« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 Şub

2007

Darbeder Türkiye

Şems Şeyma Sözcü 01 Ocak 1970

Ne kadar da sevinmiştim 8 yıl zorunlu eğitim görecek tüm ülke çocukları dediğinde televizyonlar, ama bir çelişki yok muydu bu işte; eğitim yuvalarına ihtiyacın bu kadar olduğu, talebin artacağı bu günlerde neden okullarımızı kapatıyorlardı?

Hem hepimiz tevhid-i tedrisata tabi değil miydik, bu katsayı denilen tecrit uygulaması da neyin nesiydi?

Yoksa biz milli eğitimin defolu ürünleri miydik?

Bu yıl şubat ayı diğerlerinden çok daha soğuk sanki, zaten hiç aram yoktur bereketsiz mi nedir 28 çeker, takvimin öbür sakinleri gibi nasiplenememiştir seneden "cüce şubat"…

Belki de eşi subay olan coğrafya öğretmenimin son günlerdeki hüzünlü hali, üzerindeki o durgunluk da bu şubatın marifetiydi.

Çocukluk hatıralarımda eşsiz yeri olan hafif korku, heyecan ve bin bir hevesle her yaz oturduğum rahlenin başına bu yıl oturamayacaktı kardeşim, nedendi ama, o yeşil Kur´an Öğreniyorum kitabı düzene karşı ne gibi bir tehdit oluşturabilirdi ki? Hem neydi bu "düzene karşı tehdit" tamlaması, içi nasıl doldurulurdu bunun?

Komşumuz da tedirgindi bu aralar, askeri okulda okuyan oğlunun davetsiz konukları mıydı yoksa onu huzursuz kılan, o yüzden mi çıkarmıştı başörtüsünü Fatma teyze? O misafirlerin ardından döktüğü nedamet dolu gözyaşlarını unutmak mümkün mü…
İstanbulda Beyazıt Meydanı denilen bir yer varmış bilmiyordum; ama tanışmam muhtemelmiş çünkü hayallerimin okulu İstanbul Üniversitesinin tam karşısındaymış bu görkemli meydan, şehrin muhakkak görülmesi gereken mekanlarındanmış ecdadın güzide mirası, peki bunca öğrenci tarihi dokusuna mı merak salmış Beyazıtın, neden ders saatinde okulda değil de tam karşısında slogan atarak daha fazla özgürlük istiyorlardı? Yoksa YÖK uygulamalı eğitim (!) projesinin bir ayağı olarak gençleri sokağa mı taşımıştı? Alanlarda mı öğrenecekti üniversiteli demokrasiyi, hakkı, hukuku, hürriyeti…

Bir garipti her şey, beyaz camdan sızıp evimizin baş köşesine kurulan ekşi suratlı haber spikeri o günlerde anlamakta güçlük çektiğim ama zamanla kafamda taşların yerine oturacağı o koca spotlu, iri punto yazılı, bol efektli yayınlarla linç kampanyalarının tadını çıkarıyor, mevcut yönetimin sos verdiğini cümle aleme ilan ediyordu.

İyi ama tehlike çanları kimin için hangi kritere göre çalıyordu, buna kim karar veriyordu?

28 Şubat 1997

Milli Güvenlik Kurulu her ayın sonunda olağan toplanırmış, o günde kurul tam kadro toplanmış konusu biraz daha hassasmış bu ay öyle söylüyorlar, masaya gelen kalın kalın dosyalarda Batı Çalışma Grubu´nun da desteği ile hazırlanan titiz çalışmaların ürünü varmış, asker tavsiye niteliğinde(!) on sekiz de karar almış, son günlerde seçilmişler tarafından tırmandırılan irtica tehdidine karşı…

Şeffaf darbe, kara darbe, post modern darbe, kriz yönetimi ya da adı her neyse...
Bu isimlerin, bu "zeka ürünü" tanımlamaların hangisi çekilen acıları hafifletebilir, hangisi demokrasinin boş kağıt verdiği sınavdan hanesine yazılan kırık notu ve yüzündeki "balans" izlerinden kalma çiçek bozuğunu silebilir…

