İSLAM HUKUKUNUN GELİŞİMİ VE OSMANLILARDA HUKUKİ UYGULAMA
Prof. Dr. Neşet Çağatay 01 Ocak 1970
İslamiyet, Türklerde bir devlet dini olarak onuncu yüzyılda Karahanlılarda
benimsenmiştir. Türklerin, bundan iki bin yıl öncelere dayanan bir milli
gelenek ve görenekleri vardır. Bu arada onlar, bir çok dinlere girip çıkmış,
hep daha iyisini aramışlardır. Doğaldır ki bu köklü gelenek ve görenekleri
kolay kolay bırakamamışlardır. Bu, her ulusta böyledir. Türkler, kadını dışlamazlar,
müziği ve raksı da severler. Bu nedenle, Mevlevilikte müzik ve raks,
Bektaşilikte kadınlı, sazlı, sözlü, içkili toplantılar günümüze dek sürüp gelmiştir.
Osmanlılar döneminde bu geleneklere pek soğuk bakılmamıştır. Osmanlı
Sultanları Yavuz Selim'den başlayarak bütün müslümanların dini lideri
oldukları halde, devletin ordusu Yeniçeriler Bektaşidirler, bu onların resmen
yaşayışlarıdır. Onlar "Ocağı-ı Bektaşıyan"dır.
Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi yaygın dinlerden
hiç biri, Müslümanlık kadar kişinin günlük ve ailevi işleriyle ilgili
konulara karışmaz. Oysa ki İslam dininin buyruk, yasak ve kural kaynağı olan
Kur'an'da, aile ve toplum yaşamıyla ilgili kesin hükümler çok azdır. Bunlarda
da ayrıntılar yoktur, genel çizgileriyle belirlenmiştir.
Durum böyle iken Hz. Peygamberin ölümünden hemen sonraki dönemde
yetişmiş olan fakihler, yani islam hukukçuları, aile işleri ve günlük yaşamla
ilgili öyle ayrıntılar ortaya atmışlardır ki, akla durgunluk, müslümana yorgunluk
verir. Aslında, fakih yani islam hukukçusu denen kişiler bu bilgilerini,
birbirlerinden çırak kalfa yetiştirme yöntemiyle öğreniyorlardı.
Bu ilk fakihlerden ünlüleri, evlerinde ya da camiin bir köşesinde oturup,
bilgilerini çevrelerinde toplananlara anlatıyorlardı. Bunların çoğu, verdikleri
fetvalarda Kur'an'ı Peygamberin uygulamalarını, Peygamberin yakınlarının
(Sahabilerin) fetvalarını, kıyasıicmaı, gelenek ve görenekleri kullanıyor bunlarda
bir dayanak bulamazlarsa kendi görüşleri doğrultusunda hüküm veriyorlardı.
O zamanki Arap gelenekleri arasında özellikle köle, cariye, borç,
alacak, evlenme vb. konularda Sümer, Asur, Babil, Akad geleneklerinin de
izleri olduğunu, Türk Tarih Kurumunun yayınladığı "Sümer, Babil, Asur Kanunları
ve Ammi-Şaduqa Fermanı, 1989 eski Mezopotamya yasalarından anlıyoruz.
Bu konuda yine aynı Kurumun yayınladığı "Tarih Sümer'de Başlar"
adlı eser de de çok önemli ortak şeyler var.
Bu ilk islam müctehidleri ve fakihler arasında, azadlı köleler bile vardı.
Örneğin Abdullah B. Abbas'ın Berberi kölesi İkrime (ölümü: 728) vardı ki
bu, verdiği fetvalardan dolayı düşmanlarının dilinden kurtulamamış "bio'atçı,
olmadık şeyler çıkarıyor" demişler ama, bunlara karşın, ünlü altı Hadis
Kitab (Kütüb-ü Sitte), bu İkrime'nin rivayetleri (aktarmalarıyla) doludur. Yine
bunlardan, Ebul Abdullah Nafi (ölümü: 735), Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın
kölesiydi. Ünlü fakih Hasan Basri (642-728), Zeyd B. Sabit in kölesiydi.
