« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 Kas

2010

Tanzimat Dönemine Değin Mektup

Orhan Şaik Gökyay 01 Ocak 1970

Yazınımızda, mektupların yazıya geçmiş ilk örneklerini "münşeat kitapları"nda buluyoruz. Bu demek değildir ki, ondan önce yazılmış mektup yoktur. Ama, bunları, şimdilik bulup bir belgeye bağlayamadığımız için, ister istemez, mektupları "münşeat kitapları"yle başlatmak gerekmiştir. Bu yüzden "inşa" ve "münşeat" üzerinde biraz bilgi vermek uygun görülmüştür.



Tanzimat dönemine değin bizde mektup türü, genel olarak inşa diye adlandırılan düzyazının içindedir. Bundan dolayı da, güzel bir düzyazı yazmak için öne sürülen kural­ların, mektup türünde de geçerli olduğu görülür. İnşa, eskilerden başlayarak son zaman­lara değin bir bilim dalı olarak alınmış ve güzel, beğenilen bir yazı yazmak için nelerin göz önünde bulundurulması gerektiği, bu konuyu ele alan kitaplarda sıralanmıştır. Tam olarak, adı inşaü'n-nesr (= düzyazıyı kurmak) olan bir bilim dalında başarı göstermek için önceden hazırlıklı olmak gerektir. Taşköprüzade Ahmet Efendi daha önce, Mevzûâtü'l-ulûm adlı kitabında, türlü bilim­lerin konuları ve amaçları üzerinde bilgi verirken "ilmü'l-inşa"yı "güzel ve doğru" olması yönünden "mensur sözler"i konu edinen bilimdir, diye açıklar ve bunun, konusu, maksadı ve amacı bu tanımın­dan anlaşılır, der. Kâtip Çelebi de Keşfü'z-zunûn'dz "ilmü'l-inşa"dan söz ederken, Taşköprüzade'nin söylediklerini tekrarladıktan sonra, bunu, "güzel, yerine, konusuna, maksadına ve amacına yakışan ibareler kullanmaktır" diye anlatır.



Bir yazarı, bu alanda başarıya götüren yolları sayan bu iki bilginimiz, bu bilim dalının başlangıcın­da hutbeleri ve risaleleri incelemek olduğunu, ondan sonra da ahlâk, şeriat, büyük adamların yaşayış­ları, uslu kişilerin öğütleri, tarih ve benzeri gibi sonsuz bir alanda yetkiye erişmek geldiğini söylerler. Bu öğütler arasında, kimi yazarlara göre, yadırganacak sözcükler kullanmamak, maksadın anlaşıl­masını karıştırmaktan ya da anlamakta güçlük doğurmaktan, tekrarlardan kaçınmak, sözcüklerin anlamlarına uymasını sağlamak, sözü ve anlamı, çirkin bir adamda güzel bir giyeceğe benzemeyecek biçimde güzelleştirmek, anlamda tökezimemek de vardır. Kâtip Çelebi'ye göre inşanın bir kolu olan mektupta en kaçınılacak yer, yazanın istediğini değil de isteneni yazması, gönderenle gönderilenin durumunu göz önünde bulundurmasıdır.



Bir bakışta doğru görünen bu öğütler, uygulamada ters düşmüştür. İlk zamanlarda, Araplar, yazışmalarında aşırı bir kısalığı göz önünde bulundurdukları halde, İranla ilişki kurduktan sonra, ağır, zincirleme, düğümlü bir üsluba yer verir olmuşlardır. Böylece, Allah'a hamd ü senalar, yazılan kim­seyi sınırından öte geçen övmeler, yadırgama basamağını çok aşan abartmalar, Kur'on'dan, hadisten, büyüklerin sözlerinden, şairlerin şiirlerinden gerekli gereksiz alıntılar, uzatmalar... Türklerde de, İranlılara öykünerek, bugün için değerlerini ve anlamlarını yitirmiş birtakım örneklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu yolda yazarların, yazılarının içine yerli yersiz doldurmak için, yukarıda görümlü olduklarını söylediğimiz bilgileri veren ve onları bu yoldan besleyecek olan kaynak kitaplar da yazılmıştır; bunların sayısı, hemen her yüzyılda oldukça kabarıktır.



