Keşke derin devlet olsa!
Osman Özsoy 01 Ocak 1970
Derin devlet tartışmaları bana, yıllardır dert yandığım bir konuda içimi açma fırsatı verdi.
Yazının tamamını okumaya vakti olmayanlar için baştan söyleyeyim. Ben bugüne kadar derin devletten daha ziyade, hep sığ devletten şikâyetçi oldum. Onu oldum olası daha tehlikeli buldum.
İhtiyacımız olan şey derin devlet değil, derin adamlar, çaplı yöneticilerdi. Çünkü başımıza ne geldiyse hep sığlıktan geldi.
Sığ cumhurbaşkanı, sığ başbakan, sığ general, sığ bakan, sığ siyasetçi, sığ bürokrat, sığ yargıç, sığ profesör, sığ sanatçı, sığ gazeteci, sığ öğretmen, sığ yönetici vs... Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz.
Kısacası ülkemiz hep sığ anlayıştan çekti. Çektiğimiz sıkıntıların en önemli nedeninin bu olduğuna inandım.
Bu ülkenin derinliğini ve potansiyelini bir türlü tartamadı yönetenler. Derinleşemediler. Kimi yükün ağırlığı altında kaldı gitti, kimi de hafiflikten içi gaz dolu balon gibi uçtu gitti.
Keşke bu ülkede öne çıkan insanların ortak özelliği yetersizlikleri değil, derinlikleri olsaydı. Kendi derinlikleri sığ işlerle uğraşanlara mani olacak nitelikte olsaydı. Devlet içinde birileri derinleşeceğine, devlet adamları derinleşseydi.
Derin devlet nedir?
Hiç unutmuyorum. Amerika’nın New Jersey eyaletinde 1999 yılı şubat ayının son gününde verdiğim bir konferansın ardından sıra dinleyici sorularına geldiğinde, bir katılımcı “derin devlet nedir ve nasıl bir şeydir?” diye sormuştu.
Cevaben şunları söylemiştim: “Unutmayın her şey sonunda insana dayanır. Eğer iddia edildiği gibi bir derin devlet olgusu varsa, nihayetinde bu insanlar iyi insanlarsa iyi olur, kötü insanlarsa kötü olur. Bizim milletçe en önemli yitiğimiz hemen her alanda olduğu gibi nitelikli insandır. Sorunlarımızın temel kaynağı da budur. Bahsettiğiniz konu aslında sadece sonuçtur. O noktaya nasıl gelindiğini görmek lazım…” demiştim.
Amacım mevcut çarkın ne tür insan profili ürettiğini nazara vermekti. Çünkü ülkemizdeki yozlaşmayı sadece kurumlara ve derin devlet denilen müphem olguya atarak işin içinden sıyrılmaya çalışmanın kolaycılık olacağını düşünüyordum.
Bu ülkenin kokuşan asıl malzemesi insandır. Ve bu kokuşmuşluk sadece belli alanlarda değil, hemen her noktada kendini hissettirmektedir.
13 Aralık’ta bu köşede yayınlanan “Devlete sızan ihanet şebekesi...” başlıklı yazıda şu satırlara yer vermiştim:
“...Yıllar önce, başbakanlık yapmış siyasetçilerimizden biriyle sohbet ederken; “Bizden daha güçlü ülkeler devletimiz üzerindeki baskılarını nasıl hissettiriyorlar” diye sormuştum. Bu değerli siyasetçimiz, görev yaptığı yılların ülkemizin sıcak harbin eşiğine en çok yaklaştığı döneme denk geldiğini ifade ettikten sonra şunları söyledi; “Başbakanlık yaptığım süre içinde doğrudan hiçbir baskıyla karşılaşmadım. Ama çevremdeki kimi insanlarla, bakan veya bürokratlarla kritik konuları istişare ettiğimde ve bir karara varmak gerektiğinde yıllar sonra şunu fark ettim. Aldığımız kararlar, daha çok başkalarının çıkarlarına hizmet edecek bir neticeye varıyor. Bu garip ilişkiyi fark ettiğimde, görev sürem de dolmuştu...” dedi.
Adam kıtlığı…
Son günlerde yürütülen derin devlet tartışmalarına tarihi perspektiften bakarak konuya katkıda bulunanlar, Türkiye’nin bu kavramla ilk kez Osmanlı Devleti’nin son döneminde karşılaştığını ifade ediyorlar. Sanatçı Zülfü Livaneli geçtiğimiz hafta katıldığı bir televizyon programında, “Devletin içten ve dıştan kuşatma altında olduğu zor bir dönemde, Sultan II. Abdülhamit’in devleti 33 yıl ustalıkla yönetmesi takdir edilecek bir durumdur ve bu yönetim anlayışı enine boyuna araştırılmalıdır” demişti.
İşte o Abdülhamit, devletin o günlerde içinde bulunduğu zorlukları anlatırken en çok kâhtı ricale (adam kıtlığına) dikkat çeker.
Kısacası, devlet adamı kıtlığının olduğu dönemlerde derin devlet olgusu daha çok karşımıza çıkmaktadır. Derin devlet adına hareket ettiklerini iddia edenler, aslında ülkenin derin devlet adamına sahip olmadığı ortamdan beslenmektedirler. Devlet içinde devlet olma olgusu da böyle başlamaktadır.
İşin vahim tarafı, devletin çıkarlarını koruduğunu sanan bu oluşumlar bilerek ya da bilmeyerek yabancı gizli servislerin kontrolüne giriyor. Ya da gizli servisler bu tür oluşumları hayata geçirmek için bizzat çaba gösteriyor. Birileri vatanı kurtardığını sanırken, perde arkasındakiler hem kurtarmak isteyenin, hem de kurtarılması gerekenin ipini çekiyor. Kısacası devleti kurtaracağız diye ortaya çıkanlar devleti batırıyor.
Sözün kısası şudur: Ülkenin derin devlete değil, derin devlet adamlarına ihtiyacı vardır. Sorumluluk sahibi insanlar liyakatli ve kararlı olurlarsa, bünyedeki safrayı etkisiz hale getirmek zor değildir. Ama bünye zayıfsa, irade ve kararlılık da yoksa bu virüslerin oluşturacağı tahribat da kaçınılmazdır.
Biz ülkenin başına gelenlerin faturasını bugüne kadar hep derin devlete kestik. Ben ise bu faturanın asıl sahibinin sığ devlet olduğunu düşünüyorum. Devlet bu kadar derin olsaydı, sığlık bu kadar olur muydu dersiniz.