Post modern darbeye adım adım

Pek çoğumuzun oldukça net hatırladığı bir dönemdir on yıl öncesi, gönül isterdi ki; bu kara dönem hiç yaşanmasıydı ve onuncu yılında bu satırları yazmak düşmeseydi bizlere.
Hikaye tam olarak şöyle başlar, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden Refah Partisi sandığın galibi olarak çıkar. Parti, yüzde 21.4 oy oranı ile 158 milletvekili çıkarır. Seçimlerde DSP yüzde 14.6 ile 76, CHP ise yüzde 10.7 ile yüzde 49 milletvekilliğini alır. Bu seçim sonuçlarından hükümeti kurma görevi Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmeddin Erbakana verilir, ancak gayri demokratik yollarla bu görev ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaza geçer ve Yılmazın başkanlığında ANAP-DYP Ana-yol hükümeti kurulur. Ancak 6 Mart 1996da kurulan bu hükümet, anayasaya aykırı olarak, parlamentonun salt çoğunluğunu esas almadığı için hukuki yollarla düşürülür. Bu ortaklık 28 Haziran 1996da son bulur. Hükümeti kurma görevi.... Hükümeti kurma görevi tekrar usûlüne uygun olarak seçimlerin birinci partisi ve gerçek hak sahibine geçer. Erbakan, Çiller ile anlaşarak 28 Haziran 1996da RP-DYP koalisyon hükümetini Refah-yol kurar.

Ve "54. Hükümet" adıyla tarihe kazınacak oluşum böylece doğmuş olur, milli manevi değerlere bağlı kalarak ekonomik refah düzeyini yakalamış ideal ülke zeminini kurmak için inanç ve azimle kollar sıvanır. Kısa zamanda önemli başarılar gerçekleştirilir. Bugün yaşı 30un üzerinde olan pek çok kimse anımsayacaktır, onun için fazla teferruata girmeye lüzum görmüyoruz. Ancak birkaç önemli noktayı belirtmekte fayda var. Bu anlamda DSP Çanakkale Eski Milletvekili ve Siyaset Bilimci Dr. Hikmet Aydının ağzından daha birkaç yıl önce dökülmüş şu sözler hayli dikkat çekicidir; "Erbakan düşmanlığının gerçek nedeni, dış politikada D-8ler, iç politikada ve ekonomide de Havuz Sistemi gibi, zalimlerin sömürü saltanatlarına son verecek girişimlerdir." 54. hükümetin manifestosu niteliğindeki bu sözler sosyal demokrat bir siyaset uzmanına ait. Prof Dr. Necmeddin Erbakan tasarladığı hükümet sistemi ile, diplomasinin yönünü D-8 lerle İslam ülkelerine, finans sektörünü KİTleri kara geçirerek ekonominin dümenini havuz sistemine çevirmiştir.Denk bütçe, sıfır vergi uygulaması ile de çalışanın, asgari ücretlinin memurun yüzünü güldürmüştür. (17.06.2005, Milli Gazete, İslam Arslan, Zulmün Panzehiri D-8)

54. Hükümet özellikle iki projesi ile finans kapitalin neo liberlaizmine meydan okumuştur; Havuz Sistemi ve D-8ler... Bu projelerle Türkiye bir yandan kalkınırken bir taraftan da bulunduğu coğrafya ve pazarda söz sahibi olacak ve dünya düzenini yeniden şekillendirecekti, belki de bu korkular post-modern darbenin fitilini ateşledi. (19.11.2006 Milli Gazete, Doç. Dr. Mete Gündoğan, Milli Görüş ve IMF)

Süreç, 54. Hükümetin rövanşı

Refah-yol emin adımlarla ilerlemeye devam ederken "malum süreç" tüm hızıyla işlemeye koyulur...

"Derin devlet" mevcut gelişmelerden rahatsızdır. Tüm bu yaşananlar resmen bir "karşı devrim"dir. Bu karşı devrime bir başka karşı devrimle cevap vermek farzdır artık. Rahatsızlık, hükümetin güvenoyu alışının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden MGKya getirilir. 3 Ağustos 1996da, Deniz Kuvvetleri Komutanı Org. Güven Erkaya MGKda konuşur:

"Türk Silahlı Kuvvetleri ülkenin aydınlık geleceğidir... Şimdi buraya, bizim içimize de el atılıyor." diyerek kaygısını dile getirir.