Ünlü fakih Kadı İyaz, bu Hasan Basri'yi, el-Medarik adlı eserinde, bir
mezhep kurucusu olarak sayar. Bu Hasan Basri, "kaderiyeci" idi; yani, kişinin
alınyazısı'na değil, insanın, kendi yaptıklarından sorumlu olduğuna inanırdı.
Bu görüşünden dolayı o, "Mûtezile"nin öncülerinden sayılır.
Bu ilk fakihlerin, ilkel hukuk bilimi için gerekli olan ve bugün gençlerimize,
çağdaş yaşama ayak uydursunlar diye orta öğretimde bellettiğimiz biyoloji,
botanik, geometri, matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya gibi bilimlerden
haberleri bile yoktu.
Bu ilk islam fakihlerinin biraz daha bilgili ve geniş düşünenleri, mezhep
kurucuları olmuşlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife Numan b. Sabit (Hanefi
mezhebi)ni, Ahmed b. Hanbel (Hanbeli mezhebini), Muhammed b. İdris isŞafii
(Şafii mezhebi)ni, Malik b. Enes (Maliki mezhebi)ni kurdular.
Durumun böyle olmasına karşın o dönemde de Mezopotamya'nın, eski
uygarlıklarından kalma gelenekleri, eski Yunan ve eski Hind bilginlerinin
eserleri, yeni ele geçirilen İran ve Suriye (Bizans) yoluyla elde edilip Arapçaya
çevirilen eserler Arap düşüncesini etkilemeye başlamıştı. Hele, Abbasiler'in
beşinci halifesi akılcı, ileri görüşlü Harun er-Reşid (Yönetimi: 786-
809) ve oğullan Emin (809-818), Me'mun (813-833) ve Mu'tasım (833-842)
dönemlerinde kurulan bilim ve çeviri kurumları çok verimli oldular. Eserleri
Arapçaya çevirilen, Ege Denizi adalarından Sisam Adası'nda doğma,
geometri, matematik ve hidrostatikçi eski Yunan bilginlerinden Arşimed (Arkhimedes:
İ.Ö. 290-212), İtalya'nın Grodone kentinde bir akademi kuran Yunan
bilgini Pisagor (Pythagoras: İ.Ö. 580-500), Mantıkçı Aristo (Aristotales
: İ.Ö. 384-322), Filozof Sokrat (Sokrates: İ.Ö. 470-399), bunun öğrencisi Ef -
latun (Platon: İ.Ö. 428-348) bunlardandılar. Eflatun'un eserleri, Hıristiyanların
ve Müslümanların düşünce sistemlerini derinden etkilemiştir. Bu Eflatun,
dünyada ilk Üniversite demek olan Akademi'yi kuran kişidir. Dünyanın en
eski yasa düzücüsü, Mezopotamyadaki Lagaş Kralı Urukagina (İ.Ö. 2350)
den sonra yaşayan eski yunan yasa kurucusu Solan (İ.Ö. 630-560) gibi kişilerin
eserleri, ondalık sisteme dayanan matematiğin kurucusu (Pi) sayısının
bulucusu Hintli Aryabhata (476-550)'un eserleri de islam aleminde biliniyordu.
Eski Yunan klasikleri Avrupa'da, islam dünyasından önce bilinmeye başlamıştı.
Bu eserlerin o bölgelerdeki etkileri 711 yılında İspanya'yı, Tank b.
Ziyad komutasındaki ordularıyla ele geçiren Arapların burada kurdukları bilim
kurulları, birden ürünler vermeye, o ürünler de çiçek açmaya başladı. Burada
gelişen bilimler Avrupaya buradan yayıldı.
