« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 Oca

2007

Uğur Mumcu Cinayeti'nin Bilinmeyen Yönleri

Av. Ceyhun MUMCU 01 Ocak 1970

Giriş
Bugün karşımızda Uğur Mumcu cinayetini unutturup, faili meçhul dosyalar arasına atmak isteyen güçlü ve yetkili bir akım var.
Bunu Nusret Demiral ve çevresi temsil ediyor. Bir de Mumcu cinayetinin çözümlenmesine kararlı milyonlarca yurttaş, basın ve diğer kuruluşlar.
Aradan geçen 4 yıl Uğur Mumcu Cinayetinin eninde sonunda çözüleceği yolundaki umutlarımızı yok etmedi.
Güldal ve ben, her türlü komplo teori ve senaryolarına karşın bu “Uluslararası güç, delilsiz, çözülmez, CIA, Kontrgerilla, MİT, MOSSAD” söylemlerine karşın mutlaka çözümleneceğine ilişkin inanç ve sezgimizi bir an olsun yitirmedik. Bunun dayanağı da Türk Halkının dinamizmi ve bu dinamiğin oluşturduğu dengelerde yaşanan değişimlerdir.
Zaman zaman bezginliğe uğruyorum, kırılıp hırpalanıyorum, umutlarım zayıflıyor. Kimi sol ve dost geçinen çevrelerden aldığım tepkilerle vazgeçecek gibi oluyorum.
Ancak hemen her gün sokakta karşılaştığım yurttaşlar ve genç basın emekçileri bana destek oluyorlar. Bu iki güç bana “Yılma yoluna devam et” diyor.
Çok değişik olaylarla, çok değişik kanıtlarla karşılaştım.
Bu cinayetin çözümlenmesinin, yine kitlelerle birlikte sorgulanmasına bağlı olduğuna inanıyorum.
Hiçbir kişi ve kuruluşa “İleride bu işi mutlaka çözerler” diye bel bağlamaya da niyetim yok.
Bu bağlamda, bir konuyu da açıklığa kavuşturmak istiyorum; Uğur Mumcu cinayetine ilişkin elde edilen her türlü bulgu ve bilgi, ne Uğur Mumcu Ailesi’nin, ne dostlarının, ne de bu konuda kitap yazmak isteyenlerin malı değildir.
Hepsi tamamen Türk Ulusu’nun malıdır.
İşte bu yüzden kim ne biliyorsa, ne duymuşsa bunu Uğur Mumcu’yu sevenlerin ve bu cinayeti çözmek isteyen milyonların kollektif bilincine emanet etmek zorundadır. Bunun aksi düşünülemez.
İşte bu yazı dizisine başlarken ben bunları düşündüm.
Bu dizide kardeşimin kaatillerinin ortaya çıkarılması için öncelikle nelerin yapıldığı ve nelerin yapılmadığının bir bilançosunun çıkarılmasın gerektiğine inandım.
Suikastın zaman içinde ve ancak çok bileşenli bir denklem gibi bütün unsurlarının tek tek gözden geçirilerek çözümlenebileceği kanısındayım. Bu yapılırken, en önemsiz olarak addedilen en ufak bir ayrıntının, bir kırıntının bile karanlık bir noktayı aydınlatabileceğine inanıyorum. Türkiye’de “Temiz Toplum” idealine ulaşmakta bu cinayetin çözümlenmesi çok önemli bir yer tutmaktadır.
Uğur Mumcu Cinayeti, çözümlendiği zaman bir çok olay toplum tarafından sorgulanmaya başlanacak. Örneğin Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından korunması. Bunu kimler sağladı, kimler karar verdi? Bunlar ortaya çıkacak. Mutlaka bu cinayeti azmettirenler Uğur Mumcu’nun bazı yayınlarını durdurmak istiyorlardı. Bu sadece Türkiye’yi bir karışıklığa götürmek için tezgahlanmadı. Uğur Mumcu’nun seçilmesiyle Türkiye’deki araştırmacı-gazeteciliğin sınırları da çizilmek istenmiştir.
Ben neden bu işin peşindeyim sorusunu sorarsanız, eğer ben faili meçhul bir cinayete kurban gitseydim Uğur peşini sürerdi. Bir Abdi İpekçi Cinayeti’ni kim izledi Türkiye’de? Kitaplarını kim yazdı? Uğur iki kitap yazdı Abdi İpekçi Cinayeti için. Milliyet Gazetesi izledi mi? Çetin Emeç öldürüldüğünde Hürriyet Gazetesi takip edip, bir kurul oluşturdu mu? Bugün Cumhuriyet Gazetesi, 24 Ocak’ta bir haber varsa koyalım zihniyetinde. Ölene gazetesi bile sahip çıkmıyor. Maalesef bir unutkanlık var. Topluma elbette güveniyoruz. Uğur Mumcu Cinayeti’nde bizi teşvik eden bir toplumsal duyarlılığın eksiksiz sürmesi gereğine inanıyorum. Herkes, her parti mensubu bu cinayetin çözümlenmesini istiyor. Bu partilerüstü bir hedeftir.
Muammer Aksoy Cinayeti takipsiz kalmıştır, Bahriye Üçok Cinayeti takipsiz kalmıştır.
Ben herşeyden önce Uğur’un ağabeyiyim, sonra hukukçuyum, bir vatandaşım. Bu cinayetin sonrasında nelerin yapılıp, nelerin yapılmadığını biliyorum. Bu noktada devletin kuşatılmışlığı vardır. Bu cinayetlerde hep iş, tetiği kimlerin çektiğine bırakılmış ama kimlerin azmettirdiği araştırılmamıştır. Önemli olan kimlerin bu cinayetleri tezgahladığı ve kimlerin, araştırılıp faillerinin ortaya çıkmasını engellediğidir.
Uğur, hep birşey söylerdi: “Terörün sağcısı, solcusu olmaz”. Şimdiki DGM Savcısı bile söylemiştir, “Üç yıl kaybedildi” diye.
Bir kardeş olarak, bir hukukçu olarak isyan ediyorum. Bu cinayetin çözülmesi için öncelikle tarafsızlığından ve iyi niyetinden şüphe edilemeyecek bir savcılık yapılanması, sonra da olayı bizden ve çözmek için çaba sarfeden herkesten saklamayacak şeffaflık gereklidir.
Görüyoruz, Türkiye’de fraksiyonlar, terör örgütleri ve mafyanın ortakları devlet memurları; polisler, subaylar, yargıçlar çıkabilmektedir. Buna şaşırmayalım. Devlet memurunun yardımı, gücü ve desteği olmadan yasadışı bir oluşum ortaya çıkamaz. Bir yerde Mafya varsa, onun örgütü varsa, bunun öncelikle teşhir ve tespit edilebilmesi için önce devlet içindeki ortaklarını ortaya çıkarmak gerekir. Bu hep böyle olmuştur, onsuz olmaz. Devlet gücü ve desteği, mafyanın olmazsa olmaz koşuludur. Nusret Demiral gibi nasıl olsa unutulur düşüncesiyle olayın üstünü kapamaya çalışanlara engel olunabilmesi için izleme komisyonları kurulmasını istemiştim. Cumhuriyet gazetesinde ve Meclis’te izlme komisyonları kurulmasını ben istemiştim. Faili Meçhuller Komisyonu bir rapor hazırlayabildi. Ancak, Cumhuriyet gazetesi ileride daha detaylı anlatacağım, bir Ömer Çiftçi olayını aklayarak, yeni bir izleme kurulu kurulması önerisiyle kurulun dağılmasına neden oldu.
Uğur Mumcu Cinayeti araştırmasında yaşadığım olaylar, bana Türkiye’deki Sol’un da bir muhasebesini yapma fırsatı verdi.
Özellikle solculara sesleniyorum. Uğur Mumcu’nun yaşamı, nasıl yalnız bırakıldığı ve ölümünden sonra yaşananlar sol kesime de bir özeleştiri yapma ihtiyacı getiriyor. Bulgaristan’ın Ülkücü mafyalarla işbirliği yaptığını Uğur Mumcu bir türlü anlatamamıştır bu kesimlere. NATO yapısı silah Bulgaristan’dan gelip Kemal Türkler’i öldürünce, bunun sorgulanmasına yanaşmamışlardır. Ama sonuçta DİSK savundu diye Bulgaristan’daki o alçak rejim de ayakta kalamamıştır. Sovyet Rusya’nın o alçakça uygulamalarına, teröre verdiği desteğe hiç seslerini çıkaramamışlardır. Uğur’u ajan ilan etmişlerdi. Nazım Hikmet Vakfı’nın faksları şairin anısını yaşatmak için değil, Uğur Mumcu’nun Bulgarların Ülkücü mafyayla işbirliğini açıklamasına karşı mücadelede kullanılmıştır.
İşte ben Uğur’un kardeşi olarak, bir vatandaş olarak ve bir hukukçu olarak bu cinayetin peşini bırakmayacağım, unutturulmasına izin vermeyeceğim. Bu cinayetin aydınlatıldığı gün, Türkiye “Temiz Toplum”a doğru büyük bir adım atmış olacak, bu süreçte de Türk Solu önemli bir özeleştiri yapma fırsatı bulacak.
Uğur Mumcu öldürüldüğünde beni en çok ağlatan, insanların sanki hep bir ağızdan sözleşmiş gibi ellerinde mumlar ve karanfillerle sokaklara dökülmesiydi. İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da, Anadolu’da insanlar, bir ellerinde mum, bir ellerinde karanfil ona ağladılar. Mum sıkıntısı yaşanmaya başladı, piyasada mum kalmamıştı.
Peki, böylesine Türkiye’yi etkileyen o güne nasıl gelindi ?
Uğur, gazeteciliğe başladığından beri tehdit alıyordu. Ancak benim Uğur için endişelenmeye başladığım tarih 1989 yılıdır. O yıl, siyasi ve faili meçhul cinayetler başladı. Uğur da terörden dolayı endişelenmeye başladı. Bu cinayetlerin artacağını ve dikkatli olunması gerektiğini anlatan yazılar yazmaya başladı. 1989’da emekli bir askeri hakim bürosunda vuruldu. Uğur’un bu konuda yazı yazdığı gün, ki Muammer Aksoy Cinayetinden onbeş gün önceydi. O gün Muammer Aksoy ile konuştuğumuzda, Aksoy, Uğur’un neler yaptığını sordu. Ben de terörün 12 Eylül öncesinde olduğu gibi yeniden tırmanacağı kaygısını taşıdığımı söyledim. Ve sonra Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun cinayetleri işlendi ve failleri bulunamadı. Birşey daha; 1992 Haziran’ında -ileride bu kunuları çok detaylı anlatacağım- İstanbul, Küçükçekmece’de bazı davalara baktım. Buradaki müteahhitler Refahlı ve Kürt kökenlilerdi. Uğur Mumcu’ya karşı çok yoğun eleştiriler yöneltiyor, Özal’a umut bağlıyorlardı. Ben bu tepkilerin Güneydoğu’daki durumun yansıması olduğunu düşünerek tedirgin oldum.
Ama bir türlü de Uğur’u uyaramadım. Bir insana “Dikkat et seni öldürebilirler” demek onu büyük bir baskı altına sokar.
Cinayetin hemen öncesinde 22 Ocak 1993 günü hukuki bir iş için Marmaris’te olmam gerekiyordu. Fakat gitmem gereken gün içimde bir sıkıntı vardı. Yolculuğu akşama erteledim. Akşam oldu, 23’ü sabahına erteledim. Ertesi gün bu sıkıntı devam etti ve yolculuğu yine erteledim. 23 Ocak Cumartesi günü Batmanlı müteahhit bir dostum ziyaret etti. Konu Uğur’dan açıldı, dostum Uğur için “Aman dikkatli olsun” gibilerinden endişelerini belirtti. Ben de özellikle Özgür Gündem gazetesinin Uğur hakkındaki yayınlarından tedirgin oluyordum. Bu çevrelerin hepsi, Pera Palas’ta Behçet Cantürk’ün düzenlediği Özgür Gündem gazetesinin bir toplantısına katılıyor ve burada yine Uğur Mumcu’dan devlet siyasetini destekleyen bir yazar olarak bahsediliyordu. “Özal, Kürt kimliğini tanıyacak, özgürlük getirecek ama şu Uğur Mumcu engeli bir kalksa” gibi eleştiriler yöneltiliyordu Özgür Gündem ve bir takım Güneydoğulu orta çaplı müteahhitler tarafından. Örneğin bir Refahlı müteahhit tanıyorum, yeğeni HEP adayı, ama hepsi içiçe geçmiş, hepsinin beklentileri ortak: “Kürt kimliği tanınırsa, bu olaylar ortadan kalkar, biz de haraç vermeyiz”. Böyle bir zihniyet vardı bu çevrelerde.
Aynı gün Adliye Sarayı’nda bir konferansa katıldım. Orada da Yekta Güngör Özden’le karşılaştık. Ben birdenbire, Yekta Bey’e “Bu kalabalığa bomba atsalar ne olur” diye endişemi dile getirdim. Hatta sonradan Yekta Güngör Özden bana “içine mi doğmuştu” dedi.
Ve 24 Ocak Pazar günü...
Uğur Mumcu’nun Ercan Vuralhan’ın açmış olduğu davada, Yargıtay tarafından aklandığını öğrenmiştim. Ama Uğur bunu henüz öğrenmemişti. Yargıtay, Ercan Vuralhan’ın zırhlı araç yolsuzluğunda kusurlu olduğuna ve Turgut Özal’ın tüm baskılarına rağmen, Uğur’un bu haberi yazmakla görevini yaptığına karar vermişti. O gün eşimle, hem Uğur’a bu haberi müjdelemeye, hem de çocuklar derslerinden takdir almışlar, onlara bir hediye alıp ziyaretlerine gitmeye karar vermiştik. Saat 12 civarında ben banyo yapmaya karar verdim, eşime de “Sen de çocuklara hediye al, öğleden sonra Uğur’lara gidelim” dedim.
Ben banyoya girdikten hemen sonra telefonlar gelmeye başladı. Ama eşim, benim duyabileceğim taraftan değil diğer odaya gidip konuşuyor. Ben ailede ters bir şeyler olduğunu sezinledim ve banyodan çıktım, ne olduğunu sordum. Eşim, “Uğur’un arabasına bomba atmışlar, ağır yaralıymış” dedi. Ancak eve gelenler “Başınız sağolsun” deyince, eşimin beni şoka sokmamak için öyle söylediğini, Uğur’un can verdiğini anladım.
Olay yerine gittik. Polisler kimseyi sokmuyor. Muzaffer Eryılmaz (Hacettepe Üniversitesi’nde doktor) ağabeyi olduğumu söyledi. Arabadan iner inmez koluma Ömer Çiftçi girdi.

