« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Kas

2010

İSLAM HUKUKUNUN GELİŞİMİ VE OSMANLILARDA HUKUKİ UYGULAMA

Prof. Dr. Neşet Çağatay 01 Ocak 1970

İslamiyet, Türklerde bir devlet dini olarak onuncu yüzyılda Karahanlılarda

benimsenmiştir. Türklerin, bundan iki bin yıl öncelere dayanan bir milli

gelenek ve görenekleri vardır. Bu arada onlar, bir çok dinlere girip çıkmış,

hep daha iyisini aramışlardır. Doğaldır ki bu köklü gelenek ve görenekleri

kolay kolay bırakamamışlardır. Bu, her ulusta böyledir. Türkler, kadını dışlamazlar,

müziği ve raksı da severler. Bu nedenle, Mevlevilikte müzik ve raks,

Bektaşilikte kadınlı, sazlı, sözlü, içkili toplantılar günümüze dek sürüp gelmiştir.

Osmanlılar döneminde bu geleneklere pek soğuk bakılmamıştır. Osmanlı

Sultanları Yavuz Selim'den başlayarak bütün müslümanların dini lideri

oldukları halde, devletin ordusu Yeniçeriler Bektaşidirler, bu onların resmen

yaşayışlarıdır. Onlar "Ocağı-ı Bektaşıyan"dır.



Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi yaygın dinlerden

hiç biri, Müslümanlık kadar kişinin günlük ve ailevi işleriyle ilgili

konulara karışmaz. Oysa ki İslam dininin buyruk, yasak ve kural kaynağı olan

Kur'an'da, aile ve toplum yaşamıyla ilgili kesin hükümler çok azdır. Bunlarda

da ayrıntılar yoktur, genel çizgileriyle belirlenmiştir.



Durum böyle iken Hz. Peygamberin ölümünden hemen sonraki dönemde

yetişmiş olan fakihler, yani islam hukukçuları, aile işleri ve günlük yaşamla

ilgili öyle ayrıntılar ortaya atmışlardır ki, akla durgunluk, müslümana yorgunluk

verir. Aslında, fakih yani islam hukukçusu denen kişiler bu bilgilerini,

birbirlerinden çırak kalfa yetiştirme yöntemiyle öğreniyorlardı.



Bu ilk fakihlerden ünlüleri, evlerinde ya da camiin bir köşesinde oturup,

bilgilerini çevrelerinde toplananlara anlatıyorlardı. Bunların çoğu, verdikleri

fetvalarda Kur'an'ı Peygamberin uygulamalarını, Peygamberin yakınlarının

(Sahabilerin) fetvalarını, kıyasıicmaı, gelenek ve görenekleri kullanıyor bunlarda

bir dayanak bulamazlarsa kendi görüşleri doğrultusunda hüküm veriyorlardı.

O zamanki Arap gelenekleri arasında özellikle köle, cariye, borç,

alacak, evlenme vb. konularda Sümer, Asur, Babil, Akad geleneklerinin de

izleri olduğunu, Türk Tarih Kurumunun yayınladığı "Sümer, Babil, Asur Kanunları

ve Ammi-Şaduqa Fermanı, 1989 eski Mezopotamya yasalarından anlıyoruz.

Bu konuda yine aynı Kurumun yayınladığı "Tarih Sümer'de Başlar"

adlı eser de de çok önemli ortak şeyler var.



Bu ilk islam müctehidleri ve fakihler arasında, azadlı köleler bile vardı.

Örneğin Abdullah B. Abbas'ın Berberi kölesi İkrime (ölümü: 728) vardı ki

bu, verdiği fetvalardan dolayı düşmanlarının dilinden kurtulamamış "bio'atçı,

olmadık şeyler çıkarıyor" demişler ama, bunlara karşın, ünlü altı Hadis

Kitab (Kütüb-ü Sitte), bu İkrime'nin rivayetleri (aktarmalarıyla) doludur. Yine

bunlardan, Ebul Abdullah Nafi (ölümü: 735), Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın

kölesiydi. Ünlü fakih Hasan Basri (642-728), Zeyd B. Sabit in kölesiydi.