8. ve 10. yüzyıllarda Türkler de bilim ve teknik alanlarda önemli kişiler
yetiştirdiler. Örneğin büyük Türk bilginlerinden Hârezmî (780-850), Ebu
Reyhan Beyrûnî (973-1048), eserleriyle devrimler yaratmışlardır. Bunlardan,
Sîna Yarımadasındaki Tih Sahrası'nda iki boylam derecesi arasındaki uzaklığı
ölçen Hârezmî hakkında, XVI. yüzyıl Avrupasının ünlü matematikçisi G.
Gardano "Hârezmî, dünyanın yetiştirdiği oniki matematikçisi ve düşünüründen
biridir" diyor. Beyrûnî ise, yeryuvarlağının, güneş çevresinde döndüğünü
saptayan Polonyalı astronom Kopernikten (1473-1543) beşyüz yıl önce,
tersini söylemiş olan Batlamyus kuramını çürüten yazıyı yazmıştı.
İslam dininin doğup geliştiği Hicaz bölgesinde matematik, fizik, kimya,
astronomi, coğrafya, biyoloji vb. bilgiler gelişmemiştir; ancak, toplum yaşamı
ve düzeni için çok gerekli olan, hukuka kaynaklık eden hadis'e ve tarihe
öncülük eden siyer'e ait eserler çok ve iyi yazılmıştır.
Hz. Peygamberin yaşamını konu alan siyer kitapları İbn-i İshak'la (704-
768) başlar. Onu İbn,i Hişam (öl. 838) izlemiştir. Bunlardan sonra Tabarî
(838-923), İbn-i Vazıh el-Ya'kûbî (öl, 897), İbn-i A'sam el-Kûfî (öl. 926),
İbn-i Nedim (910-995), İbn-i Sa'd (785-845), Vâkıdı (747-823), tarihçi, coğrafyacı,
seyyah İbn-Havkal (994-1064).
Siyer ve tarihle gelişen bir kol da hadisçilik ve hadis ilmidir. Hadis bilginlerinin
başta gelenleri, Buharî (810-869), Müslim (817-875), Neseî (830-915)
Tirmizî (859-937), Ebu Davud (817-888) ve İbn-i Mâce (824-886) dırlar.
Bu altı hadisçinin yazdığı altı ana hadis kitabına "Kütüb-ü Sitte" denir.
Bu hadisçilerin üçü Türktür.
İlk islam hukukçuları, Kur'an'dan, hadisten, Hicaz bölgesinin gelenek ve
göreneklerinden ve akıllı kişilerin görüşlerinden yararlanarak, Peygamberden
sonra ortaya çıkan sorunlara yanıtlar vermişler, böylece ilk fakihler, mezhep
kurucuları ortaya çıkmıştır. Bu dört mezhep kurucusu: İmam Azem Ebu Hanife
Nu'man b. Sabit (699-769), İmam Şâfîî (763-820), İmam Ahmed b.
Hanbel (780-855), İmam Mâlik b. Enes (710-795) dirler. Bu mezhep kurucusu
Mâlik b. Enes'in yazdığı "el-Muvatta" adlı eser, bugüne dek yazılmış en
eski fıkıh yani islam hukuku kitabıdır.
Aslında bu dört mezhep, kurucuları sayılan kişilerce kurulmamıştır. Örneğin
İmam Âzam, bir mezhep kurucusu olarak ortaya çıkmış değildir. Onun fıkıhla
ilgili görüşlerini, öğrencisi Muhammed b. Hasan Şeybânî toplamış ve bu
mezhebi hocası İmam Âzam adına kurmuştur. Bu mezhepte İmam Âzam'ın
en iyi öğrencileri, hocasının fetvalarını toplayan İmam Muhammed'in ve
"Kitab ül-Harac" sahibi İmam Yusuf Ya'kub'un görüşleri çoğu kez, hocalarınkilere
ters düşer; yani bir çok konuda onlar, hocalarının görüşünü benimsemeyip,
kendi görüşlerini ileri sürmüşlerdir. Örneğin İmam Âzam'a göre
vakıf, ariyet gibidir. Mal sahibinin mülkiyet hakkı sürer. Vakıf yapanın mülkiyet
hakkı özgürlüğü sınırlanamaz. Onun öğrencisi Ebu Yusuf Ya'kub'a göre,
mal sahibinin "vakfettim" demesiyle vakıf tamam olur. Bu yüzden bir vakıf
kurulurken, İmam Ebu Yusuf'un görüşü uygulanır. İmam Âzam'ın vakfı
kabule etmemesinin bir nedeni de, Kur'an'da ve hadiste vakfın bir dayanağının
bulunmamasıdır. Dört mezhebin öteki kurucularının bir çok konuda görüşleri
de ayrı ayrıdır.