Ömer Çiftçi Kim ?
Ben, Çiftçi’nin o civarda oturduğunu bilmiyordum, “olayı duymuş, gelmiş” diye düşündüm. Ömer Çiftçi, “Ağabeyi geliyor, açılın” diyerek kalabalığı yardı.
O sırada DİSK Başkanlar Kurulu üyesi olan Ömer Çiftçi’yi çok eskiden beri tanıyorum. Ben 1973 yılında Vedat Dalokay’ın Ankara Belediye Başkanlığı sırasında belediyeye İşçi İşleri Danışmanlığı yaparken, makina mühendisi olan Ömer Çiftçi, Genel-İş’e bağlı olan Otobüs Terminali İşçileri Şubesi’nin başkanıydı. O zaman Genel-İş Sendikası Türk-İş’e bağlıydı, daha sonra Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’e katıldılar. Genel-İş’in başında o zaman Abdullah Baştürk vardı ve Genel-İş, CHP’nin sol kanadında yer alıyordu. Ecevit ve Dalokay’a da karşıydılar. Ömer Çiftçi de Abdullah Baştürk’e muhalifti. Ben partideki sol kanadı tasfiye etmek isteyen Ömer Çiftçi ile ideolojik olarak ters düşüyordum. Ömer Çiftçi, 1977 seçimlerinde Ankara’dan milletvekili adayıydı, seçilemedi. Ali Dinçer’in Ankara Belediye Başkanı seçildiği yerel seçimlerde belediye meclis üyesi oldu. Darbenin hemen öncesinde belediyenin Genel-İş ile bir grev konusu vardı. O zamanki sıkıyönetim komutanı, ilginçtir, işçileri haklı buldu. Güzel bir de gerekçe hazırladı. Ama Ömer Çiftçi ve arkadaşları “Biz askerlerden izinli grev yapmayız” diye karara karşı çıkmıştı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra, Çiftçi, Işık Biren adında bir koramirale yakındı. Ömer’le zaman zaman karşılaşıyorduk, eski kavgaları bir kenara bırakmıştık ve “Sola kimi lider yapalım” gibi konuları tartışıyorduk. Sonradan DİSK aleyhindeki iddianame genişletildi. DİSK Başkanlar Kurulu aleyhinde tutuklama kararı çıktı ve Ömer Çiftçi bir süre tutuklu kaldı. 1984’te SHP’den bir dönem milletvekili de oldu. Bu dönemde diyaloğumuz vardı.
O yüzden koluma girmesini yadırgamadım. Hatta bazı televizyonlarda da görüntülerimiz vardır. Beni evin kapısına kadar getirdi. Ama daireye girmedi. Bir saat kadar sonra o mahalledeki tanıdık taksi şoförleri başsağlığına geldiler. Dediler ki, “Bu suikastten önce taksi durağını kaldırmak isteyeni ara”. Şaşırdım. “Biz taksi durağının şoförleriyiz, birisi bu durağı kaldıracaktı” diyorlar ama isim de vermiyorlar bana. Şoförler, Uğur’un bu durağın kaldırılmasına engel olduğunu, “Burayı gözetleyin, bir çapraz ateşe maruz kalabilirim, istihbarat için izlenebilirim, bana yardımcı olun. Haber verin” dediğini anlattılar, ve “Biz de Kırşehirliyiz, Uğur Abi de Kırşehir doğumlu, biz daima bir izleyen var mı diye bakardık, o da bize sorardı, taksi durağı kaldırılmak istenince, buna duyar duymaz müdahale etti ve durağın kaldırılmasına engel oldu” dediler. Bu bana çok şaşırtıcı geldi, özellikle de olay bu kadar sıcakken. Şoförler, bu kişinin taksi durağını kaldıramayınca, bu kez Uğur’un evine doğru parkeden taksilerin yönlerini evi görmeyecek şekilde değiştirttiğini ve artık Uğur Mumcu’nun evini gözleyemez olduklarını ve aynı kişinin durağın camlarını, normal camdan buzlu cama çevirttiğini söylediler. Bu düzenlemeyi kimin yaptırttığını bana o zaman açıklamadılar. Bunu soruşturmaya başladım.
Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen’e bu işi kimin yaptırttığını sordum. Doğan Taşdelen bana, bu kişinin Ömer Çiftçi olduğunu ve taksi durağının kaldırılmasını Uğur Mumcu’nun da istediğini belirttiğini, ancak kendisinin kontrol için Mumcu’ya bunu sorunca, Uğur Mumcu’nun çok sinirlendiğini ve durağın kaldırılmasını istemediğini anlattı. Taşdelen, suikastten 15 gün kadar önceki olayda, Uğur’un bu konuşmadan sonra derhal yanına geldiğini ve “Katiyen kaldırma, bu benim güvenliğim açısından önemli” dediğini, ancak Çiftçi’nin bu konuda ısrarlı olduğunu belirtti.
Zaten Uğur’la, Ömer Çiftçi arasında bu konuda bir tartışma bile olmuş. Uğur buna hatta küfür etmiş, “Sen benim güvenliğim açısından önemli olan bu durağı niye kaldırmak istiyorsun, amacın nedir senin? Hem de ben kaldırılmasını istiyormuşum gibi niye yalan söylüyorsun ? ” demiş.
Bir soru işareti daha var bu durak olayında. Çiftçi’ye sorulunca, “Sen böyle bir işe niye girdin ?” diye, o “Yönetici istedi, kapıcı istedi onun için uğraştım” gibi gerekçeler ileri sürüyor. Oysa ne yönetici, ne de kapıcı Ömer Çiftçi’den böyle birşey istememiş olduğunu söylüyor. Kendisiyle de uzun uzadıya konuştum, bu konuda hala beni tatmin eden bir açıklama yapabilmiş değil. Çiftçi’nin en son gerekçesi olan “Taksi şoförlerinin ailesindeki bayanlara bakacağı” da gerçekçi değil, çünkü onun evi arka tarafa bakıyor. Ayrıca şoförler daha önce belirttiğim gibi bizim tanıdığımız, temiz Anadolu çocukları. Etrafa pis pis bakan tipler değiller.
Bir de Ömer Çiftçi’nin Uğur Mumcu’ya patlamadan biraz önce, evden çıkmadan, yan pencereden bağırması var: “Dışarı çıkmıyor musunuz ?” diye. Güldal’ın ifadesine göre, ki bunu faili meçhuller komisyonunda da dile getirdi, Uğur Mumcu, Çiftçi böyle sorunca şüphelenmiş, bir suikaste uğrayacağı kaygısına kapılmış, hatta Güldal, “İstersen çıkma” diyor, ama Uğur çıkıyor.
25 Ocak Pazartesi günü, Mülkiyeliler Birliği’nde demokratik kuruluşların cenaze için toplantı yaptıklarını öğrendik. O gün de ailede Uğur’un mezar yeri seçimi işi bana verildi. Cebeci Asri Mezarlığı’nda yer seçim işini bitirdikten sonra o toplantıya katıldım. Bu toplantıda üç isteğim oldu. Birincisi Türkiye’nin en büyük katılımlı cenaze töreni olacağı anlaşılan Uğur Mumcu’nun cenazesinde olay çıkmaması, ikincisi soruşturmada Nusret Demiral’ın görevlendirilmemesi (bu konuyu da ileride ayrıntılı olarak anlatacağım) ve üçüncüsü de bu buzlu camlı taksi durağı olayının soruşturulmasıydı. O toplantıda Ömer Çiftçi de vardı. Bu konuda hiçbir tepki vermedi, hiç bir kelime etmedi.
Ömer Çiftçi, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Alpaslan Işıklı'ya en son Uğur'la konuşan kişinin kendisi olduğunu söylemiş. Alpaslan Işıklı, Uğur'un cenazesi için toplanan demokratik platformun divan başkanıydı. Işıklı, burada Ömer Çiftçi'nin kendisine "En son Uğur'la konuşan kişi benim" dediğini, ve "Nasıl ?" sorusuna da "Çıkmadan hemen önce biz pencereden konuştuk" dediğini anlattı. Ömer Çiftçi ile ilgili olarak tekrar şoförlerle konuşmaya çalıştım. Ama şoförler birdenbire tavır değiştirdi. Belli ki korkutulmuşlardı. "Abi artık konuşmak istemiyoruz. Bizden duymamış ol, biz bu konuda tehdit edildik. Biz artık kimseyle konuşmayacağız. Başımız derde girer" dediler. Polis bunlara baskı yapmıştı. Öğrendim ki polisler bu şoförlerden birer beyan almışlar: "Ömer Çiftçi'nin Uğur Mumcu suikastıyla ilgisi yoktur" diye. Bu durum üzerine ben de olayı soruşturan DGM Savcı Yardımcısı Ülkü Coşkun'a gittim ve olayı aktardım. Dedim ki, "Bu nasıl iş? Polisler bu konudaki soruşturmayı genişletmeleri gerekirken, aksine baskı yapıp olayı kapatmaya çalışıyorlar ve herkesten tek tip açıklama alıyorlar?". Bu durum, Ülkü Coşkun'u -bile- rahatsız etti.Yanımda Ünal İnanç da vardı bu konuşmayı yaptığımızda, o da şahittir, Ülkü Coşkun "Bu gayretkeşliktir" dedi. O da tasvip etmedi bu tutumu. Ancak sonraki gelişmeler, Ülkü Coşkun'un da Çiftçi'yi korumaya çalıştığını gösterdi. Ve bu şoförler tanıklıktan vazgeçtiler. Adalet Bakanlığı Başmüfettişlerince hazırlanan 20.6.1995 tarihli raporun 3. maddesinde de Ömer Çiftçi ile ilgili araştırmaya gerek görülmemesi Ülkü Coşkun yönünden görevi savsaklama eylemlerinden biri olarak değerlendirilmiştir. 1993 Haziran ayında Ekonomi Politika dergisine verdiğim bir röportajda da, "Uğur Mumcu cinayetinin soruşturulmasında sizce eksik bırakılan noktalar nedir?" şeklindeki bir soruya da ben Ömer Çiftçi'nin ismini vermeden, "Eski bir sendikacı ve milletvekilinin üzerinde bu taksi durağı ve bağırma olayından doğan şüpheleri ve bu konunun araştırılması gerekliliğini savcıya söylememize rağmen konunun araştırılması bir yana kapatılması yönünde uğraş verildiğini" anlattım. Bu haberin yayınlanması üzerine Cumhuriyet gazetesince Şükran Ketenci inisiyatifinde oluşturulan İzleme Komitesi üyesi avukat Muzaffer Özbayrak beni aradı. Dedi ki, "Ömer Çiftçi bu yayınlardan rahatsız olmuş, onun için seninle görüşmek istiyor." Ben büroma gelmelerini söyledim. Onlar Özbayrak'ın bürosunda buluşmamızı önerdiler. Sonunda tarafsız bir yerde görüşmeye karar verdik. Benim yanımda Doktor Muzaffer Eryılmaz'ı da alarak görüşmeye gittim. Ömer Çiftçi yanında avukat Muzaffer Özbayrak, ben yanımda doktor Muzaffer Eryılmaz'la çok uzun bir süre 3 saatten fazla bu konuyu zaman zaman sertleşen, zaman zaman yumuşayan bir atmosferde ayrıntılı biçimde tartıştık. Ben ona "Senin kardeşin öldürülseydi, sen bu konuyu araştırmaz mıydın?" diye sordum, hatta istiyorsa beni mahkemeye bile verebileceğini söyledim. Ömer Çiftçi çok rahatsızdı ve bu işe karışmadığı yolunda herkesi ikna etmeye çalışıyordu ancak benim tavrımı sonuçta haklı buldu. Taksi durağını kaldırmak istediğini kabul etti. Buzlu cam ve taksilerin park yeri konusunu inkar ediyordu. Ömer Çiftçi, "Ben (Uğur Mumcu'ya) ne zaman çıkacaksın diye bağırmadım. Bir televizyon programı vardı; Yüksek Tansiyon, burada 27 Mayıs Anayasası aleyhinde bir yorum yapılıyordu. Bunu izlemesi için bağırdım" dedi. Taksi durağını neden kaldırmak istediğinin ortaya çıkmaması ve Uğur Mumcu'nun "Beni hedef mi yapıyor" şeklindeki son sözleri yüzünden ben bu açıklamaları tatminkar bulmadım. Böylece konu ortada kaldı.