Ünlü fakih Kadı İyaz, bu Hasan Basri'yi, el-Medarik adlı eserinde, bir

mezhep kurucusu olarak sayar. Bu Hasan Basri, "kaderiyeci" idi; yani, kişinin

alınyazısı'na değil, insanın, kendi yaptıklarından sorumlu olduğuna inanırdı.

Bu görüşünden dolayı o, "Mûtezile"nin öncülerinden sayılır.



Bu ilk fakihlerin, ilkel hukuk bilimi için gerekli olan ve bugün gençlerimize,

çağdaş yaşama ayak uydursunlar diye orta öğretimde bellettiğimiz biyoloji,

botanik, geometri, matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya gibi bilimlerden

haberleri bile yoktu.



Bu ilk islam fakihlerinin biraz daha bilgili ve geniş düşünenleri, mezhep

kurucuları olmuşlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife Numan b. Sabit (Hanefi

mezhebi)ni, Ahmed b. Hanbel (Hanbeli mezhebini), Muhammed b. İdris isŞafii

(Şafii mezhebi)ni, Malik b. Enes (Maliki mezhebi)ni kurdular.



Durumun böyle olmasına karşın o dönemde de Mezopotamya'nın, eski

uygarlıklarından kalma gelenekleri, eski Yunan ve eski Hind bilginlerinin

eserleri, yeni ele geçirilen İran ve Suriye (Bizans) yoluyla elde edilip Arapçaya

çevirilen eserler Arap düşüncesini etkilemeye başlamıştı. Hele, Abbasiler'in

beşinci halifesi akılcı, ileri görüşlü Harun er-Reşid (Yönetimi: 786-

809) ve oğullan Emin (809-818), Me'mun (813-833) ve Mu'tasım (833-842)

dönemlerinde kurulan bilim ve çeviri kurumları çok verimli oldular. Eserleri

Arapçaya çevirilen, Ege Denizi adalarından Sisam Adası'nda doğma,

geometri, matematik ve hidrostatikçi eski Yunan bilginlerinden Arşimed (Arkhimedes:

İ.Ö. 290-212), İtalya'nın Grodone kentinde bir akademi kuran Yunan

bilgini Pisagor (Pythagoras: İ.Ö. 580-500), Mantıkçı Aristo (Aristotales

: İ.Ö. 384-322), Filozof Sokrat (Sokrates: İ.Ö. 470-399), bunun öğrencisi Ef -

latun (Platon: İ.Ö. 428-348) bunlardandılar. Eflatun'un eserleri, Hıristiyanların

ve Müslümanların düşünce sistemlerini derinden etkilemiştir. Bu Eflatun,

dünyada ilk Üniversite demek olan Akademi'yi kuran kişidir. Dünyanın en

eski yasa düzücüsü, Mezopotamyadaki Lagaş Kralı Urukagina (İ.Ö. 2350)

den sonra yaşayan eski yunan yasa kurucusu Solan (İ.Ö. 630-560) gibi kişilerin

eserleri, ondalık sisteme dayanan matematiğin kurucusu (Pi) sayısının

bulucusu Hintli Aryabhata (476-550)'un eserleri de islam aleminde biliniyordu.

Eski Yunan klasikleri Avrupa'da, islam dünyasından önce bilinmeye başlamıştı.

Bu eserlerin o bölgelerdeki etkileri 711 yılında İspanya'yı, Tank b.

Ziyad komutasındaki ordularıyla ele geçiren Arapların burada kurdukları bilim

kurulları, birden ürünler vermeye, o ürünler de çiçek açmaya başladı. Burada

gelişen bilimler Avrupaya buradan yayıldı.