İslam âleminin en önemli konusu olan bu fıkıh işine Türkler, gerçektenbüyük
önem ve emek vermişlerdir. Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Âzam
Ebu Hanife Nu'man b. Sabit bir Türktür. Öte yandan, sünnî mezhebin dört
büyük imamından sonraki dönemin büyük hukukçusu, bir Türk olan Ebu Bekir
Muhammed Serahsî (1009-1090), "Şems ül-Eimme) yani imamların güneşi
ünvaniyle anılıyordu. Serehsî, devletler hukukunda da büyük bir üne sahipti.
Onun fıkıh alanında yazdığı otuz ciltlik "Mebsut" adlı eseri, yüzyıllar
boyu, bu alanda en önemli başvuru kitabı olmuştur. Ondan sonra, kadıların,y
müftilerin genellikle başvurdukları eserler, Burhaneddin Ali Mergınânî'nin
(öl. 1197) el-Hidaye'si, Fatih Sultan Mehmed'in kadıaskeri, kadısı Molla
Husrev'in (öl. 1480) Dür el-Hükkâm ve XV. yüzyıl ortalarından, XX. yüzyıla
dek, İbrahim Halebî'nin (1459-1540) hanefi fıkhına göre yazdığı "Mülteka
el-Ebnur" yani denizlerin birleşimi adlı eseri, özellikle A n a d o l u Türk m ü f -
tülerince ve kadılarınca kullanılmıştır. Bu eserde 17.000 hukukî soruna çözüm
getirildiği söylenir. Bu eserin kaynaklan: Vikaaye, Kudurî, Hidaye,
Mecma ül-Bahreyn gibi, kendisinden önce yazılmış ünlü fıkıh kitaptandır.
Bu eser, Mehmet Mevkufâti tarafından 1630 larda iki cilt halinde Türkçeye
çevrilmiş ve pek çok kez basılmıştır.
İslam hukukunda baştan beri çekilen en büyük sıkıntı, işlenen suçların, kişi,
aile ve toplum düzenine karşı işlenmiş beşerî bir suç değil, Tanrının buyruk
ve yasaklarına karşı işlenmiş bir günah olarak ele alınmasındandır.
Doğaldır ki bu, ümmet-yurttaş, günahkâr-suçlu ayıranına açıklık getirilmemiş
olması yönünden, bir ülkede müslümanlarla gayr-i müslimlerin eşit
koşullarda yaşamaları yönünden hep büyük sorun yaratmıştır. Örneğin, bir
müslüman bir gayr-i müslimin domuzunu, şarabını çalsa, bunlar zaten haram
maldırlar. Ceza konusu olacak mı? Hırsız müslümana ceza verilecek mi? Osmanlılar
buna köklü bir çözüm bulmuşlar; İslam hukukunu hemen sadece aile
hukukuna ve ibadet işlerine bırakıp, kamu yönetimine ait işleri, kaynağını
Türk gelenek ve göreneklerinden aldığı "Kavânin-i Örfiye" adını verdiği ciltlerce
yasalarla halletmiştir.