Toplanan Millî Güvenlik Kurulunda, Kurulun askeri kanadı bir "sunum" yapar. Sunuma göre, irtica almış başını gitmiş, Laik Cumhuriyet yakın ve ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmıştır. O çalışmada kullanılan malzeme ne gariptir ki; istihbarat raporları veya çok özel bilgiler değil, ağırlıklı olarak gazete küpürleridir. Yeni ekonomik sistemle rantiye muslukları kapanan kartel medya ve kimi iş çevreleri bu anlamda görülmemiş bir destek sağlar askere… Hükümet kanadı yapılan söz konusu sunumu sadece dinler; herhangi bir tartışma veya gerginlik yaşanmaz. Sonunda, Refah-yol hükümetinin önüne bir ev ödevi gelir. Aslında muhtıra, bir ay önce yapılan MGKda verilecektir. Demirel, duruma vaziyet etmek için "gündemde olmadığı" gerekçesi ile konuyu sonraki toplantıya erteler. Bu bir aylık süre müdahaleye sivil bir nitelik kazandırmaya yeter.

Peşisıra öylesine akıl almaz bir süreç işlemeye başlar ki; hukukçular "militer demokrat" kesilirken, medya apolet takmaya heveslenir, sivil toplum örgütleri kışlada hazır ol dururken, kanaat önderleri "demokrasi giderse gelir; ama laiklik giderse gelmez" önermesinin yanılgısına düşer. Sermaye, Milli Eğitimin işlerini devralırken, YÖK, "kışla kampüslerde" asayişi sağlamayı üstlenir. Hayatları boyunca başka hiçbir iş yapamayacak olan sicili temiz onurlu askerler, her cuma öğle vakti ortadan yok oldukları, alkollü davetlerde boy göstermedikleri ve gümüş yüzük taktıkları için “disiplinsizlik” iftiralarıyla “peygamber ocağı”ndan(!) ihraç edilir. Sürekli aydınlık için bir dakikalık karanlıklardan medet umanlar, yakılan mumların hangi gerçekleri ört bas ettiği gözden kaçırır, bu keşmekeşte birileri daha birkaç ay önce; 96 nın kasımında patlak veren derin devletin kanalizasyon borusu "Susurluk kazası"nın dosyalarını çoktan sümenaltı etmiş ve gündemin yeni yıldızı bu küçümen darbecik seçilmiştir.

Tuzaklar kurulur

Alnında secde izi taşıyan insanları çok daha zor günler beklemektedir artık, bu psikolojik harekatta kimi mizansenlerle asıl hedef alınan kitle hiç şüphesiz mütedeyyin camia olur, amansız komplolar düzenlenir. Yatak odalarında müridesi kadınlarla basılan o güne dek adı sanı duyulmamış sözüm ona şeyhler türetilir alelacele. Aynı kadının bir başka "kukla hoca" ile ayyuka çıkan ilişkisi, araya giren nikahlı diğer eş sürülür piyasaya hemen, bu flu ortamda zihinler allak bullaktır, seçilen üçüncü sınıf aktörlerin soft operalara taş çıkartacak tiatral hayatları böylece ifşa edilir prime timeın saygın haber bültenlerinde...

