On yıl sonra 28 Şubat’ın neresindeyiz?
ALİ BAYRAMOĞLU 01 Ocak 1970
28 Şubat 1997’den bu yana 10 yıl geçti. 10 yıllık süre içinde, özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı. Bununla birlikte askerî vesayet rejiminin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet programı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsünün, İç Hizmetler Kanunu’nun yanından bile geçen olmadı.
Bir süre sonra Türkiye’yi allak bullak eden son askerî müdahalenin, 28 Şubat’ın 10. yılı dolacak.
Malum, 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu 8 saat süren, ülkenin soluğunu keserek izlediği bir toplantı yapmıştı. Konu irticai hareketlerdi. Daha doğrusu hükümetin gerek varlığı gerek eylemleriyle bu hareketlerin merkezini oluşturmasıydı. Hükümet ve askeri karşı karşıya getiren bu toplantıdan bir muhtıra çıktı. Hükümete atması gereken adımları dikte eden Milli Güvenlik Kurulu bildirisi, askerin siyasetçiye galebe çalmasını ifade ediyordu. Dönemin Erbakan iktidarı, kendisini hedefleyen askerî uyarıyı kurumsal olarak sahiplenen ve imzalayan ilk cumhuriyet hükümeti oldu.
Şubat ayı başında Sincan’da tankların şehir içinde boy göstermesiyle başlayan, Şubat sonundaki muhtırayla devam eden gelişmeler, bahar aylarında krizin iyice yükselmesine yol açtı. En nihayet Haziran ayında Refah-Yol hükümeti düştü.
Ama gerginlik ile açık ve fiili askerî vesayet düzeni süregitti.
Zira 28 Şubat’la birlikte, özellikle İslami görünürlülüğün artmasına tedbir olarak ve bu görünürlülük bahane kılınarak Türkiye’nin askerîleşme öyküsünde yeni bir sayfa açılmıştı.
Bu sayfa, devlet işleyişinin ve kamu alanının topyekûn askerîleştirilmesinden, Türkiye’ye egemen olan milli güvenlik rejiminin bu çerçevede derinleştirilmesinden oluşur.
28 Şubat 1997’den bu yana 10 yıl geçti.
10 yıllık süre içinde, özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı.
Bununla birlikte askerî vesayet rejiminin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet programı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsünün, İç Hizmetler Kanunu’nun yanından bile geçen olmadı.
Nitekim Türkiye’deki askerî otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır. İkincisi, özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır. Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askerî vesayet rejiminin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, milli güvenlik düzenine 28 Şubat’ta dahil olan girdilerdir. Bu anlamda aradan geçen 10 yıla rağmen 28 Şubat’ın devlet çarkı üzerindeki derin etkileri sürmektedir.
Şöyle de ifade edebiliriz:
Türkiye’de askerî vesayet rejimi şu üç temel üzerine oturur.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elinde bulundurduğu devlet malları, askerî kadrolar ve askerî harcamalar açısından ‘mali denetim’inden fiilen muaftır.
Yüksek Askerî İdare Mahkemesi varlığı, Yüksek Askerî Şûra’nın işlevleri, Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkilerin ters bir hiyerarşi üzerine oturması askeri politika ve askerî sorumluluk açısından Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “hukukî ve siyasî denetim” dışında bırakır.
Bu iki mutlak özerklik mekanizması Türk Silahlı Kuvvetleri’ni biteviye tazelenen türlü kurum, yasa ve yönetmeliklerin şemsiyesi altında “icracı ve denetleyici bir güç” haline dönüştürür.
28 Şubat süreci bu unsurları pekiştirmek yanında, onlara bunlara kalıcı nitelik taşıyan bir dördüncüsünü eklemiştir, Bu dördüncü unsur, devlet iç işleyişinin, kamu alanının, mülki idare ve sivil asayiş alanın askerîleştirilmesidir.
28 Şubat bu açıdan kalıcı etkisi 2000’li yıllarda fark edilmiştir.
Bu etkinin, daha doğrusu devletin iç işleyişinin, mülkî, istihbarî ve asayiş alanını görece askerîleştirilmesinin kökeninde bir protokol yatar. Bu protokol Erbakan hükümetinin istifasından hemen sonra 7 Temmuz 1997 tarihinde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanmış ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/D maddesinin uygulanmasını, yani TSK birlikleri ile sivil emniyet güçleri arasındaki işbirliğinin koşulları ve kurallarını konu almıştır. EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) olarak adlandırılan bu protokol temel olarak mülkî otorite ve askerî birim arasındaki hiyerarşiyi ters yüz etmiştir...
Bu protokole göre, illerdeki askerî otorite valilerden izin almadan da (daha sonra bilgi vermek ve izin prosedürünü yerine getirmek koşuluyla) acil durumlarda asayiş olaylarına müdahale edebilmektedir. Bu çerçevede her ilde askerî garnizonda düzenli faaliyet gösterecek, yani kurumlaşacak bir güvenlik birimi kurulmuştur. Bu birim askerî ve sivil istihbarat ve operasyon planlamasının, tehdit ve tehlike değerlendirmelerinin merkezi olarak faaliyet göstermektedir.
Şu açıktır: Her ilde askerî bir birim içinde oluşturduğu “Asayiş Güvenlik Merkezleri” sivil emniyeti ve mülkî amiri istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılınmıştır. Tüm toplumsal ve istihbari bilgiler askerin elinde birikmekte, fişleme doğal bir işlem haline gelmiştir. MİT, emniyet istihbarat açısından bir anlamda iller düzeyinde bu askerî birimlerin bağımlı değişkeni haline gelmiştir. Bu durum yaygın, tehlikeli ve “sıradan” bir askerîleşme sürecine işaret etmektedir.
En önemli noktalardan birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç güvenlik doktrinini bu protokolle göre yapılandırmış olmasıdır.
Tedbir alma gerekçesiyle askerî merkezli fişleme, istihbarat ve operasyonlar böyle yaygınlaşmıştır. Nitekim 2001 yılından 2007 yılına kadar tüm kritik gelişmelerde EMASYA yapılanması bir şekilde kendisini hissettirmiştir. Fişleme söz konusu olduğunda EMASYA’dan söz edilmekte, Jandarma’nın yetki alanı dışındaki faaliyetleri söz konusu olduğunda da EMASYA planlarına ve hükümlerine gönderme yapılmaktadır. Türkiye’yi sarsan, yeni bir Susurluk skandalı olarak değerlendirilen Şemdinli hadisesinin merkezinde yine EMASYA yer almıştır.
Evet, ne yazık ki hâlâ 28 Şubat’ın tam merkezindeyiz...