Cumhuriyet Gazetesi İzleme Kurulu
Bu görüşmenin olduğu hafta, 30 Haziran'dı sanıyorum, Cumhuriyet Gazetesi İzleme Kurulu'nun toplantısı vardı. Toplantı saat 13.00'teydi. Fakat ben de Manisa ve İzmir'de Sol'da Birlik konulu toplantılara katılacaktım. Uğur'un ölümünden 15 gün sonra böyle bir vasiyeti olduğunu öğrendim. Sosyal Demokrat partilerin aralarında düşünsel bir fark olmadığını ve DSP-SHP-CHP'nin yerel seçimlere birlik halinde girmesini istiyordu. Cumhuriyet gazetesi yayın kuruluyla da konuşmuş bu konuda bir kampanya başlatcakmış. O gün saat 13.00'ten 14.00'e kadar İzleme Kurulu toplantısına katıldım. Saat 14.00'te ayrılacağımı Erol Tuncer'le Manisa'ya gideceğimi söyledim. Toplantıda kurula Cumhuriyet gazetesi adına katılan avukat Atilla Coşkun, EP dergisinde çıkan yazıdan dolayı benim kuruldan ayrı, onay almadan basına açıklama yapmamam gerektiğini söyledi. Fakat ben orada yanıt verme gereği görmedim çünkü başka konulara geçildi, görüşülecek başka olaylar vardı. Ama sinirlendim, işim acele de olmasa ona yanıt verecektim. Cumhuriyet gazetesinin benim bu konuda konuşmama, yazmama sınırlama getiremeyeceği düşüncesinde olduğumu anlatacaktım.
İzmir'den dönüşümde, izleme kurulu başkanı ve DİSK avukatı olan Halit Çelenk beni aradı ve "Kurul, sizin ve Turgut Kazan'ın uyarılmasına karar verdi" dedi. Bu uyarı beni rahatsız etti. Öncelikle avukat Turgut Kazan o toplantıda yoktu. Onun neden uyarıldığını sordum. Halit Çelenk, "Turgut Kazan da kurula adını geçirdi ama toplantılara katılmıyor" dedi. Ama bu açıklama beni tatmin etmedi. Çünkü Kazan'la aynı durumda olan Hasan Fehmi Güneş de vardı. Eğer onu da uyarsalardı, devamı sağlamak için böyle bir uyarı yapıyorlar diye saygı gösterecektim. Ancak, Güneş'i atlayıp Kazan'a uyarı verilince benimle bazı konularda aynı düşünceye sahip olması yüzünden bu uyarının verildiğini düşündüm. Ancak sonradan düşününce bunun da nedenini buldum.
Uğur'un ölümünden iki ay sonra, Edebiyatçılar Birliği, Uğur Mumcu ile ilgili bir anma toplantısı düzenlemişti. Benim de katıldığım ve konuştuğum o toplantıda, Turgut Kazan da bir konuşma yapmıştı. Kazan, Mumcu hayatta iken sadece sağ kesimlerden Refah'tan, MHP'den, mafyadan, yolsuzluk yapanlardan değil, sol kesimlerden de haksız saldırılara uğradığını, Uğur'un, ilkeli bir gazeteci-yazarın gerçeklerin peşinde koşarken, bu gerçekleri dünya görüşüne göre saklamaması gerektiğini öğrettiğini söyledi. Ben de konuşmamda, Uğur'un, Papa-Ağca-Mafya olayında Bulgarların Ülkücü olarak bilinen mafya ile işbirliğini, Bulgaristan üzerinden geçirilen bir NATO silahının Kemal Türkler'i öldürdüğünü, KGB'nin Papa suikastinde parmağı olduğunu, Bulgaristan'ın yaptırdığı silah kaçakçılığı ile birçok insanımızın öldürüldüğünü yazmış olduğunu anlattım. Bu tür yayınların TKP'lileri rahatsız ettiğini ve Uğur'a karşı tavır aldıklarını ve Uğur'un CIA ve MİT ajanı olduğu, Sosyalist ülkeleri suçladığı yolunda bir karalama kampanyası başlattıklarını aktardım. Turgut Kazan da bu toplantıda benim söylediklerime katılmıştı. Bunları düşününce Turgut Kazan'la ortak özelliğimizin bu olduğunu farkettim. Uğur Mumcu suikastinde de, DİSK Başkanlar Kurulu üyesi Ömer Çiftçi'nin olaya karışmasının bu sol kesimleri tekrar rahatsız ettiğini anladım. Ve kurulun tarafsızlığı konusunda şüphelenmeye başladım. Kuruldan çekilmeyi düşündüm. Kurulun bu tür uyarılarla Uğur Mumcu cinayetini tek yanlı, yanıltıcı varsayımlardan hareketle araştırmaya yöneldiğini düşündüm. Oysa ben olayın her yönüyle, her olasılığın iyice incelenerek araştırılması yoluyla ortaya çıkabileceği kanısındaydım.
Cumhuriyet gazetesinin Uğur Mumcu Suikastini İzleme Kurulu’nun oluşturulması, doğrudan benim girişimimle olmadı. Benim rolüm, Uğur’un sağlığında gerek Çetin Emeç cinayetinde bir izleme kurulu oluşturmayan Hürriyet gazetesini, gerek aynı şeyi Abdi İpekçi için yapmayan Milliyet gazetesini eleştirdiğini ve mutlaka yetenekli gazetecilerden bir izleme kurulu oluşturulması gereğini Cumhuriyet’tekilere vurgulamak ve her fırsatta bunu dile getirmek biçiminde olmuştu. Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Şükran Ketenci’ye bu panellerde sık sık, “İlhan Selçuk’la görüş, Uğur’un vasiyetidir. Bu Uğur’a ve Cumhuriyet gazetesine yakışan bir girişimdir. Uğur, Cumhuriyet için çok zorluklara katlanmıştır, fedakarlıklarda bulunmuştur. Cumhuriyet gazetesinin Uğur’a bir borcu vardır. Böyle bir araştırma grubunun oluşturulmasıyla Cumhuriyet bu borcu ödeyebilir. Bunun takipçisi olun” diyordum. Şükran Ketenci de bir kurul oluşturmak için çalışmaya başladı. Ve sonunda bu kurul oluşturuldu. Ketenci bana kurula çağırılanların isimlerini verdi. Ben de “Kim olursa olsun”, böyle onurlu bir amaçla, bu kurulda görev alan herkesi onaylayacağımı belirttim. Ancak, bu tavrım, sonradan ortaya çıkan kişilerle ilgili sorunlarda, Cumhuriyet gazetesi tarafından “Biz ismi ona sormuştuk, o da onaylamıştı” şeklinde demagoji malzemesi olarak kullanıldı. Örneğin Kemal Kumkumoğlu’nun Kurul’a üyeliği konusunda böyle oldu. Bana ismini söylemişlerdi, ben de onu iyi bir ceza avukatı olarak tanıdığımı, gönüllü olarak katılmak istiyorsa buyurmasını söylemiştim. Sonradan, Kumkumoğlu, İslami Hareket davasının avukatı olunca bu tartışma konusu oldu. Bu kişinin neden kurula sokulduğunu sorunca, bu kez Şükran Ketenci, “Size sormuştuk” dedi. Ben bu yüzden eleştirildim haklı olarak. Ancak kuruldaki bazı kişilerin tavırlarındaki esas “anahtar” unsur, Ömer Çiftçi ismiydi.