Yazınımızda daha xv. yüzyılda başlayan bu "edebî nesir" örneği, durmadan daha süslü ve daha yapmacıklı bir yol tuttu. Bir yandan "seci" merakı, bir yandan yazarların Arap ve Acem edebiyat­larını büyük ölçüde bildikleri yolundaki gösteriş merakı, düzyazıyı iyice bozdu. En düz düşünceler, en karışık benzetmelerle anlatılmağa başlandı. Dışa gösterilen bu özen, asıl konunun hoşlanmasına yol açtı.



xvıı. yüzyılda Okçuoğlu Mehmet Şâhî, ilmü'l-inşa'nın.bir bilimi elde etmek için,ilkin öğrenilmesi gereken on iki daldan biri olduğunu söyledikten sonra, düzyazının, onun anladığı gibi "inşa"nın,şiire birkaç yönden üstün olduğu yolundaki görüşüne, bir başka tanınmış bilgine ve onun gösterdiği tanıklara dayanarak, katılmaktadır.



Bir gece, Şehit Ali Paşa (1667 ?-1716)nın konağındaki bir toplantıda bulunan Nabi (1642-1712), bir aralık, paşanın "tek bir konunun kaç türlü yazılabileceği" yolunda ortaya attığı bir soruya, orada­kilerin ancak üçe değin çıkabildiklerini, dördüncüsünün ise artık yazılamayacağını söylemeleri üze­rine, kendisinin bir gecede aynı konuyu on beş ayrı biçimde yazdığını anlatır. Bu konu şöyle bir "yemeğe çağrı"yazısıdır. Bu on beş tane ayrı, fakat üslupları,ağırlığı ve içinden çıkılmazlığı yönünden bir olan yazılar onun Münşeat'ında sıralanmıştır (Topkapı Sarayı Kitaplığı, Revan Kitapları, Nu. 1052, ypr. 3a - 4a).



Çoğu sarayın ve devletin resmî yazıcılığını yapan "nişancı ya da tevkiî" denilen bu ünlü kişilerin, hep bu, kitaplardan öğrenilme örneklere göre bir kapalı dil ve üslup kullandıkları görülmektedir.



Bu ifadelerin örneklerini, İmparatorluğun yabancı devlet hükümdarlarıyle olan yazışmalarında, devletin çeşitli basamaklarında görevli olanlara, hatta yazarların kendi arkadaşlarına ve rütbece akranlarına yazdıklarında da buluruz.



Düzyazı yazanlara, genel olarak "münşi" adı verilmektedir. Bunların türlü ad altında yazdıkları yazıların, özel ya da resmî mektuplar da içinde olmak üzere, toplandığı kitaplar da "münşeat" diye anılır. Bir bölüğü de başka adlar altında toplanmıştır: Okçuoğlu Mehmet Şâhî'nin Menşeü'/-/nsâ'-sı, Nüzhet Mehmet Efendi'nin NüzhetüV-münşeot'ı ile Muaddilü'l-imla ve mükemmilü'l-infa'sı. Hayret Efendi'nin Riyâzu'l-kütebâ ve h/yâzu'/-üdebâ'sı gibi. Bir bölüğü ise, doğrudan yalnız mektup­lardan meydana geldiği için "mektûbat" adını almıştır: Mektûbât-ı Şeyh Aziz Hüdaî, Mektûbât-ı Sezai, Mektûbât-ı Niyâzi-i Mısrî vb.



Bu münşeat kitaplarının bir bölüğü bu yazarların düzyazılarının bütününü vermekle birlikte, bir bölüğü sonradan, yeni yetişenlere örnek olsun diye başkaları tarafından seçilip bir araya getiril­miştir. Bunlar, yazarın tüm düzyazılarını vermemekte ve daha çok resmî yazışmalardan meydana gel­mektedir. Nitekim, Hayret Efendi'nin R/yâzü7-kütebâ ve h/yâzu7-üdebâ'sı, onun divan kâtipliğini yaptığı Hacı Mehmet Ali Paşa'nın buyruğuyle sonradan Habibullah Efendi tarafından toplanarak bas­tırılmıştır (Sefer, 1242 eylül, 1826). Bunların tümü resmî yazışmalardır, tarih yönünden önemleri bir yana, dil ve üslup yönünden bir özelliği yoktur.



