'Derin devlet' eşkıyâlıktır
Mümtaz’er TÜRKÖNE 01 Ocak 1970
Başbakan'ın tartışma başlatan "Derin devleti minimize etmek, mümkünse yok etmek gerekiyor." sözlerini, müstakbel gelişmelere karşı bir "uyarı" olarak okudum. Başbakan'ın uyarısı belki bir endişeye, belki bir duyuma, belki somut bir bilgiye dayanıyor.
Bize düşen "derin devlet"in önümüzdeki günlerde "fazla mesai" yapma ihtimalini, ciddiye alınması gereken bir öngörü olarak dikkate almak. Devlet içinde bir kanunsuzluk, kuralsızlık, hatta eşkıyâlık varsa ve Başbakan bunları önlemek yerine durumdan şikayet ediyorsa, ilk akla gelenin bu şikayetin kamuoyuna yönelik bir uyarı olmasıdır.
Mehmet Baki, dünkü Zaman'da derin devlet hakkındaki farklı yorumları, uzmanları ve siyasetçileri temsil edici bir yelpazede derlemiş. "Derin devlet nedir?" sorusunun cevabını, herkes bir kanuna aykırılık durumu olarak veriyor. Devletlerin, "gizli" başlığı altında yürütülen güvenlik gibi görevleri var. Bu gizliliğin altında denetlenmesi zor bir karanlık bölge oluşuyor. Devlet görevlileri yetkilerini, kullandıkları kaynak ve imkanları "gizlilik" zırhından istifade ederek devleti korumak için değil, kendilerine çıkar sağlamak için kullanıyorlar. "Sağlanan çıkar", maddî bir kazanç elde etmeye veya doğrudan devlet içinde güç ve iktidar sahibi olmak gibi bir amaca hizmet ediyor. Kanunlarımızda yer alan "yetkileri şahsî çıkar ve nüfûz için kullanmak" suçunun kurumlaşmış haline "derin devlet" adını veriyoruz.
"Derin devlet", devletin derinleri, ücra köşeleri değil; gizliliğin sağladığı derinliği istismar etmek demek. Bu yüzden derin devlet tam anlamıyla devletin de düşmanı. Neden? Eşkıyâlıkla devlet yönetilemez, devlet çıkarları korunamaz da ondan. Devleti var eden hukuktur, yaşatan halkın onun hukukuna duyduğu güvendir. Uluslararası itibarını sağlayan da aynı şeydir. Derin devlet, yani devlet görevlilerinin eşkıyâ yöntemleri kullanması, devletin kendisini var eden hukuku yok eder ve onu bir muz cumhuriyeti kadar itibarsız ve değersiz hale getirir. Bu yüzden bir devletin varlığına yönelik en yakın ve büyük tehdit "derin devlet"tir.
Belma Akçura'nın ve son olarak Cüneyt Arcayürek'in "derin devlet"i konu alan kitapları okunmaya değer. Bugüne kadar "derin devlet"e dair en sahici sözleri söyleyen ve üstündeki gizlilik perdesini aralayarak kimliğini, mantığını ve ideolojisini teşhir eden kişi, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel oldu. Demirel, korkunun beslediği bir bataklıktan bahsediyor: "Derin devlet, normal devletin raydan çıkmış halidir. Ve devlet, korkudan raydan çıkar. Korku da, Osmanlı Devleti'nin dağılmasının sonucudur. Cumhuriyet'i kuranlar ordu mensubudur ve onlarda bu korku hâkimdir. Bu korkuyu hufre-i inkıraz (yani, uçurumun kenarına gelme) endişesi ya da pençe-i izmihlal (yani, çöküşün pençesine düşme) korkusu olarak nitelemek mümkün. Bu korku zihinlere yerleşti ve hiç çıkmadı... Çöküşün pençesine düştük, kalkın ey ehli vatan, devlet çöküyor biz kurtarıverelim, denir. Olay budur. Sonra, ehl-i vatan kaldırılır, (...) talebe hareketleri başlar, kan gövdeyi götürür; ya, iktidar gelip bu iş yürümeyecek, bari derin devlet işi üstüne alsın der ya da müdahale zemini doğar, derin devlet işe el koyar ve alır iktidarı, muhtemelen kendi denetimindeki bir başka siyasî gruba verir." (2 Nisan 2005, Sabah) Bu sözlerin sahibi, siyasî tecrübesi itibarıyla gerçek bir "derin devlet" uzmanıdır, sözleri bu yüzden değerlidir. Bu sözler, derin devletin yeri geldiğinde müracaat ettiği, kendini meşrulaştırmak için kullandığı ideolojisini yansıtmaktadır.
Derin devletin dayandığı korkunun, her daim var olması gerekir. "Devleti korumak" görevi, yakın tehditlere dayandırılır. Bu tehditler yoksa, Demirel'in dediği gibi icat edilir. "Derin devlet", hukukun hakim olması gereken devlete silahın hakim olmasıdır. 12 Haziran 1997 tarihli Hürriyet'in manşeti, derin devletin nadiren görünen yüzünün resmi olduğu için, hatırlamaya değer. Refahyol Hükümeti'nin sonunu getiren derin devlet tehdidi manşette şu şekilde formüle edilmişti: "Gerekirse silah bile kullanırız."