İstifa Mektubumu Hazırladım
Ömer Çiftçi konusu kurulda huzursuzluk yaratmış ve ben de bu konuda bana gösterilen tepkilerden rahatsız olmuştum.
Mesela şimdi, Papa suikastinde de görüldü ki ortada bir sağ-sol ittifakı var. Uğur'un dediği gibi "Terörün sağcısının solcusunun olmayacağı" bu olayda ortaya çıktı. Mumcu cinayetini çözmeye kararlı insanlar bu gerçeği gözönüne almalılar. Ancak bu kurulun bunu göze alamayacağı ortaya çıkmıştı.
Bir istifa mektubu hazırladım. Ancak bu mektubu hemen vermedim, Halit Çelenk ya da İlhan Selçuk’un beni arayarak, “Bir yanlış anlama var, bu fikrinden vazgeç” demelerini bekledim. Ancak, hiç ses çıkmadı. Bu arada, Çanakkale’de yine bir “Sol’da Birlik” toplantısına katıldım. Cumhuriyet gazetesi yazarı Şükran Ketenci de bu toplantıya gelmişti. Şükran Ketenci kurulun oluşumunu organize ederken bana telefon edip katılma onayını da alan gazetecidir. Orada Ketenci’ye, kurul üyeliğinden çekilmek istediğimi ve gazeteye bu konuda bilgi vermesini söyledim. Şükran bunun yanlış olacağını söyledi, ancak sonrasında istifa niyetimden haberleri olup da beni yine kimse aramayınca, “Herhalde istifamı onaylıyorlar” yorumunu yaptım, ve istifamı uzun bir metin haline getirdim. Bu metni, izleme kurulu başkanı Halit Çelenk’in adresine postaladım.ve bir örneğini de Nokta dergisinden Mehmet Güç’e verdim. Güldal’a ve ablama bu kararımı bildirdim. Pek onaylamadılar. İstifa mektubumu hazırladığım ve gönderdiğim Temmuz ayından, 1993 yılı Ekim ayı başına kadar Cumhuriyet’ten ses seda çıkmadı. Ekim ayında Cumhuriyet gazetesinin, Mustafa Balbay’ın Ankara Temsilciliğine atanması dolayısıyla verilen bir resepsiyonda kurul üyeleri Muzaffer Özbayrak ve Veli Devecioğlu benim istifamın yanlış olduğunu, Ömer Çiftçi’nin üstünde durulmaya değer bir konu olmadığını, bu konuda kendilerinin de sıkıntıya girdiklerini, olayı büyütmemem gerektiğini söylediler ve “Biz senin istifanı kabul etmeyeceğiz” dediler. Bundan bir hafta sonra kadar kurul toplantısına çağrıldım. Toplantıya gittim. Halil Çelenk, toplantı öncesi benimle yanlız konuşarak, “Böyle bir uyarı yok, sen nereden çıkardın, mektubunu da ben almadım. Zaten haberim yoktu” dedi. Güldal ve ablamın da çekilme kararını onaylamadıkları için ve bu konuda bir açıklama yapıldığı için, kurul üyeliğinden çekilmekten vazgeçtim.
Aynı hafta içinde, TBMM Faili Meçhuller Komisyonu, Güldal’ı ifade vermeye çağırdı. Güldal, komisyonun “O gün neler oldu?” sorusu üzerine, Ömer Çiftçi olayını orada anlattı. Güldal, bunları anlattıktan sonra, Ömer Çiftçi, Hürriyet’e yaptığı bir açıklamada, “benim kendisiyle görüşüp suçlamamı geri aldığımı ve özür dilediğimi, Güldal’ın da kocasının ölüm şokuyla ne dediğini bilmez bir durumda olduğunu” belirtti. Bu arada Halit Çelenk ile Güldal Mumcu arasında bir görüşme oluyor. Bu görüşmede Halit Çelenk, Ömer Çiftçi’ye kefil olduğunu, onun böyle bir işe karışamayacağını söylüyor ve Güldal’dan, Çiftçi’nin bu suçlamalardan aklanmasına yardımcı olmasını istiyor. Güldal da ona, “Bugünkü Hürriyet’i okudunuz mu? Ömer Çiftçi beni suçluyor.” diyor. Çelenk, okumadığını söylüyor. Güldal da “Eğer Uğur Mumcu Suikastini İzleme Kurulu Başkanı da gazeteleri takip etmezse, gelişmelerden haberdar olmazsa, bu doğru mudur?” diye soruyor.
Halit Çelenk bu soruya alınıyor, “Bana güveniniz yoksa başkanlıktan çekileyim” diyor. Güldal da, “Ben size çekilin veya çekilmeyin demiyorum, ama bu eleştiriyi yapmaya da hakkım var. Benim kocam yaşamı boyunca kimseye iftira etmedi, bütün yazıları belgelere dayanıyordu. Neden Ömer Çiftçi’ye iftira atarak bu dünyadan ayrılmış olsun? Ben kocamı neden yalancı çıkarayım, bu kişiyi aklamak için? Siz de bunu takdir edin”.yanıtını veriyor.
1994 yılı Şubat ayında, bir gün Şükran Ketenci ve eski TRT yapımcısı Nurzen Amuran benden bir randevu istedi. Amuran, Uğur Mumcu ile “Rabıta” programını yapan ve eğer Mumcu öldürülmeseydi, 26 Ocak ayında yine Mumcu ile “Güneydoğu” dosyası adlı bir program yapacak bir yapımcı idi. Yine öyle bir program yapıldı. Ben de çağrıldım, ancak program Uğur Mumcu’yu bir anma programı oldu. Amuran, eğer Uğur yaşasaydı, Erdal İnönü, Abdülmelik Fırat ve Ahmet Türk’ün de katılacağı bu canlı yayın olarak yayınlanacak programda bir dosya açıklayacağını söyledi. Amuran, Uğur’un katıldığı Rabıta konulu programda adıgeçen Cemalettin Kaplan, Faysal Finans ve Al Baraka Türk ile ilgili aldığı tehditleri Uğur’a da bildirmiş.Uğur hiç oralı olmamış, hatta “Beni mahkemeye vereceklermiş, keşke verseler, ben de orada elimdeki belgeleri açıklarım, daha zor duruma düşerler” demiş. İşte bu görüşmede Şükran Ketenci, Kemal Nebioğlu’nun benden bir ricası olduğunu söyledi. Nebioğlu’nun ricası şu idi:
“Ömer Çiftçi olayı DİSK’i çok rahatsız etti, Cumhuriyet gazetesi ile DİSK’in ortak bir televizyon kurma projesi var ve Ömer Çiftçi’yi bu televizyonun başına geçirmeyi düşünüyoruz, ancak Çiftçi hakkındaki spekülasyonlar işi zorlaştıracak ve Çiftçi televizyona koordinatör olamayacak, mümkünse Ömer Çiftçi’nin şüpheli olmadığı yönünde kurulun bir karar çıkarması için bize yardımcı olun”
Ben bunun mümkün olmadığını belirttim. Ömer Çiftçi ile ilgili iddialar 24 Ocak 1994 tarihinde Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde Cumhuriyet gazetesi muhabiri Evren Değer’in hazırladığı bir yazı dizisinde gündeme gelmişti. O zaman Cumhuriyet muhabirleri olan Evren Değer ve Tuncay Özkan, Uğur Mumcu Cinayetini birlikte izlediler, belge topladılar, İçişleri Bakanlığı’na gittiler, bazı bulgularını Güldal’a da anlattlar. Onlar Cumhuriyet izleme kurulu oluşmadan önce bu cinayeti araştıran gazeteciler olarak gerçekten olayı iyi takip ettiler. Ömer Çiftçi yerine DİSK, bu iddialarla ilgili Cumhuriyet gazetesine çok sert bir açıklama gönderdi “Yargısız infaz yapıyorsunuz” diye ve Evren Değer’i de suçladı. Ben bu suçlamayı yadırgadım, çünkü Çiftçi’nin taksi durağını kaldırmaya çalışması, Uğur’a ölmeden önce “Çıkmıyor musun” diye seslenmesi DİSK’in bir faaliyeti değil. Bunun toplu sözleşmeyle, grevle ilgisi yok. İsterse kendi mensubu olsun, bu konu DİSK’i değil Ömer Çiftçi’yi ilgilendirir. Cevap ve düzeltme hakkı Ömer Çiftçi’nindir, DİSK’in değil. İşte bu yüzden ben bu suçlamayı oldukça yadırgadım. Burada şunu da belirteyim, belki Ömer Çiftçi konusunun araştırılmasına ve soruşturulmasına izin verilseydi konu bu kadar uzamazdı. Ancak Çiftçi’nin olaydaki rolünün araştırılması gerek polisten ve savcıdan, gerek DİSK’ten engellemelerle karşılaştığı için olay hep gündemde kaldı.
Ve Cumhuriyet, DİSK’le iyi ilişkilerini bozmamak için, DİSK’in açıklamasını olduğu gibi yayınladı. Şükran Ketenci ile olan o görüşmemizde kendisine bu yapılanların yanlış olduğunu, bizim kurul olarak bir takım delilleri aklama hakkımız olmadığını, DGM Savcısının takipsizlik verebileceğini, bu takipsizlik karşısında bizim itirazda bulunacağımızı söyledim. Ancak bizim kurul olarak böyle bir takipsizlik kararı veremeyeceğimizi belirttim. Şükran Ketenci, “Ben bir de Güldal Mumcu ile konuşayım onu ikna edeyim” diyerek Güldal’dan randevu aldı aynı gün Nebioğlu’nun ricası konusunda Güldal’dan da olumsuz yanıt aldı.
Bu konunun bundan sonra kurula hiç getirilmemesi gerekirdi. Kurulun Ömer Çiftçi’yi aklama gibi bir görevi olamazdı. Kurulun görevi bu cinayetin unutturulmaması, gerekli mercileri harekete geçirmesi, bir delil bulursa onu kamuoyuna aktarması idi. Ne yazk ki böyle olmadı.

