BABAM NECMETTİN HACIEMİNOĞLU
Oytun ŞAHİN 01 Ocak 1970
Babam Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu için Armağan’a konulmak
üzere benden yazı istendiği zaman, onun hangi yönünü anlatmam gerektiği
konusunda mütereddit kaldım. Bilim adamlığı, dâvâ adamlığı, kültür- sanat
yönü ve en önemlisi insanlığı… Çok kısaca her yönüyle anlatmaya
çalışacağım.
Tanzimat’la birlikte başlayan aydın-halk mücadelesi Türkiye’nin
sosyal, kültürel ve siyasi meselelerinin temelini oluşturmaktadır. Cumhuriyet
kurulurken Ziya Gökalp’in Türkçülüğünden ilham alınmış, Türklük şuuru
uyandırılmaya çalışılmıştı ama Cumhuriyet aydınının halktan kopukluğuna
çare bulunamamıştı. 1950’de başlayan DP iktidarı, bir halk zaferi gibi
gözükse de aydın-halk bütünleşmesini sağlayabilmiş değildi; hattâ öyle ki,
artık Türkiye’de “aydın” kelimesi, “solcu” kelimesi ile eşanlamlı hâle
gelmişti. “Aydın” muhakkak “sol görüşlü” olmalıydı, aksi hâlde ona aydın
denilemezdi! 1960’dan sonra Türkiye İşçi Partisi’nin de kuvvetlenmesi ile
Türk solu siyasi platformda sesini yükseltirken, 60’ların sonlarına doğru
üniversiteleri ve sokakları da teslim almaya başlamıştı. Milliyetçi Türk
aydınının gençlikle ve milletle bütünleşerek, örgütlü olarak ortaya çıkışı da
bunun üzerine oldu. O güne kadar dernek faaliyetleri ile sınırlı kalmış olan
milliyetçi aydınlar, siyasi parti, gençlik dernekleri, öğretmen dernekleri, işçi
sendikaları, kadın dernekleri, akademisyenlerden oluşan dernekler olmak
üzere aydın-halk ve gençlik el ele, bölücülükle, Marksist terörle mücadele
etmeye başladılar. İşte Necmettin Hacıeminoğlu, çocukluğundan beri
yüreğinde taşıdığı, hissettiği Türklük şuuru ile bu harekete gönüllü olarak
katılmış, mücadelesini her zaman kalemiyle sürdürmüş, sırasında bir önder,
sırasında bir nefer gibi davranmışyılmaz bir dâvâ adamı idi.
1950-60’larda Türk dili üzerinde idi “kavgalar”… Hacıeminoğlu
gerektiğinde TRT ile, gerektiğinde Türk Dil Kurumu ile, basınla,
filologlarla, bürokrasi ile, dilimizi bozmak ve fakirleştirmek isteyen herkesle
karşı karşıya geldi. Yazıları; 1970’lere gelindiğinde, artık sadece Türkçenin
değil, Türkiye’nin de karanlık günlerine ışık tutmaya başlamıştı ve dil âlimi
Dr. Hacıeminoğlu, 1970 yılı Türkiye’sinde şu satırları kaleme almak zorunda
kalıyordu:
“8 Haziran 1970 Pazartesi günü Yusuf İmamoğlu Edebiyat
Fakültesi’nin 338 numaralı odası önünde komünistler tarafından
vurularak şehit edilmiştir. Kendisi Amerikan Koleji’nde okumamıştı.
Ne köylüyü sömüren bir toprak ağasının, ne işçiyi ezen bir patronun
oğluydu. Döviz kaçakçılığı ile milyonlar vuran veya karaborsacılık
sayesinde yüz binler kazanan bir aileye de mensup değildi. Yakın ve
uzak akrabaları arasında egemen sınıftan sayılan ne bir profesör, ne bir
general, ne de herhangi bir umum müdür vardı. Akşamları, üç
arkadaşıyla paylaştığı sobasız odasında kitap okurdu. O hâlde “ağalık
ve patronluk sona ermelidir”, “yerli işbirlikçiler kahrolsun” gibi
sözlerle duvarları kirleten komünistler, bu fakir ailenin çocuğundan ne
istiyorlardı? Altıncı Filo’yu Türkiye’ye o mu davet etmişti? Banka
kredileri ona veya ailesine mi dağıtılmıştı? Türkiye’de kapitalist
ülkelerin kültürünü yayan, malını satan o muydu? Hayır, bu kusurların
hiçbiri onda yoktu; fakat onu kahpece öldürenlerde vardı… Komünizmi
de, devrimciliği de bir maske olarak kullandılar. Yusuf’un Türk
milliyetçiliği ülküsünü bir bayrak gibi taşımakta oluşuna tahammül
edemiyorlardı…”
Türkiye’nin ateşten yıllarıydı… Hacıeminoğlu’nun ülkücü hareket
ve mücadele içindeki yeri, hem gençlik kesimi, hem aydınlar, hem de
siyasetçilerle diyalog kurabilmiş olması açısından önemlidir.
