Pîrî Mehmed Paşa
1458 - 1536 01 Ocak 1970
Cemâleddîn-i Aksarâyî evladından Çelebi Halife olarak bilinen Şeyh Mehmed Çelebi el-Cemâlî’nin (ö. h.903/m.1497-98) oğludur. Hz. Ebû Bekir’e kadar uzanan şeceresi, eserlerde değişik şekillerde verilmiştir. Bunlardan Ali Emiri Ktb. no. 87’de kayıtlı Münşeât Mecmuası’ndaki şecere en derli toplu olanıdır. Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin mezar taşı kitabesi ile Pîrî Mehmed Paşa’nın vakfiyesi; Fahreddîn-i Râzî (ö. h.606/m.1210), Cemâleddîn-i Aksarâyî ve Şeyh Mehmed Çelebi Cemâlî’den bahseden birçok eser de bu konuya ışık tutmaktadır. Şeceresinin Fahredîn-i Râzî’ye kadarı Münşeât’tan; Fahreddîn-i Râzî’den Cemâleddîn-i Aksarâyî’ye, bundan Pîrî Mehmed Paşa’ya kadar olanı da diğer belge ve kaynaklardan istifade edilerek çıkarılmıştır. Vakfiyesindeki kayda göre anne tarafından dedesi, Lârendeli Mevlânâ Hamza’dır.
Pîrî Mehmed Paşa’nın doğum yeri konusunda kesinlik yoktur. Yazarların büyük çoğunluğu muhtemelen Aksaray’da doğduğu için “Karamanî” olarak göstermektedir. Amasyalı olarak gösterilmesi, çocukluk veya gençliğinde bu şehirde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Babası Şeyh Mehmed Çelebi’nin Konya’da uzun süren tahsilinin ardından Lârendeli Mevlânâ Hamza’nın kızıyla evlenmesi, Pîrî Mehmed’e Karamânî denmesi Aksaray doğumlu olduğu iddiasını kuvvetlendirmektedir.
Pîrî Mehmed’in doğum tarihi de ihtilaflıdır. Pakalın, h.870/m.1465-h.880/m.1475 tarihleri arasında doğduğu kanaatindedir. H.896/m.1490’da Amasya Mahkemesi’ne kâtip olduğu bilinmektedir. Öyleyse bu göreve 15 yaşlarında başlamış olmaktadır. Çok genç yaşta bu önemli vazifeye getirilmiş olması akla pek uygun gelmemektedir. Diğer taraftan babası Şeyh Mehmed Çelebi’nin Amasya’ya gidişi, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’nin ölüm yılı olan h.868/m.1463’tedir. Şu hâlde, onun doğum tarihini h.868/m.1463’ten öncelerde, hiç değilse 1463’te aramak gerekir. Çocukluğu, muhtemelen anne tarafından dedesi Lârendeli Mevlânâ Hamza’nın Karamanoğulları döneminde kadı olarak görev yaptığı Konya’da; gençliği ise babası ve diğer Cemâlî Ailesi’nden olanların bulunduğu Amasya’da geçmiştir.
Pîrî Mehmed, dönemin Osmanlı medreselerinde çok iyi tahsil gördükten sonra sosyal ve fen bilimlerini okumuş; inşa, yani güzel nesir yazma konusu ile özel olarak ilgilenmiş; şiir tarzını iyi anlamış bir ilim ve devlet adamıdır (Bkz. Fotoğraf 1). Bunun için Latîfî onun «Ulûm ve fünûn görmüş», eşine az rastlanır biri olduğunu yazmaktadır. Fakat nerede okuduğu ve kimlerden ders aldığına dair kaynaklarda açık bir bilgi bulunmamaktadır. Mecdî, «Ol asırda olan ‘ulemâ-yi ma‘âlî-yi intimâdan ta‘allüm» ettiğine vurgu yapmaktadır. Bu bilgiye dayandığı anlaşılan Pakalın, o zaman medreseleriyle meşhur olan Amasya’da; Konyalı ise; Aksaray ve Amasya’da tahsilini ikmâl ettiğini ileri sürmektedir. Akrabası ve çağdaşı Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin (ö. h.932/m.1526), Pîrî Mehmed Paşa’nın dedesi Lârendeli Mevlânâ Hamza’dan ilk tahsilini yaptıktan sonra İstanbul’a gelip Molla Hüsrev’in (ö. h.888/m.1480) derslerine devam ettiği; buradan Amasya’ya gidip müftülükte bulunduğu bilinmektedir. Pîrî Mehmed Paşa’nın da onun gibi dedesi Mevlânâ Hamza’dan ilk öğrenimini yapıp, babasının ikamet etmekte olduğu Amasya şehrine gittiği ve buradaki âlimlerden okuduğu söylenebilir.