Çiftçi’nin Aklanması Kurulda
Sonuçta, Bana ve Güldal’a rağmen, kurul, Ömer Çiftçi’yi aklama konusunu gündeme aldı. Kurul başkanlığı, Ömer Çiftçi’nin aklanma başvurusunun izlenmesini istedi. Onun üzerine ablam, kurul üyesi olmadığı halde, toplantılara katılmak istediğini bildirdi. “Olur” dediler ve ablam Beyhan Gürson da toplantılara katılmaya başladı. Bu arada Ömer Çiftçi kurula ifade vermek ve suçlamaları yanıtlamak istedi. Güldal’la benim itirazlarımıza rağmen Çiftçi’nin kurulda savunma yapması gündeme alındı.Anlaşıldı ki kurul üyelerinden, Halit Çelenk, Veli Devecioğlu, Muzaffer Özbayrak’ın ittifakıyla bu olay Ömer Çiftçi’nin lehine sonuçlanacak biçimde kapatılmak isteniyor. Biz de Turgut Kazan, Emin Değer, Beyhan Gürson, Güldal Mumcu ve ben de buna karşı çıkıyoruz. Kurul toplantısı günü bu eğilim iyice belli olmuştu. Ömer Çiftçi konusu uzun uzun tartışıldı. Bu arada kurul başkanı Halit Çelenk’e ben kurulun gündemine bu Çiftçi savunması konusunun niye alındığını sordum. Halit Çelenk’e, Çiftçi’nin “Mumcu’yla ölmeden en son konuştuğunu, yani pencereden bağırdığını” itiraf ettiği Alpaslan Işıklı ile konuşturmayı teklif ettim. Bir süre sonra Adana’da Seyhan Oteli’nin lobisinde Çelenk ile Işıklı’yı buluşturdum. Alpaslan Işıklı, bildiklerini anlattı. Çelenk, kurulda Alpaslan Işıklı’nın dinlenmesini kabul etti. Gazeteci Ünal İnanç’ın da dinlenmesini istedim, onu da kabul ettiler. Böylece Çiftçi’nin kurulda aklanmasını ertelemiş olduk. Ve kurulda Alpaslan Işıklı’yı ve Ünal İnanç’ı dinlediler. Ancak yasak savıldıktan sonra kuruldaki Çiftçi ittifakı, hemen gündeme Ömer Çiftçi’nin savunma yapmasını getirdiler. Ben onun üzerine daha önce TGRT’de yayınlanan ve taksi durağındaki şoförlerin gizli kameraya alınan “Çiftçi’yi aklamamız için polis bizi tehdit etti ve baskıyla beyanat verdirdi” ifadelerini içeren programın bantlarının izlenmesini istedim. Ben aslında Çiftçi’nin kurulda ifade vermesine karşı değildim, ancak onun aklanması için oluşan ittifakın tutumundan kaygılıydım. Çiftçi konuşurken bu programda bantların izlenmesini ve bu konuda sorular sorulmasını istiyordum. Kuruldaki ittifak, benimle “TGRT bandına gerek yok, sen bizi oyalıyorsun” polemiğine girdi. Bu konudaki tartışmalardan sonra TGRT’de yayınlanan program bandı izlenmeden Çiftçi’nin dinlenmesi, Ergun Gökdeniz, Emin Değer, Turgut Kazan, Beyhan Gürson, Güldal Mumcu ve benim oyumla reddedildi. Öte yanda Halit Çelenk, Atilla Coşkun, Veli Devecioğlu, Reşat Kadayıfçıoğlu ve Muzaffer Özbayrak ise Çiftçi’nin dinlenmesi ve aklanması taraftarı oy kullandı.

Sağlığında dava açanlar morgdaydı
Beni sinirlendiren bir olay da, Uğur’un sağlığında ona karşı iftiralar ve saldırılarda bulunanların, ölümünden sonra hiç bunlar olmamış gibi ona sahip çıkıp, ismini kullanmaları. olmuştur. Bunun en somut örneklerinden birisini, Uğur’un cenazesinin kaldırılacağı 27 Ocak 1993 günü yaşadım. O gün sabah saat 07:00’de morgda bulunmamız istendi. Morga gittiğimizde ben girdim, ancak kızımı sokmadılar. Soyadı aynı olduğu ve yeğeni olduğu halde içeri alınmayan kızım öfkesinden ağlamıştı. Ama ablam Beyhan Gürson’un kızı Güneş Gürson’u gazeteci olduğu için lütfen aldılar. İçeri girdiğimde bir baktım, Fikret İlkiz orada. Tabutun süslemeleriyle uğraşıyordu. Fikret İlkiz’in neden orada olduğunu sorunca, Cumhuriyet’in cenazenin teşhisi ve diğer formaliteler için onu görevlendirdiğini öğrendim. Fikret İlkiz’i merak edenler için kim olduğunu açıklayayım: İlkiz, Uğur Mumcu’ya sağlığında Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet gazetesinden ayrılması nedeniyle kendisine milyarlık tazminat davası açan Cumhuriyet’in avukatlığını yapan, dolayısıyla Uğur’un hiç sevmediği bir kişiydi. Uğur, 1991 yılında DYP-SHP koalisyonunun kurulması üzerine Cumhuriyet gazetesinde çıkan tartışmalar sonucu istifa etmişti. Mumcu bu olaydan sonra Milliyet’te yazmaya başlamıştı. Tabii bu Cumhuriyet okurları arasında büyük tepkilere neden olmuştu. Cumhuriyet’te kalanlar Ahmet Tan, Hasan Cemal gibiler, gidenleri suçladı. Cumhuriyet Uğurların aleyhine haksız rekabet, gazeteyi kötüleme konusunda dava açtı. O zamanın parasıyla 6 milyar liralık tazminat talep etti. Davayı gazete adına Fikret İlkiz ile Gülçin Çaylıgil savundu. İşte o Fikret İlkiz’i morgda görünce orada bir reaksiyon göstermedim. Ancak sonrasında, Cumhuriyet’ten, Uğur’la ilgili olaylarda sağlığında kendisine dava açmış insanların görevlendirilmemesini istedim. Ve bir daha da İlkiz’i görevlendirmediler. Gülçin Çaylıgil’e de bu yıl ÇHD Emek Ödülü’nü verdiler. İstanbul’da yapılan törende ödülü İlhan Selçuk verdi.

Cinayetin Soruşturulmaması
Zamanın Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral ile cinayetten sonra Güldal Mumcu ve Avukat Emin Değer ile birlikte bir kez görüştük. Demiral, bize açık açık "Eğer bu olayı devlet çözmek isterse katiller bulunur ama istemezse bulunamaz. Siz gidin, Bakanlara, Başbakana rica edin. Onlar düğmeye basarsa Uğur Mumcu'nun failleri bulunur ve ben dava açarım" dedi. "Ya da" dedi. Ne demek istediği orada anlaşıldı. "Uğur'la ilgili tüm kuruluşları bana bağlasınlar. Bana bağladıkları takdirde ben de çözebilirim". Benim bu laflardan anladığım kadarıyla Demiral, bir tür adli polis gibi, MİT'in ve diğer istihbarat örgütlerinin de kendine bağlı olmasını istiyordu. Oysa DGM'nin kendisine tanıdığı yetkiyle Meclis'teki milletvekillerini tutuklatan yine Demiral'dı. Biz yine de zamanın Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'ye de gittik ve Demiral'ın anlattıklarını ona da aktardık. İnönü, "Olmaz öyle şey, devlet neden Uğur Mumcu'nun faillerini yakalamak istemesin, elbette istiyor" dedi. Demirel de söz verdi bu cinayetin açığa çıkarılmasına, İnönü de, İsmet Sezgin de söz verdi. Ben kendi adıma, Uğur Mumcu suikastinin soruşturulmasını şimdi emekli olan Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral üstlendiği andan itibaren bu dosyanın diğer faili meçhuller arasına konulacağından kaygı duymaya başladım. Aynı gün de Nusret Demiral'ın bu cinayeti soruşturmasını istemediğim yönünde bir açıklama yaptım. Bunu neden yaptım: Nusret Demiral olayı çok iyi incelenmelidir. Nusret Demiral'ın görev aldığı olayların hiçbiri şimdiye dek çözümlenmemiştir. Faili bulunduğu ve yakalandığı halde Turgut Özal'a yapılan suikastin perde arkası çözümlenmemiştir. Muammer Aksoy cinayetinde hiçbir gelişme sağlanamadı. Bahriye Üçok cinayeti de aynı akıbete uğradı. Uğur Mumcu'dan önce C4 patlayıcısının kullanıldığı 4 olay daha vardı. Bir Amerikalı asker ile İsrailli bir diplomatın ölümüne sebep olan ve Diyanet İşlerinin kütüphanesinde patlayan C4 bombalarının kim veya kimler tarafından konulduğunu Demiral ortaya çıkaramadı. Bunların hiçbiri inandırıcı bir çözüme kavuşmadı ve ayrıca bu olayların savcılık açısından gereği bile yapılmadı. Örneğin, o İsrailli diplomatın öldürüldüğü vakada, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün yakınında olmuştu olay; orada nöbetçiler vardır, başlarında subayları vardır. O nöbetçilerin gündüz vakti arabaya bir bomba yerleştirilirken, olağanüstü bazı ayrıntıları görme olasılıkları vardır. Demiral, bu nöbetçi ve subaylardan bir tanesini bile sorgulamamıştır. Burada savcılık işini yapmamıştır. Olay tamamıyla polisin inisiyatifine bırakılmıştır. Demiral her türlü soruşturmada usul yasasında yapması gerekli olan birçok işlemi yapmamıştır. Uğur'un ölümünde bir "olay yeri tespit krokisi" çizdirdiği kanısında bile değilim. Başlangıçta en azından yaptırmadı. Çizilen kroki çok sonra oluşturuldu. Demiral'ın zihniyeti, "Yakalasınlar getirsinler, ben dava açarım" yönünde oldu hep. İş böyle olunca DGM'nin gereği de kalmıyor. Ama buna karşın, dikkatinizi çekerim; Nusret Demiral'ın tavır aldığı konular vardır. Bunlar, Demiral'ın iş yapmayıp sadece konuşması sonucu ülkede bilinen bölünmeleri körüklemekten başka işe yaramamıştır. Uğur Mumcu cinayetinde, "bunu İslami Hareket Örgütü yaptı" açıklamasını yapması ile görevini aşmıştır. Ve bu hiçbir sonuca götürücü delile dayanmayan açıklamasıyla Laik-Antilaik bölünmeyi artırmıştır. DEP davasındaki tavrı da olayı çözmekten çok, politize etmek olmuştur.