8. ve 10. yüzyıllarda Türkler de bilim ve teknik alanlarda önemli kişiler

yetiştirdiler. Örneğin büyük Türk bilginlerinden Hârezmî (780-850), Ebu

Reyhan Beyrûnî (973-1048), eserleriyle devrimler yaratmışlardır. Bunlardan,

Sîna Yarımadasındaki Tih Sahrası'nda iki boylam derecesi arasındaki uzaklığı

ölçen Hârezmî hakkında, XVI. yüzyıl Avrupasının ünlü matematikçisi G.

Gardano "Hârezmî, dünyanın yetiştirdiği oniki matematikçisi ve düşünüründen

biridir" diyor. Beyrûnî ise, yeryuvarlağının, güneş çevresinde döndüğünü

saptayan Polonyalı astronom Kopernikten (1473-1543) beşyüz yıl önce,

tersini söylemiş olan Batlamyus kuramını çürüten yazıyı yazmıştı.

İslam dininin doğup geliştiği Hicaz bölgesinde matematik, fizik, kimya,

astronomi, coğrafya, biyoloji vb. bilgiler gelişmemiştir; ancak, toplum yaşamı

ve düzeni için çok gerekli olan, hukuka kaynaklık eden hadis'e ve tarihe

öncülük eden siyer'e ait eserler çok ve iyi yazılmıştır.



Hz. Peygamberin yaşamını konu alan siyer kitapları İbn-i İshak'la (704-

768) başlar. Onu İbn,i Hişam (öl. 838) izlemiştir. Bunlardan sonra Tabarî

(838-923), İbn-i Vazıh el-Ya'kûbî (öl, 897), İbn-i A'sam el-Kûfî (öl. 926),

İbn-i Nedim (910-995), İbn-i Sa'd (785-845), Vâkıdı (747-823), tarihçi, coğrafyacı,

seyyah İbn-Havkal (994-1064).



Siyer ve tarihle gelişen bir kol da hadisçilik ve hadis ilmidir. Hadis bilginlerinin

başta gelenleri, Buharî (810-869), Müslim (817-875), Neseî (830-915)

Tirmizî (859-937), Ebu Davud (817-888) ve İbn-i Mâce (824-886) dırlar.

Bu altı hadisçinin yazdığı altı ana hadis kitabına "Kütüb-ü Sitte" denir.

Bu hadisçilerin üçü Türktür.



İlk islam hukukçuları, Kur'an'dan, hadisten, Hicaz bölgesinin gelenek ve

göreneklerinden ve akıllı kişilerin görüşlerinden yararlanarak, Peygamberden

sonra ortaya çıkan sorunlara yanıtlar vermişler, böylece ilk fakihler, mezhep

kurucuları ortaya çıkmıştır. Bu dört mezhep kurucusu: İmam Azem Ebu Hanife

Nu'man b. Sabit (699-769), İmam Şâfîî (763-820), İmam Ahmed b.

Hanbel (780-855), İmam Mâlik b. Enes (710-795) dirler. Bu mezhep kurucusu

Mâlik b. Enes'in yazdığı "el-Muvatta" adlı eser, bugüne dek yazılmış en

eski fıkıh yani islam hukuku kitabıdır.



Aslında bu dört mezhep, kurucuları sayılan kişilerce kurulmamıştır. Örneğin

İmam Âzam, bir mezhep kurucusu olarak ortaya çıkmış değildir. Onun fıkıhla

ilgili görüşlerini, öğrencisi Muhammed b. Hasan Şeybânî toplamış ve bu

mezhebi hocası İmam Âzam adına kurmuştur. Bu mezhepte İmam Âzam'ın

en iyi öğrencileri, hocasının fetvalarını toplayan İmam Muhammed'in ve

"Kitab ül-Harac" sahibi İmam Yusuf Ya'kub'un görüşleri çoğu kez, hocalarınkilere

ters düşer; yani bir çok konuda onlar, hocalarının görüşünü benimsemeyip,

kendi görüşlerini ileri sürmüşlerdir. Örneğin İmam Âzam'a göre

vakıf, ariyet gibidir. Mal sahibinin mülkiyet hakkı sürer. Vakıf yapanın mülkiyet