Pîrî Mehmed Çelebi, medrese tahsilini tamamladıktan sonra, h. 896/m. 1491’de Amasya Şer’iye Mahkemesi’ne kâtip olarak girdi. Kısa süre sonra başkâtipliğe yükseldi (h.900/m.1494). Latîfî, onun müderrislik de yaptığını yazar. Bunun dışındaki kaynaklarda nedense müderrisliğinden bahsedilmez. Oysa Fatih Kanunnâmesi’ne göre 300 akçe mevleviyyet derecesindeki kadılığa; dâhil, hâriç ve sahn müderrisleri atanırdı. Mahreç mevleviyyetleri “kibâr-ı müderrisînin” hakkıydı. II. Bâyezîd döneminde Galata kadılığı, mahreç mevleviyyet idi. Pîrî Mehmed Çelebi, Galata kadılığından Fatih İmareti mütevelliliğine getirildiğine göre kadılıktan önce bir müddet müderrislik de yapmış olmalıdır.
Mevlânâ Pîrî Mehmed, daha Amasya valiliği sırasında babasından dolayı kendisini tanıyan II. Bâyezîd’in cülusunu müteakip Amasya’dan ayrılmış; önce müderrislik yapmış; daha sonra sırasıyla; Sofya, Silivri, Siroz ve arkasından Galata kadılıklarında bulunmuştur. Kadılıktaki üstün başarısından sonra İstanbul’daki Fatih İmareti mütevelliliğine getirilmiş; h.910/m.1504’te hazine defterdarlığına geçmiştir. Belgelerdeki kayda göre h.911/m.1505’te defterdar yani Anadolu Defterdarı’dır. Mustafa Âlî’nin kaydına göre, Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tahta çıkınca “Pîr-i erbâb-ı tedbîr” olduğu için onu “Hazîne-i Âmire’nin Defterdârı” yaptı. H.920/m.1514’te Rumeli Defterdarı yani; Başdefterdar olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.
Çaldıran Seferi’ne Başdefterdar olarak katılan Pîrî Mehmed’e savaşta askerin iaşesinden başka, menzil hizmetlerinin idaresi de verilince padişahtan önce yola çıktı. Ordunun konup göçeceği, ihtiyaçlarını göreceği menzillere düzen vererek Amasya’ya ulaştı. Ordunun İran sınırına girince gerek duyacağı iaşeyi buradan temin etti. Osmanlı ordusu uzun süre düşman topraklarında yürüdü. Fakat, Şah İsmail (1501-1524) ve ordusu bir türlü ortalarda görünmüyordu. Yeniçeriler, bu durum karşısında problem çıkarmaya başladılar. Pîrî Mehmed, bu sıkıntılı anda Yavuz’a destek verdi. Düşmanın bulunduğu yerin öncelikle belirlenmesini tavsiye etti. Padişah, onun bu fikrini beğenip casuslar göndererek Şah İsmail’in Çaldıran’da bulunduğunu tespit etti. Çaldıran’a varınca Yavuz Sultan Selim, hemen bir harp meclisi topladı. “Ertesi gün şafakla beraber savaşa başlama, yahut askere yirmidört saat istirahat verme” konusunu tartışmaya açtı. Vezirler, yirmidört saat istirahat verilmesi yönünde görüş bildirdiler. Onların bu fikrine yalnızca Başdefterdar Pîrî Mehmed Çelebi; «Ordû-yı hümâyûnda bulunan akıncıların kısm-ı a‘zamı Şiî bulunmak hasebiyle orduya istirâhat etdirilüp yokdan yere vakit geçirildiği takdirde bunlar düşmanla muhâberâtda bulunarak Osmanlı ordugâhını terk veya istemeye istemeye hareket edecekler. Binâenaleyh düşmana me’mûl etmediği bir zamanda ta‘arruz etmek te’mîn-i maksada daha muvafık olur» diyerek karşı çıktı. Onunla aynı görüşte olan padişah: « İşte yegâne re’y sâhibi bir adam! Yazık ki vezir olmamış!» diyerek ona iltifatta bulununca Harp Meclisi’nde hemen savaşa girme kararı alındı. Şah İsmail’i yenen Sultan Selim, Başdefterdar Pîrî Mehmed Çelebi’yi, Mustafa Paşa’nın azli ile boşalan dördüncü vezirliğe atadı.
Pîrî Mehmed Paşa, Mısır Sultanı’nın Şah İsmail’e yardım edebileceğini; bu sebeple öncelikle Mısır işinin halledilmesi gerektiğini padişaha anlatmış; Yavuz, onun fikirleri doğrultusunda Memluk Devleti’nin üzerine yürümeye karar vermiş (Cemâziyelevvel 922/Haziran 1516); İstanbul’un muhafazası için vezir Pîrî Mehmed Paşa’yı atamıştır. Memluklerin elinde bulunan Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı sınırları içine kattıktan sonra Arap ve Acem Kazaskerliği adıyla üçüncü bir kazaskerlik ihdas etmiş; bu göreve Pîrî Mehmed Paşa’yı getirmiştir.