Demiral’a Seyfi Oktay Himayesi
Demiral'ın ağır basan öne çıkma ve politika yapma hevesleri ve adli açıdan çok somut yetersizliklerine rağmen o mevkide kalmaya devam etmesi büyük bir hata olmuştur. Beni esas şaşırtan olgu da Nusret Demiral'ın bu yetersiz performansından birilerinin çok memnun olmasıdır. Memnun olduklarının kanıtı da görev süresinin bitmesine rağmen, atamasını birileri durdurdu. O birilerinin kim olduğunu araştırdım ve şunu öğrendim ki, bunun atamasını MİT veya Genelkurmay durdurmadı. Bu konunun ortaya çıkması gerekli. Bu konunun ayrıntılarına vakıf olan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay'ın bu atamanın neden durdurulduğunu gerekçeleriyle açıklamasını bekliyorum. Demiral'ın ataması çıkıyordu, Konya DGM Başsavcılığı’ndan, birileri araya girdi ve durdurdu. Bu bir Devlet kuşatılmışlığıdır. Bu kuşatılmışlığın içine SHP'liler bulaştırılmıştır. Anladığım kadarıyla, görünürdeki engellemeler Adalet Bakanı Seyfi Oktay ve müstşarı Yusuf Kenan Doğan tarafından yapılmıştır. Bu iddialarımı Seyfi Oktay ve Yusuf Kenan Doğan'ın yanıtlaması ve açıklaması gereklidir. Onlardan bir yanıt alabilmek için şimdiye dek ısrarla uğraştım, İl Başkanlarına, Parti Meclisi üyelerinin hepsine ve milletvekillerine mektuplar yazdım ancak yine de bu konuyu gündeme aldıramadım. Basında Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla sesimi duyurmak istedim, gazete yazıyı yayınlamadı. Her fırsatta bu konuyu gündeme getirmeye çalıştım. Ama Oktay, neden Demiral'ın atamasının durdurulduğu ve bundan ne yarar sağlandığı konusunda açıklama yapmadı. Ama ben size bu işten SHP'nin sağladığı yararı söyleyeyim; zayıflamaktan ve güven kaybetmekten başka bir yarar sağlamadı. SHP'ye oy kaybettirdi bütün failleri bulunamayan bu olaylar. Üç yıl boyunca kamuoyunun en çok üstünde durduğu konu bu oldu ve neden SHP'li yönetimin Demiral gibi bir başsavcıyı görevde tuttuğunu kamuoyu da çözemedi.
Neden SHP yönetimi 3 yıl süreyle Demiral gibi bir insanı görevde tuttu? Bu sorunun yanıtını veremeyen, ne demokrat sayılır, ne hukukçu sayılır, ne de solcu sayılır. Bir düşünün, Seyfi Oktay, Baykal'ın da solunda siyaset yaptığını iddia ediyor. Oktay Alevi kesimi temsil etme iddiasında da olan bir kişi. 1 Ekim 1993 günü bir Cumhuriyet muhabiri ile beraber, Seyfi Oktay'a gittik. Nusret Demiral'ın Zaman gazetesinde Sivas Katliamı ile ilgili manşet olmuş bir açıklaması vardı: "Örgüt yok tahrik var". Oktay'a bu açıklamayı şikayet ettim. Dedim ki "sen Alevisin ve bu konuda Aleviler kendilerini ifade edemiyorlar". Nusret Demiral, ne kendi üstündeki organların Uğur Mumcu cinayetini çözmesini bekliyor, ne de bu işi kendi çözmek istiyor. Demiral, bu cinayeti diğerlerinde olduğu gibi faili meçhuller arasında bırakmakta yarar görüyordu. Benim Demiral ile ilgili sezgi ve kuşkularım, TBMM Faili Meçhuller Komiyonu'nca ve Adalet Bakanlığı Müfettişleri'nce de doğrulanmıştır. TBMM Komisyonu raporunda, çalışmalarının başlangıcında TBMM İç Tüzüğü'nün 103.maddesindeki devlet sırları, ticari sırlar ve Anayasa'nın 138.maddesine dayanılarak da yargı organına intikal eden bir konu gibi engeller sözkonusu edilmiştir. Komisyon Başkanlığınca, komisyon çalışmalarına uzman olarak yardımcı olmak üzere belirlenen dört hakim ve bir Cumhuriyet Savcısının komisyonda görevlendirilmesi talebi Adalet Bakanlığı'nın 7 Haziran 1993 tarihli yazısında geri çevrilmiştir. Red gerekçesi, TBMM İç Tüzüğü 31/son maddesine dayandırılmıştır. Komisyonun 16 Haziran 1993 tarihli yazısıyla Anayasa 2. ve TBMM İç Tüzüğü 103/son maddelerine dayalı ısrarı geri çevrilmiştir.
Bu konuda zamanında ben de Seyfi Oktay'a başvurmuştum. Bana sunulan gerekçe, Adalet Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Kenan Doğan'ın bu uzman olarak atanacak savcı ve hakimlerin rakibi olan Arif Yüksel grubundan olduğu için bunu engellediği ve böylece bu hakim ve savcıların Ankara'da gereksiz lojman işgal etmelerinin önlendiği gibi komik bir açıklamadan ibaretti. Ancak Adalet Bakanlığı ya da bakanı daha sonra başka hakim ve savcı da görevlendirmemiştir. Partizanca gerekçeler yaratılarak yapılan bu engelleme tarihe esefle geçecek bir olay olmuştur. Bu olay dışında Komisyon'un çeşitli kişi ve kuruluşlardan yardım isteklerine DGM Başsavcılığı dışında olumlu yanıt verildi. İçişleri Bakanlığı, MİT, Milli Savunma Bakanlığı, Dışişleri ve Adalet Bakanlığı, iyi niyet çerçevesindeki sorularına gizlilik derecelerine uygun oranda yanıtlar vermişlerdi. Komisyonun Adalet Bakanlığı aracılığıyla Prof.Muammer Aksoy, Doç.Dr.Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu cinayetlerine ilişkin talepleri Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından komisyonun raporundaki deyimiyle "Komisyonun görev yapması bilerek engellenmiştir." Oysa diğer konulardaki taleplerine ilişkin bilgi ve belgeler komisyona gönderilmiştir.
Jandarma Genel Komutanı Org.Eşref Bitlis, Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Tuğgen.Bahtiyar Aydın ve emekli Binbaşı Cem Ersever'in ölümleri ile ilgili dosyalar tanzim edilerek gönderilmiştir.
Ne Genelkurmay Askeri Savcı ve Hakimlerince ne de diğer Güvenlik Mahkemesi Savcılıklarınca herhangi bir direnme yapılmamışken, aylarca hiç yanıt vermeyen Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, 27 Aralık 1993 tarihli yazılarıyla Anayasa'nın 128, DGM kuruluş yasasının 143-144, TBMM İç Tüzüğü'nün 103.maddelerine dayanılarak direnme sonuna kadar sürdürülmüştür. Sonunda komisyonun yoğun ısrarlarıyla ancak inceleme tutanakları gönderilmiş ve Araştırma Komisyonu çalışmaları ciddi şekilde sakatlanmıştır. Başka Mahkeme ve Savcılıklarca sakınca görülmemişken, komisyon raporunda; "Bu Savcılıkça komisyonun bilgi edinme faaliyetinin, Mahkemeleri denetleme şeklinde yorumlandığı, Cumhuriyet Savcılarının hakim mevkiine konularak, Anayasa'nın Mahkemelerin Bağımsızlığı esasına uygun olarak hakimlere tanıdığı bağımsızlıktan faydalandırıldığı sonucuna varıldığı ifade edilmiş, Mahkemelerin bağımsızlığını korumak üzere konmuş bir hükmün, TBMM'nin bir Anayasal yetkisini ve adli görevini engellemesinin hukukça savunulur bir görüş olmadığı içtihadına, Anayasa'nın 139/1 hükmünden teminatını alan savcıların, hakim terimi içinde yer almadıkları, bağımsızlığın yargı ve mahkemeler için olduğu, savcının ise hakim olmadığı gerekçeleri bir yana bırakılmış ve hiçbiri yargıya intikal etmemiş bu olaylardaki hizmet kusurunun açığa çıkmamasını teminen bu direnmeler, görev ve yetkiyi kötüye kullanarak sürdürülmüştür." ifadesi yeraldı.

