« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Kas

2010

BÂKİ KALAN HOŞ SADÂ: ABDULLAH SAVAŞÇI

Dr. Necmeddin SEFERCİOĞLU 01 Ocak 1970

Günlerden pazardı; takvimler 21 Kasım

1976'yı gösteriyordu ve saat sabahın 7.00'-

siydi. Evdeki telefonun zili acı acı çaldı. Erken

saatteki bu telefon çağrısı, bütün ev halkını

heyecanlandırmış, meraklandırmıştı. Hemen

koşup açtım. Ahizedeki hüzünlü ses,

değerli hocam Prof. Dr. Osman Ersoy'a aitti:

«Necmeddin, diyordu, dün gece Savaşçı'yı

maalesef kaybettik...» Çok şaşırmıştım.

«Ne?..» diye haykırdığımı hatırlıyorum. Bir

süre üzüntü ve şaşkınlıktan na yapacağımı

bilemedim. Oysa durmanın sırası değildi. Biraz

kendimi toparladıktan sonra giyindim.

Kardeşim Nejat Sefercioğlu'na uğrayıp onu

da yanıma alarak Savaşçı'nın evine koştum.

Sonra... O sırada hatırlayabildiğimiz

dost ve arkadaşlara acı haberin ulaştırılması...

Duyup gelen dostların acılara acı katan

üzüntüsü... Cenazenin hastaneye götürülüp

getirilmesi... Dost ve yakınlarının gözyaşları

arasında evinden ayrılış... Memleketi Araç'a

kadar süren hüzün ve acı dolu yarış... Oradaki

defin töreni... Ve, acılarla yüklü olarak

yeniden Ankara'ya dönüş!...



Bunlar, Abdullah Savaşçı ile sürdürdüğümüz,

acı - tatlı pek çok anıların zincirlendiği

içten bir dostluğun da değil kardeşliğin,

son halkaları idi. Onunla birlikte, çok sevdiği,

adını anarken gözlerinin güldüğü Araç'ın,

vadiye bakan ve çevresi çamlarla çevrili

küçük bir sırttaki mezarına, bütün bu anıları

da bıraktım.



Savaşçı'nın ani ve beklenmedik vefatı

dostları ve kütüphaneci meslektaşları arasında

büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yarattı. Hiç

kimse, O'nun, henüz 55 yaşında iken, bir

kaç dakikaya sığan bir rahatsızlık sonucunda

aramızdan ayrılabileceğine inanamıyordu.

Fakat, Ölüm meleği kendisini böylesine

apansız yakalamıştı.



Savaşçı, 20 Kasım 1976 Cumartesi

günü akşamı, görevi gereği bulunduğu İzmir'den,

ailesini görmek ve ertesi günü geri

dönmek üzere, Ankara'ya gelmişti. Yakınlarına

kavuşmanın sevinci içinde yemeğini yemiş,

çocuklarıyla konuşup şakalaşmış, saat

23.00'e kadar oyalanmıştı. Sonra birden

rahatsızlanmış; hemen çağırılan ve aynı binada

oturan hekim geldiği zaman, onu nabzı

durmuş bulmuştu. Yaptırılan sun'i solunum

semeresiz kalmıştı. Kalp yapılanlara cevap

vermiş, fakat beyin bunları karşılıksız bırakmıştı.

Yüksek tansiyonun yarattığı bir beyin

kanaması, hayatını noktalayan bir olay görünüyordu.

Deniz seviyesinden 900 metre yüksekliğe

çıkmak; Ankara'nın ünlü hava kirliliği;

yakınlarına kavuşmanın coşkusu; yıpratıcı

görevinin verdiği yorgunluk... Bütün bunlar,

o acı sonun sebepleri olarak gösterilebilirdi.

Fakat neye yarardı? Kader hükmünü yürütmüş,

dağ gibi Savaşçı, bir kaç dakika süren

ani bunalımın kurbanı olmuştu.



Abdullah Savaşçı ile 1951 yılında, yurt

alanına yayılmış seksen kadar şubesi ile zamanın

en güçlü gönüllü kültür kuruluşu olan

bir derneğin «umumî kâtib»i olduğu sırada

tanışmıştım. Benimi gibi, o sıralarda yirmi

yaşın coşkunluğunu süren bir çok genç bu

Derneğin üyesi idi. Bu genç ve kabına sığmaz

gençlerin, en çok yakınlık duydukları yönetici

ise, Savaşçı'ydı. Nedense, en sıkıntılı zamanlarında

bile gülebilen, olayları «vurdumduymaz

» denilebilecek bir soğukkanlılık ve

rahatlıkla karşılayabilen bu iri yarı, şişman,

fakat babacan «ağabey»i kendilerine, öteki

yöneticilerden daha yakın bulurlardı. Bunda,

hiç kuşkusuz, resmî görevinden arta kalan

zamanının hemen hemen, hepsini Dernek'te

geçiriyor olmasının verdiği alışkanlıktan daha

çok, gençlere gösterdiği ilginin rolü vardı.