Memluk Devleti’nin tamamını ele geçiren Yavuz Sultan Selim, Mısır beylerbeyliğine Hayır Bey’i (ö.1522) atadı. İstanbul’a dönerken Şam yolunda Veziriazam Yunus Paşa’yı, Hayır Bey’le ilgili sarfettiği çirkin sözlerinden ötürü idam ettirdi (6 Ramazan 923/22 Eylül 1517). Şam’a ulaşmadan önce Pîrî Mehmed Paşa’yı sadrazam olarak atadı. İstanbul’a gönderilen emr-i şerîfi alan Pîrî Mehmed Paşa, hemen Şam’a hareket etti. 22 Muharrem 924/3 Aralık 1518’de yeni göreve başladı. Padişah İstanbul’a döndü. Pîrî Mehmed Paşa, bir süre Güneydoğu Anadolu’da kaldı. Kuzey Irak’ı Osmanlı sınırları içine kesin olarak soktu. Musul, Erbil, Kerkük ve Bağdat eyaletine bağlı Divaniye ile Düleym/Ramadi sancaklarını alarak Bağdat’ın 100 km kuzeybatısına kadar ilerledi. Bu harekât sırasında nüfusu %50 Türk olan Kuzey Irak’ta, 120 bin km2’den fazla toprağı ele geçirmiş oldu. Burada bulunduğu sırada her gün divan yapıp memleket meselelerine çare bulmaya çalıştı. En önemli gündem maddesi, yeni alınan yerlerin tahrîr işi idi. Bunun için Arap vilayetlerindeki halkın vakıfları, malları, gelirleri ile diğer ihracatın tahrîrini görevlendirdiği yazıcılardan istedi. Onun talepleri doğrultusunda tahrîr kâtipleri en küçük gelirleri bile defterlere işlediler. Organize o kadar güzel yapılmıştı ki alınan yerinde önlemlerle bu zor iş kısa sürede neticelendirildi. Herhangi bir huzursuzluğa sebep olunmadığı gibi Müslüman Araplar, getirilen bu yeni düzenle rahat ve huzura kavuştular.
Günümüzde Sırbistan’ın başkenti olan Belgrad, XVI. yüzyıl başlarında Macaristan’ın sınırları içinde yer alıyor, stratejik yönden Avrupa’nın kilit noktasında bulunuyor; Osmanlı Devleti’nin Batı Avrupa’daki fetihleri için büyük önem arz ediyordu. Bütün dikkatlerini Doğu ve Güney’e çevirmiş olan Sultan Selim, Macarlar’la daha önce var olan barış antlaşmasını uzatmış; bu sebeple Mısır Seferi sırasında iki taraf arasında kayda değer herhangi bir olay çıkmamıştı. Onun maksadı, Çaldıran’da yakalayamadığı Şah İsmail’in üzerine tekrar yürümekti. Oysa Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa, Memluk problemi halledildikten sonra ilk planda Macaristan ve Rodos Saint Jean şövalyeleri meselesini gündeme getirme düşüncesinde idi. Bu hususu sırası geldikçe Yavuz Sultan Selim’e empoze ediyordu. Sonunda padişahın dikkatini Avrupa’ya yöneltmeye muvaffak oldu. Bundan sonra Batı’ya karşı açılacak seferler için donanmaya önem verdi. Kısa sürede çok sayıda gemi ve savaş malzemesi hazırladı. Fakat, Yavuz’un sağlığında Macaristan Seferi gerçekleştirilemedi.
Yavuz’un h.926/m.1520’de vefatından sonra üç yıla yakın Sultan Süleyman’ın (1520-1566) sadrazamlığını yürüten Pîrî Mehmed Paşa, bu çok kısa süre içinde Belgrad ve Rodos’un fethi gibi son derece önemli gelişmelere damgasını vurdu. Osmanlı Devleti’ni yaptıklarıyla süper güç durumuna getirdi. Sultan Süleyman’ın cülusunu haber vermek için Macaristan Kralı’na gönderilen Behram Çavuş öldürüldü. Gerek bu olay gerekse Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa’nın genç padişaha Belgrad’ın stratejik ehemmiyetini anlatması Macaristan’a karşı sefer düzenlenmesine sebep oldu. Belgrad Seferi için Dîvân-ı Hümâyûn’da karar alınınca Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa, önemli sayıda timarlı sipahi ve on bin azapla birlikte kara yoluyla önden Belgrad üzerine hareket etti. Arkasından Sultan Süleyman, üçüncü Vezir Ahmed Paşa komutasındaki kuvvetlerle İstanbul’dan çıkıp Belgrad’a yürüdü. Belgrad Seferi, Pîrî Mehmed Paşa’nın sadrazam olarak katıldığı ilk savaştır. Muharebe meydanında aldığı önlemler, onun iyi bir devlet adamı ve ileri görüşlü bir komutan olduğunu göstermektedir. Çevresindeki ufku dar ve ihtiraslı vezirlerin etkisiyle Sultan Süleyman, savaşın başında onun görüşlerini dikkate almak istemedi. Fakat cephedeki gelişmeler, Pîrî Mehmed Paşa’nın haklılığını ortaya koydu. Sonuçta onun dediği yapılarak Belgrad Kalesi fethedilmiş oldu (26 Ramazan 927/30 Ağustos 1521).