hakkı özgürlüğü sınırlanamaz. Onun öğrencisi Ebu Yusuf Ya'kub'a göre,

mal sahibinin "vakfettim" demesiyle vakıf tamam olur. Bu yüzden bir vakıf

kurulurken, İmam Ebu Yusuf'un görüşü uygulanır. İmam Âzam'ın vakfı

kabule etmemesinin bir nedeni de, Kur'an'da ve hadiste vakfın bir dayanağının

bulunmamasıdır. Dört mezhebin öteki kurucularının bir çok konuda görüşleri

de ayrı ayrıdır.



İslam âleminin en önemli konusu olan bu fıkıh işine Türkler, gerçektenbüyük

önem ve emek vermişlerdir. Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Âzam

Ebu Hanife Nu'man b. Sabit bir Türktür. Öte yandan, sünnî mezhebin dört

büyük imamından sonraki dönemin büyük hukukçusu, bir Türk olan Ebu Bekir

Muhammed Serahsî (1009-1090), "Şems ül-Eimme) yani imamların güneşi

ünvaniyle anılıyordu. Serehsî, devletler hukukunda da büyük bir üne sahipti.

Onun fıkıh alanında yazdığı otuz ciltlik "Mebsut" adlı eseri, yüzyıllar

boyu, bu alanda en önemli başvuru kitabı olmuştur. Ondan sonra, kadıların,y

müftilerin genellikle başvurdukları eserler, Burhaneddin Ali Mergınânî'nin

(öl. 1197) el-Hidaye'si, Fatih Sultan Mehmed'in kadıaskeri, kadısı Molla

Husrev'in (öl. 1480) Dür el-Hükkâm ve XV. yüzyıl ortalarından, XX. yüzyıla

dek, İbrahim Halebî'nin (1459-1540) hanefi fıkhına göre yazdığı "Mülteka

el-Ebnur" yani denizlerin birleşimi adlı eseri, özellikle A n a d o l u Türk m ü f -

tülerince ve kadılarınca kullanılmıştır. Bu eserde 17.000 hukukî soruna çözüm

getirildiği söylenir. Bu eserin kaynaklan: Vikaaye, Kudurî, Hidaye,

Mecma ül-Bahreyn gibi, kendisinden önce yazılmış ünlü fıkıh kitaptandır.

Bu eser, Mehmet Mevkufâti tarafından 1630 larda iki cilt halinde Türkçeye

çevrilmiş ve pek çok kez basılmıştır.



İslam hukukunda baştan beri çekilen en büyük sıkıntı, işlenen suçların, kişi,

aile ve toplum düzenine karşı işlenmiş beşerî bir suç değil, Tanrının buyruk

ve yasaklarına karşı işlenmiş bir günah olarak ele alınmasındandır.

Doğaldır ki bu, ümmet-yurttaş, günahkâr-suçlu ayıranına açıklık getirilmemiş

olması yönünden, bir ülkede müslümanlarla gayr-i müslimlerin eşit

koşullarda yaşamaları yönünden hep büyük sorun yaratmıştır. Örneğin, bir

müslüman bir gayr-i müslimin domuzunu, şarabını çalsa, bunlar zaten haram

maldırlar. Ceza konusu olacak mı? Hırsız müslümana ceza verilecek mi? Osmanlılar

buna köklü bir çözüm bulmuşlar; İslam hukukunu hemen sadece aile

hukukuna ve ibadet işlerine bırakıp, kamu yönetimine ait işleri, kaynağını

Türk gelenek ve göreneklerinden aldığı "Kavânin-i Örfiye" adını verdiği ciltlerce

yasalarla halletmiştir.