Benim İstanbul kitaplıklarında,bu konu için bakıp incelediğim yetmiş kadar "Müşeat" içinde çoğu dil ve üslup bakımından, nerdeyse birbirinin örneği sayılabilecek niteliktedir ve birini ötekinden ayırt edebilecek belirli bir özellik göstermemektedir.



Kitaplıklarımızda bir bölüğü yazma, bir bölüğü basılmış, oldukça kabarık sayıda "münşeat kitap-ları"vardır. Bunlar.ya başlı başına bir yazarın mektuplarını toplar ya da başka başka yazarlardan seçil­miş münşeat dergileridir. Bildiğimiz ilkmünşeat kitabında,xv. yüzyıldan, II. Sultan Murat'la Fatihçağın-daki resmî yazılar toplanmıştır (bkz. Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1973, s. 113; Yahya b.Mehmed Kâtip, Menâhicü'l-inşâ). Feridun Bey'in (öl.1582),Osmanlı padişahlarının resmî yazış­malarını bir araya toplayan Münseatü's-Sa/âtîn'inin tarih yönünden büyük bir önemi vardır. Bugün artık unutulmuş birçok adlar arasında Lâmiî, Şeyhülislâm Ebussuud, Gelibolulu Âli, Nabi, Osmanzade Tâib, Ragıp Paşa, Kani vb. vardır. Bunlar ya devlet kapısında tuttukları yerlerden ya da ayrıca şair olmalarından dolayı hatırlanmaktadırlar. Veysî ve Nerkisî ise, bunların arasında, yaşadıkları çağın en tanınmış olanlarındandır.Fakat bugün ancak,içinden çıkılmaz.gereksiz doldurmaların arasında asıl konunun yitip gittiğini gördüğümüz, ne dediklerinin anlaşılması için yorulmaya değmez ölü eserler haline gelmişlerdir.



Bununla birlikte, tümünde ortak olan yönlerin yanında, birtakım adlar var ki onlar, sürüp gel­mekte olan bir dil ve üslup tutsaklığından kendilerini kurtarmışlardır. Bu nedenle, sayıları çok ol­mayan bu birkaç kişinin üzerinde durmak gerektir.



Onların başında, ünlü Şikâyetnâme'siyle Fuzulî gelmektedir. Kimi basma külliyatında "Nişancı Paşa Mektubu" diye yanlış geçen bu mektup, Nişancı Celâlzade Mustafa Çelebi'ye yazılmıştır. Evkaftan kendisine bağlanan dokuz akça maaşının bir türlü kendisine verilmemesi üzerine yazdığı bu şikâyet mektubunda, o da seci'li bir dil kullanmış, ayetlerden katkıda bulunmuştur. Fakat bunları yerli yerine oturtmasını bilmiştir. Yoksulluğundan çok, o günkü resmî dairelerin ve orada çalışan­ların durumunu ortaya koymakta, kimi buruk, kimi ağu gibi acı bir çeşni taşıyan bir kalem kullan­maktadır. Bu mektubun yazınımızda başkalarıyle ölçülemeyecek bir ünü ve yeri vardır.1



xvı. yüzyılda, hayatı birçok serüvenlerle dolu olan şair ve müderrisZaîfî'nin RüstemPaşa(1500 ?-1561)'ya yazdığı mektubun da bir önemi ve özelliği vardır. Bu mektup, söyleyeceklerini lafa boğmadan yazılmıştır. Çağının tutumundan ayrılmamakla birlikte, üslubu ve dili onu başkalarından ayırmaktadır. Evinin, çoluğunun çocuğunun halini, onların üst baştan yoksun bulunmalarını, yine seci'lerle yazmışsa da, bunları daha çok Türkçe sözlerle işlemiş, bize çok içten ve yapmacıksız gelen bir dille anlatmasını bilmiştir. Okurken, gerçekten güç durumda olan bir insanla karşılaşıyoruz, ona inanıyoruz.