Memluk Devleti, Osmanlı sınırlarına katılınca Akdeniz’deki Rodos Adası önem kazanmış; Rodos Adası’nın artık alınması zaruri hale gelmişti. Yavuz’u, hac deniz yolunu kapatan ve Türk ticaretine engel çıkaran Hristiyan deniz korsanlarının barınağı durumundaki Rodos Kalesi’nin fethini teşvik eden, ancak ikna edemeyen Pîrî Mehmed Paşa, onun ölümünden sonra tahta çıkan Sultan Süleyman’ı ada ile ilgilendirmeye muvaffak oldu. Diğer taraftan Yavuz zamanında Pîrî Mehmed Paşa’nın görevlendirdiği iki casus, Yahudi Tabip’le Rodos şövalyelerinden Don Andrea d’Amaral’ın adada yaptıkları çalışmalar Rodos Seferi kararının verilmesini etkiledi. Onun görüşleri doğrultusunda Dîvân-ı Hümâyûn’da Rodos’a sefer kararı alınınca donanma, Rodos önlerine vardı. Arkasından Kanûnî ve Pîrî Mehmed Paşa, sayıları 100 bini bulan kapıkulu ve eyalet askerleriyle karadan hareket edip, 4 Ramazan 928/28 Temmuz 1522’de Marmaris’e vardılar. Pîrî Mehmed Paşa, emrine verilen askerlerle padişahtan önce gemilerle Rodos’a geçti. Serdarlığa getirilen Çoban Mustafa Paşa (ö. h.935/m.1529), Rodos’u kuşatmış, ancak kaleyi alamamıştı. Bu durumu gören tecrübeli Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa, Marmaris’te bekleyen padişaha bir haberci gönderip ordunun başına geçmesi gerektiğini bildirdi. Bu çağrı üzerine Sultan Süleyman Marmaris’ten Rodos’a geçti. Hemen bir Harp Meclisi toplayarak başarısızlığın sebebini belirlemeye çalıştı.Sultan, Vezir Ahmed Paşa’nın etkisinde kalarak kuşatmanın uzamasına Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa ile Serdar Mustafa Paşa’nın neden olduğu kanısına varıp bunlara kızdı. Savaş tekrar olanca hızıyla başladı. Fakat, yapılan sayısız hamlelere rağmen kale bir türlü düşmüyordu. Sultan Süleyman, bu başarısızlığa sebep olan Çoban Mustafa Paşa’dan başkomutanlığı alıp Gürcü Ahmed Paşa’ya verdi. Serdar, cephede kendine göre yeni düzenlemeler yaptı. Fakat Osmanlı topçuları yine çok sayıda şehit verdi. Pîrî Mehmed Paşa, kendisine rakip olmasına rağmen Serdar Ahmed Paşa’ya yardım etmek istiyordu. Çünkü Osmanlı ordusu büyük bir felâketle karşılaşabilirdi. O hâlde yeni bir taktik geliştirilmesi gerekiyordu. Ahmed Paşa’ya bir haberci gönderip duvarları çok kalın olan Rodos Kalesi’ne top atışının boşuna olduğunu bildirdi. Bir araya gelip yeniden durum değerlendirmesi yapılmasını teklif etti. Ahmed Paşa, sadrazamın sözlerine kulak asmadı. Askerlere savaşa eskisi gibi devam edilmesi emrini verdi. Açıkta savaşan çok sayıda Osmanlı askeri düşman topları önünde şehit oldu. Tüm gayretlere rağmen sonuç alınamıyor, kuşatma günden güne uzuyordu. Padişah, 18 Ramazan/12 Ağustos günü bir Harp Divanı kurdu. Pîrî Mehmed Paşa, “Bu güçlü kalenin topla yıkılması mümkün değildir. Toprak dolu çuvallarla kaleden yüksek kuleler yapılıp üzerine silahlı askerler çıkarılır, bunlar kalenin bedenlerinden top ve tüfekle ateş eden düşmanı kaçırır. Gaziler, hendek içine girerek hisar duvarlarından gedik açarlar” deyince Serdar Ahmed Paşa söz alarak onun fikirlerini çürütmeye kalktı. Sadrazamın diğer muarızları da Ahmed Paşa’yı destekleyince savaşın eski usul üzere devamına karar verildi. Pîrî Mehmed Paşa, rakiplerinin kısır döngü içine girdiklerini görünce kendi cephesinde divanda teklif ettiği gibi savaş şeklini değiştirmeye karar verdi. Uzun menzilli büyük topları gerilere yerleştirip kaledekileri topa tuttu. Düşmanı burçlardan geri çekilmeye mecbur etti. Bundan istifade ile sırf kendi kolunda kalenin hendeğine yakın bir yerde, toprak dolu çuvalları yan yana ve üst üste koyarak kale gibi yüksek bir tabya yaptırdı. Bunun üzerine tüfekli askerler yerleştirdi. Onlara ateş ettirerek düşmanın burçlarda silah kullanmasına imkân vermeyince düşman askerleri kale duvarlarının arkasına, aşağıya inmek mecburiyetinde kaldılar. Pîrî Mehmed Paşa’nın yaptırdığı tabyadan düşmana telefat verdirilip göz açtırılmayınca Sultan Süleyman, sadrazamın kurduğu tabyanın bulunduğu cephe dışındaki mevzilerde toprakla tabya “sedd etmeğe” 50 bin Türk askerini görevlendirdi. Bunlar, Rodos Kalesi’nin çevresinde, suni tepelerden bir “hisâr-ı revân” yaptılar. Osmanlı askerleri, bu tepelerin üzerine yerleştirildi. Osmanlıların ne yaptıklarını göremez duruma düşen şövalyeler, çaresiz kalınca sonunda Rodos Adası’nı teslim ettiler (5 Safer 928/24 Aralık 1522).
