştir. Öyle ki; Türkler asırlar boyunca bütün azınlıklara hak ve hürriyetler tanımışlar, yine bu binlerce yıl içinde, hiçbir soykırım yapmamışlar veya asimilasyon ya da faşizanca uygulamalar göstermemişlerdir. Hâkimiyetinde bulunan bütün tebaa huzur ve güvenle yaşamıştır.
Sadece topla, tüfekle, şiddetle yapılan işgaller asla fethin ruhunu taşımaz. Birkaç adım öteye gidemeyen bu tür hareketler, mutlaka sonunda yine şiddetle yıkılır, yok olur. Siyaset ve maharetle, kalemle ve hitabetle yapılan fetihlerde inanç ve de telkin vardır. Bunlar kalp yolu ile yapılmış sonsuz fetihlerin kapısını açar. Osmanlı Türk Devleti’nin manevî fetihlerini, yani gönül fetihlerini, adalet ve sevgi ile Yunus Emre’ler Ak Şemsettin’ler, Hacı Bektaş Veli’ler, Mevlana’lar, Akif’ler imâr eder. Fatih’in yaptığı bu büyük Fetih’i tamamlayan ikinci fetih, bu gönül erleri ile olmuştur. İşte Fetih yıllarında İstanbul’un ve Anadolu’nun manevî fetihdarlığını ilk Akşemsettin ve öğrencileri gerçekleştirmiştir, tabiî ki burada büyük fetihin ikinci fatihi olmuştur Akşemsettin. Bu ruhu, Asya’dan getirdiğimiz örflerin ve ananelerin oluşturduğu duyuş, düşünüş tarzları ile bütünleşen yaşayışta ve de İslâm’ın ruhunun yansıdığı mimaride bulabiliyoruz.
Bundan sonraki zamanlarda da umuyoruz ki ezan seslerinden idrak ve duygu toplamış, Göktürk kitabelerindeki öğütleri esas almış, ilmi ve irfanı kendine ışık yapan Bilge Kağan’ların, Fatih’lerin, Akif’lerin çocuklarına Mevlana ruhu katmış nice nesiller bu topraklarda yaşar… Yine bunun için bir kez daha bu şehrin, bu gönüllerin, kısaca yurdum insanının, kendine bilimi yine rehber edinen ihya ile fethine ihtiyaç var. Belki de bu başlangıç için ilk olarak gönüllerimizin ihyası ile fethe başlamalıyız. Kendimize de bu hoşgörüyü tanımalıyız. İnsanımız yeniden marifet ve maharet ile donatılmalıdır. Bu da kendine ilmi şiar edinmiş nesillerde gerçekleşen fikir ve irfan ile olur: Çünkü Fatih, İstanbul’u fethettiğin de 21 yaşında idi…