Mektuplarıyle, yazınımızda ayrı yeri olan başka bir ad da Tokatlı Kâni'dir. Kani mektuplarında kullandığı nükteli ve iğneli bir dil dolayısıyle münşeatların basmakalıplığından kurtulmuş, yazılarında yeni bir hava, yeni bir rüzgâr estirmiştir. Bu rüzgâr, yazınımızın tanımadığı bir yel değildir. Gerek ondan önce, gerek ondan sonra, biz bu havayı, düzyazımızda olsun, şiirlerimizde olsun bulmaktayız. Bundan başka, halkın kendi yarattığı fıkralarda, masallarda, hikâyelerde ve taşlamalarda da bunun nice örnekleri vardır.2



Kâni'nin mektuplarında görülen özelliklerinden biri de budur. O da baş, ilâç, sarrafların kullan­dığı araçlar vb. ele alarak, bunlarla ilgili deyimleri, atasözlerini yerli yerinde kullanarak zevkle oku­nacak mektuplar yazmıştır. Seci' esas olmakla birlikte bunların asıl örgüsünü nükte, yergi ve taşlama vermektedir. Kani, konularını ustalıkla çeşitlendirmektedir. Kendisine gelen bir mektuptaki bütün elkabı, unvanları, nitelemeleri tek tek alarak bunların alaylı ve nükteli bir biçimde bir açıklamasını yaptığı mektup;3 birzimmî, Müslüman olmayan ve Türkçeyi doğru yazamayan birinden gelen bir mektuba yazdığı Talim-i Fenn-i Kitabet Siyakında Şerh-i Ra'nâ da bunların arasındadır. Kani, cinas­larında, nüktelerinde, kelimelerin yazılışlarından da yararlanmaktadır: Türrehât-ı Bektâşiyan ve turrahâ-yı duhteran tamlamalarında olduğu gibi. Dilimizin bunlara elverişli olmasından da yararla­narak ayıp laflardan, açık saçık ibarelerden, benzetmelerden, bunlarla cinaslar yapmaktan da çekin­miyor. O bu dili, konuşur gibi rahat, yadırgatmadan kullanıyor (bkz. Münşeât-ı Kani, Topkapı Sarayı Kitaplığı, Hazine Kitapları, Nu. 827).



Kani bu alanda tek değildir. Bu yo|da nükte, şaka ve alay yollu yazılan mektupların Refik Bey'in Letâif-i İnşa adlı basılmış kitabında başka örnekleri de vardır. Bunların arasında yazarlarının kim olduklarını bilmediğim "Kömür iltimasına dair bir tezkire sureti", Koruk Tekkesi'nin onarıl­masını isteyen, koruk, üzüm, asma ve bununla ilgili deyimler ve sözcüklerle dolu olan bir "tuhaf tezkire", "bir zatın isimlerine telmih suretiyle yazdığı şukka" bunlardandır. *



Bunların arasında, hüner göstermek için yazılanlar da ayrı bir yer tutar. Noktasız harflerle, belli bir konunun, tersane, dil bilgisi, müzik terimleriyle, kuş, meyve, çiçek adlarıyle; müstezatlı ifadelerle baştan sona aynı harfin ayağına bağlı seci'lerle ve benzeri hüner göstermek için yazılmış mektupların sayısı az değildir. Bunlar, ağırbaşlı mektupların arasında özel bir yer alırlar.



Şimdiye değin, genel yargıların etkisi altında kaldığımız için, Tanzimat dönemine değin yazılmış mektupların hemen hepsini biz tek bir açıdan görmeğe alışmışızdır. Oysa, kitabın yalnızca adına bakmayıp da bunların içine de girdiğimiz vakit söylenecek, ele alınacak başka yönlerini de görüyo­ruz. Zira ne denli, çağın ve belli bir kültürün etkisi altında olursa olsun, yazanların kişiliği, kültür düzeyi, yazanla gönderilen arasındaki yakınlık, uzaklık, rütbe ayrılıkları, konuları açısından bu türe giren daha başka soydan ve zengin sayılacak örnekler vardır. Bunlar arşivlerde onları bir kez daha okuyacak olanları beklemektedir. Aşağıda ayrı bir bölümde bunlardan söz edilecektir.