Pîrî Mehmed Paşa’nın Belgrad ve Rodos kalelerinin kuşatılmaları esnasında geliştirdiği taktikler ortada iken, düşmanlarının aleyhindeki propagandaların etkisi altında kalan Kanûnî Sultan Süleyman onu hiçbir zaman takdir etmedi. Artık görevinden önünde sonunda alınacağını anlayan Pîrî Mehmed Paşa’ya padişah bir gün: “Hizmetinden kemâl-i mertebe şükrân üzere olduğum bir kulum taşra çıkarmak isterim. Bilmem ne mansıb ile çıkarsam?” diye sorunca, o da: “Öyle mukarreb ve makbûl kullarına bendenizin yeri tevcîh olunmak gerekdir” cevabını verdi. Bu kısa konuşmadan sonra mühr-i şerîfi padişaha teslim ederek sadrazamlıktan ayrıldı.
Kanûnî, sadrazamlığa Odacıbaşı Pargalı İbrahim Ağa’yı (ö. h.942/m.1536) getirdi. Bu atama ile Osmanlı Devlet teşkilatında kötü bir çığır açılıyordu. Çünkü padişahlıktan sonra en önemli görev olan sadrazamlığa şimdiye kadar tecrübesiyle öne çıkanlar getirilmişti. Kölelikten gelen Pargalı, saray dışına herhangi bir görevle çıkmış değildi. Herhangi bir devlet tecrübesi olmayanların atanmaya başlanmasıyla veziriazamlık gibi çok önemli bir makam, liyakatsiz kişilerin eline bırakılmış oluyordu. Oysa Pîrî Mehmed Paşa, Büyük Selçuklulardan beri ilim ve devlet adamı yetiştirmiş bir aileden olup doğru bildiğini canı pahasına bile olsa söyleyen, fikir üretip devlete yön veren bir bilim adamıydı. Sultan Süleyman; gençti, yaşça ve tecrübece kendisinden aşağıda, her söylediğini itirazsız yapan bir sadrazam istiyordu. Bunun için devlet idaresinde hiçbir tecrübesi olmayan Makbul İbrahim Paşa’yı bu göreve getirdi. Bir de enişte-kayın olmaları padişahı rahatlattı. Ancak Kanûnî, bir köleden farklı fikirler gelmeyeceğini, ilerleyen yıllarda Pîrî Mehmed Paşa’nın süper güç hâline getirdiği devletinin duraklayacağını hatta sonunda yıkılacağını hesap edememişti.
Pîrî Mehmed Paşa, Konya’da ikamet edip vefatında Mevlânâ Türbesi’nin yakınında yaptırdığı tekkenin bitişiğindeki türbeye gömülmeyi düşünüyordu. Ancak, İstanbul’a çok yakın olan Silivri’de oturup başkentte olup bitenleri takip etmek, sebepsiz yere kaybettiği makamına tekrar kavuşmak istiyordu. Bunun için mazul bir sadrazam olarak sürekli İstanbul’la temasını sürdürmüş; hatta arada bir Saray’a davet edilip iç ve dış siyasetle ilgili fikri alınmış; zaman zaman görevler de verilmiştir. Peçevî’ye göre bir ara Semendire Sancak Beyliğine getirilmiş; eskiden olduğu gibi bazı seferler sırasında İstanbul Muhafızlığına tayin edilmiştir. Onun İstanbul’la ilişkisini kesmemesi; Sadrazam İbrahim Paşa’yı, eski veziriazamın tekrar aynı göreve getirileceği gibi bir şüpheye sevketti. Bu yüzden Pîrî Mehmed Paşa’yı h.939/m.1533 tarihinde büyük oğlu Muhyiddin Mehmed Raşid Efendi’ye zehir içirterek katlettirdiği muahhar kaynaklarda geçmektedir.