Tüm Faili Meçhullerin Vebali Demiral’ın
Zamanın Adalet Bakanlarının hukuk ve demokrasi kurallarına aykırı bu direnmeleri, olayı seyretmeleri ve adeta üstükapalı destek vermeleri de Demiral'ın bu tutumuna cesaret vermiştir. Basına her açıklamasında hiçbir ipucu bulamadıklarını açıklayan Nusret Demiral'ın son olarak eski gerekçeleri yineleyerek 13 Haziran 1996 günü "Bilgi verseydik, ipuçları öğrenilir bu da faillerin kaçmasına yol açardı" savunması da cinayetle ilgili ipuçlarının varolup olmadığı konusundaki çelişkiyi ve gayri ciddi tutumu ortaya koymaktadır. Genelkurmay ve Diyarbakır DGM'si Parlamentoya güveniyor ve eldeki bulguları komisyona gönderiyor, ancak Demiral milletvekillerine güvenmiyor.
Yani Demiral yurtsever ve teröristlere karşı da, Genelkurmay, Diyarbakır DGM'si ve milletvekilleri mi yurtsever değil? Böyle olmadığı elbette biliniyor. Ortaya çıkan birşey daha var, o da Demiral'ın tüm bu faili meçhullerdeki görev savsaklamaları.
Nusret Demiral, Aksoy'un, Üçok'un ve Uğur'un veballerini taşıyan bir kişidir. Kemalist olduğuna hiç inanmıyorum, eğer olsaydı hepsi de birer Kemalist olan bu insanları kimlerin öldürdüğünü içtenlikle araştırırdı. Nusret Demiral'ın "Uğur benim dostumdu, ben neden onun katillerini bulmak istemeyeyim" şeklindeki savunması da tamamen gerçek dışıdır. Demiral, Uğur'un dostu filan değildi. Olması da mümkün değil, çünkü Muammer Aksoy cinayetinden sonra Uğur bu cinayetin Demiral'ın takibiyle çözümlenemeyeceğini, mutlaka Demiral'ın bu görevden alınması ya da yasa hükmünde bir kararnameyle bu cinayetin onun dışında bir savcı tarafından takip edilmesi gereğini yazmıştı. Düşünün bir kez; Uğur Mumcu sağlığında bu savcının yetersizliği konusunda yazılar yazmış ve öldürüldükten sonra soruşturması bu savcıya verilmiş, bu kişinin tarafsızlığından emin olabilir misiniz?
Uğur Mumcu, "Nusret Demiral görev yaptığı sürece işlenen faili meçhul cinayetlerin hiçbiri çözümlenemez" diyordu ve haklı da çıktı. Demiral görevde bulunduğu sürece makamını duyarlı konularda taraf olarak polemik yapmakta kullanmıştır. Ve görevden ayrıldıktan sonra hangi partiden aday olmuştur? MHP'den.
MHP hangi olaya karışmıştır? Abdi İpekçi ve Papa suikastini gerçekleştiren Mehmet Ali Ağca olayına. Bu olayın arkasında kimlerin olduğu da adli makamlarca ortaya çıkarılmamıştır. Uğur Mumcu'nun yazdığı "Papa-Ağca-Mafya" kitabı yüzünden, Uğur ve MHP'liler arasında büyük husumet yaşanmıştır. Bu noktada DGM'ye de bir eleştiri getirilebilir. İşlev olarak DGM, objektif bir mahkemeden çok belli bazı fraksiyonlarla mücadele organı olmak konumuna düşürülmüştür. Nusret Demiral'ın "DGM'ler demokrasinin güvencesidir" iddialarının doğru olmadığı faili meçhullerin araştırılmasında görüldü.

Adalet Müfettişlerinin Raporu
Adalet Bakanlığı müfettişlerinin 20 Haziran 1995 tarihli raporlarında DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse bu işi çözer” biçiminde bir tümceyi sarfettiğini belgelemiştir.
Kusurlu bulunan Ülkü Coşkun hakkında 357 sayılı yasanın 23. Maddesine göre soruşturma açılması için Milli Savunma Bakanlığı’ndan gerekli iznin verilmesi talep edilmiş ancak bu isteme “olumsuz” yanıt verilmiştir.
Bu gelişmelerin ardından Demiral ve Coşkun hakkında soruşturma açılması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na, Adalet Bakanlığı aracılığıyla başvurulması gerekmektedir.
24 Ocak tarihinden sonra Aydın Güven Gürkan, bizim evde bir cenaze sahibi gibi bulundu, gelenlerle ilgilendi. Aydın Güven Gürkan benim liseden sınıf arkadaşımdı. Birlikte Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girdik, birlikte kazandık. Aydın Güven Gürkan’ın Parlamentoya girdikten sonra yaptığı çalışmaları Uğur da takdir ederdi, “Çok değişmiş, hamleler yapmış, dikkate değer çıkışlar yapıyor” değerlendirmesini yapardı. 25 Ocak günü Aydın evden ayrılırken bir isteğimiz olup olmadığını sordu. İsteğimizin faili meçhul cinayetler konusunda Meclis’in bir araştırma komisyonu oluşturmasıydı. Aydın ilk anda bir duraksama geçirdi. Acaba Uğur Mumcu için böyle bir komisyon oluşturulması Mumcu’ya bir imtiyaz mı tanıyor diye Faili meçhul cinayetler arasından bir tek cinayetin çekip alınmasının sakıncalı olup olmayacağı konusunda bir tereddüt geçirdi. Ben de ona sadece Uğur Mumcu için değil, tüm faili meçhul cinayetlerin neden olduğu, neden önlenemediği ve neden faili meçhuller olarak kaldığı konusunu araştırmak için böyle bir komisyon kurulmasını istediğimizi söyledim. O tarihte sadece Batman’da faili meçhul cinayet sayısı 258’e ulaşmıştı. “Uluslararası kuruluşların faaliyetlerine katıldıkları zaman, küçücük bir ilde, bir yerleşim merkezinde, 258 faili meçhul cinayet işlenen ilin valisi bunun hesabını vermiyorken, siz nasıl bu durumda, üniter devleti savunursunuz” dedim. Daha sonra Deniz Baykal başsağlığına geldi, ona da tekrarladım bu söylediklerimi ve bir Meclis araştırma komisyonu kurulmasını istedim. Baykal, “Biz bu önergeyi veririz, bugün Meclis’te sadece Uğur Mumcu suikastı görüşüldü” dedi. Gerçekten, Pazartesi günü saat onbeşte Hükümet adına İsmet Sezgin, siyasi parti grup sözcüleri bu konuda söz aldılar, hatta CHP Milletvekilleri o Meclis zaptını olduğu gibi bana verdiler. Baykal’ın konuyu benimsemesi, bende olumlu bir izlenim yarattı. Bu olay, benim SHP’den CHP’ye geçme nedenlerimden birini teşkil etti. Gürkan ve Baykal’la konuşmamın ertesi günü Aydın Güven Gürkan ve Ercan Karakaş birlikte ziyaretime geldiler. Aydın önceki günkü tartışmamın gerekçelerini tekrarlamamı istedi. Anlattım. İkisi de, “Biz de benimsedik, bu konuda girişimde bulunacağız“ dediler. Ben de esasen Baykal’ın da buna hazır olduğunu söyledim. Böylece ünlü, ünlü diyorum, tarihe geçecek olan 10/90 sayılı Faili Meçhul Cinayetler Meclis Araştırma Komisyonu’nun temeli atıldı.

Komisyon Kuruluyor
Bizim için moral ve güç veren bir olayı da anımsatmak istiyorum. Bu önerge verilince TBMM’de oybirliğiyle olay benimsendi, ortak girişim sağlandı. Burada o zaman DYP Grup Başkanvekili Güneş Müftüoğlu, ANAP Grup Başkanvekili Mustafa Kalemli, SHP Grup Başkanvekili Aydın Güven Gürkan, RP Grup Başkanvekili Şevket Kazan ve CHP Grup Başkanvekili Uluç Gürkan’ın önerileriyle, ülkemizin çeşitli yörelerinde işlenmiş Faili Meçhul Cinayetler konusunda Meclis Araştırması açılması benimsendi.
Komisyonun oda ve sekreterya sorunu oldu. Bu noktada ablam Beyhan Gürson Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a başvurdu. Bu da halledildi. Komisyon Başkanlığı’na DYP Kırıkkale Milletvekili Sadık Avundukluoğlu seçildi. Doğrusu, komisyonun Uğur Mumcu cinayeti hakkında bu kadar yoğun ve siyasi kariyerine zarar verici bir çalışmayı göze alarak, böylesi bir rapor oluşturacağına pek ihtimal vermiyordum. Hoş, komisyonun kurulacağına da inanamıyordum. Komisyonda gönüllü olarak raportörlük yapan Çevre Bakanlığı Hukuk Müşaviri Akman Akyürek’in büyük katkıları oldu. İçişleri Bakanlığı da komisyonun hizmetinde gönüllü olarak çalışmak isteyen kaymakam ve emniyetçilere izin verdi. Onlar da önemli katkılarda bulundular. Ancak Adalet Bakanlığı’nın gönüllü olarak komisyonda görev almak isteyen hakim ve savcılara bakanlığın izin vermemesi beni şoke etti. Komisyon, raporunu 1995 Nisan ayı başında tamamladı. Rapor kamuoyuna da sızdı. 1 Mayıs 1995 günü Ankara Gazeteciler Cemiyeti’nde bir basın toplantısı yaptım. Ankara DGM Askeri savcısı Ülkü Coşkun, DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar hakkında Meclis Genel Kurulu’nda soruştuma açılmasını isteyen komisyon raporunun gündeme alınması için çağrıda bulundum.
Ancak rapor bir türlü genel kurula getirilmedi.

Raporu Sabote Eden Milletvekilleri
Gerekçesi de bazı komisyon üyelerinin muhalefet şerhi hazırlayacakları bahanesiyle raporun gündeme girmesini engellemeleri oldu. Bu milletvekillerinin kim olduklarını araştırdım. Zaten komisyon raporuna koydukları muhalefet şerhinden de bellidir. Bu kişiler, DYP Erzurum milletvekili İsmail Köse, DYP Balıkesir milletvekili Melih Pabuçcuoğlu, DYP Sakarya milletvekili Nevzat Ercan ve DYP Nevşehir milletvekili Osman Seyfi idi. Bu muhalefeti örgütleyen de Erzurum milletvekili İsmail Köse idi. Köse de kariyer olarak Emniyet kökenli bir milletvekili olarak, Mehmet Ağar, Ülkü Coşkun ve Nusret Demiral’ı koruma hevesi içindeydi. İsmail Köse ve diğer milletvekilleri bu rapora, kendi vicdani görüşleriyle, kendi akıllarıyla ve kendi parlamenter kişilikleriyle, bu tavrı koymamışlardır. Emniyet bürokratlarının hazırladıkları bir muhalefet şerhi metnine imzalarını koymuşlardır. Bu, metinden de kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Dikkatli incelenirse, “Şubemiz, dairemiz” ifadeleriyle bürokratların yazdığı bir metin olduğu göze çarpar. Kontrolden de geçirilmeksizin hazırlanmış ve imzalar alelacele konmuştur. Ancak bu komisyonda DYPliler ikiye ayrıldı. Örneğin Komisyon Başkanı DYP Kırıkkale milletvekili Sadık Avundukluoğlu, büyük özveriler gösterdi, büyük mücadele verdi.
CHP Malatya Milletvekili Mustafa Yılmaz çok gayretli çalışmalar yaptı. Refahlı Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata da içtenlikle çalıştı. ANAPlı Eyüp Aşık büyük destek verdi. Buna karşılık, DYPli diğer dört çoğunluk milletvekili komisyonun işlerini zorlaştırmak için uğraştı. Bu dörtlünün organizatörü İsmail Köse kendince Kutsal Devletin yıpratılmaması, böylece devletin zaafiyetinin milletvekillerinden gizlenmesi gibi sözde devleti kollayan bir tutum izlemiştir. Oysa, devletin kötü ve aksayan tarafını bu şekilde savunmak, onun düzelmesine yardımcı olmamak, devlete yardımcılık değil, adeta devletin çökmesine gözyummaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, Köse, kusurlu devlet personeliyle sıkı diyalog içindeydi, onları doğru dürüst savunacak argümanları da olmadığı için, işi savsaklama yoluna gidiyordu.
Bu devletseverlik değildir, bu sadece bir tür cuntacılıktır. İsmail Köse ve arkadaşlarının niteliklerinin ne olduğu, bugün, emniyetin ne hale geldiğine bakılarak anlaşılabilir. Sadık Avundukluoğlu da bu komisyonun çalışmasının nasıl engellendiğini açıklamıştır. Bu engellemelerle korunan cuntaların, bir takım çetelerle ve mafyayla nasıl işbirliği yaptıkları bugün artık saklanamaz hale gelmiştir. Örneğin Mehmet Ağar’ı korumak, bu Söylemezlerin ortaklarını korumak, Emniyetteki reformları engellemek, kötü personeli tasfiye edip nitelikli ve namuslu kadroları getirmenin engellenmesi gibi. En önemlisi hiç bir işe yaramayan, hiç bir ciddiyet taşımayan, sırf o komisyondaki üyeliğini çalışmaları engellemek için kullanan İsmail Köse’nin esas derdi işi uzatıp savsaklamak ve böylece raporun Genel Kurul gündemine girmesini engellemekti. Bu dört milletvekilinin Ekim ayı içinde tamamlayabildikleri muhalefet şerhine karşılık çoğunluk karşı görüş yazmak zorunda kalmıştır. İsmail Köse muhalefet şerhinde, “Bu raporla Mumcu Ailesi’nin açtığı davalara yardımcı olunuyor” diye bir gerekçe göstermiştir. Ve biz de o zaman buna bir yanıt vererek, Köse’nin bu iddiasını tamamen ret ve aynen kendisine ve diğer milletvekillerine iade ettik. Raporun Meclis Genel Kurulu’na alınmasını önleyen bu direnmenin nedenini ileriki kuşaklar arayıp bulacaklar ve bu da İsmail Köse ve onun ailesine de onur getirmeyecektir. Onun çocukları için bir üzüntü konusu olacaktır. Bu ulusun bir milletvekili, bu ülkede işlenen faili meçhul cinayetlerin çözümsüz kalması değil, çözümlenmesi yolunda çaba göstermelidir.