Aynı haber bültenleri, Sincanda düzenlenen bir amatör tiyatro gecesine bu sempatik tavırla yaklaşmaz nedense Kudüs Gecesi´nde düzenlenen masum bir kurgu, ertesi günlerde öyle ciddiye alınır ki, Ankaralılar Sincan gibi bir semtten koca paletleri ile askeri tankların yürümesine korku ile şahit olur. 80 cuntasını görenler ajansa kulak verir darbenin ilanını takip için. Sokağa çıkma yasağının ne zaman açıklanacağını merak eder herkes... On yıllar öncesinden kalma seçim meydanı miting konuşmaları makaslanır. Son teknolojinin de imkanları zorlanarak ortaya Atatürk karşıtı, rejim muhalifi, ağır irticai faaliyetler çıkartılır, ne acıdır kimi işgüzar hukukçular tarafından açılan davalarda elle tutulur tek kanıt olarak bu montaj harikaları sunulur mahkemeye, bahsi geçen siyasiler hakkında... Bununla da kalmaz, Taksime cami yaptırma hamlesi, elde kalan son kalenin düşüşü olarak algılanırken, Ramazan günü askeri erkana iftar daveti vermek gibi hoş bir jest, cömert bir girişim laik düzene ihanet şeklinde yansıtılır. Medya 4. kuvvet olarak üzerine düşen vazifeyi fazlasıyla yerine getirir, tabii bu görevin ardından banka peşkeşleri, ihale araklamaları gibi ucuz yolsuzluklarla maddi kazanç sağlayıp cebini doldurmayı da ihmal etmez.

28 Şubat deplasmanda

Milli Güvenlik Kurulunun sosyal hayatı yeniden tanzim eden o malum on sekiz kalemlik kararları daha laik(!), daha demokrat(!), daha müreffeh(!) bir Türkiyeye böylece kapı aralamaya başlamıştır…

Ama her şeye rağmen süreç meyvesini vermiş, 54. Hükümet nihayet (!) düşürülmüştür, son sandığın en büyük partisini diskalifiye ederek halk iradesini ayaklar altına alan sistem, koltuk aşkı ile yanan yeni yüzlerle yoluna devam eder. Refah-yol un ardından kurulan jakoben iktidarlar MGKda alınan kararları hayata geçirme noktasında bir hayli gayretli davranırlar. Şubatın ardından göreve gelen "güdük hükümetlerin" hiçbiri halkı tatmin edemez. Türk halkı bu nimet sürecinin(!) verdiği mesajı çok net algılar ve alınan iletiye mukabele etmenin zamanını kollar!

Şubat darbelerinin yaralarını henüz saramadan 2001 yılında cumhuriyet tarihinin en büyük ekomonik krizi ile tanışan vatandaş, cevabını ilk sandığa saklar. Demokrasinin en sessiz ama güçlü tepkisini, batık bankalardan hisselerine düşeni paylaşırken kavgaya tutuşanları tasfiye etmekle gösterecektir halk…

Ve seçimini "Savunan Adam"ın rahle-i tedrisatından geçmiş, ders kitaplarında yer alan bir şiiri okuduğu için hapis yatarak siyasi yasak alan "muhtar dahi olamayacak" adaydan ve ekibinden yana kullanır. AK Partiye halkın verdiği bu paye, gösterdiği bu iltifat aslında demokrasimizin anlı şanlı tarihinin hiç de yabancı olduğu bir durum değildir; yakın tarih bunun birçok örneği ile doludur; olağanüstü geçiş dönemlerinde halk her zaman susmayı yeğler ve önüne gelecek ilk sandığı bekler. Bu, teorik temsilde makbul olan yol olmasa da bu milletin tarzıdır, faturayı pusulalarla kesmek… Tek partili dönemin CHPsine 1950lerde gelen DP tepkisi, 27 Mayısa 1965te verilen AP tepkisi gibi, 80 müdehalesinden sonra Özalı iktidar yapan irade, 28 Şubatın pandorasından da AKPyi çıkarır.