Pîrî Mehmed Paşa, Osmanlı merkez teşkilatını çok iyi bilen, bunu yerli yerince uygulayan bir devlet adamı olarak sadrazamların törenlerde nasıl hareket edeceklerine dair bir Nasihat-nâme yazmış; bunu Teşrîfâtî-zâde Mehmed b. Ahmed, Defter-i Teşrîfât adlı eserine ondan naklen almıştır. O, taşra teşkilatını da yakından tanıyan biriydi. Latifî, “Vilâyet-i Âl-i Osman’a ona bedel ve nazîr şer‘ ve kanûn bilür bir vezir-i rûşen-zamîr gelmiş değildir” dedikten sonra devlet işlerine ve Osmanlı Devleti’ne bağlı her bölgeyi eski âdetleriyle bildiğine dair de “Her vilâyetin âdet-i kadîmesine âlim ve vâkıf” olduğunu yazmaktadır. O, gerçekten Osmanlı hukukunu ve devlet yapısını çok iyi bilen bir devlet adamıydı. Bu özelliğinden dolayı daha II. Bâyezîd döneminde, Galata Kadısı iken, “Semendire Eflâkleri Kanunnâmesi”ni yazmak üzere görevlendirilmiş; yerel hukuka dair kaleme aldığı bu eser çerçevesinde Semendire sancağının tahrîrini yapmıştır.
Osmanlı şairleri arasında hatırı sayılır bir yeri bulunan ve şiirlerinde “Remzî” ve “Pîrî” mahlaslarını kullanan Pîrî Mehmed Paşa, ata sözü ve deyimlerle süsleyerek şiir söylemede eşsiz; aynı zamanda “nükte-şinâs” idi. Bu sebeple Sehî, onun için “Tarz-ı şi‘ri gayet latîf anlamış idi”; Kınalı-zâde (ö. h.979/m.1572) ise, “Fenn-i belâgatda dahi iktidâr ve bu tâ’ifenin yanında hayli i‘tibârı var idi” demektedir. Şiirlerini topladığı ve Evliya Çelebi’nin “mükellef bir Dîvân”, Mehmed Tahir’in ise “mürettep Divançe” dediği esere şimdilik kütüphanelerde rastlanmamıştır. Ancak 2010 yılında İzmirli sahaf Hüseyin Taş, “Pîrî Mehmed Paşa Divanı”nın kendisinde bulunduğunu söylemiştir.
Pîrî Mehmed Paşa, gençliğinde inşa yani; güzel nesir yazma ile de uğraştığından emsalleri arasında ilm-i kitabetteki vukufu ile de tanınmıştır. O, dönemin tarihini en iyi bilenlerden biri idi. Bunun için tarihçiler, II. Bâyezîd ve Yavuz devrindeki olayların birçoğunu Pîrî Mehmed Paşa’dan öğrenmişlerdir. Ünlü Osmanlı tarihçisi ve divan kâtibi Celâl-zâde Mustafa Çelebi (ö. h.975/m.1567), II. Bâyezîd ve I. Selim’e dair bildiklerimizin büyük kısmını eserine ondan almıştır. Muahhar kaynaklarda onun hayatının kaleme alındığı konusu üzerinde durulmaktadır. Bunu ilk defa dile getiren Hâfız Hüseyin Ayvansarayî olmuş; Hadîkatü’l-Cevâmi‘ adlı eserinde Pîrî Mehmed Paşa’nın hayatı hakkında bilgi verdikten sonra “bidâyet-i ikbâlinden nihâyet-i ahvâline varınca ahvâli müstakil bir târîhdir”; Mehmed Tahir de “ikbâlinin başlangıcından sonuna kadar cereyan eden hâdiseleri açıklayan müstakil bir eser yazıldığı Hadikatü’l-Cevâmi’de mezkûrdur” demekte ancak, bu eserin nerede bulunduğunu söylememektedir. Şairliği ve ilm-i kitabette vukufu olanlara daha defterdarlığından itibaren sahip çıkmış, onları uygun yerlerde istihdam etmiştir. Özellikle sadrazamlığı zamanında yeteneğini keşfettiği şair ve âlimleri himaye etmiş; şairlere bol bol ihsanlarda bulunarak onları hoş tutmuştur. İstikbal vadeden genç âlimlere de sahip çıkmış; onları önemli mevkilere getirerek genç alimlerin önlerini açmıştır. Dönemin tarihçi ve yazarları, onun bu hususiyetini eserlerinde dile getirmiş, vuku bulan bazı olayları anlatmışlardır. Biyografi yazarlarından Taşköprî-zâde, onun “Gürûh-ı ‘ulemâya ve fırka-i sülehâya derûn-ı dilden muhibb” olduğunu yazmıştır. Kınalı-zâde, Zâtî’nin (ö. h.953/m.1546) hâl tercümesini verirken, defterdar olmasını bir şiirle öven bu şairi ihsanlara boğduğunu söylemektedir. Vezirliğe getirilince yazısının güzelliği ve kitabetteki bilgilerinden dolayı Tacî-zâde Cafer Çelebi (ö. h.921/m.1515) ile Celâl-zâde Mustafa Çelebi’yi kendisine tezkireci yapmıştır. Veziriazamlığa atanınca ilk işi Kalkandelenli Sücûdî, Cefer Çelebi ve Celâl-Zâde Mustafa’yı Dîvân-ı Hümâyûn kâtipliklerine getirmek olmuştur.
