M. Necati Sepetçioğlu ve Tarih Serisi Üzerine
Adem Yakut 01 Ocak 1970
Sanat adamları ancak yeryüzünü güzelleştirebilmek uğrunda, çirkinde bile mevcut olan bütün güzellikleri insanların gönül gözünde yerleştirmek için çaba sarfetmek mecburiyetindedirler. Yeryüzünün güzelleşmesi dünki, bugünki, yarınki çabaların senteziyle olur.(M.N. Sepetçioğlu)
Okul dönüşü kütüphaneye uğramak en heyecan duyduğum şeydi lise yıllarında. Okula giderken mehter takımı misali beş adım ileri üç adım geri olan gidişim, dönüşte çok farklıydı.
Bıkmıştı çocukcağız, kavga ediyorduk dönüş yolculuğunda hep aynı yerde. Bırakıp gitme tehditlerinin mekanı idi Hasan Baba türbesinin yanında ki Halk Kütüphanesi… “Hemen geliyorum bekle” yalanlarının neticesini dönüşte kızgın bir surat olarak bulduğum mekan…
O zamanlar elime geçmişti o roman “Konak”. Hey gidi günler. Tarihte seyyahlık yaptırırcasına okuturdu Sepetçioğlu romanlarını. O zamanlar kitabı içeriğine göre değil ismine göre okurduk.
Gözüm ilişti orta raflarda bir yere. Raflardan birinde görmüştüm onu. “Konak”tı ismi. Hiç çekici gelmeyen bu isme el uzatıp almak veya almamak arasında ikirciklenmiştim. “İkirciklenmek” kelimesine de sanırım ziyadesiyle yalnız onun romanlarında rastlarsınız. Hatta bu kelimeyi Türkçeye onun kazandırmaya çalıştığını bilinir.
Elimi uzatıp-çekme arasındaki tereddüdüm fazla sürmedi. Kütüphane görevlisi hanıma uzattım kayda alması için. Kayıt numarası filan derken kaşların biri aşağı biri yukarı oldu. Acep yine mi geciktirmiştim kitabı? Yağ-bağ derken her zamanki gibi gönlünü razı edip aldık çıktık.
İlk sayfasına göz atmaya başladığımda üslubunun anlaşılması epey zor cinsten olduğu belliydi. Dişe dokunuyordu hani. Âdetimdi aldığım kitaptan tek kelime dahi anlamasam da okumadan vermemek. Yolda bir yandan çukurlara dikkat edip bir yandan kitaba göz atmaya çabalamamın zorluğuna, “Bırak şunu beş dakika sohbet edeceğiz” diyenin yumruklarına siper almanın zorluğu ekleniyordu.
Böyle başladık Sepetçioğlu serisine. Daha doğrusu seri olduğundan habersiz başladık.
Ağır üslubuna karşı sinir olmanın ve bırakıp atmayı da onuruma yedirememenin verdiği hınç ile adeta boğuşuyordum romanla. Hem de ne boğuşma. İnatlaştıkça inatlaştık birbirimize. Olmuyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak kavga etmeden okumayı denemeliydim. Sakin ve sinirlenmeden… Öyle de yaptım, “Hay mübarek ne anlatmaya çalışıyorsun sen” yakınmalarını bırakıp ciddi ciddi anlamaya çalışmak en akıllıcaydı. Eğer bu tür ağır üsluplara alışabilirsek kitaptan kapacağımız çok şey olduğuna inandırdım kendimi. Veya kandırdım…
Yanılmıyordum. Zamanla kendimi kitabın aslî yazarıymış gibi kabul edip, kendi yazdıklarımı okurcasına okumaya başladım. O derûnî üslubun kapılarının zincirlerini kırarak Konak’a girmeyi başarmıştım. Kumral Dede’ler ve Abdurrahman Gazi’ler yanı başımda gezinmeye başladığında kendimi Osmanlının Kuruluş yıllarında buldum. Osman Gazi'nin otağında, Kumral Dede’nin tekkesinde…
Roman bitiyordu ama tarih yarım yamalak kalmıştı. Ortasına kaşık daldırılmış pilav gibi. Sanki bu Konak’a girmezden evvel Kilit’e Anahtar’ı sokup Kapı’yı açmak ve neticede Konak’a varmak izlenimi uyanmıştı. Boğuştuğum romanın tadı damağımda kalmış, tekrar okuma planları Kelle-i Kübrâmın gündemine oturmuştu.
Sonraları birinde gördüğüm o roman… ÇATI. Gördüğüm kitapların sayfa aralarını didikleme huyum depreşti yine. O da ne? Kumral Dedeler buralarda geziyor. Ve sonrasında öğrendik ki bunlar müstakil birer roman değil, bir bütünün devamı olan tarih serisi…
Esasen pilavın ortasına kaşık daldırma işini biz Konak romanından başlayarak yapmışız. Ve döndük serinin en başına yani Kilit’e…
Selçuklu Devletinin kuruluşundan girip İstanbul’un fethinden çıkana kadar epey bir okumanız gerekse de, tarihin kronolojik sıralamasının akıllarda en güzel şekliyle mahfuz kalması için bu veya (varsa) buna benzer serileri okumaktan daha iyi bir yöntem olacağını zannetmiyorum. Tarih öğrenme adına vazgeçilmez bir seri denebilir.
Sepetçioğlu romanlarının en dikkat çekici özelliği, genelde kıyıda köşede kalmış, ismiyle olmasa da yaptıklarıyla tarihe mal olmuş kişilerin hayatları anlatarak tarihi süreci bir dervişin veya komutanın gözünden seyrettirmesiydi. Okurken zannedersiniz ki esas amaç tarih anlatmak değil, sade bir kişinin hayat serüveni. Lakin okudukça anlarsınız ki, o sade kişiler aslında devletin geleceğinde önemli görev üstlenenlerdir.
Seri ile muhabbet derinleştikçe, hayatımda “Böyle bir duyguyu anlatmak imkansız” dediğim noktaların en güzel izahını buldum bu romanlarda. Hayretlerimi gizleyemiyordum, adeta kendimi buluyordum satırlar arasında. Zaten yazarın yazarlığı da romanlar arasında okuyucuyu, kendisiyle buluşturmasında değil miydi?
Engin ufuklara satır aralarından açıldık. Dede Korkut’tan aldığımız soluğu Çanakkale’de boşalttık. Okunmaya değer gördüğüm bir seri. Keyifli okumalar…