Peki bugün iktidar, icraatının 4. yılında kendine verilen bu güven kredisinin ne kadarına cevap verdi? Küçük bir envanter tutularak denilebilir ki; bir 28 şubat kafası mahsulü olan katsayı sorununa ilk yıllarında umut yeşertici vaadlerle çözüm alternatifleri üretirken geçen zamanla yılan hikayesine dönmesine mani olamadı. Öyle ki; iktidarın bu tutumu Cumhuriyet gazetesi karikatüristlerine ilham verecek "kedi başbakan" karikatürlerine gelen tepkiler ve karşı çıkışlar düşünce özgürlüğü alanında bir kültün doğmasına neden olacaktı. Geçen süre içerisinde "namus borçları"nı unutanlar namlarına verilen resepsiyonlara eşlerini evde bırakmanın acısı(!) ile katılacak, memleket çocuklarının yüksek tahsil edinmesinin önünü açamayanlar öz çocuklarını emperyalist Amerikalarda eş dost bursuyla okutmanın ezikliğini(!) taşıyacaklardı. Başörtüsü yasağı sebebi ile okulunu bırakan ama hakkını yerde koymayıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde arayan onurlu kadın, sırf eşinin kariyeri ve kritik görevi uğruna bu dik duruşundan vazgeçecek, Mülkiyeli dindar akademisyen ise, eşinin evlenirken saçlarının açıkta olduğunu gururla beyan ederken "ne olduysa evlendikten sonra oldu örttü başını" diye dert yanacaktı. Bulundukları konumların bıçak sırtı olmasından ya da 28 Şubatı görmüş geçirmiş bir takım olarak Demoklesin kılıcını sürekli tepelerinde hissettiklerinden mi bilinmez ama (dileriz samimiyetsizlik değildir) ak adıyla yola çıkanlar sadece katsayıda değil, Kuran kursları, başörtüsü sorunu, YÖK yasa taslağı, kamusal alan gibi post-modern darbe ürünü olan anti demokratik uygulamalara göz yummaktadır, tamamı hasarlı, miadını doldurmuş bu safsatalar hali hazırda anayasa hükmü gibi geçerliliğini korumaktadır.

Ama giderek sekülerleşen sosyal hayata ak iktidarın katkıları inkar edilemez. Beynelmilel araştırma şirketlerinin ortaya koyduğu verilerde kendini dindar sayanların oranında yaşanan artışa, sokakta hem de metropollerin en elit caddelerinde her 10 kadından en az 4 ünün tesettürlü olmasına, ulusal kanalların ana haber bültenlerinden, ajanslardan geçen haberlerin ciddi bölümünü başörtüsüne ayırmasına rağmen her geçen gün daha da törpülenen hassasiyetler artık gözle görülür seviyededir. Öyle ki; malum alarmı doğru okuyan toplum mühendisleri bu türe bir isim bile bulur, "Protestan Müslüman, Kalvinist Mümin"

Amerikan patentli bu ırk, gündüzünde kurban kesip, bayram namazı kılan, hem kendi hem bütün Ümmet-i Muhammed için dualar ederken, aynı günün gecesi Mary Christmisei kutlamak, başında başörtüsü ile kutlama mekanlarına dökülmekten çekinmemektedir ve işin garibi bu iki bayramın başrolünde olmaktan da en ufak bir çelişki duymamaktadır. Rengi yeşil olan sermaye çevreleri ise "başörtümle, badem bıyığımla her yerde" sloganıyla gidilen sükseli davetlerde sunulan yemeklerin helal olup olmadığını danışmakta bu konuda fetvaya başvurmaktadır. Oysa kapitalizmin, müslümanı Ebu Bekir´e (r.a) benzetmesi beklenirdi değil mi, bir Osman (r.a) olamaz mıydı iktidar sahipleri…