Fıkha bırakılan ibadet, aile hakları, sağlık işleri vb. gibi şeylerde kendisine
başvurulan hukukçu her konuda ayrı fetva verme durumunda olması onu
sıkıntıya sokmuş, acaip fetvalar verme durumuna sokmuştur. Örneğin, Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın 1949 yılında ilk baskısını yaptığı "Riyaz üs-Salihin
(iyi kişilerin bahçeleri) adlı, Kur'an'dan ve hadislerden aldığı şeyler çok enteresandır.
Örneğin bu eserin 3. cildinin 267-278. ve 199-201. sayfalarında,
peruk takmanın, kısa elbise giymenin, saç boyamanın, köpek beslemenin, develere
çan takmanın günah olduğu, kendisini yatağa çağıran kadının, mazereti
olmadan yatağa varmamasının onu günahkâr ettiğini, canlı yaratıklarının
resimlerinin yapılmasının günah olduğunun yer alması, 2. cildin 120-139.
sayfalarında, üç parmakla yemek yemenin, parmaklan yalamanın, yemek kabının
sıyırılmasının sevap, altın ve gümüş kaplarda yemek yemenin haram olduğu,
büyük abdestten sonra sağ elle temizlenmenin, sağ elle tenasül organını
tutmanın günah olduğu, kadının traş olmasının da günah olduğu gibi acaip
şeyler yer almaktadır.
Fakihlere, müftilere sorulan sorulara verilen yanıtların çoğu, bu hukukçuların
kişisel görüşleridir. Ama, "ictihadlar içtihatla nakzedilemez" yani çürütülemez
kuralı yüzünden, onların verdikleri kararlar, yanlış da olsa bozulamaz,
verdikleri fetvalar kesindirler. Ancak, "icma-ı ümmef'e ve gelenek-göreneğe
(örfe) aykırı kararlar bozulabilir.
Eğer fetva veren, meslekinde iyi yetişmiş biri değilse, çok büyük hatalar
işlenebilir. Bu türden çarpıcı pek çok örneği, büyük Türk bilgini Katip Çelebi
(1609-1657) "Mizan ül-Hak fi İhtiyar ül-Ehak" ve Düstur ül-Amel li-Islahül-
Halel adlı eserlerinde vermektedir. İşin garip yönü, meşru usulüne uygun
yani verilen hükmün nedenleri ve koşullan ortada iken hüküm ve ilam olmayan
davaların yeniden ele alınması caiz değildir diye, Mecelle'de hüküm vardır.
Aslında, kaza hakkı (yargı hakkı) bölgedeki başkanın ya da hükümdarındır.
Onlar, sonradan bu haklarını kadılara bırakmışlardır.
İslam aleminde, hak arama ve yargılama yöntemleri ve alman kararlar ilkel
ve çağ dışı biçimde yürütülüp giderken, batıda bu uğurda pek çok yeni buluşlar,
yöntemler ortaya çıkmıştır. Onlar, "Sorgu hâkimliği" ayrı ayrı "ceza",
"hukuk" ve "ticaret mahkemeleri, gerekli durumlarda" çok hakimli mahkemeler",
"istinaf, "yargıtay" ve "danıştay" mahkemeleri, ceza ve hukuk mahkemeleri
usulleri hele, islam hukukunun hiç varlığını bilmediği "savcılık" kurumu...
Bunlar, bireylerin, toplumların ve devletin haklarının aranmasında,
alınmasında yepyeni kurallar kurumlar ve örgütlerdi.
1923 yılma dek, bütün islam âleminin lideri olan Osmanlılar, şanlı tarihlerine
dayanan büyük bir ulus olarak, bu sakat, eksik ve aksak yolları izlemeyi
sürdüremezdi. Biraz önce kısaca değindiğimiz gibi, daha Osmanlı Devletinin
kuruluşundan beri, çoğu, islam hukukuna, Kur'an'a, hadise ters düşen,
Türk gelenek ve göreneklerinden kaynaklanan "Kavanin-i Örfiye" adı altında
ciltlerce yasa yayınladılar. Bu örf yasalarının büyük bir bölümü, rahmetli
Ömer Lutfi Barkan tarafından 1943 yılında yayınlandı. Ayrıca, Müezzin Zade
Ayn Ali Efendi'nin, 1863 yılında Tasvir-i Efkar gazetesince yayınlanan
Risale'si, 1992 yılında Mithat Sertoğlu'nun yayınladığı "Sofyalı Ali Çavuş
Kanunnamesi", Ahmet Akgündüz'ün yayınlamakta olduğu Osmanlı Kanunnameleri,
Türk Tarih Kurumu Kitaplığında bulunan 40 ciltlik, Karaçon'un
hazırladığı kanunname gibi eserler bu türdendirler.