'Derin devlet'in tasfiyesi /MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
Eşkıyaya iki türlü bakabilirsiniz. Biri Yaşar Kemal'in İnce Memed romanındaki, romana adını veren eşkıya tiplemesidir. İnce Memed haksızlığa uğramış ve dağa çıkmıştır.
Kendisine haksızlık edene haddini bildirdiği gibi, zulüm altındaki zavallıların da imdadına yetişir. Zenginden alır, fakire dağıtır. Kim darda ise imdadına yetişir. Kemal Tahir, bu fazlaca idealize edilmiş eşkıya tipini yerden yere vurmak için eline kalemi alıp, "reddiye" niteliğinde bir roman yazmıştır. "Rahmet Yolları Kesti" adını taşıyan bu romanda Uzun İskender Ağa isminde bir eşkıya vardır. Bu eşkıya rezil mi rezil, bencil mi bencil; en küçük bir ahlakî kaygısı bile olmayan hırsız ve dalaverecinin biridir.
Hangisi doğrudur? Birincisi bir destandır; bütün destanlar gibi sahtedir. İkincisi yani Kemal Tahir'inki her şeyiyle gerçektir. İnsanın zaafları, düşkünlükleri, zavallılığı eşkıyalıkta en uç noktaya ulaşır. Kemal Tahir, okuyucuyu bütünüyle ikna eder.
Son yazımda "derin devlet"in eşkıyalık olduğunu yazmıştım. Bu eşkıyalık da, üretilen bir yığın masala ve tevatüre rağmen bir "rezalet". Bu rezalete inanmak için "devletin kendisini ve çıkarlarını koruyabilmek için kanun dışına çıkma zarureti"ni teslim etmemiz gerekir. Üretilen onca komplo, ha bire uyarıldığımız tehlikelere rağmen, bu masala inanacak birileri kaldı mı?
Bizleri "bölücü terör" tehlikesine karşı uyaranlar, şimdi de "PKK'nın siyasallaşması" tehlikesine karşı uyanık olmaya davet ediyorlar. Ortada bir tutarsızlık yok mu? Hangisi tehlike: Siyaset mi, yoksa terör mü? İrtica tehlikesini kim yaratıyor? Böyle tehlikelerin mevcudiyeti için yatıp kalkıp dua edenler, yoksa icat edenler kimler? Devlet içinde talep ettikleri güce ve iktidara bir gerekçe arayanlar mı?
Başbakan, kurumların içinde "çeteleşme" denilebilecek yapının "derin devlet"i ifade ettiğini söylüyor. Bu çetelerin üzerine gidilemediği için, hem devletin hem de milletin ağır bedeller ödediğini hatırlatıyor. "Yürütme, yasama ve yargı" birlikte bu olayların üzerine gitmeli, derken, yürütme ve yasama elinde olduğuna göre yargıyı kastediyor olmalı.
Yaşadığımız tecrübelere ve bulunduğumuz yere bakarak, baştaki soruyu tekrarlayalım: "Derin devlet tasfiye edilebilir mi?" Konjonktürün ve şartların, "derin devlet"in, yani devlet içindeki kanunsuz oluşumların tasfiyesine uygun olduğu ortada. Şu soruyu soralım: Devlet içinde gizlilik zırhı altında iş yapan kamu kurumlarının, ülkenin güvenliğine sağladığı katkı ile "derin devlet"in verdiği zararı karşılaştıralım. Ödeyeceğimiz bedel ile elde edeceğimiz kazancı mukayese edelim. Bu gizlilik zırhı altında kuytularda, karanlık bölgelerde gizlenen "derin devleti" açığa çıkartmak için, üstündeki örtüyü, diğer "gizli" birimlerle birlikte kaldıralım. Bu milleti ve devleti büyük bir beladan kurtarmış olmaz mıyız?
Derin devlet, bize tarihimizin, geleneklerimizin armağan ettiği köklü bir kurum değil. Soğuk Savaş'ın ideolojiler savaşında, gerilla taktiklerini kullanan ve karşı gerilla savaşı yürütmekle görevli birimler, bu düzensiz savaşta devlet gücünü kanun dışında kullanmanın yollarını ve yöntemlerini geliştirdiler. Bugün Soğuk Savaş yok. Soğuk Savaş şartlarının düşman tarafları da yok. Ama bu güç, saklandığı kuytularda olduğu gibi duruyor. İşsiz güçsüz oturmak yerine, kendine iş icat ediyor. Eşkıya bize, görünmez düşmanlarla savaştığını ve bizi koruduğunu söylüyor. Böylece devlet iktidarına ortak oluyor, varlığına meşruiyet sağlamaya çalışıyor.
Gerçekte ise bu ülkenin güvenliğini tehlikeye atıyor. Çıkarlarına zarar veriyor. Toplumun, ülkenin ve devletin çıkarı, eşkıyalığın tasfiye edilmesinde birleşiyor. İlk defa Eflatun'un 2.500 yıl önce sorduğu "Koruyuculardan nasıl korunur?" sorusunun cevabı bu ortak çıkarda bulunuyor.
"Derin devlet"in tasfiyesi, kanunsuzluğun tasfiye edilmesi demek. Görev, öncelikle yargıya düşüyor.