*



Mektup.- Muallim Naci, bu kelimenin sözlük anlamına dayanarak Mektuplarım adlı kitabında "mektup, varaka, tezkire, tebrikname, cevapname, nasihatnamegibi muhtelif namlarla yad edilecek şu müsveddelere unvan olarak (Mektuplarım) serlevhasını verişim mektup lâfzının manâ-yı lûgavi cihetiyle her türlü muharrerata şümulü olduğu içindir" der. Zamanımızda olduğu gibi, Tanzimattan önce de, mektup türünün içine çeşitli konular girmektedir. Tümü mektup olmakla birlikte bunları değişik adlar altında görüyoruz: Ariza, kaime, şukka, name, uhuvvetname, meveddename, muhabbet-name, tezkire, varakpare, kâğıt gibi hemen akla gelen sözcüklerin hepsi de"mektup"demektir. Ama yazanın ve gönderilenin kimliğine ve kişiliğine göre, bunların taşıdıkları anlam değişiktir."Ariza" ve "şukka" daha alt basamakta olandan dahayukarıdakine yazılana denir. Uhuvvetname, meveddetname, muhabbetname ise kardeşlik ve sevgi duyguları ile bağlı olan kimselerin birbirlerine yazdıklarıdır. Varakpare, "kâğıt parçası" anlamına bir alçakgönüllülük anlatır. Kâğıt ise, çok geniş anlamda ve halk dilinde yazılı kâğıt, mektup demektir. Name'nin kimi kez, aşk mektupları için kullanıldığını hatır­lıyoruz.



Mektuplar ayrıca konularına göre de adlandırılmaktadır: Arzıhal, tebrikname, tehniyename, taziyename, cevapname, teşekkür, takriz, davetname, niyazname, tezkire, müzekkere vb. gibi. Tehniyename ve tebriknameler, türlü vesilelerle kutlama; taziyename başsağlığı dileme mektup­larıdır. Takrizler birinin kitabını övmek için yazılan ve pek kısa olan mektuplardır.



Mektuplar, hele yazan adı belli bir kişi ise ve adı belli bir kişiye gönderiliyorsa, belli bir çerçeve içinde bir plana göre yazılır. İlkin kâğıdın baş-orta yerine ya bir "Hû" yazılır ya da şu a işaret konur ki buna "beduh" denir. "Hû" (O) demek olup "ism-i âzam", demek ki Allah'ın en büyük adıdır. Çünkü "O" zamiri, Allah'ın öteki bütün adlarını içine alır.



"Beduh"a gelince, bu da bir tılsım kelimesidir. Birçok yerlerde kullanıldıktan başka, bir koruma tılsımı olarak kitapların başına konur; fakat en çok, mektupların yerine varmasını sağlamak için, kullanılır.



Mektuplarda önce "elkap" denilen ve gönderilenin mertebesine göre sıralanan birtakım sıfatlar dizilir. Bu elkap bir gelenek olduğu kadar, her işin bir düzene bağlı olduğu oturmuş toplumlarda belli bir kurala bağlı ve herkesin yerini, ayarını belirtmeye yarayan bir yoldur. Bundan dolayıdır ki işin başlangıcında olanlara yol göstermek için ayrıca elkap kitapları yazılmıştır (Unvan-ı Mekâtîb, Topkapı Sarayı Kitaplığı, Hazine Kitapları, Nu. 716). Kimin kime ne türlü, hangi unvanlarla hitap edeceği bunlarda bellidir. Padişaha, valide sultana, sadrazama, vezirlere, Şeyhülislâma, kadıaskere, kadıya, müderrise, hahama, patriklere, toplumda belli bir yeri olan kim varsa onlara yazılan mektup­ların hitapları başka başka olduğu kadar tumturak bakımından da bunlar derece derecedir. İşinden çıkarılmış ya da emekliye ayrılmış olan birine yazılan mektupla iş başında olan aynı adama yazılan mektupların hitapları da ayrı ayrıdır. İmparatorlara, krallara, kraliçelere, yabancı devlet elçilerine yazılan resmî ve özel mektupların elkabı da bir kurala bağlı olduğu gibi, bunların ayarlarına da bağlı­dır ve ona göre de değişik olur.



Mektuplarda elkaptan sonra, dîbace adı verilen bir başlangıç vardır. Bu bölümde, asıl konuya girmeden önce, gönderilene çeşitli dualar edilip hal hatır sorulur. Bu, mektubun önemli bir bölümü­dür. Nitekim, münşeat kitaplarında ayrı olarak dîbace örneklerine rastlanır (bkz. Münşeât-ı Kani, Topkapı Sarayı Kitaplığı, Hazine Kitaplığı, 827).



Bundan sonra konuya gelinir. Mektubun sonunda yine, çoğu kalıplaşmış dualar ve saygı bildiren sözler bulunur.



İmzaların üstünde yine yazanın durumuna göre "muhibbiniz", "muhlisiniz","dâîniz", "kulunuz" gibi sözlere rastlanır. Bu gelenek Tanzimattan sonraki mektuplarda da yürürlükte kalmıştır.