STK, TSK laşırsa…

Bütün bunlara karşın Şubatın kaymağını yiyenlerin bugün yine çetin bir sınavdan geçmekte oldukları da muhakkak, en son Danıştay saldırısı için bu tanıdık argümanlar kullanılmıştı, hatta darbe sevdalısı etkin bir gazete olay için "Türkiyenin 11 Eylülü" demekten geri durmamıştı, 11 Eylülün ABDde neyi sembolize ettiği ve ardından gelişen kampanya herkesçe malum. Her fırsatta yeni bir kriz için düğmeye basılsın heveskarı çığırtkanlar her dönem "Ordu Göreve" demektedir, diyecektir de… Ancak kader öyle bir zamanlama yapmaktadır ki, Şemdinli olaylarının hemen ardından Danıştayın zuhur etmesi, Susurluk ile 28 Şubatın arasındaki bağı hatırlatmaktadır ne garipse…
"28 Şubat süreci, sivil siyasetin toptan sınıfta kaldığı, demokratik tecrübe açısından pek de parlak geçmeyen bir dönem olarak hatırlanacak. Halk iradesi ile işbaşına getirilmiş hükümete muhalif olan partiler, 28 Şubat muhtırasına harfiyen uyulması için neredeyse asker kanadından daha fazla baskı yaptılar hükümete. Laikliğe yönelik tehdidin sivil bir analizini kimse yapmaya kalkışmadı. Legal yollarla iş başına gelmiş bir hükümete askerin muhtıra vermesinden kimse rahatsızlık duymadı.Demokrasinin her geçen gün kan kaybetmesi bazı sivillerin hiç de umrunda olmadı. Sermaye, oluşan bu kaos ortamında kesesini doldurmanın derdiyle tüm bu usulsüzlüklere göz yumarken; Sendikalar , işveren örgütleri, esnaf odaları sokak çeteleşmelerini aratmayacak birliktelikler kurarak hükümete göz dağı vermekten geri durmadı.Şimdilerde 28 Şubatın açtığı tahrifatın hesabını yapan çevreler, TSK yı günah keçisi yaparak, yalnızca Orduyu suçlayarak, sorumluluklarından sıyrılmaya çalışmak isteseler de bu o kadar kolay değildir. "Belki de Post-modern darbenin en ağır faturası menfaatperest duygularla bu gayri demokratik ortamdan faydalanmanın peşine düşmüş sivil gruplara kesilmelidir." Bugün hem de aynı taktikleri kullanarak yine birileri ipleri geriyor, yaklaşan seçimlerle beraber Türkiyenin alacağı halden endişe ediyor olmalılar ki, gayri ahlaki illegal çeteleşmelerle halkın iradesini ipotek koymayı tasarlıyorlar. Yalnız sevindirici olan bu defa Şubatın tokadını yemiş, belli bir bilinci artık oturtmuş yönetilenlerin oyuna gelmeyecek olması. Geçen on yılda sivilleşmeyi tesis etmeye çalışan insanlar ve demokratik inisiyatif kuruluşları en ufak bir antidemokratik adımda milyonları sokağa dökmeyi taahhüd ederek taşın altına eline koymakta bugün. Varını yoğunu kaybetse de insan, onurunu koruduğu sürece hep başı dikliliği ile hatırlanacaktır. Bu hüküm, tarihin verdiği hükme uygun düşüyor: 28 Şubatın mimarları bugün hatırlanmıyor; sivil aktörlerin tamamı ise tasfiye edilmiş bulunuyor.

Ve hikayenin sonu

Neredeyse unutuyorduk; o başörtülü genç kız, onun çocukluk anılarına dair sanal bir kahramanı olmadı hiç, onun hatırladığı televizyonda, gazetelerin karikatür sayfalarında gördüğü; iri yarı, göbekli, karşısındakine kravatıyla boğulmuş hissi uyandıran, konuştuğu zaman ağzından harfleri kusan bürokrat amcalar oldu, onlar ne zaman konuşsa anne babası hep korkardı, telaşlanırdı... 28 Şubat 97de o kız orta okuldaydı, bitirdiği yıl çok sevdiği okulu kapandı, katsayı adında bir zırva yüzünden hayalini kurduğu İstanbul Üniversitesinde okuyamadı, sonraki yıl ÖSS denilen ilkel sınavda insan üstü bir başarı göstererek kazandığı okulda başörtüsü yasağı vardı, direndi disiplin cezalarıyla zar zor bitirebildi. Kaderin esprisi belki; o şimdi coğrafya öğretmeni olarak kamusal alanda yer edinmeye çalışıyor. Bunca acının merkezinde olmak kahrediyor onu, daha başına neler gelecek bilmiyor, yaşadıklarının sorumlusunu arıyor, 2007nin şubatında rejim için oluşturduğu tehdidi hala çözmeye çalışarak...