Bilim adamı olarak alanında önemli eserler verdi, Türkologlar
yetiştirdi; aydın olarak düşündü ve yazdı. 63 yıllık ömründe sadece
milliyetçi aydının çilesini yaşadı. Bu çilenin özel hayatına nüfuz eden
kısmından dolayı hiç şikâyet etmeden, etrafındaki insanlardan hiçbir şey
beklemeden milletinin dertleriyle üzülüp, sevinçleriyle coştu. Bu sebeple
babamın hayatı 60-70-80’ler Türkiye’sinin izdüşümüdür. Düşünen ve
konuşan bir Türk insanının karşısına çıkabilecek engellerin hepsini şahsında
yaşamıştır; terör tehdidi altında bir aydın, tutuklanan bir gazete yazarı, askerî
darbeden sonra üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalan bir
öğretim üyesi, ilmî eserlerinin basılması yıllar süren bir bilim adamı.
Yaradan’ı çok sevdiği için insanları da çok severdi. Kendisiyle ve
çevresiyle barışıktı. Ülküsünde o denli tavizsiz ve katı, buna karşılık özel
hayatında ailesine, dostlarına, talebelerine karşı o denli anlayışlı,
merhametli, esprili ve saygılı idi. Kul hakkıyla gitmemeye çok özen
gösterirdi.
Uzmanlık alanı “Türk dili” idi; ancak dili yaşatanın ve nesiller
ötesine taşıyanın “edebiyat” olduğunu bilirdi. Edebiyata, özellikle şiire çok
düşkündü. Âkif’in ve Yahya Kemal’in bütün mısraları ezberindeydi. “Yeni
Bir Dünya” adlı kitapta topladığı hikâyeleri bile Fikret’ten, Haşim’den,
Fuzulî’den mısralarla süslenmişti.
Romanda Peyami Safa’yı çok beğenirdi. Özellikle “9. Hariciye
Koğuşu”nu… Henüz talebe iken, İstanbul’a gelir gelmez Peyami Safa ile
tanışmış ve yakın dost olmuştu. Yaşayan roman yazarlarının ve şairlerin
birçoğu ile dosttu. Onların sanatçı kişiliklerine saygı duyar, ihtimam
gösterirdi. Kısacası dilciliğini edebiyatla süslemişti. Hayatının parçası hâline
gelen bir diğer sanat dalı da müzikti. Klâsik Türk müziğinin yanı sıra Türk
Halk müziğini de çok severdi. Mâhur, en sevdiği makamdı. Özellikle Itrî’yi,
Meragî’yi dinlerken yerinde oturamaz, “bunlar ancak saygı ile ayakta
dinlenir” der, radyonun veya teybin yanında ayakta durur, etrafta çıt
çıkmasını istemezdi. Türk sanatları içinde hat sanatına, hattatların eserlerine
hayranlık duyardı.
Ömrü boyunca Türk’ü Türk yapan değerlerin tamamı üzerine
birbirinden farklı gibi görünen ve çeşitli odaklar tarafından yapılan plânlı
saldırılarla tek silâhı olan kalemiyle mücadele etti. Benim önderimdi,
arkadaşımdı, ülküdaşımdı; babamdı… Yağmur sevgisini mâhur bestelerle
harmanladığı bir hikâyesinde şöyle yazıyordu: “…Hep yağmurlu bir nisan
akşamında ölmeyi arzularım. Belki de öyle bir günde doğduğum için.
Kim bilir! Yağmur hâlâ yağıyor. Şehrin ışıkları hâlâ yanmadı. Sular
hâlâ mâhur şarkımızı mırıldanıyor…Ve ben uzaklara, çok uzaklara
gitmek istiyorum…” İşte onun “çok uzaklara” gittiği günden beri, çalan
bütün mâhur şarkılar boşa gidiyormuş gibi geliyor bana; ama bilinmez belki
de babamı uğurladığımız o “gemiler geçmeyen ummanda, belki hâlâ o
besteler çalınıyordur.”
Mekânı Cennet olsun.