Kimi mektupların sonunda, imzadan sonra bir M harfi ya da yine tek tek yazılmış olarak mim, ayn, râ.vav, F,K,R,H,Y - rahmetullahi aleyh - harflerine rastlanmaktadır. Buna kültürce yüksek olan-larındakinde olduğu gibi, daha aşağı düzeyde olanlarınkinde de rastlanmaktadır. Nitekim Fuzulî' nin bir mektubunun sonunda (bkz. Fuzuli'nin Mektupları, s.62, Kadı Alaüddine mektubu) ve Fekete' den alınan Mehmet Çavuş imzalı mektubun sonunda böyle bir M harfi bulunmaktadır. Gerek bu tek M harfi, gerek söylediğimiz tek tek harflerin birleşmesinden meydana gelen addan Ma'ruf Kerhî anlaşılmaktadır.5 (bkz. Gevher Sultan'ın oğlu Mehmet Çelebi'ye mektubu.)



Üslupta o denli kurala ve geleneğe bağlı olanlar, mektuplarında bundan dışarı çıkmaktadırlar. Mektuplar daima tek kâğıda ve kâğıdın bir yüzüne yazılır ve hemen hiç boş yer kalmayacak gibi alta, yanlara ve üste çıkılmış derkenarlarla doldurulur. Paris elçisi Mehmet Sait Halet Efendi'nin dergimizde yer alan mektubunda "dördüne bir devletlü yetişir, pay etsünler, zira kâğıtta yer kal­madı" demesi, derkenarlar yüzünden kâğıtta yer kalmamasındandır. Onun bu mektubunda, kâğıdın dört bir tarafını dolduran beş tane derkenarı vardır.



Bakî'nin Kanunî'ye verilmek üzere yazdığı mektubun da böyle altına üstüne çıkmalar yapıl­mıştır.



Kâğıtların büyüklüğü hep bir olmayıp mektubun uzunluğuna, kısalığına göre değişmektedir.



*



Tanzimat dönemine değin yazılmış mektuplar deyince ilk akla gelen hep münşeat kitaplarında toplanmış ve belli bir çerçeve ve üslup içinde yazılmış olanlardır. Oysa, yazının çıkışından beri mek­tuplaşmak bütün toplumlarda, insanlarının baş vurdukları bir bir haberleşme yoludur. Onun için gözlerimizi münşeat kitaplarından kaldırıp da "başka ne var?" diye baktığımız zaman bunlardakine benzeyen mektuplarla karşılaşırız. Bu mektuplar, yazanın ve gönderilenin kültür düzeyine, arala­rındaki ilgiye, rütbe ayrılığına, ana, baba, oğul oluşuna, meslek dorumuna göre başka başkadırlar. Ve özel oldukları oranda, bunların dili ve üslubu da değişmektedir. Şeyh Aziz Hüdaî'nin ya da Niyazi-i Mısri'nin yazdıklarıyle.bir yeniçeri ağasının,bir yeniçerinin yazdıkları arasında dil bakımından olsun üslup yönünden olsun, konuyu ortaya koyma açısından olsun bir benzerlik yoktur. Çünkü bu ikin­cilerin dili yaşayan, konuşulan dildir. Onun için de yazıldıkları tarihten bugüne ömür sürüp gel­mektedirler.



Bu mektupların içinde en az rastlanan aşk mektuplarıdır. Sarayda, Harem dairesinde yaşayan­ların yazdıkları6 bir yana bırakılırsa, elimizde bu türden özel mektuplar yoktur.



*



Şimdiye değin adı anılmayan bir başka mektup çeşidini de burada ele almak istiyorum. Bunlar asker ve halk mektuplarıdır. Bunlardan söz ederken, Tanzimattan sonra, adı belli kişilerce asker ağzından yazılmış, gerçek bir muhatabı olmayan mektupları bir yana bırakıyorum. Tarihe de, edebiyat tarihine de geçmemiş olan kimseler tarafından yazılmış özel mektuplardır bunlar.. Fekete'den alınarak verilen örneklerde görüleceği üzere bunların üslubu, dili, anlatışı, içindekini ortaya koyusu bambaşkadır. Ne münşeat mecmualarındakilere, ne de Tanzimattan sonra örneklerini daha çok gördüğümüz, tanınmış yazar mektuplarına benzemezler. Bunları yazanlar, ne anlatmak istiyorlarsa, onu düşündüğü ve konuştuğu gibi kâğıda dökmektedirler. Bunların dilinde, kimi kez bütün bir söz­lüğün yerini tutan şey kelimesi hiç yoktur. Ne söyleyecekse onu adiyle, sanıyle söylemesini bilir.So-mut nesneleri anlatmakta bir güçlük çekmez. Bir ulusun asıl dilinin, duygusunun, ruhunun bunlarda kendini meydana vurduğunu görürüz.