Pîrî Mehmed Paşa, Osmanlı Ülkesi’nde Anadolulu ulemaya birinci derecede rol verilmesine taraftardı. Onları kayırmada çok ileri gittiğinden bir defasında Yavuz Sultan Selim’den azar bile işitti. Mısır’ın Osmanlı sınırları içine alınmasından sonra padişah Mekke ve Medine’ye birer kadı göndermesini Pîrî Mehmed Paşa’dan istedi. İstişare ettiği bazı Anadolulu bilginler ona: “Mekke ve Medine’ye Rum’dan (yani Anadolu’dan) kadı göndermek münâsibdir” dediler. Paşa, onların bu önerisini kabul edip Sultan Selim’e sununca padişah bu teklife çok kızdı ve veziriazama şöyle cevap verdi:“Yeryüzünde dîn-i Muhammedî (A.S.V.) zuhûr edeli tokuz yüz yıldan ziyâdedir. Mekke-i Mu‘azzama, Harem-i İlâhî; Medîne-i Münevvere, tâhtgâh-ı hazret-i risâlet-penâhîdir. Bu zamâna gelince hâricden onlara kadı gönderilmiş midir?”
Pîrî Mehmed Paşa, ailesinden aldığı tasavvuf terbiyesinin etkisiyle mutasavvıflara sempati duymuş; her fırsatta onları koruma cihetine gitmiştir. Onun mutasavvıfları son derece sevdiği ve saydığı, devrin yazarlarının ifadelerinden anlaşılmaktadır. Mecdî Efendi, “Fırka-i sulehâya derûn-ı dilden muhibb”; Nişancı-zâde de “Muhibb-i ulemâ ve sulehâ” olduğunu yazmaktadır. Gerçekten o, Halvetîler için İstanbul’da; Mevlevîler için de Konya’da zâviye, mescit, mektep, medrese ve imaret gibi tasavvuf yapıları inşa ettirip buralara zengin vakıflar tahsis etti. Cemâlî Ailesi’nden Halvetî Şeyhi Cemâleddîn İshak-ı Karamânî’ye (ö. h.933/m.1527) önce İstanbul Zeyrek’te Soğukkuyu Camii ve Zâviyesi’ni, sonra Koruklu Dergâhı’nı yaptırdı. Diğer taraftan Konya’da bir cami, zâviye ve imaret inşa ettirip Mevlevîler’e tahsis etti. Mevlevî Sinan Dede’yi bu zâviyeye seccade şeyhi yaparak Osmanlı siyasetine uygun olarak Mevlevîliğin yapılanmasını sağladı.
Pîrî Mehmed Paşa, gelmiş geçmiş Osmanlı sadrazamlarının en büyüklerinden birisiydi. Ahlakının temizliği, haysiyet ve vakarı, siyasi, idari, mali ve askerî işlerdeki engin tecrübesi, doğruluk ve adaletiyle herkesin beğenisini kazanmış; yaptığı hizmetlerle Osmanlı Devleti’ni süper güç haline getirmiştir. Bunun için Lütfi Paşa, Âsâfnâme adlı eserinde Pîrî Mehmed Paşa’yı veziriazam numunesi olarak göstermektedir. Mustafa Âlî, onun söyleyip yaptıklarına zamanında hiç kimsenin “Nâ-mahaldir” diyemediğini yazmaktadır. İcraatlarıyla o, memuriyetinin bütün kademelerinde lider konumunda olmuştur. Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ’da, Selçuklu devri büyük bilgin ve devlet adamı Nizamülmülk’le (ö. h.485/m.1092) Pîrî Mehmed Paşa’yı karşılaştırarak onu Nizamülmülk’ten üstün göstermekte; eğer aynı çağda yaşasalardı Nizamülmülk’ün ondan ders alma ihtiyacını hissedeceğine vurgu yapmaktadır. Gerçek olan şudur ki Pîrî Mehmed Paşa şayet Yavuz ve Kanûnî gibi Türk tarihinin en güçlü hükümdarları dönemlerinde değil de kuruluş veya duraklama devirlerinde veziriazamlığa gelseydi, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda ayağa kaldırır; bu sebeple de o döneme, akrabalarından diğer devlete hizmet edenler de göz önüne alınarak ailesine nispetle; “Cemâlîler Devri” adı verilirdi.