Fıkha bırakılan ibadet, aile hakları, sağlık işleri vb. gibi şeylerde kendisine

başvurulan hukukçu her konuda ayrı fetva verme durumunda olması onu

sıkıntıya sokmuş, acaip fetvalar verme durumuna sokmuştur. Örneğin, Diyanet

İşleri Başkanlığı'nın 1949 yılında ilk baskısını yaptığı "Riyaz üs-Salihin

(iyi kişilerin bahçeleri) adlı, Kur'an'dan ve hadislerden aldığı şeyler çok enteresandır.

Örneğin bu eserin 3. cildinin 267-278. ve 199-201. sayfalarında,

peruk takmanın, kısa elbise giymenin, saç boyamanın, köpek beslemenin, develere

çan takmanın günah olduğu, kendisini yatağa çağıran kadının, mazereti

olmadan yatağa varmamasının onu günahkâr ettiğini, canlı yaratıklarının

resimlerinin yapılmasının günah olduğunun yer alması, 2. cildin 120-139.

sayfalarında, üç parmakla yemek yemenin, parmaklan yalamanın, yemek kabının

sıyırılmasının sevap, altın ve gümüş kaplarda yemek yemenin haram olduğu,

büyük abdestten sonra sağ elle temizlenmenin, sağ elle tenasül organını

tutmanın günah olduğu, kadının traş olmasının da günah olduğu gibi acaip

şeyler yer almaktadır.



Fakihlere, müftilere sorulan sorulara verilen yanıtların çoğu, bu hukukçuların

kişisel görüşleridir. Ama, "ictihadlar içtihatla nakzedilemez" yani çürütülemez

kuralı yüzünden, onların verdikleri kararlar, yanlış da olsa bozulamaz,

verdikleri fetvalar kesindirler. Ancak, "icma-ı ümmef'e ve gelenek-göreneğe

(örfe) aykırı kararlar bozulabilir.



Eğer fetva veren, meslekinde iyi yetişmiş biri değilse, çok büyük hatalar

işlenebilir. Bu türden çarpıcı pek çok örneği, büyük Türk bilgini Katip Çelebi

(1609-1657) "Mizan ül-Hak fi İhtiyar ül-Ehak" ve Düstur ül-Amel li-Islahül-

Halel adlı eserlerinde vermektedir. İşin garip yönü, meşru usulüne uygun

yani verilen hükmün nedenleri ve koşullan ortada iken hüküm ve ilam olmayan

davaların yeniden ele alınması caiz değildir diye, Mecelle'de hüküm vardır.

Aslında, kaza hakkı (yargı hakkı) bölgedeki başkanın ya da hükümdarındır.

Onlar, sonradan bu haklarını kadılara bırakmışlardır.



İslam aleminde, hak arama ve yargılama yöntemleri ve alman kararlar ilkel

ve çağ dışı biçimde yürütülüp giderken, batıda bu uğurda pek çok yeni buluşlar,

yöntemler ortaya çıkmıştır. Onlar, "Sorgu hâkimliği" ayrı ayrı "ceza",

"hukuk" ve "ticaret mahkemeleri, gerekli durumlarda" çok hakimli mahkemeler",

"istinaf, "yargıtay" ve "danıştay" mahkemeleri, ceza ve hukuk mahkemeleri

usulleri hele, islam hukukunun hiç varlığını bilmediği "savcılık" kurumu...

Bunlar, bireylerin, toplumların ve devletin haklarının aranmasında,

alınmasında yepyeni kurallar kurumlar ve örgütlerdi.