Osmanlılar, müslüman olan olmıyan bütün uyruklarına uygulanabilecek
türden modern yasalar geliştiren Avrupa'dan, 1850 yılından başlayarak,
ceza, ticaret, hukuk ve ceza muhakemeleri usulü yasalarını almaya başladılar.
Bununla birlikte öte yandan, Araplardan ve İranlılardan Türklere de geçen,
çok kadınla evlenme, dilediğinde avrat boşama tutkusuna dayanan aile hukukuna
sıkısıkıya bağlanma nedeniyle sürdürülmesi istenen islam hukukunu yeni
gelişmelere uyarlama çabalarına girişildi. Bu amaçla, Ahmet Cevdet Paşa
başkanlığında yedi kişilik bir kurul oluşturuldu ve iki yıllık bir çalışmadan
sonra 22 Mart 1869 günü "Mecelle-i Akham-ı Adliye" yani hukuki hükümler
dergisi adıyla bir yasa ortaya çıktı.
Bu Mecelle, 1926 yılında Medeni Kanun'un kabulüne dek yürürlükte kaldı;
ancak, bizde nasıl yanlış olarak, Kur'an'da, bütün islam hukuku maddelerinin
var olduğuna marnlıyorsa, Mecelle'de de bütün hukuk maddeleri var sanılıyor.
Kur'an'da da Mecellede de hukuki hükümlerin çok azı vardır. Herşeyden
önce Mecellede, sekiz islam mezhebi hukuk sisteminden sadece "Hanefi
Fıkhı"na göre düzenlenmiş çok az konu vardır. Yani Mecelle, sadece islam
hukukunun özellikle borçlar ve kısmen ticaret hukukunu içine alır. İslam
hukukunun en önemli ve en duyarlı konusu olan aile hukuku yani evlenme,
boşanma, nafaka, miras konulan, ceza hukuku, vakıf hukuku hiç yoktur.
Böyle olmakla birlikte bu Mecelle, hukuku, fetvalarla düzenleme yerine fıkhı,
yasalaştırma yolunda atılmış büyük bir adımdır.
Bugün elli bir devletin yaşadığı islam aleminde ve başka devletler içinde
azınlık olarak yaşayan müslüman topluluklar, hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli,
Ca'feri, Zeydi, İsmaili ve Harici gibi, ayrı fıkha yani İslam hukuk sistemine
bağlı inançtadırlar. Bunların hiç biri, ötekinin hukuki hükümlerini tanımazlar.
Öte yandan, bugün bu müslümanlar arasında, Tanrının, Kur'an'daki gerçek
buyruk ve yasaklarının neler olduğunu bilenler çok azdır. Türkiye'deki sözde
müslümanların bir bölümü ,y halifeliği yani şeriatı uygulayacak dini bir
otorite sahibinin olmasını istiyorlar. Oysa ki ne Kur'an'da ne de hadiste halifelik
yoktur. Bu konulardaki ayrıntılar, bu kitaptaki makalelerde ayrıntılarıyla
incelenmiştir.
Fıkıh kitaplarında içki içenlere sopa vurulacağı yazılıdır. Oysa ki Kur'an'-
da, içki içmenin haram olduğu yazılıdır ama, içenlere ne ceza verileceği yazılı
değildir. Zina eden kadım taşlayarak öldürme demek olan "recm" cezası
da Kur'an da yoktur, ama İran'daki mollalar hükümeti bu cezayı boyuna uyguluyorlar,
neye göre?