İşte bilanço, "Demokrasi hükmen mağlup"
Postmodern darbe sürecinde binlerce başörtülü mağdur, yüzlerce Kuran kursu ve İmam Hatip Okulu, yüzlerce YAŞzede ise ne yazık ki anti-demokratik sürecin manevi kayıp hanesine yazıldı... YÖK´ün 1998 yılında hazırladığı rapora göre 637 öğrenci okuldan uzaklaştırıldı. 1579 öğrenciye uyarı, 1017 öğrenciye de kınama cezası verildi. Halen 1006 öğrenci hakkında soruşturma devam ederken (bunlara 1999 yılı içerisinde çeşitli cezalar verildi), üniversitelerde disiplin yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle de 25 öğretim görevlisi ve idari personel, üniversite öğretim üyeliği mesleğinden veya kamu görevinden çıkarıldı. 91 üniversite görevlisine aylıktan kesme, 140´ına kınama, 216sına uyarma, 9´una da kademe ilerleme cezası verildi. Disiplin yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle 57 üniversite personeli hakkında açılan soruşturma da 1999 yılına sarktı.

İmam Hatiplerle ilgili mesele ise belki de bu sürecin en trajik tarafı 8 yıllık kesintisiz eğitime kurban giden yüz binlerce pırıl pırıl genç. Hayallerinden edilen, sistematik soykırıma uğrayan İmam Hatip nesli ile ilgili istatistikler oldukça can yakıcı, 1996-97 eğitim dönemi verilerine göre Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne bağlı 601 okulda 511 bin 502 öğrenci eğitim görüyordu. Bunların 318 bin 775i ortaokul kısmında, 192 bin 727si de lisede. 2005-2006ya gelindiğinde 4ü köyde 449u şehirde olmak üzere 453 okul ve buralarda eğitim gören 108 bin 64 öğrenci var. 10 yıl önce düzenlenen 15inci Millî Eğitim Şûrasında İmam Hatipler gündeme gelmiş, kesintisiz eğitim diyenlere karşı bazı eğitimciler 5+3 formülünü önermişlerdi. Dönemin Millî Eğitim Bakanı Turhan Tayana göre 5+3 önerisi laik cumhuriyet ve gelecek açısından mahzurluydu: "Çocukların ilköğretimden sonra meslekî ve dinî eğitim alması gerektiğini düşünüyorduk. "Bugün okulların lavabolarındaki uyuşturucu partileri o dönemden miras ve belki de bu çarpık anlayışın vehametini belgeleyen en iyi fotoğraf…

ÖNDER Başkanı Yusuf Ziyaettin Sula ise 8 yıllık kesintisizin bir başka katliamına dikkat çekiyor, "Sıkıntı sadece İmam Hatiplerde değil. Hafızlık eğitimi büyük yara aldı. Küçük yaşlardaki öğrenim ileri dönemlere kaydırıldı." diyor. Diyanet İşleri Başkanlığının verilerine göre, 1996da 5 bin 241 Kuran kursunda 13 bin 679 erkek, 7 bin 465 kız hafızlık öğrencisi vardı. İlerleyen yıllarda hızla düşen sayı, 2001de 7 bin 874 talebeyle en düşük seviyesini gördü. Bugün, 5 bin 62 Kuran kursunda 4 bin 364 erkek, 8 bin 68 kız öğrenci eğitim alıyor. Kesintisiz eğitimin etkileri din öğretimiyle sınırlı değil. Türk eğitim sisteminde ara eleman yetiştirme statüsüyle ayrı bir öneme sahip meslekî eğitim merkezleri (eski adı çıraklık eğitim merkezi) de kanundan sonra eğitim verecek öğrenci bulamamaktan yakınmakta. Sermaye, bugün çekirdekten yetişmiş teknik eleman sıkıntısı içinde.

Darbe ekonomiyi küçülttü
28 Şubat darbe sürecinde GSMH 200 milyar dolardan 150 milyar dolara düştü. Yıllık 7-8 olan büyüme hızı darbenin dördüncü yılında son 55 yılın en düşük seviyesindeydi. Ekonomi % 9.5 küçülmüştü. Darbeden önce % 6 olan işsizlik, darbenin üçüncü yılının başında % 9a çıkmıştı. Kişi başına düşen milli gelir 3000 dolardan 2000 dolara düşmüştü. 1996da 80 milyar doların altında olan dış borç 115 milyar doları geçmişti. Konsolide bütçe gelirlerinin % 80i faize gider olmuştu. Oysa ki aynı oran, 1966da % 55 idi.

Ziyaret -> Toplam : 125,35 M - Bugn : 111038

ulkucudunya@ulkucudunya.com