1923 yılma dek, bütün islam âleminin lideri olan Osmanlılar, şanlı tarihlerine

dayanan büyük bir ulus olarak, bu sakat, eksik ve aksak yolları izlemeyi

sürdüremezdi. Biraz önce kısaca değindiğimiz gibi, daha Osmanlı Devletinin

kuruluşundan beri, çoğu, islam hukukuna, Kur'an'a, hadise ters düşen,

Türk gelenek ve göreneklerinden kaynaklanan "Kavanin-i Örfiye" adı altında

ciltlerce yasa yayınladılar. Bu örf yasalarının büyük bir bölümü, rahmetli

Ömer Lutfi Barkan tarafından 1943 yılında yayınlandı. Ayrıca, Müezzin Zade

Ayn Ali Efendi'nin, 1863 yılında Tasvir-i Efkar gazetesince yayınlanan

Risale'si, 1992 yılında Mithat Sertoğlu'nun yayınladığı "Sofyalı Ali Çavuş

Kanunnamesi", Ahmet Akgündüz'ün yayınlamakta olduğu Osmanlı Kanunnameleri,

Türk Tarih Kurumu Kitaplığında bulunan 40 ciltlik, Karaçon'un

hazırladığı kanunname gibi eserler bu türdendirler.



Osmanlılar, müslüman olan olmıyan bütün uyruklarına uygulanabilecek

türden modern yasalar geliştiren Avrupa'dan, 1850 yılından başlayarak,

ceza, ticaret, hukuk ve ceza muhakemeleri usulü yasalarını almaya başladılar.

Bununla birlikte öte yandan, Araplardan ve İranlılardan Türklere de geçen,

çok kadınla evlenme, dilediğinde avrat boşama tutkusuna dayanan aile hukukuna

sıkısıkıya bağlanma nedeniyle sürdürülmesi istenen islam hukukunu yeni

gelişmelere uyarlama çabalarına girişildi. Bu amaçla, Ahmet Cevdet Paşa

başkanlığında yedi kişilik bir kurul oluşturuldu ve iki yıllık bir çalışmadan

sonra 22 Mart 1869 günü "Mecelle-i Akham-ı Adliye" yani hukuki hükümler

dergisi adıyla bir yasa ortaya çıktı.



Bu Mecelle, 1926 yılında Medeni Kanun'un kabulüne dek yürürlükte kaldı;

ancak, bizde nasıl yanlış olarak, Kur'an'da, bütün islam hukuku maddelerinin

var olduğuna marnlıyorsa, Mecelle'de de bütün hukuk maddeleri var sanılıyor.

Kur'an'da da Mecellede de hukuki hükümlerin çok azı vardır. Herşeyden

önce Mecellede, sekiz islam mezhebi hukuk sisteminden sadece "Hanefi

Fıkhı"na göre düzenlenmiş çok az konu vardır. Yani Mecelle, sadece islam

hukukunun özellikle borçlar ve kısmen ticaret hukukunu içine alır. İslam

hukukunun en önemli ve en duyarlı konusu olan aile hukuku yani evlenme,

boşanma, nafaka, miras konulan, ceza hukuku, vakıf hukuku hiç yoktur.

Böyle olmakla birlikte bu Mecelle, hukuku, fetvalarla düzenleme yerine fıkhı,

yasalaştırma yolunda atılmış büyük bir adımdır.



Bugün elli bir devletin yaşadığı islam aleminde ve başka devletler içinde

azınlık olarak yaşayan müslüman topluluklar, hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli,

Ca'feri, Zeydi, İsmaili ve Harici gibi, ayrı fıkha yani İslam hukuk sistemine

bağlı inançtadırlar. Bunların hiç biri, ötekinin hukuki hükümlerini tanımazlar.

Öte yandan, bugün bu müslümanlar arasında, Tanrının, Kur'an'daki gerçek

buyruk ve yasaklarının neler olduğunu bilenler çok azdır. Türkiye'deki sözde

müslümanların bir bölümü ,y halifeliği yani şeriatı uygulayacak dini bir

otorite sahibinin olmasını istiyorlar. Oysa ki ne Kur'an'da ne de hadiste halifelik

yoktur. Bu konulardaki ayrıntılar, bu kitaptaki makalelerde ayrıntılarıyla

incelenmiştir.



Fıkıh kitaplarında içki içenlere sopa vurulacağı yazılıdır. Oysa ki Kur'an'-

da, içki içmenin haram olduğu yazılıdır ama, içenlere ne ceza verileceği yazılı

değildir. Zina eden kadım taşlayarak öldürme demek olan "recm" cezası

da Kur'an da yoktur, ama İran'daki mollalar hükümeti bu cezayı boyuna uyguluyorlar,

neye göre?