Gençlerle yakından ilgilenir, onlara yol

gösterir, bazı taşkın hareketlerini gördü mü,

onları frenlerdi. Savaşçı yarattığı sevginin

ürününü ölümünde de görmüştü. Cenazesi ile

birlikte Araç'a kadar gidip son görevlerini

yapanlar, ailesi fertleri ile otuzbeş yıllık vefakâr

arkadaşı ve hocası Osman Ersoy bey

dışında, hep o günlerin onu yürekten sevmiş

ve bu sevgiyi bugüne kadar sürdürmüş olan

gencileri idiler.



Bu tanışmadan sonraki ilişkilerimiz, iş

ve çalışma arkadaşı, halef - selef, hoca -

öğrenci, kimi kuruluşlarda omuz omuza birlikte,

kimi kuruluşlarda birbirimize rakip olarak

sürüp gitti. Bütün bu ilişkilerin bozamadığı

tek şey, dostluğumuz, kardeşliğimizdi.

Kimi zaman birbirimize kırılmış, darılmıştık.

Fakat bunlar, buz üstüne yazılan yazılar

gibi, kısa zamanda ortadan kalkmış yerini

eski sevgi ve dostluğa bırakmıştı. Ortak

dost ve arkadaşlarımıza, benim için «Dünya'-

da en' sevmediğim insandır» der, çoğu kez

bu sözü benim yanımda da söyler, sonra

kendisine özgü ünlü kahkahasını atardı. Bu

sözü, söylemek istediğinin zıddı anlamda olduğunu

herkes bilirdi.



Kültür Bakanlığı müfettişi olmadan önce

sık sık görüşür, dertleşir, şakalaşırdık.

Müfettiş olduktan sonra ise, teftiş için. gittiği

her yerden dönüşünde mutlaka telefonla

arar, yokluğu sırasında Ankara'da vukubulan,

ilgilendiği olayları sorardı. Bunların büyük

kısmı kütüphanecilik camiasındaki gelişmelerle

ilgili olurdu. O da, gittiği yerlerdeki

kütüphaneler hakkında bilgi verir, oradaki

meslektaşlarımızdan haber ve selâm getirirdi.

Ecel onu yakalamamış olsaydı, yazımın

başında sözünü ettiğim telefon konuşmasını,

mutlaka, onunla yapacaktık.



Savaşçı'ya ilişkin ve kütüphanecileri ilgilendiren

en tatlı anılarım, onun hocası olduğum

kısa dönemle ilgilidir. Bunlardan bir

ikisinin anılması, sanırım O'nun ruhunu da

şadedecektir.



Ben Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi

Kütüphanecilik Bölümünde asistan olarak görev

aldığım sırada Savaşçı, bu Fakülte'deki

ikinci öğrenciliğinin1 son yılında idi ve Kütüphanecilik

Bölümünde okuyordu. Göreve

1962 yılı Şubat'ında başlamış ve Mart ayından

itibaren de, son sınıflara «süreli yayınlar

» konulu bir ders vermekle görevlendirilmiştim.



O ilk iki derse gelmedi. Sonra bir

gün. Bölümün, DTCF ana yapısının 4'ünoü

katındaki, bütün öğretim üye ve yardımcılarının

bir arada bulunduğu, ilk çalışma odasına

girdi. Odada Osman Ersoy bey ile ben

vardım. Doğruca Osman beyin masasına gitti

ve «Ben Süreli Yayınlar dersine girmesem

ne olur?» diye sordu. Osman Ersoy beyin,

onu kızgınlık içinde geri döndüren cevabı

hâlâ kulaklarımdadır: «Ne olacak devamsızlıktan

sınıfta kalırsın!..» Öğrencimiz, bundan

sonraki derslere eksiksiz devam etmişti.

Sınıfın arka sıralarından birine oturur, dikkatle

anlatmağa çalıştıklarımı dinlerdi.

Böylece haftalar haftaları kovalamış ve

yıl sonu gelmişti. Öğrencilerin devam karnelerini

imzalıyorduk. Bütün öğrenciler gelip

benden imza almış, Savaşçı görünmemişti.

Yine birgün, Osman beyle yalnız olduğumuz

bir sırada çalışma odamızın kapısı

açılmış ve dev görünüşlü biri içeri girmişti.

Bu, Savaşçı idi. Yine, bana bakmadan, doğruca

Osman Ersoy beye gitti ve devam kar1

nesini'n imzalanacak sayfasını açarak, kendisine

verdi. Osman bey, gülerek, «dersin hocasına

götür, onun imzalaması lâzım, derse

devam edip etmediğini ben nereden bileyim»

dediği zaman meseleyi anlamıştım. Osman

beye imzalatılmak istenen sayfa, benim okutmağa

çalıştığım derse aitti. Savaşçı, defteri

benim bulunduğum zamanda Osman beye

imzalatarak beni hocası saymadığını(!) ispatlamak,

daha doğrusu beni kızdırmak istiyordu.