TBMM Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu üyeleri Köse, Pabuçcuoğlu, Ercan ve Seyfi’nin bu tutumlarını da onların yakınlarına, çevrelerine ve seçmenlerine şikayet yollu havale ediyorum. Dikkatimi sonradan çeken ilginç bir nokta da, komisyonda gerçekten içten ve yoğun çaba gösteren, DYPli Sadık Avundukluoğlu ve CHPli Mustafa Yılmaz, 24 Aralık seçimlerinde partilerinde listeye bile alınmadılar. Adeta cezalandırıldılar. Avundukluoğlu listeye alınmak bir yana partiden ihraç edildi. Bu bir raslantı mıdır, yoksa kara yazgı mıdır bilmem. Buna karşılık komisyona direnenler yeniden milletvekili oldular. Nusret Demiral’a milletvekilliği yolu açıldı. Mehmet Ağar, bu denli faili meçhul cinayetlerde kusuru ve yetersizliği ayyuka çıkmış bu bürokrat, Adalet ve İçişleri Bakanlığı’na getirilerek adeta ödüllendirildi. Oysa bu ülkede demokrasi ve hukuk devleti yaşayacaksa, başarısız olanlar ilerlememeli, başarılı olanlar ödüllendirilmelidir. Mehmet Ağar, Türk Asayiş yaşamı için bir kamburdur. Derhal onun ve cuntasının elimine edilmesi gerekir. Bütün yaptıkları işlerde sonuçlar bugün bir bir ortaya çıkıyor, ülkede huzursuzluk artıyor. Sanki gizli bir el, Türkiye’yi geriye götürmek üzere bu yeteneksizlikleri ve başarısızlıkları saptanan bu kimseleri ödüllendirerek adeta dürüstleri cezalandırarak, bu ülkenin insanlarına kötülük etmek istiyor. Eğer bu rapor Meclis gündemine alınsaydı, Nusret Demiral, Ülkü Coşkun ve Mehmet Ağar hakkında soruşturma açılacaktı. Görevden alınacaklar, Yargı önüne çıkacaklar ve ceza yiyeceklerdi. Arkalarından gelenler, onların işledikleri kusurları işlemeyeceklerdi.

Reha Muhtar’ın Cambazlığı
Cinayetin tanığı konumundaki Ayhan Aydın’a düzenlenen tezgahlar, devletin kuşatılmışlığının ne boyutta olduğu hakkında biraz fikir verecektir. Bombanın Mumcu’nun arabasına konulduğu gün Karlı Sokak’ta bulunan üç suikast zanlısını teşhis eden Ayhan Aydın adındaki vatandaşın, komisyona getirtilip dinlenmesi gerekli görülmüş, ancak Mehmet Ağar’ın başında olduğu Emniyet Genel Müdürlüğü Aydın’ın komisyona çağrılabilmesi için adresinin tespit edilmesi talebini yanıtsız bırakmış. Buna karşılık anlaşılmaz bir biçimde bu tanığın beyanlarını çürütme gayretkeşliği içinde TRT’deki Ateş Hattı programı yapımcısı Reha Muhtar’ın talebi üzerine TBMM’ye adres verme gereğini duymayan Emniyet Genel Müdürlüğü, bu tanığı komisyondan önce TRT’ye teslim etmişti. 20 Eylül 1993 günü yayınlanan Ateş Hattı’nda bu çok önemli iddiaları olan tanığın yüzü 60 milyona gösterilip, adeta sorgulanır biçimde taciz edilmiştir. Bu tanığı programına polis zoruyla çıkartan, Muhtar, sözde araştırmacı gazetecilik başarısı kisvesi altında, kendisinden beklenilenleri yerine getirmiştir. Programda tanığı asabi biçimde sorgulayarak kendi üslubunca şaşırtmaya çalışırken, Aydın şüphelileri iki kez gördüğünü, ilk görüşünün suikastten bir gece önce olduğunu açıkladığı sırada Reha Muhtar birden histeri krizine kapılırcasına tanığın açıklamasını hoyratça yarıda kesip, “Sen yalancı bir tanıksın” diye suçlaması ibret vericidir.

Bir Medya, Adalet ve Emniyet faciası
Ayhan Aydın’ın cinayet sanıkları, Mehmet Ali Şeker, Ayhan Usta ve Gudbettin Gök’ü tanımlaması ve bu kişilerin evlerinde yapılan aramalarda ele geçen C-4 patlayıcıları, itirafları, bomba yerleştirmede tatbikatta ortaya çıkan uzmanlıklarına rağmen, belgelerde ve tutanaklarda yapılan tahrifat sonucu Aydın, Ülkü Coşkun’un ve Mehmet Ağar’ın olağanüstü gayretleriyle, yalancı tanıklıkla suçlanmış, hakkında dava açılmıştır. Reha Muhtar ise Meclis Komisyonu’nda ifade vermeye çağrılmış, komisyonla küstahça tartışmış, bilgi vermemiş ve hazırlanan komisyon raporunun sonuç bölümünde Ateş Hattı yapımcısı olarak Muhtar ve Celal Kazdağlı hakkında Adli soruşturma açılması istenmiştir. Ayhan Aydın ise açılan yalancı tanıklık davasında beraat etmiş ama yine de yaptığı tanıklık dikkate alınmamıştır. İşte size bir Medya, Adalet ve Emniyet faciası... Bu cinayetin çözümlenmemesi için, Meclis Araştırma Komisyonu’nun da teşhis ettiği gibi her türlü ortam hazırlanmıştır. İşte bu ortamı hazırlayanlardan birisi de Mehmet Ağar’dır. Önceki açıklamalarımı da sayarsak bu ortamın hazırlanmasında görev alanlar; Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı Yusuf Kenan Doğan, Ankara DGM eski savcısı Nusret Demiral, İstanbul DGM eski savcısı Ahmet Köksal, Ankara DGM Savcı Yardımcısı Ülkü Coşkun ve Emniyet eski Genel Müdürü Mehmet Ağar’dır.

Aileden Saklanan Soruşturma Dosyası Kimlere Açık
Uğur Mumcu Cinayetinin DGM’deki adli soruşturma dosyası, Emniyet’teki dosyası, bana veya ablam avukat Beyhan Gürson’a verilmedi. Cumhuriyet Gazetesi İzleme Kurulu’na, Barolar Birliği’ne verilmedi. Ama bakıyorum bazı gazetecilerin elinde bu dosya dolaşıyor. Örneğin “Bomba Raporu” TRT’de program bile yapıldı. Raporu ben istedim, gizliliğini öne sürerek “Veremeyiz” dediler. Bazı Genelkurmay ve MİT muhabiri “güvenilir gazetecilere” verildi bu rapor. TRT’deki programı durdurmak için Güldal Mumcu’nun girişimleri oldu. Ancak DGM Savcısı “Bomba Raporu”nun açıklandığı o programı durdurmak için hiçbirşey yapmadı. Reha Muhtar’a, tanık Ayhan Aydın polis nezaretinde sunulurken, Uğur Mumcu ile sağlığında Rabıta konulu bir program yapan ve Uğur öldürülmeseydi, “Kürt Dosyası” adlı bir program daha yapacak olan TRT yapımcısı Nurzen Amuran, yapımcılıktan çıkarıldı ve sürgün edildi. Ben o zaman pek çok CHP’li politikacıyı uyardım, Amuran’a sahip çıkılması için, ancak bir sonuç vermedi ve Amuran o programları yaptığı için cezalandırıldı. Olay sadece Nurzen Amuran ile de sınırlı kalmadı. Uğur’un ölümünden sonra Nurzen’e Mumcu ile ilgili programı yaptıran bütün diğer personel de DYP-SHP Hükümeti zamanında dağıtıldı, onlar da cezalandırıldı.
Ve SHP’liler de bütün bu olanlara seyirci kaldı. Soruşturma Dosyası, bir bütün olarak kimseye verilmedi, ama kısmen belli gazetecilere dağıtıldı.
Emniyet’teki dosyanın tamamının DGM Savcılığında olduğu kanaatinde de değilim. Yani Emniyet’teki dosya ayrı, DGM’deki dosya ayrı, birtakım gazetecilerin elinde de o dosyalardan bazı bölümler bulunabiliyordu.
Şimdi bir düşünün, ben ki Uğur’un ağabeyi ve Mumcu Ailesinin avukatı olarak izleme kurulunda görev yapıyorken, Genelkurmay haberi yapan bir gazeteci benden daha fazla bilgi alabiliyor, MİT ile ilgili haberler yapan bir gazeteci bazı dosyaları benden daha kolay şekilde elde edebilliyor. Onlar da basına sızdırılmak istenen bilgileri alabiliyorlar ancak.

Çağrıcı’nın Mumcu ile İlgili Saklanan Sözleri
İslami Hareket Örgütü üyesi ve cinayet sanıklarından Mehmet Ali Şeker, Emniyet anlatımlarında Uğur Mumcu Cinayeti’n

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 64110

ulkucudunya@ulkucudunya.com