Öte yandan, Peygamberden sonraki dört halife döneminin en büyük hukukçusu

Ömer b. Hattab (yönetimi: 634-644), Kur'an hükümlerini bile uygulamamıştır.

Örneğin O, Kur'an'da, "Müellefe-i Kulub"a savaş ganimetlerinden, ayrı bir hisse verilmesi emredildiği halde, Ömer vermemiştir. Yine O, Kur'an'da, savaşlarda alman ganimetlerin beşte dördünün gazilere pay edilmesi emredilmişken, taşınmaz ganimetleri vermemiş, sadece taşınır ganimetleri paylaştırmıştır. Taşınmazlar için, bunlarda gelecek kuşakların da bunlardan

hakkı var demiştir. Yine bu halife, kıtlık yıllarında açlık nedeniyle çalınmış

olasılığı bulunduğundan, bu tür hırsızlıklara sopa cezası uygulamadı,

"canı korumak, malı korumaktan önce gelir" dedi. Burada şunu da belirtmek

isterim. Halk arasında bir yanlış bilgi de, bütün hırsızlık faillerinin elinin kesileceği

sanılır. Oysa ki, çalınan malın değeri 10 dirhem gümüş değerinden az

olursa eli kesilmez, sopa vurulur.



Yukarıdan beri anlattığımız gibi bugün, islamın beş, imanın altı temeli dışında,

din kuralları diye bilinen, yararlı-yararsız, akla uygun olan olmayan

hükümlerin büyük bir bölümü, fakih denen kişilerin kendi düzenledikleri şeylerdir.

Bunların, saç boyama, kısa fistan giyme, büyük abdest bozmadan sonra

sağ elinle temizlenme, canlı hayvan resmi yapma, deveya çan takma, değil

hukuk kuralları, sosyal yaşam kurallarının bile dışında kalmış gülenç şeylerdir.

Hz. Peygamber "zorlaştırmayın kolaylaştırın", "korkutmayın müjdeleyin"

demiştir. Bir "hadis-i kutsi"de Tanrı da "bana kul hakkıyla gelmeyin,

çünki benim, o kulun sizdeki hakkını alı vermem gerekir. Ama bana karşı kulluk

görevlerinizde bir ihmaliniz olursa, ben onları, ufak bir iyiliğinizden dolayı

bağışlayabilirim" buyuruyor.



Bütün dünyanın başka dinleri bugün, dinlerindeki eksiklikleri, aksaklıkları

düzeltmeye gidiyor. Örneğin 1962 yılı sonlarında, Katolik kilisesi, yüzyıllardır,

kiliselerde Latince yapılan ibadetlerini, bundan sonra, her ulusun kendi

diliyle yapmasına karar verdi.



Bütün bu örnekler ortada iken, ilkokuldan Üniversiteye kadar bütün okullarda

din bilgisi dersi okutulurken islamiyeti hala taş gibi sert, ateş gibi yakıcı

göstermek neden? Doğal ki bu, din görevlilerinin, din hizmetlilerinin bilgisizliğinden,

genel kültürlerinin çok az olmasından ve dini duygulan sömürme

alışkanlığından kaynaklanıyor.



Bu sorunlar çözümlenmedikçe Türk halkının birbirini sevmesi, sayması

ve hoşgörülü davranması beklenemez ve sağlanamaz. Bu çözüm T.B.M.Meclisinde

objektif ve ciddi yasalarca kararlarla sağlanabilir. Ama ne yazık ki onların

bir kısmı da, din görevlilerinden seçimlerde oy yardımı beklediklerinden,

din konulan söz konusu olduğunda, din görevlilerine selam her iş tamam

denip geçiliyor. O zaman bu iş halkın, kültür düzeyinin yükselerek seçimlerde

gerçek vekillerini seçecekleri zamana kalıyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 46253

ulkucudunya@ulkucudunya.com