Öte yandan, Peygamberden sonraki dört halife döneminin en büyük hukukçusu
Ömer b. Hattab (yönetimi: 634-644), Kur'an hükümlerini bile uygulamamıştır.
Örneğin O, Kur'an'da, "Müellefe-i Kulub"a savaş ganimetlerinden, ayrı bir hisse verilmesi emredildiği halde, Ömer vermemiştir. Yine O, Kur'an'da, savaşlarda alman ganimetlerin beşte dördünün gazilere pay edilmesi emredilmişken, taşınmaz ganimetleri vermemiş, sadece taşınır ganimetleri paylaştırmıştır. Taşınmazlar için, bunlarda gelecek kuşakların da bunlardan
hakkı var demiştir. Yine bu halife, kıtlık yıllarında açlık nedeniyle çalınmış
olasılığı bulunduğundan, bu tür hırsızlıklara sopa cezası uygulamadı,
"canı korumak, malı korumaktan önce gelir" dedi. Burada şunu da belirtmek
isterim. Halk arasında bir yanlış bilgi de, bütün hırsızlık faillerinin elinin kesileceği
sanılır. Oysa ki, çalınan malın değeri 10 dirhem gümüş değerinden az
olursa eli kesilmez, sopa vurulur.
Yukarıdan beri anlattığımız gibi bugün, islamın beş, imanın altı temeli dışında,
din kuralları diye bilinen, yararlı-yararsız, akla uygun olan olmayan
hükümlerin büyük bir bölümü, fakih denen kişilerin kendi düzenledikleri şeylerdir.
Bunların, saç boyama, kısa fistan giyme, büyük abdest bozmadan sonra
sağ elinle temizlenme, canlı hayvan resmi yapma, deveya çan takma, değil
hukuk kuralları, sosyal yaşam kurallarının bile dışında kalmış gülenç şeylerdir.
Hz. Peygamber "zorlaştırmayın kolaylaştırın", "korkutmayın müjdeleyin"
demiştir. Bir "hadis-i kutsi"de Tanrı da "bana kul hakkıyla gelmeyin,
çünki benim, o kulun sizdeki hakkını alı vermem gerekir. Ama bana karşı kulluk
görevlerinizde bir ihmaliniz olursa, ben onları, ufak bir iyiliğinizden dolayı
bağışlayabilirim" buyuruyor.
Bütün dünyanın başka dinleri bugün, dinlerindeki eksiklikleri, aksaklıkları
düzeltmeye gidiyor. Örneğin 1962 yılı sonlarında, Katolik kilisesi, yüzyıllardır,
kiliselerde Latince yapılan ibadetlerini, bundan sonra, her ulusun kendi
diliyle yapmasına karar verdi.
Bütün bu örnekler ortada iken, ilkokuldan Üniversiteye kadar bütün okullarda
din bilgisi dersi okutulurken islamiyeti hala taş gibi sert, ateş gibi yakıcı
göstermek neden? Doğal ki bu, din görevlilerinin, din hizmetlilerinin bilgisizliğinden,
genel kültürlerinin çok az olmasından ve dini duygulan sömürme
alışkanlığından kaynaklanıyor.
Bu sorunlar çözümlenmedikçe Türk halkının birbirini sevmesi, sayması
ve hoşgörülü davranması beklenemez ve sağlanamaz. Bu çözüm T.B.M.Meclisinde
objektif ve ciddi yasalarca kararlarla sağlanabilir. Ama ne yazık ki onların
bir kısmı da, din görevlilerinden seçimlerde oy yardımı beklediklerinden,
din konulan söz konusu olduğunda, din görevlilerine selam her iş tamam
denip geçiliyor. O zaman bu iş halkın, kültür düzeyinin yükselerek seçimlerde
gerçek vekillerini seçecekleri zamana kalıyor.