Pîrî Mehmed Paşa, ilmiye sınıfından yetişmiş vezirlerinden birisi olduğu halde ordunun sevk ve idaresinde son derece başarılı bir askerdir. Barış zamanında düşman hakkında sürekli haber toplaması; savaş alanında yeni taktikler ortaya koyması; tersaneyi inşa ettirip dünyanın en güçlü donanmasını hazırlaması ve bunları imal ettiği modern silah ve toplarla donatması onun profesyonel bir asker olduğunu göstermektedir. Savaş meydanlarında bilinen usullerin dışında ortaya koyduğu taktikleriyle de dikkat çekmiş bir komutandı. Rodos kuşatması sırasında açık araziden kaleyi toplarla dövmenin boşa olduğunu ve netice vermeyeceğini yeni taktiklerin geliştirilmesi gerektiğini ileri sürmüş, geliştirdiği yeni usulle çığır açmıştır. Sadrazamlığa getirildiği sırada Osmanlı donanması, sayı ve teçhizat bakımından Avrupa devletlerininkinden çok geri idi. Bu hâliyle onların karşısına çıkılamazdı. Ayrıca İstanbul’da gemi yapmak için modern tezgâhlar da yoktu. Fatih’in genişlettiği Bizans döneminden kalma tersane, gemilerin şiddetli kışlarda barınması için kullanılıyordu. Paşa, veziriazam olunca Batılı devletlerdeki gibi Kasımpaşa’da 200 gözden ibaret bir tersane vücuda getirdi. Gelibolu’daki tersaneyi başkent İstanbul’a naklederek Kasımpaşa Tersanesi’ni Osmanlı denizciliğinin merkezi hâline getirdi. Kısa sürede yüzlerce gemi inşa ettirdi. Yapılan bu çalışmalarla Osmanlı Devleti’nde mütekâmil denizciliğin kurucusu oldu. O sırada Akdeniz’de Haçlı donanmasına karşı kendi imkânlarıyla mücadele eden Türk denizcilerini İstanbul’da topladı. Mısır’ın ilhakından sonra, İslam âleminin en ünlü kaptanlarından biri olan Selman Reis’i Kızıldeniz’den İstanbul’a davet edip donanmanın başına geçirdi. Anadolu sahilleriyle Suriye ve Mısır’dan kürekçiler getirerek donanmanın teknik eleman yönünden ihtiyacını karşılamış oldu. Ordunun en önemli silahı olan top üzerinde de büyük gelişmeler sağlamış; dünyanın en büyük döğme yivli toplarını yapmıştır. Osmanlı-Memluklü savaşında İstanbul Muhafızı iken Yavuz Sultan Selim’in emri üzerine 22 ton ağırlığında iki top yaptırıp Kaptan Cafer Ağa’yla Mısır’a göndermiştir. Hindistan’ın fethi için de toplar döktürmüş; bunlardan bazıları o devirde Sumatra’ya götürülmüştür. Kanûnî tahta geçtikten sonra top yapımına hız vermiş; Rodos seferine karar verilince Tophane’de kale topları dökümü için hızlı bir çalışma başlatmış; kısa sürede eski toplara ilaveten çok sayıda top hazırlamıştır. Yavuz’un desteğini alarak orduyu devamlı yenilemiştir. Ahmed Ata’ya göre, bu sayede Sultan Süleyman’a 290 bini süvari olmak üzere bir milyondan fazla düzenli askeri olan bir ordu bırakılmıştır.
Pîrî Mehmed Paşa hayırseverliğiyle de ün yapmış bir devlet adamıdır. Bunun için Mehmed Süreyya onun “Muhibb-i fukarâ” olduğunu yazmaktadır. Paşa’nın vakıf eserleri için düzenlettiği vakfiyelere bakılırsa gerçekten Osmanlı Ülkesi’nin birçok yerinde; cami, mektep, medrese, zâviye, imaret, tabhane, han, hamam, dükkân, pazar yeri gibi; dinî, sosyal ve ticarî yapılar inşa ettirmiş, bu hayır kurumlarının ayakta kalması ve hizmetlerin en iyi şekilde yürütülmesi için çok sayıda gayrimenkul vakfetmiştir. Konya’da fakir ve dışarıdan gelen dervişlerin kalmaları için yaptırdığı zâviyenin zengin vakıfları vardı. Bunların gelirlerinden bir miktarını, Aksaray’da büyük dedesi Cemâleddîn-i Aksarâyî’den kalan ve onun mektep olarak vakfettiği yerde okuyan yetim öğrencilerin bayramlık elbiselerinin alınması için tahsis etmiştir. Yine aynı vakfiyeye göre erkek kölelerinin büyük küçük hepsini azat etmiş; onlara toplumda saygınlık kazandırmak için vakfın nezaret ve tevliyet cihetlerini şart koşmuştur. İstanbul’un imarı düşüncesiyle o zamanlar gelişmemiş olan Hasköy’de bir kasaba kurmuştur. Evliya Çelebi bu yerleşim yerini “Kara Pîrî Paşa Kasabası” olarak Seyahatnâme’ye almış ve tanıtmıştır. Ona göre Paşa önce Hasköy’de bir bahçe bina etmiş; daha sonra; bin adet bağlı ve bahçeli ev, bir mescit ve hamam yaptırarak burayı kasaba hâline getirmiştir.
Pîrî Mehmed Paşa, muhtemelen Amasya’da iken II. Bâyezîd’in (1481-1512) Arpa Emîni Seyyid Ömer Efendi’nin kızı ile evlendi. Tespit edilebilen iki oğlu, üç de kızı vardı. Oğulları; Mevlânâ Muhyiddin Mehmed Raşid Efendi (ö. h.941/m.1534) ile Mîr Mehmed (ö. h.941/m.1434-35); kızları ise Ayşe, Hanım ve Neslihan’dır.