Yazarlarımızın "selâm kelâmdan başka bir şey olmadığı" yargısına katılmıyorum [bkz. Reşat, Talim-i Kitabet-Mükemmel İnşa, 1313 (1895), s. 17]. Bu mektuplar kimi kez yalnızca "malum dostu­nuz" diye imzalanmıştır. Fekete'den alınmış olan altı mektuptan ikisi bir Türk'ten bir Macar'a yazıl­mıştır. Bunlarda bile dostluk ve karşılıklı sevgi havası esmektedir.



Selâmla başlayıp selâmla biten bu mektuplarda herkese selâm vardır, bütün adı geçen dostlara ve tanıdıklara. Selâm gönderilenlerin adlarının sonunda ille de "hazretleri" bulunuyor. Bu "hazret­leri" Peygamberlerden subaşıya kadar herkes için kullanılmaktadır.



Bu mektupları yazanlar sınır boyunda ya da sınır şehirlerinde yaşayan insanlardır.



Fekete'den aldığımız mektupların benzerlerini, tek tük olmakla birlikte arşivlerde de buluyoruz. Paris elçisi Mehmet Sait Halet Efendi'nin mektubu üslubu ve edası bakımından, bunlardan ayrılmaz. Gevher Sultan'ın, Uğurlu Bey oğlu Mehmet Çelebi'ye yazdığı mektup bir ananın mektubudur. Onun yüreğinin sıcaklığını yalnız oğluna değil, bize de getirir. Onun oğluna karşı kullandığı saygılı dil bize bugün garip görünse de, aynı gelenekler ve görenekler içinde yetişmiş bir toplumun insanları için hiç de yadırganacak yanı yoktur. Hatta II. Sultan Murat'ın Hacı Evrenos Bey'e yazdığı mektup bile, bir gömlek üslup farkıyle aynı havanın içindedir.



Bu az sayıda örnekler bile, bize, Tanzimattan önceki mektuplarımızın nasıl çeşitlendirilebileceğini, tek ve taş kesilmiş bir kalıp içinde kalmadığını göstermeğe yeter. Kaldı ki arşivlerimizde bun­lardan başka örnekler de bulunmaktadır.



*



Tanzimat öncesi mektuplardan söz ederken, manzum mektuplara da değinmek gerekli midir, bilmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki ben mektup deyince adı belli bir kimseden, yine adı belli bir kimseye gönderilen kâğıdı anlıyorum. Onun için, bir şairin ağzından yazılmış ve asıl sahiplerine ulaş­mamış, onun kitabının dizeleri içinde unutulmuş kalmış olanları mektup saymıyorum. Ne Şeyhî'nin Husrev ü Şir/n'inde, ne Fuzulî'nin Leyla ve Mecnun'unda bulduklarımız bence mektup türüne girmez. Bunlar bu iki şairin,kahramanlarının herhangi bir ruh halini anlatmak için baş vurdukları bir yoldur.



Benim bildiğim kadar Tanzimattan önce Türk yazınında manzum mektup olarak sayılsa sayılsa Bağdatlı Ruhî'nin, zamanının bütün şairlerini, onların adlarını, özelliklerini, yaptıkları işleri sıralaya­rak her birinin halini hatırını sorduğu,



Bağdat-a düşse rehgüzerin ey nesîm- subh Gör evvelâ ki zümre-i ayan ne demdedir? diye başlayıp



Vâsıl edüp bu rik'ayı bizden dualar et



Gör cümleyi safada mı, hullân ne demdedir?



Yârân, söyle can u gönülden duadadır Derlerse Ruhi-i bîcan ne demdedir? diye ve tam bir mektup geleneği ile bitirdiği 41 beyitlik kasidesidir.