Fakat oyunu tutmamış; kızma sırası O'na

gelmişti. Osman beyin uzattığı defteri kapıp

benim masama geldi, defteri hışımla masama

koydu. Ben ise, büyük bir soğukkanlılıkla

aldım, yoklama cedvelini açıp derslere

devam ettiğini bile bile, devam günlerini

saydım, ondan sonra da defteri imzaladım.

Defteri aldıktan sonra imzanın bulunduğu

sayfayı açıp uzun uzun baktıktan sonra «Bu

imza kalbime saplanmış bir hançerdir!..»

deyişi, görülecek şeydi. Sonraki yıllarda

burçları anlatır anlatır, gülerdik. Şu satırları

yazarken de, O'nun karşımda güldüğünü görür

gibiyim.



Yıllardır tanıdığı, ağabeylik, iş ve mesai

arkadaşlığı ettiği bir kimsenin hocalığını kabullenmek,

Abdullah Savaşçı mizacında bir

kimse için, elbette ki çok zordu. O, kaygısız

görüşünün arkasında hisleriyle yaşayan, çoğu

kez duygularının buyruğu ile hareket

eden bir insandı. En etkileyici olaylar kendisine

vız gelir, fakat çok küçük ve basit

bîr olay, onu çılgına döndürürdü. Fakat, yeri

gelince duygularına gem vurmasını da bilirdi.

Bu, benim hocalığım meselesinde de

böyle olmuşı, başlangıçta bir türlü kabulle1

nemediği benim öğrencim olması durumunu

tevekkül içinde kabul etmişti. Ama, devamlı

yakınarak, bütün ortak dostlarımıza «Benim

başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi,

Sefercioğlu hocam oldu» diyerek ve

bana gelip «Kahrolmayası. Sen herkese Savaşçı'nın

hocası oldum diye öğünüyormuşsun

» diye çıkışarak... Ve bu hocalık - talebelik

meselesi, ölümüne kadar, aramızdaki

şakalaşma konularından, biri olarak, daima

tazelendi, daima anıldı. Ortak dostlarımız da

bunu bilirler, ikimizi bir araya getirdiler mi,

hemen bu konuyu ortaya atıverirlerdi. Artık

bunları içimde buruk bir acı duyarak hatırlayacağım.

Bu arada, kendisinin çok ciddî bir öğrencilik

dönemi geçirdiğini; Bölümde iki eski

arkadaşı bulunmasının, onu daha çok çalışmaya

yönelttiğini. Bölümü, o sırada oğlu çok

üzücü bir kaza geçirmiş olmasına rağmen,

başarılı bir sınav sonunda bitirdiğini belirtmeliyim.

Kendisi resmiyetle hususiyeti çok

iyi ayırır, derslerde «öğrenci» olmanın bütün

şartlarını yerina getirirdi.



Abdullah Savaşçı, geç katılmış olmakla

birlikte, kütüphanecilik mesleğini yürekten

sevmiş bir meslektaşımızdı. Kendisinin son

yılı içine alan hayatı kütüphanecilikle dolu

geçmiştir diyebiliriz. Mesleğin gelişmesi yolundaki

her çalışma onu sevindirir, bunlara

katılmaktan, hiç değilse teşvik etmekten

büyük bir memnunluk duyardı. Ankara II

Halk Kütüphanesindeki müdürlük görevi sırasında

kütüphane personeline kendisini sevdirmiş

ve saydırmıştı. Müfettişliği de, Anadolu'da

görevli kütüphanecilere daha yakın

olmak, onlarla tanışmak, dertlerine ortak

olmak, çalışmalarında onlara yardım edebilmek

amacıyla kabullenmişti. Müfettişliği, kütüphanecilerin,

eksik yanlarını bulup eleştirmek

değil, onlara yardım etmek görevi sayardı.

Bu sevimsiz işi, sevdirmeğe çalışır ve

sanıyorum, bunu büyük ölçüde başarırdı.

Türk kütüphaneciliği, O'nun şahsında,

mesleğini yürekten seven ve ona yararlı olmak

için çırpınan değerli bir mensubunu

kaybetmiştir.



Ben ise, yirmi beş yıl pek çok olayı

birlikte yaşadığımız, bunlara birlikte sevinip,

birlikte üzüldüğümüz bir ağabey, bir dost, bir

meslektaş ve ülküdaş yitirmenin onulmaz

acıları içindeyim.

Nur içinde yatsın!..



(I) Savaşçı, 1940'larda DTCF'nin Türkoloji Bölümüne öğrenci

olmuş, fakat öğretim üyelerinden birisi ile

doğan bir anlaşmazlık sonunda, son sınıf öğrencisi

iken öğrencilikten ayrılmak zorunda kalmıştı. Aynı

Fakülteye, 14 yıl sonra ve ilk sınıftan başlayarak,

yeniden öğrenci oldu.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 46845

ulkucudunya@ulkucudunya.com