*



Ne çeşitten, hangi üslupta olursa olsun, bu türde yer alan mektupların, insanların ve onların bağlı bulundukları toplumun psikolojisi, dünyaya bakışı, her yerde sıkı sıkıya yapıştığı gelenekleri, inançları, bir ulusun bütününe paylaştırılmış olan kültür hazinesi, tarih olaylarını değerlendirme hatta kitaba geçmemiş yanlarını görme açısından büyük yararı olduğuna inanıyorum.



Dil yönünden de bunların ayrı bir değeri vardır.Türk'ün sözlük hazinesi, anlatım gücü bunlarda görülür. En ağır üslupla yazılmış olanlarda bile, bir satır köşesinden karşımıza çoktan unutulmuş, ne anlamda kullanıldığı artık kesin olarak bilinemeyen bir deyim, bir söz, bir atasözü çıkar. Dilimiz açısından bunların önemi vardır. Bu mektupları bu gözle okuyanlar, dilin o günden bugüne nasıl de­ğiştiğini bunlarda kolayca izleyebilirler; daha kitaba geçmemiş yeni kurallar, dil sorunları bulabilirler. Üstelik dilimizin gelişmesi açısından bunlardan yararlanabilirler de. Onun için bize, bunları, okunmuş işi bitmiş, yırtılıp atılması beklenen mektuplar saymak yerine, dilimizin, tarihimizin, yazınımızın pek abartma sayılmazsa, tek sözle insanımızın, işlenmemiş belgeleri olarak değerlendirmek dü­şer, diyorum.





1 Fuzulî'nin bu çok ünlü mektubundan başka onun Türkçe yazılmış dört mektubunu daha biliyoruz (Abdülkadir Karahan, Fuzulî'nin Mektupları, İstanbul 1948).



2 Fatih zamanı bilginlerinden olup düşmanları tarafından iftiraya uğrayarak öldürülen ve Deli

Lûtfi diye anılan Molla Lütfi'nin bir "Uslu Münazarası" vardır ki Türk yazınının düzyazıda en

eski mizah ürünlerinden biridir. Burada Molla Lûtfi, "Uslu" sözcüğünün Sırpçada "eşek" (osel) anlamına geldiğine dayanarak, çağdaşlarından "Uslu" lakabıyle tanınmış biriyle alay etmektedir. Bu yazısında o, eşekle ilgili ne kadar deyim ve atasözü varsa yerli yerinde kullanarak zevkle okunan bir yapıt ortaya koymuştur.



3 Bu bize Ziya Paşa'nın Zafername Şerhi'ni hatırlatmaktadır.



4 Şair Nabi'nin mektep çocuklarının kimi sergüzeştlerini ve mektep hocalarıyle muhakemelerini anlatan yazısının mizahî bir mektup sanılması yanlıştır. Okununca anlaşılır ki bu bir mektup değil, bir temessük, bir bakıma bir "mahkeme ilâmı"dır. Nitekim Letaif-i inşa'du (s. 33-43) bunun için "Mektep çocuklarının bazı sergüzeştleriyle ve hocalarfyle mahkemesine dair Nabi merhumun kaleme aldığı hüccet suretidir" başlığı konmuştur (bkz. Tercüme, Mektup Özel Sayısı, Ankara 1964, sayı 77-

80, s. 388).



5 Ma'rûf Kerhî (?-816) ünlü İslâm ermişlerindendir. Bağdat'ta Dicle kıyısındaki türbesi, eskiden olduğu gibi, bugün de ziyaret edilmekte ve mezarının, duaların kabulüne vesile olduğuna ve hastaları iyi ettiğine inanılmaktadır. Mektuplardaki imzalardan sonra onun adına ya da adına işaret olan M harfine rastlanması, onun Ali b. Musa er-Rıza'nın hizmetinde bulunduğu göz önünde tutulursa, Şîa mezhebinde olduğunu akla getiriyor ve bundan dolayıdır ki buna niçin Şîa mezhebinde olan Fuzulî'nin mektubunda ve kuruluşlarını Hacı Bektaş'a bağlayan yeniçerilerin mektubunda rastladığımızı açıklar, sanırım. Gevher Sultan'ın oğluna mektubunda, bir ermişin adındaki harflerin hepsini buluyoruz.



6 bkz. Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar, İstanbul 1956.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 48468

ulkucudunya@ulkucudunya.com